11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYE YE YANSIMALARI., BÖLÜM 1
11 Eylül 2001’den itibaren ABD’nin küresel ve bölgesel politikasında meydana gelen farklılaşmalar ve buna bağlı olarak önce Afganistan’ın arkasından Irak’ın işgali ile gerek bölgesel politikada gerekse global politikada meydana gelen köklü değişiklikler çalışmamızın hazırlanmasında belirleyici motivasyon unsurları olmuştur.
Çin ve Hindistan’la birlikte Ortadoğu, dünyanın en eski kültür ve uygarlık merkezlerinden biridir. Ortadoğu tarih boyunca birçok devletin hedef coğrafyası olmuştur. Bunun nedenleri ise; eski dünyanın tam orta yerinde olması, kavimler in geçiş bölgesinde bulunması, uygarlığa elverişli doğal yapısı ve bunun sonucu olan zenginliğidir. Bu anlamda Ortadoğu coğrafyasında yönetimler ve yöneticiler, dinler ve inananlar, toplumlar ve kültürler sürekli bir değişim ve dönüşüm içerisinde olmuşlardır.
Farklı siyasi ve dini akımlar beraberlerinde bölgeye farklı etnik, dini ve kültürel yapıları getirmişlerdir. Bu durum tarih boyunca hep devam etmiştir. Bugün de devam etmektedir. Değişim ve dönüşüm, tarihi ve toplumsal geçmişin bir birikimi olarak Orta doğu için adeta karakteristik bir özellik olmuştur. Çalışmamızın ana konusu olan Büyük Orta doğu Projesi (BOP) girişimi de bu
bölge karakteristiği çerçevesinde değerlendirilebilir.
ABD’nin Ortadoğu’ya olan ilgisi 1920’li yıllarda başlamıştır.1920’lerde Ortadoğu’da petrolün bulunması ile birlikte ABD petrol şirketleri çıkarılan petrolden pay alabilmek amacıyla bu bölgeye ilgi göstermeye başlamışlardır. Ancak ABD’nin bölgeye hem politik hem de askeri olarak asıl ilgisi II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlamıştır.
ABD, Truman Doktrini ile 1947’de Soğuk Savaş’ın kendisi için de başlamış olduğunu ilan etmiş ve Komünist tehlike karşısında özgür ulusları koruma kararlılığında olduğunu deklare etmiştir.1957’de Eisenhower Doktrini ile bunu bir adım ileri götürerek uluslararası komünizmin tehdidi ile karşı karşıya olan uluslara, istemeleri durumunda doğrudan askeri yardımda bulunabileceğini
açıklamıştır. Ancak bu müdahaleci politikanın Vietnam’daki olumsuz sonuçları üzerine 1968’de işbaşına gelen Nixon’ın adıyla bilinen Nixon Doktrini ile bundan sonra bölgesel çatışmalarda Amerikan askeri kullanılmayacağını açıklanmıştır.
Ancak Nixon Doktrini bağlamında izlenen politika bloklar arası ilişkilerde yumuşamayı ve beraberinde getirmişse de 1970’li yılların sonunda meydana gelen İran devrimi, Afganistan işgali, Nikaragua’da Somoza yönetiminin devrilmesi, Somali ve Güney Yemen’de Marksist rejimlerin işbaşına gelmesi, ABD’nin 1980’de Carter Doktrini adıyla müdahaleci politikaya yeniden geri dönmesine yol açmıştır.
Söz konusu politika öncelikle Orta Doğu için düşünülmüşken, Reagan ile beraber Amerikan çıkarlarının tehdit edildiği tüm bölgeleri kapsayacak şekilde genişletilmiştir. 1979 devrimi ve arkasından gündeme gelen rehine krizinin etkisiyle İran’la 1980’de yollarını ayıran Washington yönetimi, SSCB’nin yanı sıra bölgenin güvenliği ve kendi çıkarları için İran’ı da tehdit olarak görmeye başlamıştır. 1990’da SSCB’nin dağılmasına karşılık Irak’ın yeni bir tehdit unsuru olarak görülmesi üzerine Clinton yönetimi bu iki ülkeye karşı “çifte çevreleme” politikasını uygulamaya başlamıştır.
Genel olarak, Soğuk Savaş süresince Orta Doğu, iki kutuplu dünya düzenin politikalarına uygun olarak kutuplar arasında güç mücadelesinin yapıldığı bir bölge olmuştur.
Çalışmanın birinci bölümünde Soğuk Savaş sonrası dönem genel olarak değerlendirilmiş ve ABD’nin bu yeni dönemde izlediği dış politika incelenmiştir: II. dünya savaşı sonunda ABD ve SSCB iki yükselen yeni süper güç olarak ortaya çıkmış ve iki kutuplu bir dünya düzeni kurulmuştur. Bu yeni düzenin genel özelliklerine bakıldığında, dünya ülkeleri iki kampa ayrılmıştır:
liberal demokratik ülkeler Batı bloğu ve Komünist ülkeler Doğu Bloğu olarak ortaya çıkmıştır. Bu iki kutupluluk, beraberinde farklı askeri ve ekonomik güç örgütlerini de getirmiştir. Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri askeri örgüt olarak NATO çatısı altında biraraya gelirken, Sovyetler Birliği ve onun etkisi altındaki Doğu Avrupa ülkeleri Varşova Paktı’nı kurmuşlardır. NATO ve Varşova paktlarının sahip oldukları nükleer güç nedeniyle her iki taraf da dünya düzenini değiştirmeye yönelik herhangi bir girişimde bulunmaktan kaçınmışlardır. Dehşet dengesi adı verilen bir sistematik içerisinde iki blok arasında yoğun düşmanlık
yaşanmasına rağmen, sıcak bir çatışma gerçekleşmemiştir. 20.yüzyıla damgasını vuran bu kutupluluk ve Soğuk Savaş, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöktüğünün resmen açıklanmasıyla sona ermiştir. 1985 yılında Sovyetler Birliği’nde işbaşına gelen Gorbaçov’un, ülkenin ekonomik açıdan ilerlemesi için başlattığı Glasnost (açıklık) ve Perestroika (yeniden yapılanma) politikalarının
kaçınılmaz sonucu olarak, önce ülke içindeki muhalefetin sesini yükseltmesi ve sonra da uydu ülkelerdeki (Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Doğu Almanya) bağımsızlık girişimlerinin başarılı olması sonucu, 70 yıl boyunca süren sosyalist sistem ve dolayısıyla Sovyetler Birliği dağılmıştır. 1991 yılının Aralık ayında Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın “Bağımsız Devletler Topluluğu”nu kurduklarını deklare etmeleriyle birlikte Sovyetler Birliği tarihe karışmıştır. Uluslararası sistem, Sovyetler Birliğinin dağılması sürecinin sonunda başka bir görünüm kazanmıştır.
20.yüzyılın son 10 yılında meydana gelen köklü değişiklikler ve gelişmeler, şimdiki duruma ve geleceğe yönelik birtakım kavramları da beraberinde getirmiştir.
Bu yeni dönemin en önemli özelliklerinden biri küreselleşmenin daha önce hiç olmadığı kadar hız kazanmış olmasıdır. Küreselleşme tüm sorunların ve çözümlerin bireysel boyutta etkilerinin birlikte yaşanmasına yol açmıştır. Dünyanın herhangi bir yerinde söz konusu olan bir güvenlik sorunu ya da bir toplumsal, siyasal ve ekonomik sorun, ilgili bölgeye veya ülkeye özgü kalmamakta, bundan tüm insanlık belli derecelerde ama bir şekilde etkilenmektedir.
Küreselleşme beraberinde açık toplum, demokrasi, insan hakları, liberalizm gibi kavramları evrensel değerler haline getirmiştir.
Yeni dönemde tehdit algılamaları da değişmiştir. Soğuk savaş sonrası dönemin, Soğuk Savaş süresince varolan fakat iki kutuplu sistemin iç dinamiklerinden dolayı su yüzüne çıkmayan sayısız mikro problemin dünya toplumlarına ve siyaset tablosuna yerleşmesini de beraberinde getirdiği görülmektedir.
Toplumlar arasındaki, Kültürel, tarihi, dini ve iktisadi kökenli ayrılıklar, çatışma potansiyelleri ile birlikte kendini göstermiştir. Ayrıca, terörizm başta olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, kitlesel göç hareketleri, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı, çevrenin korunması gibi konular küresel güvenlik sorunları olarak ortaya çıkmıştır. Biyolojik ve kimyasal silahların yayılması, sadece devletlerin değil, terör örgütlerinin de kolayca sahip olabilmesi olasılığı, tehdit ve caydırıcılık gibi kavramların anlamlarının yeniden tanımlanmasını beraberinde getirmiştir.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliğinin ortadan kalkmasının ardından ABD, dünya politikasına hâkim yegâne küresel güç olarak kalmıştır. Yani Sovyet Bloğu’nun çökmesiyle ABD bir anda global sistemin tek süper gücü haline gelmişti. Amerika bu dönemi “Yeni Dünya Düzeni” olarak görmüş ve ABD’nin düşlediği dünya sistemi ve sistemin onun egemenliğinde şekillenmesi talebinden hareketle, Pax Americana, yani “Amerikan Barışı” olarak isimlendirmiş tir. Yeni Dünya Düzeni, ABD’nin dünya üzerindeki askeri, siyasi, diplomatik, hukukî, teknolojik, iktisadi ve ticari üstünlüğünü içermekteydi. Kavramın hareket noktası, dünya üzerindeki tek süper güç olarak ABD’nin, dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir krize müdahale edebileceği ve ağırlığını koyabileceği iddiasına dayandırılmıştır. Yeni dünya düzeninde her şey, ABD’nin gözetiminde yürüyecektir ve bu düzeni bozmaya yönelik her harekete müdahale edilecekti.
ABD, yeni dünya düzenini kendi istekleri çerçevesinde oluşturabilmek ve ortaya çıkan bu yeni tehditleri etkisiz hale getirebilmek amacıyla politikalar belirlemeye başlamıştır. Liberal Demokrasi, evrensel barış, İnsan haklarına saygı gibi kavramlar ABD’nin Yeni Dünya Düzeni’nde kullanabileceği kavramlar olmuştur. Yeni dünya düzeninin itici gücü olarak da küreselleşme ve oluşturduğu fırsatlar ön plana çıkmıştır. Bu nedenle Amerika küreselleşmenin önündeki engellerin kaldırılmasını bir ulusal güvenlik konusu olarak ilan etmiştir.
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin Washington ve New York kentlerine yönelik terör saldırılarının ardından, kısaca asimetrik tehdit olarak adlandırılan ve uluslararası sistemde terörist gruplar gibi küçük aktörlerin büyük güçlere ağır kayıplar verdirmesini ifade eden yeni tehlike, dünyanın tek süper gücü olan ABD’nin güvenlik politikalarının da yeniden tanımlanmasına neden olmuştur.
ABD’nin yeni tehdit algılamalarında terör ilk sıraya yerleşirken, eskiden beri teröre destek veren ülkeler de düşman olarak nitelendirilerek bunlarla acımasızca mücadele edileceği açıklanmıştır.11
Eylül terör kavramının nedenli önemli olduğunu, terör örgütlerinin neler yapabileceğini ortaya koymuştur. Terör saldırılarından sonra Eylül 2002’de yayımlanan Ulusal Güvenlik Stratejisiyle ortaya konan “önleyici müdahale” kavramı ABD’ye henüz saldırı gerçekleşmeden mevcut bir tehdit durumu yada ihtimaline karşı harekete geçebilme yetkisi vermiştir. Saldırılar sonrasında Amerikan yönetimi terörle mücadele kapsamında uluslararası alanda işbirliği arayışına girmiş ve büyük oranda sağlanan konsensüsle birlikte, terörizmle mücadele çerçevesinde Afganistan müdahalesi yapılmıştır. Irak’taki rejimin değiştirilmesi ve bu ülkenin kontrol edilebilir bir yapıya dönüştürülmesi amacıyla da, uluslar arası konsensüs olmamasına rağmen, Önleyici saldırı doktrini çerçevesinde bu ülkeye müdahale etmiştir.
İkinci bölümde Büyük Ortadoğu Projesi’nin Ortaya konulması ve ABD’nin bu projedeki amaçlarına yer verilmiştir: 11 Eylül saldırılarının ardından uluslararası teröre karşı “küresel bir güvenlik anlayışı” benimseyen ABD, tüm kurumları ile Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması çalışmalarına başlamıştır. Bu yaklaşımdan hareketle ABD, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bilinen projeyi geliştirmiş ve uygulayacağı politikalar çerçevesinde, gerektiğinde askerî güç kullanmak da dahil olmak üzere, demokrasinin oluşturulması ve geliştirilmesi adı altında çeşitli yöntemlerle bu bölgelerde hakimiyet kurmayı amaçlamıştır.
Büyük Orta Doğu adı verilen bu coğrafyanın Akdeniz’den Afganistan ve muhtemelen Pakistan’a kadar uzanan bir alanı kapsamasının öngörüldüğü
değerlendirilmiştir.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***