Usame Bin Ladin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Usame Bin Ladin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2020 Cuma

CİHAT YANLILARININ GÖZÜYLE OSMANLININ YOK OLUŞU VE TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN DOĞUŞU.,

YABANCI GÖZÜYLE OSMANLININ YOK OLUŞU VE TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN DOĞUŞU.,



Cihat Yanlılarının Gözüyle Osmanlı
Cihat yanlılarının büyük çoğunluğu, Osmanlı Devleti'ne dair övgüleriyle ön plana çıkıyor.



25 Eylül 2019 Çarşamba 16:03

Modern çatışma tarihinde en çok adı anılan taraflardan biri cihat yanlıları.
Özellikle 1970'li yılların ardından dünya sahnesinde önemini artıran cihat yanlısı grup ve hareketler, çok sayıda araştırma ve incelemeye de konu oldu.
Cihat yanlısı hareketlerin dünya görüşü, tarih anlayışı, dini bakışı gibi birçok mesele gerek Batılı, gerekse Orta Doğulu araştırmacılar tarafımdan sıklıkla 
tahlil edildi.



Cihat yanlıları Osmanlı'ya nasıl bakıyor?

Bu hareketlerin tarihe bakışı ve geçmiş perspektifi açısından en çok akla gelen sorulardan birisi de Osmanlı dönemine nasıl baktıkları meselesi.
Osmanlı Devleti'nin kurulduğu 13'üncü yüzyıldan gücünün zirvesine ulaştığı 16-17'nci yüzyıllara, ve daha sonra yıkıldığı 20'nci yüzyıla kadar olan tarihi bir çok İslami düşünce ekolünün ve İslami grubun gündemindeki bir konu.
Osmanlılar, özellikle hilafet kurumunu da uzunca bir dönem temsil ettikleri için, İslami grupların ağır eleştirilerine de, övgülerine de muhatap oldu.
Cihat yanlılarının ise Osmanlı devrini daha çok "onurlu bir geçmiş" ve "özlenen bir gelecek" açısından ele aldığı dikkat çekiyor.
Cihat yanlıları arasında önde gelen ideologların, siyasi ve askeri liderlerin Osmanlı'ya dair bakış açıları şu şekilde:


Ebu Katade el Filistini (1960 -)

Cihat yanlılarının en önemli ideologlarından sayılan, 2014 yılında Ürdün’de hapisten çıkmasından sonra yaptığı yayınlarla etkisi cihat yanlılarının ötesinde 
diğer İslami ve akademik çevrelere uzanan Ebu Katade el Filistini (Ömer bin Mahmud), cihat yanlıları içerisinde Osmanlı tarihi üzerine en ayrıntılı konuşan 
ve analizlerde bulunan kişi olarak kabul ediliyor.
"Osmanlı Devleti’nin, Haçlı Seferleri ve Moğol İstilası ile zayıflayan İslam Aleminin güç döneminde gelişen ve saldırganlaşan Batı’ya karşı yaptığı fetihlerle 
Ümmeti koruduğunu, tüm hatalarına rağmen bir İslam devleti olduğunu" vurgulayan Ebu Katade, Arap Dünyası’ndaki milliyetçiler başta olmak üzere bazı 
kesimlerin haksız gördüğü eleştirilerine karşı Osmanlı Devleti için yaptığı savunmalarla biliniyor.
Bir konuşmasında, 1. Suudi Devleti (1744-1818) ve 2. Suudi Devleti (1824-1891) ile Osmanlı Devleti’nin inişli çıkışlı ilişkisine dair “Vehhabiler ve Osmanlı Devleti” ismiyle yazıyor olduğu kitaba, İngiltere’de hapiste bulunduğu sırada diğer bazı hazırladığı kitaplarla beraber İngiliz polisince el konulduğunu belirten Ebu Katade, müsveddesi kaybolan bu kitabında nelere değindiğinden bahsediyor.
1. Suudi Devleti’nden başlangıçta Osmanlı valilerine olumlu mektuplar gönderildiğini, devletin emrinde olduklarını ilettiklerini belirten Ebu Katade, ilk emir Muhammed bin Suud’un (ö. 1765) ölümünün ardından emir olan Abdulaziz’in (ö. 1803) devletini genişletme isteğinden doğan siyasi sorunlara dini bir boyut kazandırdığını, Suudilerin Hicaz’ı almalarının ardından Arap Yarımadası’na müdahale eden Osmanlı Devleti’nin Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 
ordusunun Arap Yarımadası’nda yaptıklarına doğan tepkinin 2. Suudi Devleti’nin ve hocalarının Osmanlı Devleti’ne bakışını sertleştirdiğini belirtiyor.

Fakat onların Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın üzerinde Osmanlı’dan çok Fransa tesiri olduğunu ve Osmanlı Devleti’ne de isyan edip Anadolu’ya kadar ordusuyla 
dayandığını kaçırdıklarını ve fazla genellemeci olduklarını ekliyor.

Ebu Katade el-Filistini, seçtiği kitaplar üzerinde tahlillerde bulunduğu serisinin bir bölümünde Osmanlı Devleti’nin son şeyhülislamlarından Tokatlı Mustafa Sabri Efendi’nin (ö. 1954) ünlü eseri ‘Mevkıfu-l Akl ve-l İlm ve-l Alem min Rabbi-l Alemin ve İbadihi-l Mürselin’in tahlilinde Osmanlı tarihi ve Osmanlı Devleti’nin son döneminde yaşanan modernleşme üzerinde ilmi çevrelerce derin olarak değerlendirilen bilgisini ortaya koyuyor, Mustafa Sabri Efendi’yi ve Osmanlı dindarlarını överek onları devrinin Mısırlı hocalardan sekülerizm ve modernizmle  mücadelede üstün tutuyor Abdulazim el Azma’nın (ö. 1943) Osmanlı Devleti’nin son yıllarını da kapsayan Suriye tarihine dair ‘Mir’atu-ş Şam’ (Şam’ın Aynası) eserine yaptığı tahlilde Ebu Katade Osmanlı Devleti ve son dönemi padişahların dan Sultan 2. Abdülhamid üzerine övücü değerlendirmelerde bulunuyor, Şerif Hüseyin ve oğullarının 1916 tarihli İngiliz destekli Osmanlı Devleti’ne karşı isyanını ihanet olarak değerlendiriyor.
Bu ihanet değerlendirmesi, Ebu Katade’nin şu an yaşamakta olduğu Ürdün ve diğer pek çok Arap ülkesinde 1916 isyanı rejimlerce halen "Es Sevretul Arabiyyetu-l Kubra" (Büyük Arap Devrimi) olarak isimlendirilip halen kahramanlık olarak anılıyor olması açısından da ayrıca önem taşıyor.



Usame bin Ladin (1957-2011)

Mayıs 2011’de Pakistan'daki evinde ABD’li askerlerle girdiği çatışmada öldürülen El Kaide’nin kurucu lideri Usame bin Ladin, propaganda konuşmalarında Osmanlı Devleti hakkında sık sık olumlu atıflarda bulunmaktaydı.
22 Şubat 2003’te El Cezire kanalında yayınlanan röportajında, Suudi Devleti’nin kurucusu Abdulaziz bin Abdurrahman bin Suud’un 1902 yılında Riyad’ı Osmanlı Devleti’nin desteklediği İbnu-r Reşid’den ele geçirmesinin İngiltere destekli olduğunu iddia etmekte ve onu ABD’nin Afganistan’ı işgalinden sonra ABD desteğiyle Afganistan cumhurbaşkanı olan Hamid Karzai’ye benzeterek “Riyad’ın Karzaisi” olarak isimlendirmektedir.

"Osmanlı'dan sonra İslam Ümmeti sahipsiz kaldı"

Usame bin Ladin’in konuşmalarında sık sık “Osmanlı Hilafet Devleti’nin yıkılmasından sonra İslam Ümmeti sahipsiz kaldı, kukla rejimlerin ve sömürgecilerin eline düştü” benzeri açıklamaları dikkat çekmektedir.
Taliban hakkında yaptığı övücü konuşmalarda da Taliban’ı “1924’te yıkılan Osmanlı Devleti’nden beri kurulan ilk İslami devleti kurmakla" vasıflandırarak Osmanlı Devleti’ne olumlu bir atıfta bulunmaktadır.
Yine 2003 yılında başlayan Irak savaşının ardından yaptığı bir konuşmada, Irak’a komşu ülkelerdeki Müslümanlara yaptığı çağrıda “Ey Irak’a komşu ülkelerdeki Müslümanlar, ey Sultan Muhammed Fatih’in torunları, Irak direnişine destek olun” diyerek Fatih Sultan Mehmet’e ve Türkiye halkına işaret etmektedir.
Usame bin Ladin'in oğlu Hamza bin Ladin de yaptığı konuşmalarda Osmanlı'ya sıklıkla vurgu yapmış, Suud hanedanını Osmanlı'ya ihanet etmekle suçlamıştır.



Ebu Musab ez Zerkavi (1966-2006)

Irak El Kaidesi’nin 2004-2006 döneminde lideri olan ve Haziran 2006’da ABD uçaklarının bombardımanında öldürülen Ebu Musab ez Zerkavi de konuşmalarında Osmanlı'ya atıf yapan cihat yanlılarından biriydi.
Ölümünün ardından seri olarak yayınlanan konuşmalarından birinde, Irak’ta Şii grupların ABD ile işbirliğini eleştirirken “Osmanlı Devleti İslam’da cihadı ihya edip Avrupa’nın içlerine ulaştırıp Haçlılarla cihad ettiğinde de İran’daki Rafıziler Osmanlı Devleti’ni arkadan vurup İslam beldelerini ele geçirmeye çalışmış ve Osmanlı’nın Avrupa’daki cihadına zarar vermişti” şeklinde bir tarihi atıfta bulunmuştu.



Eymen ez Zevahiri (1951 - )
Usame bin Ladin’in öldürülmesinin ardından El Kaide lideri olan ve halen bu konumda bulunan Eymen ez Zevahiri de konuşmalarında Usame bin Ladin gibi Osmanlı'ya atıfta bulunmaktadır.
Zevahiri, birden fazla propaganda konuşmalarında “Taliban Osmanlı Devleti’nin 1924’te yıkılmasından sonra kurulan ilk İslam Devleti’dir” ifadelerini kullanmaktadır.
Bir propaganda kaydında Türk halkına "Osmanlı misyonuna geri dönme" çağrısı yapan Ez Zevahiri, Kanuni Sultan Süleyman gibi Osmanlı padişahlarını adaleti sağlama, cihat gibi unsurlarda örnek liderler olarak sık sık örnek göstermektedir.
Zevahiri, son dönemde yaptığı açıklama ve konuşmaların neredeyse tamamında Osmanlı'ya atıfta bulunmuş, Osmanlı'yı "İslam ümmetini koruyan bir hilafet ve son meşru İslam devleti" olarak nitelemiştir.



Taliban Hareketi
1996-2001 döneminde Afganistan’ı ‘Afganistan İslam Emirliği’ ismiyle yöneten, 2001 yılında gerçekleşen ABD işgalinin ardından çekilen, son yıllarda Afganistan’ın çoğunu yeniden ele geçirip ABD’yi barış müzakerelerine çekmesi kendileri açısın dan büyük başarı olarak değerlendirilen Taliban Hareketinin de Osmanlı Devleti hakkında, iktidarda oldukları dönemde Afganistan’da yaşayan Usame bin Ladin ve Eymen ez Zevahiri ile paralel açıklamaları bulunuyor. 
Ayrıca bu açıklamalar Usame bin Ladin ve Eymen ez Zevahiri’nin bu konudaki açıklamaları Taliban’ın açıklamalarından oldukça önce olduğu için Osmanlı Devleti hakkında El Kaide’nin Taliban üzerindeki etkisi olarak görülüyor.
Taliban Hareketi tarafından yayınlanan bazı propaganda videolarında, Afganistan ’ın Osmanlı Devleti’nin hiçbir zaman bir parçası olmamasına rağmen Osmanlı Devleti’nin düşüşünün İslam Ümmeti’ne büyük zarar verdiği, Müslümanları lidersiz bıraktığına dair açıklamaları dikkat çekiyor.
Taliban, Osmanlı Devleti'nin çöküşünden sonraki dönemde Batı'nın Müslümanlara ait toprakları ele geçirmeye başladığını ve halkları kendi boyunduruğu altına aldığı ifadeleri kullanılıyor.
Propaganda filmlerinden bir tanesinde 2. Abdulhamid'e ait fotoğraf kullanan Taliban, Abdulhamid'i "son İslam halifesi" olarak nitelendirmişti.



Enver el Evlaki (1971 - 2011)

Cihat yanlısı hareketler içerisinde Batılı kitleye en çok ulaşan ve en aktif ideologlardan biri olarak kabul edilen Enver el Evlaki de Osmanlı'dan övgüyle bahsedenler arasında.
Birçok konuşmasında İslam dünyasının durumundan cihat yanlısı bir bakışla söz eden Evlaki, İslam dünyasının mevcut duruma ilk olarak Osmanlı'nın yıkıldığı tarihte geldiğini vurguluyor.
Yemen'den yazdığı "Ümmetin Hali" isimli yazıda Evlaki, 1924 yılında son İslami hilafet olan Osmanlı hilafetinin düştüğünü, bunun ardından ulus devlet konseptinin İslam coğrafyasına egemen olduğunu belirterek, Osmanlı'nın İslam dünyasını koruyan bir rolde olduğunun altını çiziyor.



Ebu Musab es Suri (1958 - ?)
Ebu Musab es Suri adıyla bilinen Mustafa Setmariam Nasar, cihat yanlısı düşüncenin en önde gelen ideologlarından biri.
"Küresel İslami Direniş Çağrısı" adlı kapsamlı eseriyle bilinen Ebu Musab es Suri, cihat yanlıları arasında Osmanlı'ya en fazla vurgu yapan ve Osmanlı'dan övgüyle bahseden isimler arasında.
Es Suri'nin 1600 sayfalık söz konusu kitabnda Osmanlı ve Osmanlılar ifadesi 250'den fazla kez geçiyor.
Ebu Musab es Suri, Osmanlı hilafetine ve bu hilafetin çöküşünün ardından İslam coğrafyasının işgal edildiğini vurguluyor.
Es Suri Osmanlı'nın yıkılmasıyla İslam dünyasının İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından tamamen işgal edildiğini ifade ediyor.
Cihat yanlısı ideolog, Osmanlı'ya karşı Suud isyanına da geniş yer ayırdığı kitabında, bu isyanın İngiltere'nin yakın desteğiyle meydana geldiğinin altını çiziyor.
Ebu Musab es Suri Türklerin Anadolu'ya gelişi, Osmanlı'nın kuruluş, yükseliş ve çöküş dönemine de kitabında ayrıntılı olarak yer veriyor.
Es Suri, Osmanlı hilafetini İslam dünyasını koruyan bir güç olarak birçok kere zikrederken, kitabında 2. Abdulhamid'in Siyonistlerin Filistin'e yerleşmesine engel olduğu konusuna da değiniyor.

13 Şubat 2020 Perşembe

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYEYE YANSIMALARI., BÖLÜM 2

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYEYE YANSIMALARI., BÖLÜM 2



    Büyük Orta Doğu Projesi, büyük Ortadoğu alanında yer alan halkların son derece kötü koşullarda yaşadığı ve bu durumun mevcut sorunların ortaya çıkışındaki en önemli etken olduğu varsayımına dayandırılmıştır. Eğer, ekonomik ve sosyal koşullar düzeltilir ve demokrasiye geçiş sağlanırsa, yönetime katılım olanağı bulan ve refah düzeyi yükselen Ortadoğu halkları, istikrarlı bir yapı kazanacak ve Batı’yı tehdit eden tehlikelerden uzaklaşacaklardır. 

Proje, bu coğrafyada yer alan ülkelere yönelik; siyasi, hukuki, eğitim, ekonomi, sosyal ve güvenlik boyutlarını içeren kapsamlı bir dönüşüm stratejisi olarak, bu alanlarda uzun vadeli bir transformasyonu hefedlemiştir. Gerçekleştirilmesi düşünülen reformlarla da; siyasal özgürlüklerin genişletilmesi, rejimlerin iyileştirilmesi, sivil toplumun güçlendirilmesi, yolsuzlukla mücadele, eğitim reformu ile okur-yazarlığın artırılması, kadın haklarının genişletilmesi, ticaret ve finans sektörlerinin uluslararası sisteme uyumu ile girişimciliğin ve serbest ticaretin teşvik edilmesi gibi amaçlar güdülmüştür. Ayrıca, terörle mücadele kapsamında bölgedeki radikal İslam ve Amerikan karşıtı rejimlerin, ılımlı İslam olarak nitelendirilen yönetimlerle değiştirilmesi, toplumların refah seviyelerinin artırılması ve bu çerçevede demokrasi getirilmesi de hedeflenmiştir. BOP’un 40 yıla varabilecek uzun vadeli bir perspektife sahip olduğu düşünülmektedir. Büyük Orta Doğu Projesinde, hedef ülkelerin rejimlerinin değiştirilmesi, uluslararası sisteme monte edilerek kontrol edilebilir bir duruma getirilmesi için farklı stratejilerin uygulanılması düşünülmüştür. Bu stratejiler ABD’de Yeni Muhafazakarlar’ın iktidarda olmasından dolayı daha çok, güç kullanma öncelikli olarak gelişmiştir. Bazı ülkelerde, baskı yaratma, iç ayaklanmalar, kadife devrimler ve fiili güç kullanmaya kadar ulaşan stratejilerin uygulandığı görülmüştür. ABD’nin gücünü Yeni Muhafazakarlar”ın arzu ettiği şekilde fiili müdahaleyi öngören şekilde kullanmasının yarattığı olumsuz durum, dünya barışını tehlikeye sokmuştur. 

Büyük Ortadoğu Projesi ile ABD’nin diğer amaçlarının ise; bölge içi ve dışı aktörlerin burada güç kazanmalarının engellenmesi, İsrail ile özel ilişkisi, hegomonik güç olmak isteği, yeni ulusların inşası, enerji koridorunun ve petrolün kontrolü olduğu ileri sürülmüştür. ABD’nin amaçları konusunda en çok tartışılan konu enerji olmuştur. Bilinen dünya hakimiyet teorilerinden ayrı olarak 
“Enerji kaynaklarını kontrol eden dünyayı kontrol eder” tezine dayalı yeni bir stratejik anlayış oluşturduğu iddia edilmiştir. Küresel hâkimiyetin yeni belirleyici unsurunun enerji kaynaklarının kontrolüne dayandığı, bu anlayış çerçevesinde bu bölgelerde bulunan enerji kaynakları ve intikal yolları üzerinde kontrol sağlanmasını amaçlamıştır. Ayrıca, bu kaynakların bulunduğu ülkelere coğrafî 
olarak daha yakın bulunan enerjiye bağımlı bölge ülkelerinin Ortadoğu üzerinde ki etkinliğinin sınırlanması da sağlanacaktır. 

Üçüncü bölümde, Türk-ABD ilişkileri, daha ziyade Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde incelenmiştir: ABD ile ilişkiler 1950’li yıllarda başlamış ve bugüne değin yoğun bir şekilde devam etmiştir. 

Türkiye ve ABD soğuk savaş döneminde aralarında güvenlik boyutunun çok ağır bastığı bir ittifak kurmuşlardır. Türkiye soğuk savaş dönemi boyunca uluslararası ilişkilerde, kutuplararası ilişkilerin belirlediği parametrelere bağlı kalmak zorunluluğunda olmuştur. Kendisini doğrudan ilgilendiren problem alanlarında 
ise(Kıbrıs, Ege, Batı Trakya, Kuzey Irak ve Bulgaristan’daki Türk azınlığı...) kutuplararası ilişkilerin belirlediği parametrelerle denge ve uyum kurmaya yönelik politikalar izlemiştir. Uluslararası sistemdeki istikrarlı yapı, Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve güvenlik parametrelerini çok daha statik bir tarzda kurgulandırılması nı yeterli kılmıştır. Türkiye, uzun dönemli bağımsız stratejiler oluşturmaktansa süper ve büyük güçlerin oluşturmuş olduğu çerçevenin 
içinde genellikle kısa, nadiren orta dönemli taktik planlar uygulama tercihiyle yetinmiştir. Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ile birlikte uluslararası konumu belirleyen siyasi, ekonomik ve güvenlikle ilgili dış parametreler önemli değişiklikler geçirmiştir. 

Meydana gelen değişimler, Türkiye’nin konumunu yeniden yorumlamak zorunluluğu doğuran yeni bir uluslararası siyasi konjonktür ortaya çıkarmıştır. Soğuk savaş sonrasındaki bu yeni durum statik bir hiyerarşik yapıdan dinamik bir yeni hiyerarşi oluşturma çabasına geçiş dönemini başlatmıştır. Bu belirsizlik 
dönemi yeni bir sistemin oluşturulması sırasında avantajlı bir konum kazanarak bir üst kademeye sıçramak isteyen Türkiye’ye önemli bir hareket sahası kazandırmıştır ve daha bağımsız politika izlemeye başlamıştır. 

SSCB’nin dağılmasından sonra Türk-Amerikan ilişkilerin öneminin azalacağı varsayılsa da, ABD’nin Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya olan ilgisi nedeniyle güncelliğini ve önemini korumuştur. ABD, Balkanlar, Doğu Avrupa ve Ortadoğu bölgelerinde Amerikan stratejik çıkarlarını Türkiye faktörü ile aşmak, Türkiye’yi Amerikan ortak çıkarlarının tamamlayıcı bir unsuru olarak görmek eğiliminde olmuştur. 

11 Eylül sonrasında ABD’nin yeni girişimlerinden ve politikalarından Türkiye’de büyük oranda etkilenmiştir. Çünkü ABD’nin her konuya ve bölgeye kendisinin müdahale etmesi mümkün olamayacaktır. Politika ve stratejileri uygulayabilmesi için, kendine yakın bölgesel güçlere ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle; Büyük 
Ortadoğu Projesinde, istikrarlı ve güvenilir bir müttefik olan Türkiye’den de yararlanmak istemiştir. Türkiye Büyük Ortadoğu Projesine ilk başlarda oldukça olumlu yaklaşmıştır. Türkiye, yakın tarihi ve kültürel bağlara sahip olduğu Ortadoğu bölgesinin demokratik bir ortamda daha yüksek bir refah düzeyine, barış ve istikrara kavuşmasına katkıda bulunmayı amaçlamıştır. Bölge ülkeleriyle gerek ikili düzeyde, gerekse çok taraflı sorunlarda yaptığı 
temaslarda daha katılımcı, demokratik yapılar ile hukukun üstünlüğüne, insan haklarına dayanan uygulamaların bölgede hayata geçirilmesi gerektiğini sürekli dile getirmiştir. Fakat Özellikle ABD’nin Türkiye’ye, “ılımlı İslam ile model olma” ve “cephe ülkesi” konumunda bulunma rollerini biçtiği değerlendirilmeye 
başlandıktan sonra Türkiye’nin desteği azalmış ve Amerika’nın amaçları ve yöntemi konusunda ciddi kuşkular ortaya çıkmıştır. 

Özellikle Irak müdahalesinden sonra tarafların bu bölgeye yönelik çıkarlarındaki farklılaşmalar beraberinde bazı kırılmaları da su yüzüne çıkarmıştır. Zaten BOP konusunda gerekli olan geniş tabanlı destek ne kamuoyunda, ne sivil toplum örgütlerinde, ne muhalefet saflarında, ne de devletin diğer organlarında oluşmamıştır. Yapılacak katkının, Amerika’nın öngördüğü şekilde değil, 
Türkiye’nin öngördüğü şekilde, BOP’un insani yönlerinin ön plana çıkarılarak yapılması yaklaşımı ön plana çıkmıştır. 



Birinci Bölüm 



11 EYLÜL SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYE’YE YANSIMALARI 




ŞEKİL 1: 
ORTADOĞU COĞRAFYASI 

Kaynakça : http://www.lib.utexas.edumapsmiddle_east_and_asiamiddle_ 
http://www.lib.utexas.edumapsmiddle_east_and_asiamiddle_ east_ref04.jpgmiddle_east_ref04

Erişim : 11.07.2008 

I. ABD’NİN 2002 YENİ ULUSAL GÜVENLİK STRATEJİSİ VE GÜVENLİK STRATEJİSİNDEKİ DÖNÜŞÜM 

A. 2002 Ulusal Güvenlik Stratejisinin Oluşumu ABD 1947 yılında Truman doktrini ile artık yalnızcılık politikasından vazgeçtiğini, yeni politikanın “özgür ulusların komünizme karşı desteklenmesi” şeklinde global bir angajmanlık biçiminde olacağını belirtmişti. Bu politikası ile de Batı bloğunun doğal lideri olarak “Sovyetleri Çevreleme Politikasını” sürdürmüştü. 


Doğu bloğunun dağılması ile ortaya çıkan durumda, ABD, görevini tamamlamış olarak yine yalnızcılık politikasına mı dönecek yoksa dünyadaki etkinliğini devam mı ettirecek sorusu gündeme gelmiştir. Amerika temsil ettiği kavramların galip geldiğine inanmış ve bu değerlerin bütün dünyaya yayılması gerektiğinden 
hareketle dünyadaki etkinliğini daha da arttırarak devam ettirmek kararı almıştır. Ayrıca küreselleşen dünyada yalnızcılık politikası ile çıkarları korumak mümkün değildir. Bu nedenle Soğuk Savaş sonrasında en çok vurgu yapılan kavramlar: demokratik değişim, serbest piyasa ekonomisi, insan hakları ve küreselleşme kavramları olmuştur. Bu kavramların çokça dile getirilmesinin 
nedeni: Amerikanın öngördüğü küresel siyasi ve iktisadi düzenin ancak bu kavramların yaygınlaştırılması ile kurulabileceğine inanması olmuştur. “Ebeveyn Gözetimi” (adult supervision) yada “Yardımsever-yumuşak Hegemonya” (benevolent hegemon ve benign hegemony) kavramları izlenecek stratejideki ana yöntem olarak kabul edilmiştir. Dolayısı ile Soğuk Savaş Sonrasında, 
yani 11 Eylül’den önce de ABD yönetimi küresel ekonomik ve siyasi düzenin istikrarının ABD’nin liderliğine dayandığına inanıyordu. 

Bu liderlik sistemdeki aktörlerin bu yapıyı zımnen kabullenmeleriyle 
meşrulaşan bir liderlikti. Burada ABD’ye biçilen rol, sistemin sorunsuz işlemesini sağlamaktı. Zaten sorunsuz işleyen yapı da ABD’nin liderlik konumunu sürdürmesini sağlayacaktı. Clinton döneminde (1992-2000) izlenen stratejiler Bush yönetiminden farklı olarak askeri değil ekonomik güç temellerine dayanmaktaydı. Ekonomik üstünlüğü, askeri güçten daha yetkin gören bir politika anlayışı benimseyen Clinton yönetimi için en büyük tehdit global ekonomik krizlerdi. Özetle İzlenen strateji; yumuşak güç unsurlarını ve küreselleşmeyi kullanarak ve yönlendirerek, sadece çok gerektiği anda askeri yöntemlere başvurarak dünyaya şekil vermekti 

Bush’un iktidara gelmesi ile birlikte Clinton döneminde gördüğümüz, yumuşak güç unsurlarını ve küreselleşmeyi kullanarak ve yönlendirerek, sadece çok gerektiği anda askeri yöntemlere başvurarak dünyaya şekil verme yaklaşımı önceliğini yitirmeye başlamıştır. Bu gelişmede en büyük etken, 1997’de 
bir düşünce kuruluşu olarak Kurulan ve ABD’nin dünyadaki mutlak hegomonyasını savunan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC) örgütünün yönetimde etkin hale gelmesi olmuştur. 

Yönetimde etkin hale gelen Yeni Muhafazakarlarlar, Doğu Bloğu’nun dağılması ile güç boşluklarının oluşması, Küreselleşmenin hız kazanması, bölgesel örgütlenme ler, artan etnik çatışmalar, terör, göç, dinler ve kültürler arasındaki gerginlikler v.b. gibi bir çok etkenin Amerikanın aktif dış politikası için fırsatlar sunduğuna inanıyorlardı. Eksik olan ise ABD’nin uygulayacağı ve bazen fiili müdahale aşamasına gelebilecek politikalar için gerekli olan meşruiyetin olmamasıydı.11 Eylül olayları bu açıdan bir fırsat oluşturmuştur. 

  Saldırıda bulunanların batının temsil ettiği siyasal ve ekonomik liberal değerleri hedef aldıklarına olan inanç, ortak bir tehdit olgusunun oluşmasına katkıda 
bulunmuş, Doğu Bloğu’nun dağılmasından sonra Amerika tekrar aktif politika izleyebileceği bir neden bulmuştur.11 

Eylül, ABD için sadece Avrupa’yı değil tüm uluslar arası toplumu hareketle geçirebileceği bir gerekçe sunmuştur. Bir diğer ifadeyle, 11 Eylül saldırıları ABD’nde uzun zamandır planlarını uygulamaya koymak için fırsat bekleyen bir grup strateji uzmanına aradıkları fırsatı sunmuştur. 

1. 11 Eylül Saldırılarının Etkisi 

11 Eylül saldırıları, iletişim teknolojilerinin sağlamış olduğu büyük olanaklar sayesinde bütün dünya ülkeleri tarafından çok yakından takip edilmiş ve gelişmeler an ve an dünya kamuoyuna aktarılmıştır. ABD’de ve dünyada büyük bir şok meydana getirmiştir. Oluşturduğu bu etkiye ve daha sonrasındaki gelişmelere değinmek, Amerikan politikasındaki değişimleri anlamada yarar 
sağlayacaktır. 

11 Eylül 2001 Saldırısı, ABD’de sivil ve askerleri hedef alan bir terör saldırısı dır. 11 Eylül 2001 Salı günü ABD’de dört yolcu uçağının ikisi New York’taki Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine, bir diğeri Washington D.C.’de Pentagon’a, sonuncu uçak ise yolcular ve uçağı kaçıranlar arasındaki mücadeleden sonra 150 mil uzakta, Pennsylvania kırsalında düşmüştür. 

  Saldırılardan hemen sonra yeni bir saldırının gerçekleşebileceği olasılığına karşılık Pentagon, Beyaz Saray, Adalet Bakanlığı, CIA Merkezi ve Washington ’daki tüm hükümet binaları tahliye edilmiştir. Hava trafiği de ülke çapında ilk olarak tamamen durdurulmuştur. Teröristler Amerika’nın en ünlü iki binası olan Dünya Ticaret Merkezi binalarına yönelttikleri saldırı ile yıkılmalarına neden olmuşlar, ayrıca Pentagon’a çarpan uçak da, bir bölümün tamamen çökmesine neden olmuştur. 

Bu saldırılar sonucunda üçbinin üzerinde insan hayatını kaybetmiştir. 

Saldırılardan hemen sonra acil durum ilan edilerek, daha yirmi dört saat geçmeden elli bin yedek kuvvetin aktif göreve çağrılması talimatı verilmiştir. Uçakları kaçırdığı iddia edilen 19 kişinin kimlikleri de ertesi gün kamuoyuna açıklanmıştır. Bir hafta içinde teröristlerin, Taliban’ın kurucularından olan uluslararası terör örgütü El Kaide lideri olan Usame Bin Ladin’in elemanları olduğunun istihbarat tarafından tespit edildiği iddiası kamuoyuna açıklanmıştır.1 Bu açıklamalar Afganistan’da yönetimde olan Taliban rejimi tarafından tepki ile karşılanmıştır. Çünkü Usame Bin Ladin’in Afganistan’da olduğu bilinmektedir. 
Taliban yönetimi, Amerika’nın herhangi bir operasyonda bulunması halinde en sert şekilde cevap vereceğini açıklayarak, cihat ilan edeceğini bildirmiştir.2 Bu açıklamalar dünyada özellikle Amerikan hedeflerine karşı yeni saldırı ihtimalini gündeme getirmiştir. 

ABD yönetimi El Kaide örgütü ile ilgili yeni ve somut deliller bulma arayışına girmiştir. Uluslararası işbirliğinin sağlanabilmesi ve yapılması düşünülen operasyonun meşruiyetinin sorgulanmasını önlemek amacı ile yeni deliller bulunması zorunlu gözükmüştür. O zamanki dış işleri bakanı Colin Powell 23 Eylül 2001’de yaptığı açıklamada yeterli delillerin bulunacağı sözünü 
vermiş tir. 3 Uluslar arası kamuoyu da yapılması düşünülen operasyona 
hazırlatılmaya çalışılmış, Taliban rejimi ve Usame Bin Ladin tehlikesi konusunda küresel bir propagandaya girişilmiştir. 

Taliban ile Bin Ladin arasında herhangi bir fark bulunmadığı düşüncesi 
işlenmiştir. Taliban’ın Afganistan’da yapmış olduğu insan hakları ihlalleri bütün dünya medyasında geniş yer tutmuştur.4 

Uluslararası işbirliğinin sağlanması için ABD tarafından çeşitli girişimlere devam edilmiştir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in önderliğinde Suudi Arabistan, Umman, Mısır ve Özbekistan liderlerinin bir araya geldiği bir toplantı gerçekleştirilmiştir. 

ABD’nin terörizmle mücadelede işbirliği arayışları 

İngiltere, 

Pakistan ve NATO’dan gelen destekle güçlenmiştir. Pakistan Lideri 28 Eylülde yaptığı açıklamada, ABD’nin sunduğu delillerin olaylarla Bin Ladin’in bağlantısı olduğu konusunda onu suçlamak için yeterli olduğunu açıklayarak5, ABD’ye destek veren ilk Müslüman ülke olmuştur. NATO Genel Sekreteri de yaptığı 
açılamada: ABD’nin, Üsame Bin Ladin’in saldırıları yapmış olması konusunda, ortaya çıkan kanıtları “açık ve zorlayıcı” olarak nitelemiştir.6 Bu açıklamaların sonrasında NATO, ABD’ye terörle savaş kapsamında hava sahalarına ve liman kentlerine giriş, buralarda gemilerini ve radar uçaklarını konuşlandırma izni vermiştir. 

ABD-Bin Ladin mücadelesinde Türkiye ve AB de dahil olmak üzere bir çok ülke Afganistan operasyonu için ABD’ye ve terörle mücadelesine doğrudan veya dolaylı olarak destek vermiştir. 

11 Saldırılarından sonra terör paniği devam etmiştir. Birkaç biyolojik silah saldırısı daha meydana gelmiştir. Teröristler tarafından gönderildiği iddia edilen Şarbonlu mektuplar, kısa bir süre gazetecilere ve önemli siyasetçilere gönderilmiştir. Bu gelişme, artık biyolojik terör tehlikesinin de göz önüne alınması gerektiğini göstermiştir. Şarbonlu mektuplar nedeniyle hiç kimse hayatını kaybetmemiştir. Buna karşın kamuoyunda büyük bir panik yaşanmıştır. 

Halkta olağanüstü bir panik havasının meydana gelmesi üzerine, ABD Sağlık Bakanı Tommy Thompson yaptığı açıklamada, bu mektupların terörist bir eylem olduğuna dair herhangi bir bulgu olmadığını belirtmiştir.7 Başkan Bush da “Bende şarbon yok, yarın işe gittiğimde güvende olacağımdan eminim”8 
diyerek halktaki panik havasını gidermeye çalışmıştır. Şarbonlu mektuplar bu açıklamalardan sonra bir anda kesilmiştir. Bu güne değin bu mektupların kaynağı, arkasında kimlerin olduğu, kim tarafından gerçekleştirildiği neden bir anda kesildiği ortaya çıkarılamamıştır. Bu nedenle şarbon saldırıları konusunda spekülasyonlar çokça yapılmış, hatta bunun bir psikolojik savaş stratejisi 
olduğu ve Bush hükümetinin elini güçlendirmek için yapıldığı teorileri bile ileri sürülmüştür. 

11 Eylül saldırılarının büyüklüğü, terörizmin ulaştığı noktayı göstermesi açısından da önemlidir. Bu saldırılar çok gelişmiş savunma teknolojisine rağmen ABD’nin bile terör karşısında ulusal güvenliğini sağlamada büyük eksikliklerinin olduğunu 
ortaya koymuştur. 11 Eylül Saldırıları ile ilk defa terörün bu kadar büyük bir saldırı yapabileceği anlaşılmıştır. Saldırı, devletlerin başlatmış olduğu, hedefin ve düşmanın açık bir şekilde belirli olduğu savaşlardan çok farklıdır. ABD daha öncede bazı terörist eylemlere maruz kalmıştı. 1993’te Dünya Ticaret Merkezine 
yapılan bombalı saldırı, 1995’de Oklahoma Kenti Eyalet Binası’nın bombalanma sı, 1998’de Tanzanya ve Kenya’daki ABD büyükelçiliklerine yapılan bombalı saldırılar, ABD’nin maruz kaldığı büyük çaptaki terörist saldırılar9 olarak tarihe geçmiştir. 

Bu saldırılar 11 Eylül olayları kadar derin bir travmaya neden olmamıştır ve ABD halkı normal yaşantı sürecine kısa zamanda geri dönmüştür.10 Oysa, 11 Eylül saldırılarının Amerikalılar üzerinde ciddi bir psikolojik travma meydana getirdiği ni söylemek abartılı olmayacaktır. Amerikan halkı, saldırılar sonrasın  da ciddi bir korku ve paniğe kapılmıştır. Hatta bu korku, halkı, herkesten ve her şeyden şüphe eder bir noktaya getirmiştir. Korku ve kaygı milliyetçi duyguların uyanmasını beraberinde getirmiştir. Bireysel yaşam tarzının ön planda olduğu 
ve ulusal konularla pek ilgilenilmediği bilinilen ABD’de ulusalcı duygu ve düşünceler canlılık kazanmıştır. Ciddi ölçüde bir milliyetçilik ve ulusal dayanışma duygusu ortaya çıkmıştır. 

Amerikan ulusal birliği sıkça vurgulanmaya başlanmıştır. 

Amerikan bayrağı satışlarında yaşanan hızlı artış da bunun bir göstergesi olarak nitelendirilmiştir. İşyerleri ve evlerde Amerikan bayraklarının sayısı hızla artmış, hatta arabaların camlarına dahi çok sayıda bayrak asılmıştır. Amerikan olmayana karşı duyulan tepki ve kızgınlıkta da önemli bir artış olmuştur. 
Amerikalılar kendi can güvenliklerinin olmadığı düşüncesine kapılmışlardır. Amerikan halkında oluşan bu korku bera berinde yabancılara karşı kamuoyu tepkisini de tetiklemiştir.11 

Özellikle Amerikalıların Müslümanlara bakış açısında büyük değişiklikler meydana gelmesine neden olmuştur. Ülkedeki yabancılar, özellikle de Müslüman göçmenler hedef alınmaya başlanmıştır. Sınırlarda arttırılan güvenlik önlemleri, vizesi olduğu halde sınır dışı edilen Orta Doğu kökenli öğrenci, bilim adamı ve diğer meslek sahipleri, Amerikan vatandaşı olduğu halde FBI’ın yakın takibinde hayatlarını sürdürmeye başlayan sıradan kişiler ve bir neden bulunarak haftalarca hapishanelerde kalmak zorunda kalan Arap, Türk, Malezyalı ya da İranlılar. Tüm bunlar özgürlükler ülkesi olarak nitelendirilen ABD için radikal ve sarsıcı gelişmeler olmuştur.12 

11 Eylül terör saldırılarının, Amerikan yönetiminin teröre ve terör örgütlerine bakışında da büyük değişiklikler meydana getirdiği söylenebilir. Bilindiği gibi, büyük devletler tarih boyunca diğer ülkelerdeki terör olaylarını değişik nedenlerle desteklemişlerdir. 

Bu nedenler; genelde bağımsızlık hareketi, self determinasyon hakkı, iç savaş gibi tanımlamalarla anılmış ve çıkarlarla uyuştuğunda da manipüle edilmeye çalışılmıştır. Büyük güçlerin bir çok terör örgütüne açık veya gizli olarak destek sağladığı hatta bazen de büyük devletler arasındaki mücadelenin bu terör 
örgütleri aracılığı ile yapıldığı bilinmektedir. Bilindiği gibi Soğuk Savaş döneminde nükleer silahların oluşturduğu caydırıcılık (dehşet dengesi) iki süper gücü sıcak çatışmadan uzak tutmuş, ancak terörizm gibi unsurların devletlerin birbirlerini kontrol etmede kullanacakları birer araç haline gelmesine neden olmuştur. 

İki taraf arasında yaşanan bu Soğuk Savaş döneminden kazançlı çıkan ise, iki bloğun destekleriyle giderek güçlenmekte olan terör örgütleri olmuştur. 

Bu dönemde ABD ve SSCB doğrudan, ya da bir müttefikleri aracılığıyla birbirlerine karşı terör örgütlerini desteklemişler, en azından faaliyetlerine izin vermişlerdir. 

ABD’nin teröre göz yumma veya dolaylı destek verme konusundaki sicili oldukça kötüdür ABD dünyanın değişik bölgelerindeki terör eylemlerine karşı çoğu zaman tepkisiz kalmıştır. 

IRA’ya uzun yıllardır verdiği destek, kulislerde hep dillendirilen ama açıkça ifade edilmeyen bir konudur. Türkiye’deki PKK terör örgütü de ABD’nin takip ettiği ama eylemlerine karşıuzun süre sessiz kaldığı terör örgütlerinden biri olmuştur. Suriye PKK’ya 1998’e kadar açıkca destek vermesine rağmen, BM Güvenlik Konseyine üye seçilmiştir. ABD veto yetkisi olmasına rağmen Suriye’nin Güvenlik Konseyi’ne seçilmesini veto etmemiştir.13 Yani ABD, terör konusunda oldukça duyarsız davranmıştır. Hatta terör konusunda pragmatik bir politika izlemiştir. Terörle mücadele eden devletler çoğu zaman ABD tarafından insan hakları ve demokrasi ihlalleri ile suçlanmışlardır. Bu suçlamalar, mücadele eden devletlerin kararlılıklarını etkilemiştir.11 Eylül olayları ABD’nin teröre bakışındaki bu yaklaşımda en azından söylem bazında değişikliğe neden olmuştur. ABD, artık terörle mücadeleye sadece insan hakları ve demokrasi ihlali çerçevesinden bakmaktan vazgeçmiştir. Terör eylemlerinin kamu düzeni ve kamu güvenliği üzerindeki yıkıcı etkisinin farkına varmıştır. İnsan hakları ve demokrasinin ancak 
kamu düzeni ve güvenliğinin,ülke ve ulus bütünlüğünün sağlandığı yapılar için geçerli olabileceğini kabullenmiştir. 11 Eylül saldırıları sonrası Başkan Bush yaptığı açıklamalarda sadece teröristlerin değil onlara destek veren ülkelerin de bu savaşta düşman olarak kabul dileceklerini 14 belirtmiştir. 


11 Eylül öncesi ABD’nin terör konusundaki diğer bir yaklaşımı ise; terörizmin sadece ilgili devletin sorunu olduğu, bunun uluslar arası alana sadece insan hakları ve demokrasi kavramları çerçevesinde taşınabileceğidir. Yani sorun sadece muhatap olan devletin sorunudur. Nitekim Türkiye PKK15 ile mücadelesinde NATO’nun 5.maddesinin uygulanmasını istemiştir. 5.madde saldırı karşısında “Ortak Savunma Mekanizması”nın devreye girmesini 
öngörmektedir. Ama Türkiye bu çabalarından bir sonuç alamamıştır. Yine 1.Körfez savaşı sırasında Iraktan gelebilecek ciddi bir saldırı olasılığını gündeme getirerek 5. maddenin uygulamaya sokulmasını talep etmiş ama talebi kabul görmemiştir.11 Eylül’den sonra ise NATO’nun 5.maddesi deyim yerindeyse hemen işletilmiş, ABD’nin terörle mücadelesi NATO’nun da mücadelesi haline gelmiştir.16 

11 Eylül’e kadar terörü üçüncü dünyanın bir sorunu olarak algılayan ve gerektiğinde destekleyen ABD’nin, terörün gerçek ve soğuk yüzü ile karşılaşması, dolayısı ile terörün algılanışının değişmesi, geniş boyutlu anti terör hareketlerinin başlatılmasında önemli bir dönüm noktası olmuştur. ABD terörist saldırılara verilecek karşılık için çalışmaya başlarken bu olayı yeni dünya düzeni için bir fırsat olarak değerlendirmekten de geri kalmamıştır. Terörü büyüyen yeni bir küresel tehdit, batı toplumu içinde ortak bir düşman olarak sunmaya özen göstermiştir. 

Topyekun bir savaş başlatmak için uluslararası politikadaki etkinliğini sonuna değin kullanarak, diğer devletleri de terör konusunda harekete geçirmeyi en önemli stratejilerinden biri haline getirmiştir. ABD, sadece terörün kaynağı olarak gördüğü Afganistan’a ve ardından Irak’a saldırıda bulunmakla kalmamış 
ulusal boyutta da yasal ve ekonomik düzenlemeler yapma yoluna gitmiştir. Teröre karşı Birleşmiş Milletler’de ve değişik platformlarda verdiği mücadelenin yanında kendi içerisinde de bir çok demokratiklik seviyesine yakışmayan yasal düzenlemelerde bulunmuştur. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 11 Eylül sonrası çıkan haberler için bakınız: September 11News, 
   http:// www.september11news.com/DailyTimeline.htm 26.06. 2006 
2 September11News, http://www.september11news.com/OsamaSpeeches.htm, 12.08.2007 
3 http://www.september11news.com/DailyTimeline.html,   Erişim; 26.06. 2006 
4 http://www.september11news.com/USANewspapers.htm, 22.07.2006 
5 http://www.september11news.com/DailyTimeline.htm,September   28.12.2007 
6 http://www.september11news.com/DailyTimeline.html.  Erişim; 28.12.2007 
7 Radikal Gazetesi “NBC’de de Şarbon Çıktı”, 13 Ekim 2001 
   http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=17579,erişim:12.05.2007 
8 Sabah Gazetesi, “Açma, şarbon!” 
  http://arsiv.sabah.com.tr/2001/10/14/d01.html, Radikal Gazetesi “Şarbonlu Dehşet Satırları”,, 25 Ekim, 2001,erişim:12.05.2007 
9 Didem Yaman, “11 Eylül Sonrasında ABD: Algılamalar, Psikolojik Yansımalar ve Yasal Düzenlemeler”, Uluslar arası Hukuk ve Politika  Cilt:1, No:1-2, 2005 s. 117-142 
10 Bruce Hoffman, “Re-thinking Terrorism inLight of aWar onTerrorism” RAND,
   http://rand.org/pubs/testimonies/CT182/, 2001, 23.07.2007 
11 Theda Skocpol, “Will 9/11 and The War on Terror Revitalize American Civic Democracy?”, Political Science & Politics, Vol. 35, Issue 03, September 2002, ss. 537-540 
12 Sedat Laçiner, “11 Eylül ve Etkileri” USAK Stratejik Gündem, 
 www.usakgundem.com/makalen.htm, 13.09.2007 
13 Osman Metin Öztürk, “11 Eylül’deki Saldırı Sonrasında Uluslararası Terörizmin ve Terörle Mücadelenin Yeni Yüzü” içinde, Uluslararası Terörizm ve Dış Politika, Osman Metin Öztürk (Der.) Biltek Yayınları, Ankara,2002, s. 33 
14 Yaman, “11 Eylül Sonrasında…”, s.135 
15 PKK konusunda geniş bilgi için bakınız: Sedat Laçiner ve İhsan Bal, “The Ideological and Historical Roots of the Kurdist Movements in Turkey: Ethnicity, Demography, and Politics”, Nationalism and Ethnic Politics, Vol.10, No.3,Sonbahar 2004,ss. 473-504 
16 Yaman, “11 Eylül Sonrasında…” s.137 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYE YE YANSIMALARI BÖLÜM 1

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYE YE YANSIMALARI., BÖLÜM 1 


11 Eylül 2001’den itibaren ABD’nin küresel ve bölgesel politikasında meydana gelen farklılaşmalar ve buna bağlı olarak önce Afganistan’ın arkasından Irak’ın işgali ile gerek bölgesel politikada gerekse global politikada meydana gelen köklü değişiklikler çalışmamızın hazırlanmasında belirleyici motivasyon unsurları olmuştur. 

Çin ve Hindistan’la birlikte Ortadoğu, dünyanın en eski kültür ve uygarlık merkezlerinden biridir. Ortadoğu tarih boyunca birçok devletin hedef coğrafyası olmuştur. Bunun nedenleri ise; eski dünyanın tam orta yerinde olması, kavimler in geçiş bölgesinde bulunması, uygarlığa elverişli doğal yapısı ve bunun sonucu olan zenginliğidir. Bu anlamda Ortadoğu coğrafyasında yönetimler ve yöneticiler, dinler ve inananlar, toplumlar ve kültürler sürekli bir değişim ve dönüşüm içerisinde olmuşlardır. 

Farklı siyasi ve dini akımlar beraberlerinde bölgeye farklı etnik, dini ve kültürel yapıları getirmişlerdir. Bu durum tarih boyunca hep devam etmiştir. Bugün de devam etmektedir. Değişim ve dönüşüm, tarihi ve toplumsal geçmişin bir birikimi olarak Orta doğu için adeta karakteristik bir özellik olmuştur. Çalışmamızın ana konusu olan Büyük Orta doğu Projesi (BOP) girişimi de bu 
bölge karakteristiği çerçevesinde değerlendirilebilir. 

ABD’nin Ortadoğu’ya olan ilgisi 1920’li yıllarda başlamıştır.1920’lerde Ortadoğu’da petrolün bulunması ile birlikte ABD petrol şirketleri çıkarılan petrolden pay alabilmek amacıyla bu bölgeye ilgi göstermeye başlamışlardır. Ancak ABD’nin bölgeye hem politik hem de askeri olarak asıl ilgisi II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlamıştır. 

ABD, Truman Doktrini ile 1947’de Soğuk Savaş’ın kendisi için de başlamış olduğunu ilan etmiş ve Komünist tehlike karşısında özgür ulusları koruma kararlılığında olduğunu deklare etmiştir.1957’de Eisenhower Doktrini ile bunu bir adım ileri götürerek uluslararası komünizmin tehdidi ile karşı karşıya olan uluslara, istemeleri durumunda doğrudan askeri yardımda bulunabileceğini 
açıklamıştır. Ancak bu müdahaleci politikanın Vietnam’daki olumsuz sonuçları üzerine 1968’de işbaşına gelen Nixon’ın adıyla bilinen Nixon Doktrini ile bundan sonra bölgesel çatışmalarda Amerikan askeri kullanılmayacağını açıklanmıştır. 
Ancak Nixon Doktrini bağlamında izlenen politika bloklar arası ilişkilerde yumuşamayı ve beraberinde getirmişse de 1970’li yılların sonunda meydana gelen İran devrimi, Afganistan işgali, Nikaragua’da Somoza yönetiminin devrilmesi, Somali ve Güney Yemen’de Marksist rejimlerin işbaşına gelmesi, ABD’nin 1980’de Carter Doktrini adıyla müdahaleci politikaya yeniden geri dönmesine yol açmıştır. 

   Söz konusu politika öncelikle Orta Doğu için düşünülmüşken, Reagan ile beraber Amerikan çıkarlarının tehdit edildiği tüm bölgeleri kapsayacak şekilde genişletilmiştir. 1979 devrimi ve arkasından gündeme gelen rehine krizinin etkisiyle İran’la 1980’de yollarını ayıran Washington yönetimi, SSCB’nin yanı sıra bölgenin güvenliği ve kendi çıkarları için İran’ı da tehdit olarak görmeye başlamıştır. 1990’da SSCB’nin dağılmasına karşılık Irak’ın yeni bir tehdit unsuru olarak görülmesi üzerine Clinton yönetimi bu iki ülkeye karşı “çifte çevreleme” politikasını uygulamaya başlamıştır. 

Genel olarak, Soğuk Savaş süresince Orta Doğu, iki kutuplu dünya düzenin politikalarına uygun olarak kutuplar arasında güç mücadelesinin yapıldığı bir bölge olmuştur. 

Çalışmanın birinci bölümünde Soğuk Savaş sonrası dönem genel olarak değerlendirilmiş ve ABD’nin bu yeni dönemde izlediği dış politika incelenmiştir: II. dünya savaşı sonunda ABD ve SSCB iki yükselen yeni süper güç olarak ortaya çıkmış ve iki kutuplu bir dünya düzeni kurulmuştur. Bu yeni düzenin genel özelliklerine bakıldığında, dünya ülkeleri iki kampa ayrılmıştır: 

liberal demokratik ülkeler Batı bloğu ve Komünist ülkeler Doğu Bloğu olarak ortaya çıkmıştır. Bu iki kutupluluk, beraberinde farklı askeri ve ekonomik güç örgütlerini de getirmiştir. Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri askeri örgüt olarak NATO çatısı altında biraraya gelirken, Sovyetler Birliği ve onun etkisi altındaki Doğu Avrupa ülkeleri Varşova Paktı’nı kurmuşlardır. NATO ve Varşova paktlarının sahip oldukları nükleer güç nedeniyle her iki taraf da dünya düzenini değiştirmeye yönelik herhangi bir girişimde bulunmaktan kaçınmışlardır. Dehşet dengesi adı verilen bir sistematik içerisinde iki blok arasında yoğun düşmanlık 
yaşanmasına rağmen, sıcak bir çatışma gerçekleşmemiştir. 20.yüzyıla damgasını vuran bu kutupluluk ve Soğuk Savaş, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöktüğünün resmen açıklanmasıyla sona ermiştir. 1985 yılında Sovyetler Birliği’nde işbaşına gelen Gorbaçov’un, ülkenin ekonomik açıdan ilerlemesi için başlattığı Glasnost (açıklık) ve Perestroika (yeniden yapılanma) politikalarının 
kaçınılmaz sonucu olarak, önce ülke içindeki muhalefetin sesini yükseltmesi ve sonra da uydu ülkelerdeki (Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Doğu Almanya) bağımsızlık girişimlerinin başarılı olması sonucu, 70 yıl boyunca süren sosyalist sistem ve dolayısıyla Sovyetler Birliği dağılmıştır. 1991 yılının Aralık ayında Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın “Bağımsız Devletler Topluluğu”nu kurduklarını deklare etmeleriyle birlikte Sovyetler Birliği tarihe karışmıştır. Uluslararası sistem, Sovyetler Birliğinin dağılması sürecinin sonunda başka bir görünüm kazanmıştır. 

20.yüzyılın son 10 yılında meydana gelen köklü değişiklikler ve gelişmeler, şimdiki duruma ve geleceğe yönelik birtakım kavramları da beraberinde getirmiştir. 

    Bu yeni dönemin en önemli özelliklerinden biri küreselleşmenin daha önce hiç olmadığı kadar hız kazanmış olmasıdır. Küreselleşme tüm sorunların ve çözümlerin bireysel boyutta etkilerinin birlikte yaşanmasına yol açmıştır. Dünyanın herhangi bir yerinde söz konusu olan bir güvenlik sorunu ya da bir toplumsal, siyasal ve ekonomik sorun, ilgili bölgeye veya ülkeye özgü kalmamakta, bundan tüm insanlık belli derecelerde ama bir şekilde etkilenmektedir. 

    Küreselleşme beraberinde açık toplum, demokrasi, insan hakları, liberalizm gibi kavramları evrensel değerler haline getirmiştir. 

Yeni dönemde tehdit algılamaları da değişmiştir. Soğuk savaş sonrası dönemin, Soğuk Savaş süresince varolan fakat iki kutuplu sistemin iç dinamiklerinden dolayı su yüzüne çıkmayan sayısız mikro problemin dünya toplumlarına ve siyaset tablosuna yerleşmesini de beraberinde getirdiği görülmektedir. 

Toplumlar arasındaki, Kültürel, tarihi, dini ve iktisadi kökenli ayrılıklar, çatışma potansiyelleri ile birlikte kendini göstermiştir. Ayrıca, terörizm başta olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, kitlesel göç hareketleri, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı, çevrenin korunması gibi konular küresel güvenlik sorunları olarak ortaya çıkmıştır. Biyolojik ve kimyasal silahların yayılması, sadece devletlerin değil, terör örgütlerinin de kolayca sahip olabilmesi olasılığı, tehdit ve caydırıcılık gibi kavramların anlamlarının yeniden tanımlanmasını beraberinde getirmiştir. 

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliğinin ortadan kalkmasının ardından ABD, dünya politikasına hâkim yegâne küresel güç olarak kalmıştır. Yani Sovyet Bloğu’nun çökmesiyle ABD bir anda global sistemin tek süper gücü haline gelmişti. Amerika bu dönemi “Yeni Dünya Düzeni” olarak görmüş ve ABD’nin düşlediği dünya sistemi ve sistemin onun egemenliğinde şekillenmesi talebinden hareketle, Pax Americana, yani “Amerikan Barışı” olarak isimlendirmiş tir. Yeni Dünya Düzeni, ABD’nin dünya üzerindeki askeri, siyasi, diplomatik, hukukî, teknolojik, iktisadi ve ticari üstünlüğünü içermekteydi. Kavramın hareket noktası, dünya üzerindeki tek süper güç olarak ABD’nin, dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir krize müdahale edebileceği ve ağırlığını koyabileceği iddiasına dayandırılmıştır. Yeni dünya düzeninde her şey, ABD’nin gözetiminde yürüyecektir ve bu düzeni bozmaya yönelik her harekete müdahale edilecekti. 

ABD, yeni dünya düzenini kendi istekleri çerçevesinde oluşturabilmek ve ortaya çıkan bu yeni tehditleri etkisiz hale getirebilmek amacıyla politikalar belirlemeye başlamıştır. Liberal Demokrasi, evrensel barış, İnsan haklarına saygı gibi kavramlar ABD’nin Yeni Dünya Düzeni’nde kullanabileceği kavramlar olmuştur. Yeni dünya düzeninin itici gücü olarak da küreselleşme ve oluşturduğu fırsatlar ön plana çıkmıştır. Bu nedenle Amerika küreselleşmenin önündeki engellerin kaldırılmasını bir ulusal güvenlik konusu olarak ilan etmiştir. 

    11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin Washington ve New York kentlerine yönelik terör saldırılarının ardından, kısaca asimetrik tehdit olarak adlandırılan ve uluslararası sistemde terörist gruplar gibi küçük aktörlerin büyük güçlere ağır kayıplar verdirmesini ifade eden yeni tehlike, dünyanın tek süper gücü olan ABD’nin güvenlik politikalarının da yeniden tanımlanmasına neden olmuştur. 
ABD’nin yeni tehdit algılamalarında terör ilk sıraya yerleşirken, eskiden beri teröre destek veren ülkeler de düşman olarak nitelendirilerek bunlarla acımasızca mücadele edileceği açıklanmıştır.11 


    Eylül terör kavramının nedenli önemli olduğunu, terör örgütlerinin neler yapabileceğini ortaya koymuştur. Terör saldırılarından sonra Eylül 2002’de yayımlanan Ulusal Güvenlik Stratejisiyle ortaya konan “önleyici müdahale” kavramı ABD’ye henüz saldırı gerçekleşmeden mevcut bir tehdit durumu yada ihtimaline karşı harekete geçebilme yetkisi vermiştir. Saldırılar sonrasında Amerikan yönetimi terörle mücadele kapsamında uluslararası alanda işbirliği arayışına girmiş ve büyük oranda sağlanan konsensüsle birlikte, terörizmle mücadele çerçevesinde Afganistan müdahalesi yapılmıştır. Irak’taki rejimin değiştirilmesi ve bu ülkenin kontrol edilebilir bir yapıya dönüştürülmesi amacıyla da, uluslar arası konsensüs olmamasına rağmen, Önleyici saldırı doktrini çerçevesinde bu ülkeye müdahale etmiştir. 

İkinci bölümde Büyük Ortadoğu Projesi’nin Ortaya konulması ve ABD’nin bu projedeki amaçlarına yer verilmiştir: 11 Eylül saldırılarının ardından uluslararası teröre karşı “küresel bir güvenlik anlayışı” benimseyen ABD, tüm kurumları ile Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması çalışmalarına başlamıştır. Bu yaklaşımdan hareketle ABD, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bilinen projeyi geliştirmiş ve uygulayacağı politikalar çerçevesinde, gerektiğinde askerî güç kullanmak da dahil olmak üzere, demokrasinin oluşturulması ve geliştirilmesi adı altında çeşitli yöntemlerle bu bölgelerde hakimiyet kurmayı amaçlamıştır. 

   Büyük Orta Doğu adı verilen bu coğrafyanın Akdeniz’den Afganistan ve muhtemelen Pakistan’a kadar uzanan bir alanı kapsamasının öngörüldüğü 
değerlendirilmiştir. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

3 Ekim 2019 Perşembe

DÜNYA TERÖR ÖRGÜTLERİ VE EKONOMİK MALİYETİ, TERÖRİZM ve TERÖRİZM İLE MÜCADELE BÖLÜM 6

DÜNYA TERÖR ÖRGÜTLERİ VE EKONOMİK MALİYETİ,  TERÖRİZM ve TERÖRİZM İLE MÜCADELE  BÖLÜM 6



4. KÜRESELLEŞMENİN TERÖRİZM ÜZERİNE ETKİLERİ 

Ulusal terör gruplarının olduğu gibi uluslararası terör örgütlerinin de en önemli aracı propagandadır. Örgütler propagandalarını yaparken - yukarıda da 
bahsedildiği gibi – en çok devletlerin yanlış politikalarından kaynaklanan sorunlardan beslenirler. Küreselleşmeyi hedef almış terör örgütleri de aynı stratejileri kullanmaktadır. Küreselleşmenin meydana getirdiği sonuçları veya sorunları kendi algılarına göre yeniden anlamlandırıp, desteklerini almak istedikleri hedef kitlelerine sunmaktadırlar. Bu sebeple yukarıda kavram olarak açıklamaya çalıştığımız küreselleşmenin, küresel terör örgütleri tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılan / kullanılabilecek sonuçlarına ve bu sonuçların etkilerine bakmakta yarar vardır. Çünkü bir sorunla etkili bir şekilde mücadele edebilmek için öncelikle o sorunun temelinde yatan nedenleri anlamak gerekir. Eğer sorun iyi anlaşılmazsa, çözüm arayışları sorunu daha da büyütebilmektedir. 

Küreselleşmenin fiili ölçeği hala belli bir düzeyde kalırken, siyasal ve kültürel etkisi oransız denebilecek ölçüde büyüktür125. Küreselleşme ile beraber 
toplumlar ve medeniyetler arasındaki etkileşim de artmıştır. Tarihsel süreç içerisinde hemen hemen her medeniyet birbirini etkilemiş ve benzeşik yönleri iç içe geçmiştir. 
Fakat tümüyle değerler manzumesinin terki ile bir diğerini kabullenmek söz konusu olmamıştır126. Küreselleşme ile yaygınlaşan ‘batı kültürü’ ise saldırgan bir tavır göstererek medeniyetler arasında iyi – kötü ayrımı getirmiş, diğer medeniyetlerin bazı yanlarını içselleştirirken, diğer yanlarını ise tamamen dışlanmaktadır. Bu da etki altına aldığı medeniyetin ayrışmasına ve kendi özelliğini muhafaza edememesine yol açmaktadır. 

Batı’nın – özellikle ABD’nin – evrensel bir batı kültürünü teşvik etmesi ve bu kültüre ağırlık kazandırma çabaları ile bunu başararak hayata geçirebilme 
doğrultusunda giderek kaybolan becerisi arasındaki uyumsuzluk; batı ve diğerleri arasındaki ilişkilerin merkezindeki sorundur127. Küreselleşme, ortaya koyduğu mekanizmaya ‘yeni dünya düzeni’ demekte fakat ‘dünya’ denilen şeye yeni bir anlam katamamaktadır. Ayrıca herhangi bir yeni anlam katamadığı bu düzenin bütün dünya tarafından kabul edilmesini ve sisteme dahil olmasını istemektedir128. Bu sistemde oturmuş değerler övülmekte, diğer değerler ise kötülenmektedir. Böylece sistemin dışında kalan, itilen, dışlanan değerler oluşmaktadır. Bu sebeple batılı olmayan toplumlarda batılı değerlere yönelik yaygın şüphecilik ve şiddetli muhalefet oluşmaktadır. Batı için evrenselcilik anlamına gelen, diğer medeniyetler için emperyalizm anlamına gelmektedir129. 

Bu vesile ile batı medeniyeti tüm dünyaya kendisini batılı değerler bazında geliştirerek sisteme girmesini istemektedir. Ama batı medeniyeti bu değerler bazında kendini geliştirse bile ‘batılı’ olmayanı sistemin bir parçası haline getirmemekte, daha doğrusu buna ek olarak sisteme dahil edildiğinde kimliğini de inkar etmesini teklif etmektedir 130. Bu da meydana ‘batılı olan - olmayan’ olgusunu getirmektedir. Samuel P. HUNTINGTON’nun “Uygarlıkların Çatışması Yeni Dünya Düzeni’nin Yeniden Kurulması" adlı kitabında sık sık ‘batı ve diğerleri’, ‘batılı ve batılı olmayan’ gibi sözcükler geçmesi bu tezi destekler niteliktedir. Böylece terörizmin kaynaklarından biri olan ‘ötekileştirme’ kavramı ortaya çıkmaktadır. Ötekileştirme de zincirleme olarak beraberinde çifte standardı, kutuplaşmayı eşitsizliği ve adaletsizliği getirmektedir. 

Küreselleşmenin etki alanında kalan doğu medeniyetleri, batı ilkesi ve batı eylemi arasındaki çelişkilere dikkat çekmekte tereddüt etmezler. Riyakarlık, çifte standartlar ve yersiz itirazlar evrenselcilik takıntılarını bedelidir. 
Demokrasi, Müslüman kökten dincileri iktidara taşımaması koşulu ile desteklenir; silahsızlanma İran ve Irak için dayatılan, ama İsrail için dayatılmayan bir konudur; serbest ticaret, ekonomik büyümenin iksiri iken, tarım için bu söz konusu değildir. 

İnsan hakları Çin ile ilgili bir meseleyken, Suudi Arabistan’la pek ilgisi yoktur; petrol sahibi Kuveytlilere yönelik saldırıların önü kesilir, ama petrol sahibi olmayan Boşnaklara yönelik saldırılar engellenmez 131. 

Küreselleşme ile, bilgiye daha kolay ulaşılması geri kalmış toplumların da öğrendiklerini analiz ederek doğruyu bulabilme kabiliyetini arttırmıştır. 
Küreselleşmenin yaydığı insan hakları, demokrasi, eşitlik gibi kavramlar tüm dünya tarafından içselleşmeye başlamıştır. Bu standartları öğrenen kişide ise, yukarıdaki paragrafta aktarılan tipteki çifte standartlara karşı ve insan hakları, eşitlik gibi değerlere sıkı sıkıya bağlı kalmayı tahahüd eden bir coğrafyada ötekileştirmeye maruz kaldığında ( özellikle batılı olarak addedilen ülkelerde yaşayan diğer toplumlara mensup kişiler ) belli bir tepki doğmaktadır. Hindu kast sistemi içinde güvenlik ve hürriyet anlamında, bulunduğu kastta, eşitsizliğe, hürriyetsizliğe rağmen o bilinçle yetişmiş insan bunu adet, töre, devlet üstünlüğü gibi argümanlarla meşrulaştırarak tepki göstermeye bilirdi. 

Ama küreselleşmenin etkisiyle bu bilgileri içselleştirmiş olan insan bütün insanların eşit olduğu düşüncesine sahipse; artık o eşitsizliği ve hürriyetsizliği meşrulaştıramadığı için tepki göstermeye başlamaktadır. 

Zaten İslam medeniyetleri içerisinde şiddeti, terörü besleyen çok önemli bir ortam vardır. Bu medeniyette gelir bölüşümünde muazzam bir adaletsizlik, İslam dünyasında insanların çoğunun yoksulluk ve ihtiyaç içerinde yaşaması, siyasi baskılar ve diktatörlükler bu ortamı hazırlamıştır. Buna ek olarak Müslümanların kültürel ve sosyal olarak küreselleşme sürecinde kendilerine yaşatılan dışlanma ve giderilemeyen eşitsizlikler, küreselleşmeye verilen bu tepkiyi arttırmaktadır 132. 

Küreselleşme ile sıkı bağları bulunan teknoloji ve iletişim devrimi de terörizmin sonuçlarının hızla yayılmasında büyük etkene sahiptir. Özellikle internet ve medya sınır tanımadan tüm eylemleri trajik bir şekilde ortaya koyarak, terör örgütlerinin ihtiyaç duydukları propagandalarının iletilmesini kolaylaştırmaktadır. 

Batı, batılı olmayan toplumlarını ekonomilerini, kendisinin hakim olduğu küresel bir ekonomiyle bütünleştirmeye ve Uluslararası Para Fonu (International 
Monetary Fund – IMF) ve diğer uluslar arası ekonomik kurumlar aracılığı ile, kendi çıkarlarını ön plana çıkartarak, uygun olduğunu düşündüğü ekonomik politikaları diğer uluslara dayatmaktadır133. Halihazırda moda haline getirilmiş olan serbest piyasa küreselleşmesi, gerek uluslararası gerekse ulusal ölçekteki ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri gözle görülür derecede arttırmıştır. Özelliklede aşırı ekonomik istikrarsızlık ( 1990’larda küresel serbest piyasanın yarattığı istikrarsızlıklar gibi ) koşullarında bu eşitsizlikte gözlenen kabarış, yeni yüzyılda tanıklık ettiğimiz belli başlı siyasal ve toplumsal gerilimlerin kökenini oluşturur. 

Ayrıca küreselleşmenin etkisini en çok hisseden kesimlerin, küreselleşme sürecinden en az faydalanan kesimler olması kutuplaştırmayı arttırmıştır. 
Küresel serbest piyasa, devletlerin ve refah sistemlerinin kendi hayat tarzlarını koruma yeteneğini yok etmiştir. 

Küresel bir ekonomide işlerin çoğu, ülke dışındaki, Batı’daki ödeme dilimlerinin sadece bir kısmıyla aynı derecede vasıflı çalışma ortaya koyan insanlarla 
halledilmektedir. Bu da ülke içerisinde köylerden gelen vasıfsız ve yoksul grup üzerinde küreselleşmenin artı bir baskı yaratmasına sebep olmaktadır 134. 
Bu da üzerinde baskı birikmiş toplumların tepki gösterme potansiyelini attırmaktadır. 

Görüldüğü gibi küreselleşme süreci, özellikle insan hakları ve demokrasi kavramlarının yaygınlaştırılması açısından yaptığı etkiler bakımından, siyasal, 
ekonomik ve kültürel olarak fiilen gerçekleştirdiği tekelci ve tekilci (monistik) eğilimlerle, sert bir çelişkiler yumağını da beraberinde oluşturmaktadır. 
Küreselleşmenin meydana getirdiği kültürel – ekonomik sonuçlar bir takım adaletsizlikler doğurmuş, bu da özellikle az gelişmiş ülke halkları arasında yeni 
dünya düzenine karşı çok olumsuz duygular ve isyana dönük protestolar yaratmıştır. Bu gidişatta geri kalmış ülkeler açısından kalkınma umutlarını söndürmesi bu ülke halklarını umutsuzluğa sürüklemiştir. Toplumsal süreçlerdeki bu tip gelişmeler, her bir etkinin birbirleriyle uyumlu olmayan hatta birbirlerine zıt olan sonuçlar doğurması, kendi iç çelişkilerini de beraberinde getiren diyalektik bir etki - tepki sarmalını kaçınılmaz kılmaktadır. Küreselleşme süreci kaçınılmaz olarak birbiriyle çelişkili ve diyalektik gelişmelere gebe, yani birbirine karşıt sonuçlar doğurmaktadır 135. İşte bu çelişkilerin doğurduğu kafa karışıklığı ve adaletsizlik ortamı küreselleşme olgusuna karşı bir direnç geliştirmiştir. Bu da gerilimin artmasına ve tepkisel bir sürecin başlamasına sebep olmuştur. 

Her şeyden önce küreselleşme bir süreçtir. Bu süreç içerisinde sadece olumsuz sonuçlar değil, olumlu sonuçlarda meydana gelmektedir. Hatta olumlu 
sonuçlar daha fazla bile olabilir. Küreselleşme ile insanların öğrenme güdüleri arttığı gibi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi gibi kavramlar da genel geçerlilik kazanmaya başlamıştır. Fakat terörist stratejiyi kullanan gruplar, küreselleşme sürecinin içindeki aksaklıkları, ayrışmayı çok iyi analiz ederek kendi etki alanı içerisindeki toplumlara karşı bir propaganda malzemesi olarak sunmakta ve böylece küreselleşmeye karşı kullandığı şiddeti meşrulaştırmaya çalışmakta ve medeniyetler arasındaki ayrımı arttıran nefret tohumlarını insanların düşüncelerine ekmektedirler. 

Bu da küreselleşmenin sadece negatif etkilerine değil, tamamına bir nefret olarak yansımaktadır. 

Küreselleşme aynı zamanda tek taraflı olmayan bir etkileşim sürecidir. 
Bu etkileşim batı medeniyetinden doğu medeniyetine olduğu kadar, doğu 
medeniyetlerinden batı medeniyetlerine doğru da gerçekleşmektedir. 
Bu etkileşimde batı medeniyeti toplumlarının da doğu medeniyeti öğelerine karşı bir direnci söz konusunu olmaktadır. Şüphesiz küreselleşmeye karşı meydana gelen şiddet eylemleri de batı toplumlarında bir gerilim oluşturmaktadır. Böylece ortaya ortak özelliklerin geri planda, ayrışan özelliklerin ise ön planda olduğu, direnç ve gerilime dayalı bir etkileşim süreci meydana gelmektedir. Etkileşim içindeki tarafların birbirlerine karşı sert tutumu ve karşılıklı eylemlerinin daha büyük bir aşamaya getirdiği etkileşim sürecinde ise iki taraflı bir nefret sarmalına dönüşme ihtimali çok yüksektir. 
Karşılıklı anlayış yerine karşılıklı kinin geçmesi ise her zaman şiddeti strateji olarak benimsemiş grupların lehine olmaktadır. 

Küreselleşme, oluşturduğu negatif sonuçlar itibari ile terörizmi körüklerken; teknolojik gelişim ve ortaya koyduğu yeni dünya konjonktür de, bunlardan çok iyi yararlanmayı bilen teröristlerin işini kolaylaştırmıştır. Küreselleşme sürecinin, terörizmin hizmetine sunmuş olduğu birçok olanak bulunmaktadır. Modern 
teknolojinin sunmuş olduğu fırsatlar doğal olarak terörist örgütler tarafından da, amaçları doğrultusunda kullanılmakta ve bu durum terörist örgütlerin, örgütlen me, eylem stratejisi geliştirme, haberleşme, eylem gerçekleştirme gibi tüm süreçleri üzerinde etkili olarak, bir anlamda terörist örgütlerin hareket kabiliyetini arttırmaktadır. Sermayenin serbest dolaşımına olanak sağlayan, liberal ekonomi ilkelerinin hızla yaygınlaşması, özellikle terörizmin finansmanı bağlamında, terörist örgütlere daha önce görülmemiş düzeyde çeşitli olanaklar sunmaktadır. Terörist örgütler ile uluslararası organize suç örgütlerinin (mafya) iç içe geçtiği ve bu durumun terörist örgütlere, finansman, silah ticareti gibi lojistik destek imkânları yarattığı bir gerçektir. Teknolojik gelişmelerin ulaşım alanına yansımasıyla beraber öncelikle maliyetler açısından, diğer taraftan oluşturulan hukuksal düzenlemeler aracılığıyla (Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi) bireylerin ulusal sınırları aşan mobilize olma özgürlükleri genişlemiştir. Askeri teknolojinin hızla ticarileşmesi, birçok şirketin uydu teknolojisi aracılığıyla, gözlem, bilgi toplama gibi hizmetler sunması, terörist örgütler tarafından gerekli enformasyonun elde edilmesini kolaylaştırmıştır 136. Ayrıca iletişim teknolojilerindeki gelişim, terörizmin temel amacına ulaşmada en önemli etkiye sahip olan “duyurma” işlevini daha verimli bir şekilde yaygınlaştırabilmesini sağlamıştır. Böylece medya ve internet yolu ile terörist örgütler propagandalarını rahatlıkla yapabilmektedirler. 

5. TERÖR ÖRGÜTLERİ 

Özel bir amaç ve görev için var olan terörist örgütler sosyal topluluklardır. 
Bu sosyal topluluklar, belirli siyasal amaçlarına şiddet yolu ile ulaşmayı hedefleyen bir işbirliğini oluştururlar 137. Bu işbirliğinin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için oluşturulan örgüt, aynı ideolojiyi benimseyen kişiler tarafından oluşturulur. Eylemin sevk ve idaresinin belirli kişilere tahsis edilerek bölünmesi, gruplandırılması ve bu kişiler arasında ilişkilerin ortak amaçlara yönelmesini sağlayacak biçimde düzenlenmesi örgüt tarafından yerine getirilir. Genel olarak ülkelerin ulusal ceza kanunlarında bir oluşumun örgüt olarak adlandırılabilmesi için iki veya daha fazla kimsenin aynı amaç etrafında birleşmesiyle meydana gelmiş olması gerekmektedir 138. 

Bir grubun (veya birlikte hareket eden grupların) işlevi ve yapısının anlaşılması, terörist eylemlerin sona erdirilmesine yönelik terörizmle mücadele metotlarının etkisinin değerlendirilmesinde çok önemlidir. Dolayısıyla bir terörist örgütü; gruplardan oluşan, amaçlarına ulaşmada şiddeti sürekli kullanan, değerleri ve inançlarını şiddet üzerine kuran bir sistemler bütünüdür. 
Bir terör örgütü, düşmanı veya destekçileri üzerinde psikolojik etki oluşturma özelliğiyle, şiddet kullanma amacı içinde olan gruptur 139. 
Terörist grupların amaçlarına ulaşmada gerçekleştirecekleri işbirliği hayati önem taşımaktadır. 
Bu işbirliğinin düzenli ve bir sistem halinde yürütülebilmesi için 
ise bu gruplar belli bir örgütlenme içine girmişlerdir. Genellikle hücre yapılanmalarından oluşan bu örgütler, üç ana hatta ayrılmaktadırlar. 

Askeri, siyasi faaliyet ve eylem gösteren gruplar, bu grupların her türlü ihtiyaçları ve örgüte para, silah vs. gibi lojistik destek sağlamakla görevli gruplar ve yönetici kadrolar, her örgütün şemasında bulunurlar. 

Silahlı mücadele yürüten teröristler, kendilerini hücresel birimlerle organize ederler. Hücreler, teröristler tarafından belirli görevleri gerçekleştirmek üzere 
oluşturulmaktadır. Terör örgütleri; hareketin veya partinin doğasından kaynaklanan, sayısı belli olmayan, dağılması oluşmasından daha kolay olan, kendi politika ve programlarına düşman kişilerin örgüt içine sızmalarına ve yıpratıcı çalışmalar yapmalarına açıktır. Bu olumsuzluğu en alt düzeye indirmek için, terör örgütleri göreceli olarak küçük ve gizliliğe önem veren bir yapılanmayı tercih etmektedirler. 

Hücrelerin çekirdeğini, arkadaşlık, evlilik, iş gibi ilişkilerin içinde iyi tanıyan bir grup insan oluşturmaktadır. Bu çekirdek bir grup sempatizan ile çevrelenir. 

Bu insanlar birlikte gösterilerde, protesto mitinglerinde, propaganda araçlarının dağıtımda ve benzeri sokak eylemlerinde yer almaktadırlar. Bu nedenle terörist hücreler başlangıçta sosyal, mesleki, dinsel ve politik düşünceler açısından homojen bir yapı gösteririler ve kendiliğinden bu grubun içinden oluşurlar140. 

Terörist bir örgütün en temel gereksinimlerinden biri de verimli bir idari yapı ve buna destek olacak yapılanmalardır. Terörist liderler destek ve eylem 
üniteleri arasında bir uyum sağlamaya çalışırlar. Yeni üyelerin katılımının ve eğitiminin sağlanması, propaganda faaliyetlerinin yürütülmesi ve güvenli örgüt 
evlerinin bulunması gibi işlevleri gerçekleştiren birimler oluşturulur. Örgütün eylem hücrelerinin varlığı ve sürekliliği bu gibi hizmet birimlerine bağlıdır141. 

Bu birimler eylemden ziyade eylem hazırlıkları için gerekli olan lojistik desteği sağlamak için çalışmaktadırlar. Terörist örgütlenmelerde bu tip görevleri üstlenen birimlere “destek kolu” adı verilmektedir. Bu destek yapılanmalarının bir görevi de örgütün maddi kaynağını oluşturabilmek için finansman bulmaktır. 
Uluslararası bir takım baskılar nedeniyle devletlerin kendi gündeminde olan veya düşman olarak gördüğü diğer bir devletin aleyhine faaliyet gösteren terör 
örgütlerine eskisi kadar mali ve lojistik destek sağlaması mümkün olmamaktadır 142. Bu durum destek kollarının önemi daha da arttırmıştır. Çünkü örgütlerini finanse etmekle de görevli olan destek kolları maddi kaynaklarda sıkıntı yaşamamak için kendi kaynaklarını yaratma yoluna gitmişlerdir. 

Terör örgütlerinin her ne kadar herkesçe bilinen ve örgüte tamamen hükmedebilen bir lideri varsa da, bu liderler tüm kararları kendileri almazlar. 
Örgütün yönetim sistemini “komuta konseyi” adı verilen bir organ yürütür. Bu konseyler kendi programlarındaki askeri ve politik eylemlerin düzenlenmesi, hücre, destek kolu ve diğer birimlerin oluşturulması ve feshedilmesi gibi konularda işlev görmektedir. Terör eylemlerinin askeri ve politik yönden hazırlanması; hedef seçimi, operasyonun planlanması, önceliklerin belirlenmesi oluşturulan komuta konseylerinin sorumluluğundadır 143. Fakat yine de liderin tartışmasız bir konumu ve şahsi olarak kendisine kesin bir bağlılık söz konusudur ve son sözü söyleme yetkisi kendilerindedir. 

Görüldüğü gibi terörist grupların örgütlenmesi genellikle operasyonel faaliyet gösteren (askeri veya politik) hücreler, bunlara her türlü lojistik desteği 
(araçlar, levazımat, enformasyon vs.) sağlamakla görevli olan destek kolları ve bunları oluşturmaktan ve faaliyetlerini düzenlemekten sorumlu olan komuta konseyi denen yönetim birimlerinden oluşmaktadır. Terörist örgütlenmelerin yapılanmalarında gizlilik esastır. Lidere ve yöneticilere sıkı bağlılık vardır ve bu 
lider kadrolarının hemen altında ise oluşturulan hiyerarşik yapı gereği bölge, il ve birim sorumluları vardır 144. Terörist gruplar bu şekilde örgütlenerek bütün üyelerinin kesin ve sürekli bir işbirliği içerisinde çalışmasıyla eylemsel faaliyet gösterebilecek duruma gelebilmektedirler. Bu işbirliği ve düzen ortamını sağlamak için yönetici sınıf katı bir disiplin uygulamaktadır. Hiyerarşik bir düzen içerisinde oluşturulan tüm birimlerin uyması zorunlu olan katı kurallar vardır. 

Bu kurallara uymayanlar ise gerek terör örgütlerinin kendi içlerinde kurdukları mahkeme benzeri yapılanmaların kararları gereği, gerekse hiyerarşik üstleri tarafından ölüm cezasına kadar varabilen çok sert cezalarla cezalandıra bilinmektedir. 

Bu şekilde sert bir hiyerarşik yapı ile örgütlenen terörist gruplar, şiddet uygulayarak politik hedefine ulaşmak için öncelikle illegal bir parti kurarlar. Bu parti ideolojilerinin temel bütünlüğünü sağlamak ve onu savunmak için emir komuta sistemi çok iyi çalışan bir parti mekanizması olmalıdır. Bu örgütün siyasi söylemini dillendirmesi açısından önemlidir. Daha sonara merkez komite denilen yönetici kadrolar oluşturulur. Bu merkez kadrolar her şeyden önce terör ve şiddeti ve zoru kullanmak üzere bir silahlı güç, bir ordu oluştururlar. Bu ordu oluşturulduktan sonra halkı yıldıran ve korkutan eylemlere başlanması gerekmekte dir. Bu eylemler sırasında devlete karşı halkı da yanına çekmeyi amaçlayan silahlı silahsız yoğun bir propaganda yapılır. Daha sonra kendi tarafına çektiği insanlarla davalarını devam ettirebilmek için bir de legal yapılanma kurulur. Bu legal yapılanma terörist örgütün ve ideolojinin siyasi arenada propagandasını yapmakla görevli olacaktır 145. 

Tüm terörist örgütler kendilerine yandaş bulabilmek için bir ideolojik amaç oluşturmaya mecburlar dır. Çünkü insanları terörist yapan şey, ne devletlerin yanlış politikaları ne de insanın sosyo-politik, sosyo-ekonomik durumudur. Tabii ki bunlarda belli bir ölçüde insanların terörist olmasında etki eden faktörlerdendir. 
Fakat insanları hayatları pahasına mücadeleye iten asıl sebep o davaya olan inançlarıdır. Belirgin bir dava uğruna mücadele etmek, insanı üst bir nosyona hizmet ettiği yönündeki düşüncesini geliştirmektedir. Belli bir amaca dönük eylemeleri içeren bir örgüt ise bu tip adanmış insanların birleştiği bir organizma görüntüsü verir. 

Bu ideoloji örgüt elemanlarının örgüte sıkı sıkıya bağlanmalarının yanında yenin eleman kazanma yolunda da örgütün vazgeçilmezidir. Fakat her ideoloji insanlar üzerinde böyle bir etki bırakmaktadır. İnsanlar üzerinde inandırıcılığın artması için belirlenen ideoloji ve amacın geniş kitlelerce bilinmesi ve bu uğurda savaşılması gerekmektedir. 

Terörizm daha çok sanayileşme insanın keşfettiği mücadele tarzının fikri kısmıdır. Terör ve terörizmin tarihi iki bin yıl öncesine kadar ilerlese de “modern 
terörizm” olarak adlandırılan olgunun stratejileri bakımından modern çağın bir ürünü olduğu gözlemlenmektedir 146. Modern terörizmde, terörist örgütlerin motivasyonunu oluşturan dört dalga vardır. Prof. Rapaport, modern terörizmi anarşist, sömürge karşıtı, yeni sol ve dini olmak üzere dört dalgaya ayırmıştır. ‘Anarşist dalga’, ilk küresel veya tarihte gerçekten ilk uluslararası terörist deneyimi olmuştur; üç benzer, birbirini takip eden ve birbirinin üstüne gelen dalga bunu takip etmiştir. ‘Sömürge karşıtı dalga’, 1920’lerde başlamış ve yaklaşık 40 yıl kadar sürmüştür. Sonra bugün sadece birkaç grubun Nepal, İspanya, İngiltere, Peru ve Kolombiya’da halen faal olduğu ‘Yeni Sol dalga’ yirminci yüzyıl sona ererken ortadan kalkmıştır. Son olarak 

20. Yüzyılın sonlarına doğru da bir ‘dini dalga’ ortaya çıkmıştır147. Bu dalgalar görüldüğü gibi dönemlerinin başat ve yeni gelişmekte olan ideolojileridir. Büyük bir insan grubu içerisine yayılmış bu ideolojiler bütün dünyaya sesleri duyurmak, haklı olduklarını ilan etmek ve istedikleri siyasi üstünlüklerin gerçekleşmesi amacı ile silahlı propaganda yolunu izleyerek terörist stratejileri kullanmışlardır. 

Bu terörist dalgaların oluşmasında hiç şüphesiz dünya genelinde varolan uluslararası politikaların da rolü büyüktür. Dünya savaşları, sanayileşme hareketleri, iki kutup arasında geçen soğuk savaş süreci terörizmi oldukça etkilemiştir. Özellikle iki kutuplu dünya düzeninde, kutupların birbirleriyle sıcak temasa geçmesindense, birbirlerine karşı diğer küçük devletleri ve terörist organizasyonları kullanarak üstünlük sağlama girişimleri terör örgütlerinin güçlerini arttırmalarına sebep olmuştur. 

Soğuk savaş döneminde SSCB’nin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) Afganistan’ı işgaline karşı desteklenen terörist gruplar güçlerini arttırmış ve 
günümüzün en tehlikeli organizasyonu haline gelmişlerdir. Soğuk savaş döneminde “Dünya’yı yönetme politikalarının” beşiği olan Ortadoğu coğrafyasında yaşanan dengesiz gelişmeler, kutupların terör organizasyonları daha fazla desteklemesine yol açmıştır. Ortadoğu coğrafyasında meydana gelen terör olayları her geçen gün artmış ancak destek aldığı veya destek için kullandığı ideoloji değişim göstermiştir. Bir dönem sosyalist, bir dönem milliyetçi özellik gösteren terör örgütleri, daha sonra artan şekilde dini fanatizm ideolojisi ile motive edilmeye başlanmıştır.148

 Soğuk savaş döneminde özellikle Ortadoğu coğrafyasında etkinlik gösteren terör örgütleri, taraf oldukları devletlerin şemsiyesi ve destekleri altında kendilerini güvende hissetmişler; soğuk savaş sürecinin sona ermesi ile de adeta açıkta kalmışlardır. Ancak bu süreç çok uzun sürmemiş ve ABD’nin ben merkezli 
politikaları tepkisel süreci başlatmakta gecikmemiştir. Bu defa devletler değil tabandan gelen ve soğuk savaş döneminde devlet desteği ile güçlenen örgütler ön plana çıkmaya başlamıştır. Teknolojinin sunduğu avantajları kendi kazanımlarına çeviren örgütler, yeni düzenin söylemlerini mağduriyet merkezli ajite ederek, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından sonra hareketliliğini arttırmak suretiyle liderliğini Usame Bin Ladin’in yaptığı El – Kaide örgütü çatısı altında birleştirmeye başlamışlardır 149. Bu örgüt ise 11 Eylül 2001 tarihinde ABD topraklarına yaptığı saldırılarla tüm dünyaya meydan okuyarak yeni bir terörizm dalgasının sayfalarını açmıştır. Küresel terör olarak adlandırılan bu olgu ise diğer terör türlerinin öngörülebilir eylem, istek ve amaçlarından tamamen farklılık göstererek; gözle görülmeyen, kaotik, akıl dışı bir kıyamet terörizmi oluşturmuştur 150. 

7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***