15 Şubat 2020 Cumartesi

Medeniyetin Ortak Paydasında İnsan olmak: Yeni bir Bilimsel algı Çerçevesi, BÖLÜM 2

Medeniyetin Ortak Paydasında İnsan olmak: Yeni bir Bilimsel algı Çerçevesi, BÖLÜM 2




  Özellikle sosyal bilimlerde halen kullanılmakta olan ortak ölçütlerin çoğunda 
“öznellik” ağır basmakta ve “nesnel” kabul edilebilecek durağanlıkta 
veri temini mümkün olmamaktadır. Bunların ortak akıl ürünü bilgi üretebilmesi 
için “paylaşılmışlıkları artırılmaya” (daha durağan hale getirilmeye) 
çalışılmaktadır. Aslında, bu ad ile anılmasa ve sınırlıkları yeterince dikkate 
alınmasa da, halen pek çok alanda kullanılan ölçütler bu türdendir! Bu anlamda, 
durağan ortak ölçüt arayışı yeni değildir - “psikometri” ve “ekonometri” 
gibi alanlar bu yaklaşımın yaygın olarak bilinen uzmanlıklarıdır. 

Henüz nesnelleştirilemeyen “paylaşılmış öznellikler” arayışında bilimsel diyalog önemlidir. Bu amaçla, uzman paneller ve gelişmiş istatistik  çözümleme ler sıkça kullanılmaktadır. Ayrıca, medeni dünyada “evrensel” kabul görmüş ve çeşitli uluslararası sözleşmelerle koruma altına alınmış “temel insan hak ve özgürlükleri” gibi ölçütler de saygın “paylaşılmış öznellikler” olarak kabul görmektedir. Bu bağlamda, “düşünce ve inanç özgürlüğü” adeta bütün özgürlüklerin taşıyıcısı olarak önemsenip tirizlikle korunmaya çalışılan temel insan hakkı olarak tescil edilmiştir. 

Kuşkusuz, ölçütteki öznellik payı arttıkça toplumsal uzlaşılar da zorlaşır. 
Uzlaşma ilke, emek ve zaman ister. Böylesi bir uzlaşının anahtar ilkesi yada 
kuralı farklılıklarda mantık aramaktır. 

Bu süreç, bireysel akılların Yaratıcı iradeye yaklaşma yönünde birlikte bir 
mükemmellik arayışı olarak da algılanabilir! Medeni dünyanın önemsediği 
bu algı henüz yeterince anlaşılıp yaygınlaştırılamamış olsa bile, İslam’ın 
asırlar öncesinden koyduğu “meşveret” ve tasavvufta “başkalarından yana 
olmak” (farklılıkları başkalarına mutluluk verecek şekilde değerlendirmek) 
diye açıklanan ilkeler ile açıkça teşvik edilmiştir. Dolayısıyla, “ Farklılıklarda Mantık aramak”, bilimsel bir gereklilik olduğu kadar dinen de hoş görülebilir bir ilkedir denilebilir. 

Bu yaklaşımda, her görüş ya da algı çerçevesi sınanmaya ve değerlendirilmeye 
değer sayılır. Uzlaşma, her zaman “benzer algı ve uygulamaların kabulü” anlamına gelmez; farkın varlığının tespiti ve birlikte var olma iradesinin 
oluşturulması da önemli bir uzlaşıdır. 

Bu gerçeklikler ışığında, sınırlıklarının da bilincinde olarak, bütün algısal 
irade kaynakları daha rasyonel olarak kullanılabilecek; belki insanlığın barış 
içinde birlikte yaşayabilme şansı artacaktır. 

Gerçekten de, yirmi birinci yüzyılda, birey ve toplum yaşamında hissedilen 
pek çok problemin barışçıl yollarla çözümünde “ortak toplumsal algı” önemli dir. Bu “ortak algı”, bazen “nesnel”, ama çoğu zaman, “paylaşılmış öznellikler” türünden algısal ölçütlerle elde edilebilmektedir. Bu anlamda, ortak ölçüt kavramı, bilim ve teknolojinin geliştirilmesi kadar, düşünce ve inanç özgürlüğünün yaşandığı çoğulcu demokratik toplum yapısının da “olmazsa olmazı” sayılır. Medeniyetin ortak paydasının “ideali” katılımcı demokratik yapı, ancak paylaşılmış öznellikler ile kurulabilir ve yaşatılabilir. 

Bu bağlamda, medeni dünyanın en büyük başarısı, galiba, “eşit koşullarda 
birlikte var olma” ortak ölçütünde (ilkesinde) uzlaşmış olmaktır. Bunun 
için, mümkünse “nesnellik”; değilse, ortak algısal ölçütlü “paylaşılmış öznellikler” üzerinden yürütülen süreç ve ürünlerin geliştirilmesine çalışılır. 
Zira gerçeğe yaklaşmada, henüz insanoğlunun üretebildiği daha güvenli bir 
yol bilinmemektedir. 

Ortak algısal ölçüt kullanımını teşvik eden pek çok ilmi ve dini gerçeklikten 
de söz edilebilir. Dini açıdan, “tevhit” algısının giderek daha bilinçli şekilde insan hayatına yansıması ve “ortak akıl ve ortak gönül”e dayalı uzlaşıların giderek daha yoğun aranır olması önemli bir gelişmedir. Sıkça sözü edilen “dinler arası diyalog” çalışmaları da bu ortak algı arayışının bir ürünü olsa gerek. Bilim kaynaklı en etkili gelişme ise, yirminci yüzyılda fizikte yaşanan “Kuantum devrimi” ile her türlü bilimsel ürünün, kesin ve mutlak değil, “olasılıklı algısallık” olarak yorumlanabileceği gerçekliğinin daha iyi anlaşılması ile yaşanmıştır. 

Kuantum devrimi ile bilim adamlarına, adeta, “yanılabilme hürriyeti” tanınmış; 
sosyoloji, psikoloji vb sosyal bilim alanları yanında, öznellikte belki en uç örnek olan inanç alanında da, isteyenler için, “paylaşılmış algısal ölçütler” ile bilimsel irade algılı uzlaşma arayışı daha bir saygınlık kazanmıştır. 

Bir başka ifade ile öznel alanlarda yapılan bilimsel çalışmalardaki “çekingenlik” 
havasını azaltıp, daha çok cesaretlendiren bir ortam oluşmuştur. 

Daha açık bir deyişle, bilimdeki geleneksel nesnel ve mutlâkiyetci algı yıkılmış; 
öznelliğin en yoğun yaşandığı kutsal algılı inanç alanı bile “ortak akıl/ gönül” merakına açılmıştır. 

İnanç alanında “ortak ölçüt” hakemliğine başvurmak da dini bir gereklilik 
gibidir.12 Kur’an’da araştırma, bilim ve akıl yüceltilmekte; bilinçli inanma 
önemsenmektedir. Örneğin, “Hac:8-9”da ilmi olmayanların kibirlerine ve 
insanları Allah yolundan saptırmalarına dikkat çekilmektedir! 

Bu durum insan doğası ya da daha somutta insan zihninin işleyişi ve öğrenme 
süreci ile de bire bir uyumludur. Her şeyde olduğu gibi, insan, dini de ancak kendi araştırıcı çabası ile anlayıp içselleştirebilir. Bu nedenle, ortak akıl/gönül ile geliştirilen kavram, süreç ve ölçütlerin dini anlama ve yaşamada da kullanılması Yaratıcı güç’ün de istediği ilahi bir buyruk olsa gerek. 

Bütün bunlar, Allah’ın kullarına bahşettiği akıl ve gönül’ün sistematik 
hakemliğine başvurmak anlamına da gelmektedir. Bu hakemlik sürecinde, 
muhtemelen, iman yansıması olan gözlenebilir amel sorgulaması hedef 
alınabilir. Allah’a iman, kolay değişmeyen öznel bir kabul ya da yaşam felsefesi dir. Kişinin kendisi dışında buna kimse nüfuz edemez; Allah’tan başka kimse de bunu bilemez ve değerlendiremez. Bir başka deyişle herkesin kendi “öznel algısal ölçütü” kendisi için değerlidir; bu anlamda “ortak algısal ölçüt” arayışı bile gereksiz görülebilir. Ancak, “geçerlik” algısıyla olmasa da, farklı inanç algılarına sahip kişilerin birlikte yaşamasının kurallarını oluşturmada bazı amellerde “ortak ölçüt” arayışı kaçınılmazdır. Bu amaçla, imanın “amel” sayılan (davranışa yansıyan) algı ve uygulamaları, bilimsel yöntemin ortak ölçütleri olan geçerlik (validity) ve iç tutarlık (reliability) sorgulamalarına açılabilir. Tek başına “tutarlık” sorgulaması bile, gerçek hayatta, “kültürel kalıplaşma” ürünü olarak, başkaca bir geçerlik ya da tutarlık endişesi taşımadan yerleşen birçok algı ve uygulamanın ayıklanmasına; böylece, Kur’an-i temelde “iman amel” örtüşmesine ciddi katkılar sağlayabilir. 

Belki ancak böylece, bütün öznel alanlarda ortak aklı işletmek; özellikle 
din, mezhep vb inanç farkları nedeniyle yaşanan ve bazen cana kıymaya 
varan karşıtlıkları anlamak ve önlemek mümkün olabilir. Kuşkusuz, birlikte 
yaşama sözleşmesi yaparken, ortak ölçüt arayışında bütün algısal irade 
kaynakları bir şekilde değerlendirilerek, insanın ve toplumun bütününe 
hitap edilebilmek son derece önemlidir. Aksi halde, muhtemel boşlukların 
doldurulmasında “çıkara dayalı bireysel öznellikler” artar, ortak akla dayalı 
evrensel ilke ve uygulamaları hayata geçirmek zorlaşabilir! 

Böylesi bir ortak ölçüt arayışında, tek bir gerçeklik algısı kadar, farklı gerçekliklerin varlığı ve bunların birlikte yaşanabileceği algısına ulaşılması da 
mümkün ve aynı ölçüde önemlidir. Bu anlamda, her uzlaşı birlikte yaşama 
sözleşmesi için temele konulan önemli bir taş gibidir. 

Yazar, paylaşılmış ortak ölçüt arayışının önemli bir mekanizması olarak 
geliştirdiği “evet, …; fakat, … sarmallı bilimsel diyalog süreci”ni önermektedir. 



Şekil 3. 

Bilimsel diyalog, etkileşimli bir iletişim modelidir. Amaç, özellikle inanç 
vb duygu ve değer yoğun alanlarda toplumsal uzlaşı sağlamaktır - “ben” ve 
“sen”i “biz” yapmaktır; bir başka deyişle, “bireysel öznellikten paylaşılmış 
öznelliğe” geçişi ya da farklı gerçeklik algıları ile yüzleşerek “birlikte var 
olma” uzlaşısı sağlamaktır. 

Bilimsel diyalogda başarı “farklı görüşlerde mantık arama; ölçütlü ve bağıntılı 
düşünme; ortak ölçütlülük; yanılabilmenin peşinen kabulü; kuşkuculuk; 
olasılıklı yargı; sabır ve kanıt için kararı erteleme gibi bilimsel tutum ve 
davranışlara uygun hareket etmekle sağlanabilir. Bu modelde etkileşim için 
küçük grupla çalışmak esastır. Bu yaklaşım, grubun küçüklüğü ve sözlü iletişim 
yoğunluğu nedenleriyle, yöntembilimdeki yaygın kullanımı ile “odak 
grup görüşmesi” (focus group interview) olarak da anılabilir. 

Bilimsel diyalog, özünde, problemin farklı düşünen tüm taraflarının katıldığı 
eleştirel düşünme sistematiğinde bir öğrenme sürecidir. Bu süreçte 
taraflar, gönüllü olarak, birbirlerinin ortaya koyduğu açıklama, gerekçe ya 
da seçenekleri karşılıklı olarak anlamaya, onlarda mantık, tutarlık ve mümkünse 
geçerlik aramaya, eleştirmeye, elemeye ve paylaşmaya; bu mümkün 
değilse, herkesin yanılabilme hürriyetini kullanarak “farklılıklarla bir arada 
yaşayabilecekleri” bir toplumsal sözleşme yapmaya çalışır. 

Süreç olarak, bilimsel diyalog, öz’de, bilimsel yöntemdeki basamakları izler. Yani, önce hissedilen güçlüğün problem olarak tanımlanmaya - hangi  değişkenlerin etkili olduğu ve aydınlatılması gerektiği, hangi ilişkilerin var olabileceği vb tespit ve tahminlerde bulunulmaya; hangi sorulara cevap 
aranması gerektiğine; bu süreçte hangi ölçütlerin kullanılabileceğine; benzerlik 
ve farklılıklar hakkında bilgilenilmeye; farklılıklara yaşama hakkı tanınması da dahil, “ortaklaşa kabul edilebilir” algı ve uygulamalara ulaşılmaya çalışılır. 

Bu süreçte aranan nicel ve nitel verilerin toplanması ve değerlendirilmesinde 
de bilimsel yöntem sürecindeki teknikler kullanılır. Bu amaçla, diyaloga 
taraf olanlar, “görüşme”ye ön hazırlık olmak üzere, belgesel tarama, gözlem, görüşme ve yazışma yolu ile topladığı bilgilerle, tartışmaya konu olabilecek muhtemel noktaları önceden belirlemeye çalışırlar. Başarılı bir diyalog süreci için, bu tür bir ön hazırlığın önemi büyüktür. 

Bilimsel diyalog’da, tartışmalar, farklılıklara saygı temelinde, mümkün olduğu ölçüde, karşı tarafın özgürlük alanını genişletip rahatlatmak amacıyla yapılır. Bunun için süreç, karşıdakinin “güçlü/haklı” görünen yanları samimi olarak anlaşılmaya çalışılıp vurgulanarak sürdürülür. Böylece, birlikte çalışmak ve/veya var olmak için uygun bir güven ortamı hazırlanır. 

Daha sonra, o bağlamda bilinmediği, karanlıkta kaldığı, eksik ya da yanlış 
algılanmış olabileceği sanılan farklı talepler de dile getirilebilir. 

Bu süreçte, başlangıçta var olan görüş ayrılıklarını gidermenin ya da azaltmanın ya da birlikte var olmaya karar vermenin anahtar kavramı, diyalogda, karşılıklı olarak “EVET” diyebilmeye çaba harcamaktır. Buradaki “evet”, karşı tarafın mantığını anlamaya çalışmanın, mümkünse paylaşmanın ya da muhtemel farklılığa saygı duyulup birlikte var olma arayışının samimi bir göstergesi olmalıdır. Zira her görüşün kendine göre bir mantığı vardır; diyalogda karşı tarafa düşen, öncelikle bu mantığı anlamaya çalışmaktır. 

Bu anlamda, “evet, gerekçeni anlıyorum; galiba şunu … düşünüyorsun; 
bu yönü ile haklı da olabilirsin; en azından bu farklı algıda bulunmana saygı duyarım” mesajı verilerek, iletişim rahatlatılır. Karşı tarafın buna vereceği karşılık da benzer bir “mantık arama” söylemi ile olur. Böylece, taraflar arasında 
başlangıçta sürtüşmeye de yol açan farklı algılar giderek örtüşmeye ya da 
saygı içinde birlikte var olma noktasına evrilir. 

Özetle, bilimsel diyalog bir “ölçütlü eleştirel düşünme ve sorgulama sürecidir. 
Bu süreçte, karar dayanağı olarak kullanılmak üzere, olabildiği ölçüde 
net ve objektif sorularla bilgi alışverişinde bulunulmaya çalışılır. Kimsenin, 
“hazır doğrular” ile başkalarına “nasihat” etmesi beklenmez. Aksine, düşündürücü, sorgulayıcı, ilham verici sorularla, karar sürecinde, kişinin görebildiği seçenek haritasını önce zenginleştirmek; sonra da, karşılıklı sorularla 
bu seçenekleri eleyip bir uzlaşıya varmak amaçlanır. Bu nedenle, olabildiği 
kadar çok sayıda ölçüt geliştirilmeye ve soru sorulmaya çalışılır. Zira her bir 
ölçüt ve buna bağlı olarak sorulanlar çözüm seçeneklerini ve başarı olasılığını 
artırır; zihinlerdeki karanlık noktalar bu sorularla aydınlanır. Sorgulanmadığı 
için fark edilip düzeltilemeyen geçmiş saplantılardan kurtulmanın bilinen en sağlıklı aracı sorulardır; çünkü değişim zihinseldir, zihni etkinleştiren 
de sorulan sorulardır. 

Bu bağlamda, galiba, başarının sırrı sorulan soruların niteliğinde saklıdır. 
Benzer sorunların sürekli olarak yaşandığı din gibi değer yargılarının yoğun 
olduğu alanlarda yeni açılımlar, ancak, soruları değiştirmekle mümkün olabilir. 
Eskiden beri kullanılmakta olan “yargılayıcı sorular”, eski cevapların bir tür tekrarından öte gitmeyen sonuçlar doğurur! Oysa öyle sorular vardır ki, alanında devrim yaratır. Göçebe toplumların “suya nasıl ulaşırız?” sorusundan “suyu buraya nasıl getiririz?” sorusuna geçişleri ile “tarihin akışını değiştirip”, yerleşik düzene yönelmeleri buna klasik ve güzel bir örnektir.13 

Bu nedenle, “özgürce soru sormak” hayati önemdedir. Tıpkı bilimsel yöntemde “her gerekçeli iddiaya (hipoteze/denenceye) sınanma hakkı verildiği” gibi, bilimsel diyalog sürecinde de herkesin zihninde oluşan soruyu sorma ve ona cevap arama/alma hakkı vardır. 

Bilimsel diyalog süreci hemen her konuya uygulanabilir bir yapıya sahiptir. 
Diyalog’da, herkesin nesnel bir ortak ölçüt üzerinde anlaşması her zaman mümkün olmayabilir. Bunun yerine, bireysel algı ve uygulamalar anlamındaki “öznellikler” üzerinden fark edilebilirliğin artırılması; onlara yaşama hakkı tanınması; nihayet mümkünse, “bireysel öznellikten paylaşılmış öznelliğe” geçiş için çaba harcanması önem taşır. Böylece, insanların var olan bireysel farklılıklarıyla, barış içinde birlikte yaşamalarına imkân verecek bir uzlaşma kültürünün oluşumuna ortam hazırlanmış olabilir. Örneğin, nesnel ölçütlü bilim algısına en uzak görünen dini konularda iman esaslarının daha iyi anlaşılması, amel’in nihai amaç (misyon) geçerliği ve iç tutarlık açılarından sorgulanarak iyileştirilmesinde de bilimsel diyalog 
önemli bir rol oynayabilir. 

Sağlıklı bir diyalog süreci başlatmanın ve var olan düşünce tıkaçlarını görebilmenin, belki de, ilk koşulu, bilerek ya da bilmeyerek ve tümü ile “doğru” 
kabul edilip tartışmaya kapatılan varsayımların fark edilmesi ve sorgulanmasına 
açık olmak; hatta böyle bir sorgulama süreci ile işe başlamaktır. 

Bu anlamda diyalog, farklılıkların fark edilmesi üzerinden yanlış algıların 
(“doğru” sanılan “yanlış”ların – “galat-ı meşhur”ların) düzeltilmesi için etkili 
bir mekanizmadır. Hintli bir şahsın, sohbet ettiği bir Hıristiyan’a, “kutsal 
saydıkları için inek eti yemedikleri” açıklamasında bulunurken, bunu 
“Müslümanların domuzu kutsadıkları için yemedikleri” benzetmesinde bulunması 
yanlış bilgi ve varsayımların ne denli çarpık değerlendirmelere yol açabildiğinin bir örneğidir. 

Algılardaki farklılaşmalar hayatın bir gerçeğidir. Bunun çok önemli bir 
nedeni de algısal irade kaynaklarının bütününün farkında olamayıştır. Herkes, 
kendince bunlardan bir yada bir kaçı ile karar verirken ya da onlardan 
etkilenirken, başkalarının pozisyonlarının arka planından habersiz gibi yaşar 
ve uzlaşmak zorlaşır. 

Diyalogun amacı farklılıkları ortadan kaldırmak kadar ve hatta belki ondan 
daha da önemli olarak, farklılıklarla bir arada yaşayabilmenin yolunu 
açmaya çalışmaktır. O kadar ki, tek tanrılı dinlerdeki “yaratıcı” (Allah, Tanrı) 
kavramının niteliğinde bile tam bir uzlaşma olduğu söylenemez; ama 
inanan herkes beyan edilmiş yada edilmemiş haliyle böyle bir güce inanır. 
Bu durumda, diyalog ile algıları tek’e indirgemekten çok “farklılıklarla bir arada 
yaşayabilmeyi kolaylaştırmak amaçlanır. 

Bu yönü ile bilimsel diyalog bir kazanma-kaybetme çekişmesi (yarışması) 
değil, birlikte kazanma/birlikte var olma arayışıdır. Bu nedenle, iletişimde 
içerik ve sunuş karşı tarafı “güç durumda bırakma”, “köşeye sıkıştırma”, 
“mat etme” ve benzeri duyguları değil, konuya ilişkin samimi “öğrenme” 
ve “aydınlanma isteğini” yansıtan türden olmak durumundadır. Zira diyalog, 
yargılamak değil, öğrenmeye odaklı, akla takılan sorulara cevap arayan, 
mevcut kabulleri (varsayımları) sorgulayan ya da var olan tahminleri (hipotezleri) sınayan ortak ölçütlü bir arayıştır. 

Özetle ifade etmek gerekirse, belki yaratılışın da bir gizi olarak, müzelik 
olma derecesinde farklılaşan insanlar birlikte yaşamak ister. Medeni dünya, 
bu amacı “farklılıkların birlikte var olabildiği” gönüllü uzlaşı olan “katılımlı 
demokrasi” gibi sistemler ile gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz, çabaların başarısı, insanların diyalog sürecinin tasarım, içselleştirme ve uygulanmasındaki yetkinliğine bağlıdır. 

Temel Araştırma: Kademeli Algı 

Ölçütlerdeki paylaşılmış öznelliğin fark edilmesinin araştırma algısında 
da bir yansıma bulması gerekir. Burada, geleneksel “temel” ve “uygulamalı” 
araştırmalara farklı bir algı çerçevesinden bakılmaya çalışılmıştır. En 
önemli fark “temel araştırma”nın “bilgi üretme” işlevi öne çıkartılarak, çoğu 
nesnel ölçütlü fen ve tabiat bilimlerinde “kuram” ile eşleştirilmiş geleneksel 
bağından kopartılmasıdır. Bilindiği üzere kuram, pek çok araştırma ile üretilen 
bilginin sistemleştirilmesi sonucu ve nadiren elde edilen bir bilgidir. 
Yani, her bilimsel çaba bir bilgi üretebilir; ama her bilgi kuram değildir. Kaldı 
ki bir bilginin değerli sayılabilmesi için illa kuram düzeyinde olması da 
gerekmez; çoğu zaman bu mümkün de değildir. Aksine, pek çok sosyal bilim 
alanında ancak gerçekleşen kuram öncesi aşamaları da önemseyen yeni 
bir “algı çerçevesi”ne ihtiyaç duyulmaktadır. Şekil 4’de bu durum sembolize 
edilmiştir. 

  Bu yeni algıda temel araştırmalar, üretilen bilginin özelliğine göre kademelen dirilmektedir. 
Birinci kademe, alana ilk giriş niteliğinde, karşılaşılan problemin gerçekten ne 
olduğu ve hangi değişkenlerle bağlantılı olabileceğinin “kabaca” belirlenmesi 
anlamında bir “keşif” çalışması olan “açımlama” düzeyidir. 

  İkincisi kademe, mevcut durumun, probleme neden olduğu sanılan 
değişkenler ve aralarındaki olası ilişkileri daha ayrıntılı olarak “tespit” 
anlamında bir “ayrıntı saptama” düzeyidir. Bunlar bilimin “anlama” işlevine 
dönük, “nedir?” sorusuna cevap arayan çabalardır. Üçüncüsü, problemi 
etkilediği tahmin edilen değişkenler arasında var olduğu sanılan nedensel 
ilişkilerin belirlenip sınanmaya çalışıldığı  “ Neden Saptama ” kademesidir. 
Nihayet, son aşamada, problem alanındaki oluşumları sistematik ilişkiler 
şeklinde açıklayabilecek “kavramsal bütünlük” çalışması olan “kuram geliştirme” 
düzeyinde bilgi üretimi yer alır. Bu son iki düzeyde bilgi üretimi 
çabası bilimin “açıklama” işlevine dönük “niçin?” sorusuna cevap arayan 
daha rafine ve üst düzey bir bilimsel etkinliği yansıtır. Alanın gelişmişliğine 
göre, bilgi üretim düzeyleri de belli bir hiyerarşi içinde yükselir; bazen de 
hiyerarşi izlenmeden sıçramalar yaşanır. 

Böyle bir kademelendirme, nesnel konular yanında, din vb öznel alanlarda 
da “temel araştırma” çabasını özendirecektir. Zira geleneksel “temel 
araştırma” kavramı, büyük ölçüde, nesnel alanlarda ve yalnızca “deneme” 
modelli bir süreç içinde ve “kuram” geliştirmeye dönük çalışmalarla sınırlı 
algılanırdı. Oysa burada, sınırlıkların da bilinci ile din vb öznel alanlarda da 
bilimin “anlama” (keşfetme) ve bir ölçüde de “açıklama” işlevlerine uygun 
araştırmaların yapılabileceğine dikkat çekilmektedir! Böylece, hayatın bütün 
halinde kavranmasına yardımcı olunabileceği umulur. 

Uygulamalı araştırmalarda da genelde yaşanan bir algı hatasının düzeltilmesi 
gerekmektedir. Öz itibarıyla, uygulamalı araştırma temel araştırmada 
elde edilen ya da uygulamalı araştırma sürecinde açığa çıkartılan bilginin 
problemin fiili çözümüne yansıtılması sürecidir. Uygulamalı araştırmalar, 
bir dizi “deneme-geliştirme” çabasından oluşur. Bunlar probleme taraf olanlarca, algıladıkları sorunların çözümünde sahip olunan öznel ve/veya nesnel 
bilginin birlikte değerlendirilmesi anlamındaki “aksiyon (“action”/eylem)” 
ile denenmiş ürün ve uygulama geliştirmeye dönük “AR-GE” (R&D) 
araştırmaları olarak sınıflandırılmaktadır. Uygulamalı araştırmalar bilimin 
“kontrol işlevi” ile bağlantılıdır – ki buna “teknoloji” de denilebilir. 

Aksiyon araştırması, bilimsel diyaloga dayalı bir süreçtir; güncel literatürde, 
sıkça, “atölye (“workshop”/yön arama) çalışması” ya da “çalıştay” olarak da anılmaktadır. Bu tür bir araştırma, tercihan bir uzman yöntem bilimcinin  kolaylaştırıcılığında, probleme taraf (paydaş) olan ve çözüm arayan 
sınırlı sayıda kişinin aktif olarak katıldığı sistemli bir diyalog süreci ile 
gerçekleştirilir. Bu süreçte, her paydaşın dile getirdiği “doğru”lara, sonuna 
kadar tanınma ve sınanma hakkı verilir ve bütün bunlardan bir “ortak akıl” 
ürünü oluşturulmaya çalışılır. 




Şekil 4. Araştırma Tür ve Düzeyleri 

AR-GE türü çalışmalar geleneksel olarak mühendislik alanlarında daha 
yaygın olmasına rağmen, bütün alanlarda uygulanabilme potansiyeli vardır. 
Muhtemel ürünler bir dizi deneme sonunda elde edildiğinden, genelde 
gerektirdiği zaman uzun ve maliyet yüksek olsa da problemlere geçerli ve 
güvenilir çözümler bulmada son derece başarılı bir süreçtir. 

Uygulamalı araştırmalar, genel felsefe ve işleyiş itibarı ile din gibi öznel 
alanlarda da pekala gerçekleştirilebilir. Bu amaçla, kişi isterse, dinini daha 
bilinçli yaşayabilmek adına, dini algı ve uygulamalarını “dinin nihai amacı 
(misyonu)” ile ne kadar uyumlu/geçerli ve kendi içinde ne kadar tutarlı 
olduğu anlamında bir iç denetim ve değerlendirmeye (rasyonelleştirme sürecine) açabilir. 

Bilim/İlim: Sistemleştirilmiş Ortak Algı 

Bilimsel algı çerçevesi ile gerçekleştirilecek yeni kavramsallaştırma ihtiyaç 
alanından önemli biri de çeşitli kesimlerce farklılaştırılarak14 kullanılan 
“bilim” ve “ilim” terimleri için ortak bir algı çerçevesi oluşturmaktır. 

Farklı algıların ulaştığı uç nokta, galiba, “ilim”i İslam’a özgü bir kavram 
olarak algılayıp, “bilim”i Batı’nın pozitivist anlayışının ürünü sayan bir algıdır. 
Bu algıda ilim ”kainatı ve Kur’an’ı okuyarak” elde edilir; bilim ise doğayı 
ve hayatı gözlemleyerek. 

Bilindiği üzere, mevcut katı pozitivist bilim algısı nesnel ölçütlü gözlenebilenlerle 
sınırlıdır; özellikle dini literatürde sıkça geçen ilim algısı ise, “akıl ve gönül”ün öznellikleriyle algılanan, Kur’an ve hadis kaynaklarının yorumu anlamında, Yazar’ın “rasyonalizasyon” diye ifade ettiği bireysel muhakeme ve sezişe dayalı bir arayışın ürünüdür. Bu iki alan, yıllarca, nesnel-öznel algısal farklılıklara paralel olarak, adeta birbirlerini dışlayıcı bir yapı sergiledi. Genel olarak ve biraz abartı ile tekrarlamak gerekirse: bilim terimini kullananlar, gerçekliğin ancak nesnel (pozitivist) ölçütlerle anlaşılabileceğini; ilim terimini kullananlar ise “asıl gerçek” algının “manevi boyut”ta saklı olduğunu ve bunun da duyarlı bir akıl-gönül ikilisi ile kutsal metinlerden ve kainatın yaratılış gerçeğinden keşfedilebileceğini düşünmüşlerdir. 

Konunun ayrıntılı tartışması bu çalışmanın sınırlarını aşmakla birlikte, algılardaki 
bu farklılaşmayı sürdürmenin fazlaca bir anlamı olmayacağı; yeni 
bilimsel algı çerçevesinde ortak anlamlı bir terim üzerinde anlaşmakta yarar 
olacağı söylenebilir. Bu amaçla, burada “bilim/ilim” anlamında “bilgi”yi 
çağrıştıracak “sistemleştirilmiş ortak algı” deyimi önerilmekte.15 Ancak, bu 
ifadenin mevcut alan yazınında (literatürde) henüz yer almadığı için kullanımı 
(en azından şimdilik) pratik görünmemektedir. 

Bu safhada, “ortak algı” ile “eş anlamlı” oluşları unutulmadan, “bilim” ve 
“ilim” terimlerinin bir arada kullanılmaları ya da birinin tercihi düşünülebilir. 
Belki , güncel yaygınlığı da olan “bilim” terimini kullanmak; ona “ilim” 
ile temsil edildiği düşünülen öznel-manevi alanın anlam yükünü de katmak 
daha uygun olabilir. 

Kuantum fiziği ve bilim/ilim bütünleşmesi ile daha iyi anlaşılması gereken 
gerçekliklerden biri de insanoğlunun ulaşabildiği her türlü bilginin, 
olasılıklı bir algıdan ibaret olduğu gerçeğinin kabulü ve bunun bireysel ve 
toplumsal karar alma süreçlerine yansıtılmasıdır. Kuantum fiziği ile gerçekleşen 
dönüşüm geleneksel algıdaki “mutlak doğru” kabulünün bir “serap” 
benzeri bir “yanılsama” olduğu; bunun yerine, “gerçeğe yaklaşılabileceği” 
ve bunun da “algısal gerçeklik” ya da gerçeğin “tahayyülü” olarak kabul 
edilmesi gerektiği şeklinde bir değişime yol açmak zorundadır denilebilir. 
Yani, bir bilgi kaynağında mutlak olsa dahi, insanlar tarafından algılandığı 
haliyle artık “öznel, eksikli ve olasılıklı” yapıdadır. Bilginin kaynağında 
mutlak olması yada insanlarca “öznel” veya “nesnel” olarak niteleniyor olması 
bu gerçeği değiştirmiyor! Bu durum, geleneksel bilim ve ilim terimlerindeki 
ayırımın giderilmesi ile hayatın nesnel ve öznel yönleriyle bir bütün 
olarak algılanışını da kolaylaştıracaktır. İslam’ın “gaybı Allah’tan başkası 
bilemez” söylemi, hem dini hem de ilmi açıdan bu algısal gerçekliğin de bir 
yansıması gibidir. Bu anlamda, her keşif, Bacon’un deyimiyle, uzun yolculukta 
“konaklama yeri” gibidir. 

Aslında, öteden beri bilim çevrelerinde bilinen bu olasılıklı yapı, günlük 
hayatta, çoğu zaman adeta görmezlikten gelinmektedir. O kadar ki, “mutlak 
algılı” bazı konularda “sebep-sonuç” ilişkisi gibi gözlenen ama gerçek işleyişin 
hâlâ yeterince bilinmeyişi bilmezlikten gelinmektedir. Elektrik düğmesini 
çevirince elektrik ampulünün yanması, somut bir ilişkiyi gösterse de 
bunun niçin yandığının açıklamasının, bir dizi gözlenemeyen kabule bağlı 
olduğu akla bile gelmemektedir. Atom ile ilgili kabul ve kavramsallaştırmalar 
için de durum bir çok bilinmez hakkında yapılan kabullere dayalıdır. 
Bunlar ne kadar gerçekse, doğrudan gözlemlenemeyen kimi öznel kabuller 
de o kadar gerçek olabilir.16 Bu durum, maddi ve manevi dünyaların bir 
bütün halinde, içselleştirilmiş olasılıklı yapıda yeni bir bilimsel irade algı 
çerçevesi içinde bilimsel sorgulamaya açılmasının bir başka gerekçesi olarak 
kabul edilebilir. 

Bu bağlamda, insanlar için “ilahi irade” de “bilimsel/ilmi irade” de ulaşılması 
hedeflenen, ama ulaşılabildiğinden emin olunamayan birer algısal 
gerçekliklerdir – nihai “mutlaklar” değil. Toplumda var olan farklı “ilahi ve 
ilmi irade algıları” bunun en güçlü kanıtıdır -manzara, insanın üzerinde 
bulunduğu tepeye göre değişmektedir. 

Özetle tekrar etmek gerekirse, medeniyetin ortak paydasında gerçekleşmesi 
umulan yeni aydınlanma döneminin ve buna uygun insan yetiştirme 
modelinin en temel özelliklerinden biri gerçekliklerin olasılıklı algısallığıdır. 
Bu gerçekliğin açıkça idrak edilip, insanı maddi ve manevi yönleriyle 
bir bütün olarak ele alıp, özel ve toplumsal hayata yansıtılması, galiba, yeni 
dönemin de anahtarı olabilecektir. Bu bağlamda, eğitim sisteminin adeta yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç olduğu söylenebilir. 

Sonuç 

Yazar, yıllarca eğitim, araştırma, yayın ve danışmanlık hizmetleri verdiği 
eğitim ve araştırma yöntembilimi alanlarında hissettiği bir eksikliği tartışmaya 
açmak istedi: yaratılışta bir bütün olan insan, kendi türünü o bütünlükte ele 
alabilmeyi henüz başarabilmiş değildir. 

İnsanların kendi özel ve toplumsal karar süreçlerinde, Yazar’ın burada 
“medeniyetin ortak paydası” olarak nitelediği “ilahi, toplumsal, bireysel ve 
bilimsel irade kaynakları” önemli bir yer tutmaktadır. Farklı yoğunluklarda 
da olsa, herkesin bunlardan yararlandığı ya da bir şekilde etkilendiği bir 
gerçektir. Barış içinde birlikte yaşamanın artık bir tercih değil zorunluluk olduğu 
bu çağda, eğitim sistemlerinin başta gelen görevlerinden birinin de, her tür 
ve kademede, bu kaynaklar hakkında herkese “gerekçeli bir farkındalık” kazandırmak olduğu söylenebilir. 

Bu bağlamda, bu yazının da hedef kitlesinden olan din ve bilim adamlarına 
ciddi sorumluluklar düşmektedir. 

Yazar, böylesi bir aydınlık ortama uygun olacağını düşündüğü yeni bir 
“bilimsel algı çerçevesi” için ürettiği düşünme gıdasını tartışmaya açtı. Özellikle, 
araştırma, bilim/ilim ve bilimsel yöntem kavramları için ciddi farklılaşma 
ihtiyaçlarına dikkat çekildi ve önerilerde bulunuldu. 

Dinin konu olduğu hemen her durumda, bazı yanlış anlamalar kaçınılmaz 
gibidir. Bu nedenle, küçük bir hatırlatma yapmakta yarar vardır. Yazar, 
“bilginin dinselleşmesi” ya da “dinin nesnelleşmesi” gibi bir arayış içinde 
kesinlikle olmadı; sadece, bilim ve dinin kendi doğal yapıları içinde birbirini 
daha gerçekçi bir şekilde anlayabilmeleri ve mümkünse yardımlaşa bilmek 
önünü açabileceği umulan düşünme gıdaları üretmeye çalıştı. Şu kadarla 
ki, ortak ölçüt arayışında, bütün algısal irade kaynaklarının “bilimsel 
algı” sürecinde yer almasını engellemenin bir anlamı olmayacağı varsayıldı! 

Yeni bakıştaki “ Algısı” gerçeği dinde de bilimde de “ yanılmanın 
mümkün olduğu” kabulüyle, “alçak gönüllülüğü”, olasılıklı düşünmeyi ve 
uzlaşmacı olmayı zorunlu kılmaktadır. Aksi tutum ve davranışların, problem oluşturan din ve bilim algılarıyla bireysel ve toplumsal geri kalmışlık ve 
çöküş ortamına yol açtığına ilişkin tarihi gerçeklikler bu çalışmanın da kabulleri 
arasındadır. 

   Anadolu İnsanı, “ Medeniyetin Ortak Paydası ” olarak nitelenen bu olgunluğu, 
Kur’an kaynaklı İslami öğretileriyle Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli 
gibi gönül Erlerinin ( ERENLERİN ) kılavuzluğunda, Asırlar öncesinde yaşamıştır. 

   Zamanla bazı kırılmalar olsa da, Anadolu bu genlerden hala zengindir; dünya 
milletleri de bu potansiyelin farkındadır. Aslında, doğuştan sahip olunan 
“öz yeterlikler” anlamında bir “gizil güç” olarak da nitelenebilecek bu ortak 
paydanın mevcut “ Küllenmiş ” konumundan çıkartılıp bugünkü evrensel algıya 
taşınması bu toprakların insanları üzerinde bir “borç” gibidir! 


DİPNOTLAR;


1 Bu Makalede dile getirilenler, öz’de yeni bir algı çerçevesini ifade etmektedir. Diğer ayrıntılar ise bilim dünyasının yabancısı olmadığı  “genel geçer” kabuller ya da olgulardır. Bu nedenlerle, fazla bir kaynak gösterme zorunluluğu hissedilmemiştir. 
2 Niyazi Karasar, “Medeniyetin Ortak Paydasında Öğretmen Olmak,” Maltepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde 24 Kasım 2011’de düzenlenen Öğretmenler Gününde yapılan konuşma. Bu algı çerçevesinin kamuya yansıması ilk defa bu konuşma ile olmuştur. 
3 Nureddin Es-Sabuni, Matüridiyye Akaidi, Çeviren: Bekir Topaloğlu (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2005), s. 55.
4 Hüseyin Atay, İslamda İşçi-İşveren İlişkileri (Ankara: 1979), s. 4 
5 Stefano E D’Anna, Tanrılar Okulu, Çeviren: Şükrü Zafer Serinken (Bursa: ALTEO, 2005). Dünyaca ünlü “eylem felsefecisi” ve bilim adamı olarak bilinen D’Anna, yönetici yetiştirmede  Kur’an, İncil ve Tevrat gibi kutsal kitaplardan önemli dersler çıkarılabileceğine dikkat çekmektedir. 
6 Ebu Nasr El-Farabi, İdeal Devlet. El-Medinetü’l-Fazıla. Çeviri ve açıklamalar: Ahmet  Arslan (Ankara: Vadi Yayınları, 1997), s. 78. Farabi’de: mantık, tahayyül (sezgi, ruh, imgelem)   ve duyusal algı. 
7  Kwane Anthony Appiah, Kozmopolitizm: Yeni Küresel Ahlak. Çeviren: Fezal Gülfidan; yayına Hazırlayan: Zülfü Dicleli (İstanbul: Türk Henkel Yayınları, 2007). 
8 Hz Ali’den Devlet Adamlarına Öğütler. Advices of Ali (R.A.) for Statesmen (Ankara: Seha Neşriyat, ty.). 
9 Niyazi Karasar, Bilimsel Araştırma Yöntemi: Kavramlar İlkeler Teknikler (25. basım. Ankara: NOBEL, 1982 ... 2013). 
10 Erdal İnönü, Bilimsel Devrim ve Stratejik Anlamı (2. baskı. Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi, 2005), ss. 14-16, 26. 
11 Okuyucu, bu konuda pek çok yayına kolayca ulaşabilir. 
12 Ethem Ruhi Fığlalı, “Yeni Bir Geleceğe Açılırken İslam ve Müslümanların Bazı Meseleleri,” Yeni Bir Geleceğe Açılırken İnsan ve Din Sempozyumu. Adana, 08-09 Kasım 2001 (Adana:Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 2002), s. 20. 
13 Marille G Adams, Soruların Gücü: “Sorularını Değiştir, Hayatın Değişsin”. Çeviren Işıl Ölmez (İstanbul: GOA, 2005). 
14 İrfan Yılmaz (ed.), Yeni bir Bakış Açısıyla İlim ve Din 1(İstanbul: Zaman Gazetesi, 1998), s.61. 
15 Niyazi Karasar, Bilimsel Araştırma Yöntemi: Kavramlar İlkeler Teknikler (25. basım. Ankara: NOBEL, 2013); Niyazi Karasar, Araştırmalarda Rapor Hazırlama (17. Basım. Ankara: NOBEL, 3012). 
16 Vahiyuddin Han, Din Bilim Çağdaşlık. Çeviren M. Önder Nar (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2001), s. 54. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder