11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYEYE YANSIMALARI., BÖLÜM 2
Büyük Orta Doğu Projesi, büyük Ortadoğu alanında yer alan halkların son derece kötü koşullarda yaşadığı ve bu durumun mevcut sorunların ortaya çıkışındaki en önemli etken olduğu varsayımına dayandırılmıştır. Eğer, ekonomik ve sosyal koşullar düzeltilir ve demokrasiye geçiş sağlanırsa, yönetime katılım olanağı bulan ve refah düzeyi yükselen Ortadoğu halkları, istikrarlı bir yapı kazanacak ve Batı’yı tehdit eden tehlikelerden uzaklaşacaklardır.
Proje, bu coğrafyada yer alan ülkelere yönelik; siyasi, hukuki, eğitim, ekonomi, sosyal ve güvenlik boyutlarını içeren kapsamlı bir dönüşüm stratejisi olarak, bu alanlarda uzun vadeli bir transformasyonu hefedlemiştir. Gerçekleştirilmesi düşünülen reformlarla da; siyasal özgürlüklerin genişletilmesi, rejimlerin iyileştirilmesi, sivil toplumun güçlendirilmesi, yolsuzlukla mücadele, eğitim reformu ile okur-yazarlığın artırılması, kadın haklarının genişletilmesi, ticaret ve finans sektörlerinin uluslararası sisteme uyumu ile girişimciliğin ve serbest ticaretin teşvik edilmesi gibi amaçlar güdülmüştür. Ayrıca, terörle mücadele kapsamında bölgedeki radikal İslam ve Amerikan karşıtı rejimlerin, ılımlı İslam olarak nitelendirilen yönetimlerle değiştirilmesi, toplumların refah seviyelerinin artırılması ve bu çerçevede demokrasi getirilmesi de hedeflenmiştir. BOP’un 40 yıla varabilecek uzun vadeli bir perspektife sahip olduğu düşünülmektedir. Büyük Orta Doğu Projesinde, hedef ülkelerin rejimlerinin değiştirilmesi, uluslararası sisteme monte edilerek kontrol edilebilir bir duruma getirilmesi için farklı stratejilerin uygulanılması düşünülmüştür. Bu stratejiler ABD’de Yeni Muhafazakarlar’ın iktidarda olmasından dolayı daha çok, güç kullanma öncelikli olarak gelişmiştir. Bazı ülkelerde, baskı yaratma, iç ayaklanmalar, kadife devrimler ve fiili güç kullanmaya kadar ulaşan stratejilerin uygulandığı görülmüştür. ABD’nin gücünü Yeni Muhafazakarlar”ın arzu ettiği şekilde fiili müdahaleyi öngören şekilde kullanmasının yarattığı olumsuz durum, dünya barışını tehlikeye sokmuştur.
Büyük Ortadoğu Projesi ile ABD’nin diğer amaçlarının ise; bölge içi ve dışı aktörlerin burada güç kazanmalarının engellenmesi, İsrail ile özel ilişkisi, hegomonik güç olmak isteği, yeni ulusların inşası, enerji koridorunun ve petrolün kontrolü olduğu ileri sürülmüştür. ABD’nin amaçları konusunda en çok tartışılan konu enerji olmuştur. Bilinen dünya hakimiyet teorilerinden ayrı olarak
“Enerji kaynaklarını kontrol eden dünyayı kontrol eder” tezine dayalı yeni bir stratejik anlayış oluşturduğu iddia edilmiştir. Küresel hâkimiyetin yeni belirleyici unsurunun enerji kaynaklarının kontrolüne dayandığı, bu anlayış çerçevesinde bu bölgelerde bulunan enerji kaynakları ve intikal yolları üzerinde kontrol sağlanmasını amaçlamıştır. Ayrıca, bu kaynakların bulunduğu ülkelere coğrafî
olarak daha yakın bulunan enerjiye bağımlı bölge ülkelerinin Ortadoğu üzerinde ki etkinliğinin sınırlanması da sağlanacaktır.
Üçüncü bölümde, Türk-ABD ilişkileri, daha ziyade Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde incelenmiştir: ABD ile ilişkiler 1950’li yıllarda başlamış ve bugüne değin yoğun bir şekilde devam etmiştir.
Türkiye ve ABD soğuk savaş döneminde aralarında güvenlik boyutunun çok ağır bastığı bir ittifak kurmuşlardır. Türkiye soğuk savaş dönemi boyunca uluslararası ilişkilerde, kutuplararası ilişkilerin belirlediği parametrelere bağlı kalmak zorunluluğunda olmuştur. Kendisini doğrudan ilgilendiren problem alanlarında
ise(Kıbrıs, Ege, Batı Trakya, Kuzey Irak ve Bulgaristan’daki Türk azınlığı...) kutuplararası ilişkilerin belirlediği parametrelerle denge ve uyum kurmaya yönelik politikalar izlemiştir. Uluslararası sistemdeki istikrarlı yapı, Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve güvenlik parametrelerini çok daha statik bir tarzda kurgulandırılması nı yeterli kılmıştır. Türkiye, uzun dönemli bağımsız stratejiler oluşturmaktansa süper ve büyük güçlerin oluşturmuş olduğu çerçevenin
içinde genellikle kısa, nadiren orta dönemli taktik planlar uygulama tercihiyle yetinmiştir. Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ile birlikte uluslararası konumu belirleyen siyasi, ekonomik ve güvenlikle ilgili dış parametreler önemli değişiklikler geçirmiştir.
Meydana gelen değişimler, Türkiye’nin konumunu yeniden yorumlamak zorunluluğu doğuran yeni bir uluslararası siyasi konjonktür ortaya çıkarmıştır. Soğuk savaş sonrasındaki bu yeni durum statik bir hiyerarşik yapıdan dinamik bir yeni hiyerarşi oluşturma çabasına geçiş dönemini başlatmıştır. Bu belirsizlik
dönemi yeni bir sistemin oluşturulması sırasında avantajlı bir konum kazanarak bir üst kademeye sıçramak isteyen Türkiye’ye önemli bir hareket sahası kazandırmıştır ve daha bağımsız politika izlemeye başlamıştır.
SSCB’nin dağılmasından sonra Türk-Amerikan ilişkilerin öneminin azalacağı varsayılsa da, ABD’nin Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya olan ilgisi nedeniyle güncelliğini ve önemini korumuştur. ABD, Balkanlar, Doğu Avrupa ve Ortadoğu bölgelerinde Amerikan stratejik çıkarlarını Türkiye faktörü ile aşmak, Türkiye’yi Amerikan ortak çıkarlarının tamamlayıcı bir unsuru olarak görmek eğiliminde olmuştur.
11 Eylül sonrasında ABD’nin yeni girişimlerinden ve politikalarından Türkiye’de büyük oranda etkilenmiştir. Çünkü ABD’nin her konuya ve bölgeye kendisinin müdahale etmesi mümkün olamayacaktır. Politika ve stratejileri uygulayabilmesi için, kendine yakın bölgesel güçlere ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle; Büyük
Ortadoğu Projesinde, istikrarlı ve güvenilir bir müttefik olan Türkiye’den de yararlanmak istemiştir. Türkiye Büyük Ortadoğu Projesine ilk başlarda oldukça olumlu yaklaşmıştır. Türkiye, yakın tarihi ve kültürel bağlara sahip olduğu Ortadoğu bölgesinin demokratik bir ortamda daha yüksek bir refah düzeyine, barış ve istikrara kavuşmasına katkıda bulunmayı amaçlamıştır. Bölge ülkeleriyle gerek ikili düzeyde, gerekse çok taraflı sorunlarda yaptığı
temaslarda daha katılımcı, demokratik yapılar ile hukukun üstünlüğüne, insan haklarına dayanan uygulamaların bölgede hayata geçirilmesi gerektiğini sürekli dile getirmiştir. Fakat Özellikle ABD’nin Türkiye’ye, “ılımlı İslam ile model olma” ve “cephe ülkesi” konumunda bulunma rollerini biçtiği değerlendirilmeye
başlandıktan sonra Türkiye’nin desteği azalmış ve Amerika’nın amaçları ve yöntemi konusunda ciddi kuşkular ortaya çıkmıştır.
Özellikle Irak müdahalesinden sonra tarafların bu bölgeye yönelik çıkarlarındaki farklılaşmalar beraberinde bazı kırılmaları da su yüzüne çıkarmıştır. Zaten BOP konusunda gerekli olan geniş tabanlı destek ne kamuoyunda, ne sivil toplum örgütlerinde, ne muhalefet saflarında, ne de devletin diğer organlarında oluşmamıştır. Yapılacak katkının, Amerika’nın öngördüğü şekilde değil,
Türkiye’nin öngördüğü şekilde, BOP’un insani yönlerinin ön plana çıkarılarak yapılması yaklaşımı ön plana çıkmıştır.
Birinci Bölüm
11 EYLÜL SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYE’YE YANSIMALARI
ŞEKİL 1:
ORTADOĞU COĞRAFYASI
Kaynakça : http://www.lib.utexas.edumapsmiddle_east_and_asiamiddle_
http://www.lib.utexas.edumapsmiddle_east_and_asiamiddle_ east_ref04.jpgmiddle_east_ref04
Erişim : 11.07.2008
I. ABD’NİN 2002 YENİ ULUSAL GÜVENLİK STRATEJİSİ VE GÜVENLİK STRATEJİSİNDEKİ DÖNÜŞÜM
A. 2002 Ulusal Güvenlik Stratejisinin Oluşumu ABD 1947 yılında Truman doktrini ile artık yalnızcılık politikasından vazgeçtiğini, yeni politikanın “özgür ulusların komünizme karşı desteklenmesi” şeklinde global bir angajmanlık biçiminde olacağını belirtmişti. Bu politikası ile de Batı bloğunun doğal lideri olarak “Sovyetleri Çevreleme Politikasını” sürdürmüştü.
Doğu bloğunun dağılması ile ortaya çıkan durumda, ABD, görevini tamamlamış olarak yine yalnızcılık politikasına mı dönecek yoksa dünyadaki etkinliğini devam mı ettirecek sorusu gündeme gelmiştir. Amerika temsil ettiği kavramların galip geldiğine inanmış ve bu değerlerin bütün dünyaya yayılması gerektiğinden
hareketle dünyadaki etkinliğini daha da arttırarak devam ettirmek kararı almıştır. Ayrıca küreselleşen dünyada yalnızcılık politikası ile çıkarları korumak mümkün değildir. Bu nedenle Soğuk Savaş sonrasında en çok vurgu yapılan kavramlar: demokratik değişim, serbest piyasa ekonomisi, insan hakları ve küreselleşme kavramları olmuştur. Bu kavramların çokça dile getirilmesinin
nedeni: Amerikanın öngördüğü küresel siyasi ve iktisadi düzenin ancak bu kavramların yaygınlaştırılması ile kurulabileceğine inanması olmuştur. “Ebeveyn Gözetimi” (adult supervision) yada “Yardımsever-yumuşak Hegemonya” (benevolent hegemon ve benign hegemony) kavramları izlenecek stratejideki ana yöntem olarak kabul edilmiştir. Dolayısı ile Soğuk Savaş Sonrasında,
yani 11 Eylül’den önce de ABD yönetimi küresel ekonomik ve siyasi düzenin istikrarının ABD’nin liderliğine dayandığına inanıyordu.
Bu liderlik sistemdeki aktörlerin bu yapıyı zımnen kabullenmeleriyle
meşrulaşan bir liderlikti. Burada ABD’ye biçilen rol, sistemin sorunsuz işlemesini sağlamaktı. Zaten sorunsuz işleyen yapı da ABD’nin liderlik konumunu sürdürmesini sağlayacaktı. Clinton döneminde (1992-2000) izlenen stratejiler Bush yönetiminden farklı olarak askeri değil ekonomik güç temellerine dayanmaktaydı. Ekonomik üstünlüğü, askeri güçten daha yetkin gören bir politika anlayışı benimseyen Clinton yönetimi için en büyük tehdit global ekonomik krizlerdi. Özetle İzlenen strateji; yumuşak güç unsurlarını ve küreselleşmeyi kullanarak ve yönlendirerek, sadece çok gerektiği anda askeri yöntemlere başvurarak dünyaya şekil vermekti
Bush’un iktidara gelmesi ile birlikte Clinton döneminde gördüğümüz, yumuşak güç unsurlarını ve küreselleşmeyi kullanarak ve yönlendirerek, sadece çok gerektiği anda askeri yöntemlere başvurarak dünyaya şekil verme yaklaşımı önceliğini yitirmeye başlamıştır. Bu gelişmede en büyük etken, 1997’de
bir düşünce kuruluşu olarak Kurulan ve ABD’nin dünyadaki mutlak hegomonyasını savunan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC) örgütünün yönetimde etkin hale gelmesi olmuştur.
Yönetimde etkin hale gelen Yeni Muhafazakarlarlar, Doğu Bloğu’nun dağılması ile güç boşluklarının oluşması, Küreselleşmenin hız kazanması, bölgesel örgütlenme ler, artan etnik çatışmalar, terör, göç, dinler ve kültürler arasındaki gerginlikler v.b. gibi bir çok etkenin Amerikanın aktif dış politikası için fırsatlar sunduğuna inanıyorlardı. Eksik olan ise ABD’nin uygulayacağı ve bazen fiili müdahale aşamasına gelebilecek politikalar için gerekli olan meşruiyetin olmamasıydı.11 Eylül olayları bu açıdan bir fırsat oluşturmuştur.
Saldırıda bulunanların batının temsil ettiği siyasal ve ekonomik liberal değerleri hedef aldıklarına olan inanç, ortak bir tehdit olgusunun oluşmasına katkıda
bulunmuş, Doğu Bloğu’nun dağılmasından sonra Amerika tekrar aktif politika izleyebileceği bir neden bulmuştur.11
Eylül, ABD için sadece Avrupa’yı değil tüm uluslar arası toplumu hareketle geçirebileceği bir gerekçe sunmuştur. Bir diğer ifadeyle, 11 Eylül saldırıları ABD’nde uzun zamandır planlarını uygulamaya koymak için fırsat bekleyen bir grup strateji uzmanına aradıkları fırsatı sunmuştur.
1. 11 Eylül Saldırılarının Etkisi
11 Eylül saldırıları, iletişim teknolojilerinin sağlamış olduğu büyük olanaklar sayesinde bütün dünya ülkeleri tarafından çok yakından takip edilmiş ve gelişmeler an ve an dünya kamuoyuna aktarılmıştır. ABD’de ve dünyada büyük bir şok meydana getirmiştir. Oluşturduğu bu etkiye ve daha sonrasındaki gelişmelere değinmek, Amerikan politikasındaki değişimleri anlamada yarar
sağlayacaktır.
11 Eylül 2001 Saldırısı, ABD’de sivil ve askerleri hedef alan bir terör saldırısı dır. 11 Eylül 2001 Salı günü ABD’de dört yolcu uçağının ikisi New York’taki Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine, bir diğeri Washington D.C.’de Pentagon’a, sonuncu uçak ise yolcular ve uçağı kaçıranlar arasındaki mücadeleden sonra 150 mil uzakta, Pennsylvania kırsalında düşmüştür.
Saldırılardan hemen sonra yeni bir saldırının gerçekleşebileceği olasılığına karşılık Pentagon, Beyaz Saray, Adalet Bakanlığı, CIA Merkezi ve Washington ’daki tüm hükümet binaları tahliye edilmiştir. Hava trafiği de ülke çapında ilk olarak tamamen durdurulmuştur. Teröristler Amerika’nın en ünlü iki binası olan Dünya Ticaret Merkezi binalarına yönelttikleri saldırı ile yıkılmalarına neden olmuşlar, ayrıca Pentagon’a çarpan uçak da, bir bölümün tamamen çökmesine neden olmuştur.
Bu saldırılar sonucunda üçbinin üzerinde insan hayatını kaybetmiştir.
Saldırılardan hemen sonra acil durum ilan edilerek, daha yirmi dört saat geçmeden elli bin yedek kuvvetin aktif göreve çağrılması talimatı verilmiştir. Uçakları kaçırdığı iddia edilen 19 kişinin kimlikleri de ertesi gün kamuoyuna açıklanmıştır. Bir hafta içinde teröristlerin, Taliban’ın kurucularından olan uluslararası terör örgütü El Kaide lideri olan Usame Bin Ladin’in elemanları olduğunun istihbarat tarafından tespit edildiği iddiası kamuoyuna açıklanmıştır.1 Bu açıklamalar Afganistan’da yönetimde olan Taliban rejimi tarafından tepki ile karşılanmıştır. Çünkü Usame Bin Ladin’in Afganistan’da olduğu bilinmektedir.
Taliban yönetimi, Amerika’nın herhangi bir operasyonda bulunması halinde en sert şekilde cevap vereceğini açıklayarak, cihat ilan edeceğini bildirmiştir.2 Bu açıklamalar dünyada özellikle Amerikan hedeflerine karşı yeni saldırı ihtimalini gündeme getirmiştir.
ABD yönetimi El Kaide örgütü ile ilgili yeni ve somut deliller bulma arayışına girmiştir. Uluslararası işbirliğinin sağlanabilmesi ve yapılması düşünülen operasyonun meşruiyetinin sorgulanmasını önlemek amacı ile yeni deliller bulunması zorunlu gözükmüştür. O zamanki dış işleri bakanı Colin Powell 23 Eylül 2001’de yaptığı açıklamada yeterli delillerin bulunacağı sözünü
vermiş tir. 3 Uluslar arası kamuoyu da yapılması düşünülen operasyona
hazırlatılmaya çalışılmış, Taliban rejimi ve Usame Bin Ladin tehlikesi konusunda küresel bir propagandaya girişilmiştir.
Taliban ile Bin Ladin arasında herhangi bir fark bulunmadığı düşüncesi
işlenmiştir. Taliban’ın Afganistan’da yapmış olduğu insan hakları ihlalleri bütün dünya medyasında geniş yer tutmuştur.4
Uluslararası işbirliğinin sağlanması için ABD tarafından çeşitli girişimlere devam edilmiştir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in önderliğinde Suudi Arabistan, Umman, Mısır ve Özbekistan liderlerinin bir araya geldiği bir toplantı gerçekleştirilmiştir.
ABD’nin terörizmle mücadelede işbirliği arayışları
İngiltere,
Pakistan ve NATO’dan gelen destekle güçlenmiştir. Pakistan Lideri 28 Eylülde yaptığı açıklamada, ABD’nin sunduğu delillerin olaylarla Bin Ladin’in bağlantısı olduğu konusunda onu suçlamak için yeterli olduğunu açıklayarak5, ABD’ye destek veren ilk Müslüman ülke olmuştur. NATO Genel Sekreteri de yaptığı
açılamada: ABD’nin, Üsame Bin Ladin’in saldırıları yapmış olması konusunda, ortaya çıkan kanıtları “açık ve zorlayıcı” olarak nitelemiştir.6 Bu açıklamaların sonrasında NATO, ABD’ye terörle savaş kapsamında hava sahalarına ve liman kentlerine giriş, buralarda gemilerini ve radar uçaklarını konuşlandırma izni vermiştir.
ABD-Bin Ladin mücadelesinde Türkiye ve AB de dahil olmak üzere bir çok ülke Afganistan operasyonu için ABD’ye ve terörle mücadelesine doğrudan veya dolaylı olarak destek vermiştir.
11 Saldırılarından sonra terör paniği devam etmiştir. Birkaç biyolojik silah saldırısı daha meydana gelmiştir. Teröristler tarafından gönderildiği iddia edilen Şarbonlu mektuplar, kısa bir süre gazetecilere ve önemli siyasetçilere gönderilmiştir. Bu gelişme, artık biyolojik terör tehlikesinin de göz önüne alınması gerektiğini göstermiştir. Şarbonlu mektuplar nedeniyle hiç kimse hayatını kaybetmemiştir. Buna karşın kamuoyunda büyük bir panik yaşanmıştır.
Halkta olağanüstü bir panik havasının meydana gelmesi üzerine, ABD Sağlık Bakanı Tommy Thompson yaptığı açıklamada, bu mektupların terörist bir eylem olduğuna dair herhangi bir bulgu olmadığını belirtmiştir.7 Başkan Bush da “Bende şarbon yok, yarın işe gittiğimde güvende olacağımdan eminim”8
diyerek halktaki panik havasını gidermeye çalışmıştır. Şarbonlu mektuplar bu açıklamalardan sonra bir anda kesilmiştir. Bu güne değin bu mektupların kaynağı, arkasında kimlerin olduğu, kim tarafından gerçekleştirildiği neden bir anda kesildiği ortaya çıkarılamamıştır. Bu nedenle şarbon saldırıları konusunda spekülasyonlar çokça yapılmış, hatta bunun bir psikolojik savaş stratejisi
olduğu ve Bush hükümetinin elini güçlendirmek için yapıldığı teorileri bile ileri sürülmüştür.
11 Eylül saldırılarının büyüklüğü, terörizmin ulaştığı noktayı göstermesi açısından da önemlidir. Bu saldırılar çok gelişmiş savunma teknolojisine rağmen ABD’nin bile terör karşısında ulusal güvenliğini sağlamada büyük eksikliklerinin olduğunu
ortaya koymuştur. 11 Eylül Saldırıları ile ilk defa terörün bu kadar büyük bir saldırı yapabileceği anlaşılmıştır. Saldırı, devletlerin başlatmış olduğu, hedefin ve düşmanın açık bir şekilde belirli olduğu savaşlardan çok farklıdır. ABD daha öncede bazı terörist eylemlere maruz kalmıştı. 1993’te Dünya Ticaret Merkezine
yapılan bombalı saldırı, 1995’de Oklahoma Kenti Eyalet Binası’nın bombalanma sı, 1998’de Tanzanya ve Kenya’daki ABD büyükelçiliklerine yapılan bombalı saldırılar, ABD’nin maruz kaldığı büyük çaptaki terörist saldırılar9 olarak tarihe geçmiştir.
Bu saldırılar 11 Eylül olayları kadar derin bir travmaya neden olmamıştır ve ABD halkı normal yaşantı sürecine kısa zamanda geri dönmüştür.10 Oysa, 11 Eylül saldırılarının Amerikalılar üzerinde ciddi bir psikolojik travma meydana getirdiği ni söylemek abartılı olmayacaktır. Amerikan halkı, saldırılar sonrasın da ciddi bir korku ve paniğe kapılmıştır. Hatta bu korku, halkı, herkesten ve her şeyden şüphe eder bir noktaya getirmiştir. Korku ve kaygı milliyetçi duyguların uyanmasını beraberinde getirmiştir. Bireysel yaşam tarzının ön planda olduğu
ve ulusal konularla pek ilgilenilmediği bilinilen ABD’de ulusalcı duygu ve düşünceler canlılık kazanmıştır. Ciddi ölçüde bir milliyetçilik ve ulusal dayanışma duygusu ortaya çıkmıştır.
Amerikan ulusal birliği sıkça vurgulanmaya başlanmıştır.
Amerikan bayrağı satışlarında yaşanan hızlı artış da bunun bir göstergesi olarak nitelendirilmiştir. İşyerleri ve evlerde Amerikan bayraklarının sayısı hızla artmış, hatta arabaların camlarına dahi çok sayıda bayrak asılmıştır. Amerikan olmayana karşı duyulan tepki ve kızgınlıkta da önemli bir artış olmuştur.
Amerikalılar kendi can güvenliklerinin olmadığı düşüncesine kapılmışlardır. Amerikan halkında oluşan bu korku bera berinde yabancılara karşı kamuoyu tepkisini de tetiklemiştir.11
Özellikle Amerikalıların Müslümanlara bakış açısında büyük değişiklikler meydana gelmesine neden olmuştur. Ülkedeki yabancılar, özellikle de Müslüman göçmenler hedef alınmaya başlanmıştır. Sınırlarda arttırılan güvenlik önlemleri, vizesi olduğu halde sınır dışı edilen Orta Doğu kökenli öğrenci, bilim adamı ve diğer meslek sahipleri, Amerikan vatandaşı olduğu halde FBI’ın yakın takibinde hayatlarını sürdürmeye başlayan sıradan kişiler ve bir neden bulunarak haftalarca hapishanelerde kalmak zorunda kalan Arap, Türk, Malezyalı ya da İranlılar. Tüm bunlar özgürlükler ülkesi olarak nitelendirilen ABD için radikal ve sarsıcı gelişmeler olmuştur.12
11 Eylül terör saldırılarının, Amerikan yönetiminin teröre ve terör örgütlerine bakışında da büyük değişiklikler meydana getirdiği söylenebilir. Bilindiği gibi, büyük devletler tarih boyunca diğer ülkelerdeki terör olaylarını değişik nedenlerle desteklemişlerdir.
Bu nedenler; genelde bağımsızlık hareketi, self determinasyon hakkı, iç savaş gibi tanımlamalarla anılmış ve çıkarlarla uyuştuğunda da manipüle edilmeye çalışılmıştır. Büyük güçlerin bir çok terör örgütüne açık veya gizli olarak destek sağladığı hatta bazen de büyük devletler arasındaki mücadelenin bu terör
örgütleri aracılığı ile yapıldığı bilinmektedir. Bilindiği gibi Soğuk Savaş döneminde nükleer silahların oluşturduğu caydırıcılık (dehşet dengesi) iki süper gücü sıcak çatışmadan uzak tutmuş, ancak terörizm gibi unsurların devletlerin birbirlerini kontrol etmede kullanacakları birer araç haline gelmesine neden olmuştur.
İki taraf arasında yaşanan bu Soğuk Savaş döneminden kazançlı çıkan ise, iki bloğun destekleriyle giderek güçlenmekte olan terör örgütleri olmuştur.
Bu dönemde ABD ve SSCB doğrudan, ya da bir müttefikleri aracılığıyla birbirlerine karşı terör örgütlerini desteklemişler, en azından faaliyetlerine izin vermişlerdir.
ABD’nin teröre göz yumma veya dolaylı destek verme konusundaki sicili oldukça kötüdür ABD dünyanın değişik bölgelerindeki terör eylemlerine karşı çoğu zaman tepkisiz kalmıştır.
IRA’ya uzun yıllardır verdiği destek, kulislerde hep dillendirilen ama açıkça ifade edilmeyen bir konudur. Türkiye’deki PKK terör örgütü de ABD’nin takip ettiği ama eylemlerine karşıuzun süre sessiz kaldığı terör örgütlerinden biri olmuştur. Suriye PKK’ya 1998’e kadar açıkca destek vermesine rağmen, BM Güvenlik Konseyine üye seçilmiştir. ABD veto yetkisi olmasına rağmen Suriye’nin Güvenlik Konseyi’ne seçilmesini veto etmemiştir.13 Yani ABD, terör konusunda oldukça duyarsız davranmıştır. Hatta terör konusunda pragmatik bir politika izlemiştir. Terörle mücadele eden devletler çoğu zaman ABD tarafından insan hakları ve demokrasi ihlalleri ile suçlanmışlardır. Bu suçlamalar, mücadele eden devletlerin kararlılıklarını etkilemiştir.11 Eylül olayları ABD’nin teröre bakışındaki bu yaklaşımda en azından söylem bazında değişikliğe neden olmuştur. ABD, artık terörle mücadeleye sadece insan hakları ve demokrasi ihlali çerçevesinden bakmaktan vazgeçmiştir. Terör eylemlerinin kamu düzeni ve kamu güvenliği üzerindeki yıkıcı etkisinin farkına varmıştır. İnsan hakları ve demokrasinin ancak
kamu düzeni ve güvenliğinin,ülke ve ulus bütünlüğünün sağlandığı yapılar için geçerli olabileceğini kabullenmiştir. 11 Eylül saldırıları sonrası Başkan Bush yaptığı açıklamalarda sadece teröristlerin değil onlara destek veren ülkelerin de bu savaşta düşman olarak kabul dileceklerini 14 belirtmiştir.
11 Eylül öncesi ABD’nin terör konusundaki diğer bir yaklaşımı ise; terörizmin sadece ilgili devletin sorunu olduğu, bunun uluslar arası alana sadece insan hakları ve demokrasi kavramları çerçevesinde taşınabileceğidir. Yani sorun sadece muhatap olan devletin sorunudur. Nitekim Türkiye PKK15 ile mücadelesinde NATO’nun 5.maddesinin uygulanmasını istemiştir. 5.madde saldırı karşısında “Ortak Savunma Mekanizması”nın devreye girmesini
öngörmektedir. Ama Türkiye bu çabalarından bir sonuç alamamıştır. Yine 1.Körfez savaşı sırasında Iraktan gelebilecek ciddi bir saldırı olasılığını gündeme getirerek 5. maddenin uygulamaya sokulmasını talep etmiş ama talebi kabul görmemiştir.11 Eylül’den sonra ise NATO’nun 5.maddesi deyim yerindeyse hemen işletilmiş, ABD’nin terörle mücadelesi NATO’nun da mücadelesi haline gelmiştir.16
11 Eylül’e kadar terörü üçüncü dünyanın bir sorunu olarak algılayan ve gerektiğinde destekleyen ABD’nin, terörün gerçek ve soğuk yüzü ile karşılaşması, dolayısı ile terörün algılanışının değişmesi, geniş boyutlu anti terör hareketlerinin başlatılmasında önemli bir dönüm noktası olmuştur. ABD terörist saldırılara verilecek karşılık için çalışmaya başlarken bu olayı yeni dünya düzeni için bir fırsat olarak değerlendirmekten de geri kalmamıştır. Terörü büyüyen yeni bir küresel tehdit, batı toplumu içinde ortak bir düşman olarak sunmaya özen göstermiştir.
Topyekun bir savaş başlatmak için uluslararası politikadaki etkinliğini sonuna değin kullanarak, diğer devletleri de terör konusunda harekete geçirmeyi en önemli stratejilerinden biri haline getirmiştir. ABD, sadece terörün kaynağı olarak gördüğü Afganistan’a ve ardından Irak’a saldırıda bulunmakla kalmamış
ulusal boyutta da yasal ve ekonomik düzenlemeler yapma yoluna gitmiştir. Teröre karşı Birleşmiş Milletler’de ve değişik platformlarda verdiği mücadelenin yanında kendi içerisinde de bir çok demokratiklik seviyesine yakışmayan yasal düzenlemelerde bulunmuştur.
BU BÖLÜM DİPNOTLARI;
1 11 Eylül sonrası çıkan haberler için bakınız: September 11News,
http:// www.september11news.com/DailyTimeline.htm 26.06. 2006
2 September11News, http://www.september11news.com/OsamaSpeeches.htm, 12.08.2007
3 http://www.september11news.com/DailyTimeline.html, Erişim; 26.06. 2006
4 http://www.september11news.com/USANewspapers.htm, 22.07.2006
5 http://www.september11news.com/DailyTimeline.htm,September 28.12.2007
6 http://www.september11news.com/DailyTimeline.html. Erişim; 28.12.2007
7 Radikal Gazetesi “NBC’de de Şarbon Çıktı”, 13 Ekim 2001
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=17579,erişim:12.05.2007
8 Sabah Gazetesi, “Açma, şarbon!”
http://arsiv.sabah.com.tr/2001/10/14/d01.html, Radikal Gazetesi “Şarbonlu Dehşet Satırları”,, 25 Ekim, 2001,erişim:12.05.2007
9 Didem Yaman, “11 Eylül Sonrasında ABD: Algılamalar, Psikolojik Yansımalar ve Yasal Düzenlemeler”, Uluslar arası Hukuk ve Politika Cilt:1, No:1-2, 2005 s. 117-142
10 Bruce Hoffman, “Re-thinking Terrorism inLight of aWar onTerrorism” RAND,
http://rand.org/pubs/testimonies/CT182/, 2001, 23.07.2007
11 Theda Skocpol, “Will 9/11 and The War on Terror Revitalize American Civic Democracy?”, Political Science & Politics, Vol. 35, Issue 03, September 2002, ss. 537-540
12 Sedat Laçiner, “11 Eylül ve Etkileri” USAK Stratejik Gündem,
www.usakgundem.com/makalen.htm, 13.09.2007
13 Osman Metin Öztürk, “11 Eylül’deki Saldırı Sonrasında Uluslararası Terörizmin ve Terörle Mücadelenin Yeni Yüzü” içinde, Uluslararası Terörizm ve Dış Politika, Osman Metin Öztürk (Der.) Biltek Yayınları, Ankara,2002, s. 33
14 Yaman, “11 Eylül Sonrasında…”, s.135
15 PKK konusunda geniş bilgi için bakınız: Sedat Laçiner ve İhsan Bal, “The Ideological and Historical Roots of the Kurdist Movements in Turkey: Ethnicity, Demography, and Politics”, Nationalism and Ethnic Politics, Vol.10, No.3,Sonbahar 2004,ss. 473-504
16 Yaman, “11 Eylül Sonrasında…” s.137
3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder