15 Şubat 2020 Cumartesi

Medeniyetin Ortak Paydasında İnsan olmak: Yeni bir Bilimsel algı Çerçevesi, BÖLÜM 1

Medeniyetin Ortak Paydasında İnsan olmak: Yeni bir Bilimsel algı Çerçevesi, BÖLÜM 1 





Niyazi KARASAR 
Maltepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü 
niyazikarasar@maltepe.edu.tr 

Giriş 

“Nasıl bir insan” sorusu, insanlık tarihi kadar eskidir; verilen cevaplar ise öznel ve muhteliftir. Herkes, kendi “beğenisine” uygun insan tipi arayışı içindedir. Bu durum, bir arada yaşamak isteyenlerin “ortak algı” oluşturmada dikkate almak zorunda oldukları bir olgudur. 

Geleneksel toplumlarda hayat nispeten durağandı; algılanan problemler ve çözümleri de yereldi; hemen her şey yakın çevrenin gelenek ve görenekleri 
içinde çözülebiliyordu; yeni nesillerin bunları “emsal” alması yeterliydi. Problem ve çözümlerdeki yerellik, kaçınılmaz olarak, farklı insan tiplerine yol açsa da, bu durum günlük hayatta fazla rahatsızlık yaratmıyordu. 

Ulaşım ve haberleşmenin baş döndürücü bir hızla ilerlediği; insanlar arası etkileşimin çoğalıp yoğunlaştığı; yerel, bölgesel, ulusal ve uluslar arası 
birlikteliklerin yaygınlaştığı; kalabalıklar halinde birlikte yaşama sözleşmelerinin adeta zorunluluk olduğu bir dünyada “nasıl bir insan” sorusuna verilebilecek 
cevap da karmaşıklaşmıştır. Ortak ölçütlü algı ve uygulamalara ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. 

Bu bağlamda, bütün insanlığın birikimli ürünü olarak, tarihten süzülüp gelen ve insanlığı barış ve refah içinde birlikte yaşatmayı hedefleyen 
bir “medeniyet” algısı ve bunun gerektirdiği bir insan tipinden söz etmekte yarar vardır. Böylesi bir insan olmanın en ayırıcı özelliği, galiba, hayatı 
bir bütün halinde kuşatan “algısal irade kaynakları” üzerine inşa edilmiş bütüncül bir bilimsel algı çerçevesine sahip olmaktır. Bu yeterliklere sahip 
olmaya, adeta “kurucu ortak” anlamında, “medeniyetin ortak paydasında insan olmak” da denilebilir. 

Ne var ki, özellikle kendini nesnel dünya ile sınırlı hisseden “pozitivist felsefe” üzerinden yapılan eleştirilerle gündeme taşınan bilimsel ve dini 
olgu, bulgu, kabul ve telkinlere rağmen, henüz bu yönde bütüncül bir algı çerçevesi geliştirilip hayata yansıtılabilmiş değildir. Doğuştan “problem 
çözme” yeterliğine sahip olan insanın arzu edilen bu yetkinliğe nasıl ulaştırılacağı ve bunda eğitim sisteminin muhtemel rolünün ne olacağı önemle 
tartışılması gereken konulardır. Burada böyle bir varsayımla hareket edilerek, çözümün muhtemel ipuçları olabileceği umulan düşünme gıdaları üretilmeye 
çalışılmıştır.1 

Algısal İrade Kaynakları 

Nesnel ve öznel yönleriyle bir bütün olan ve belki en ayırıcı özelliği problem çözmek olan insan, kendi karar süreçlerinde, farklı algısal irade kaynaklarından 
yararlanmaktadır. Yazar, bunlara “medeniyetin ortak paydasının algısal irade kaynakları” demeyi uygun bulmuştur. 

Bu bağlamda, herkesin farklı ölçülerde başvurduğu dört algısal irade kaynağından (Şekil 1) söz edilebilir.2 Bunlar: 

1.İlahi irade algısı 
2.Toplumsal irade algısı 
3.Bireysel irade algısı ve 
4.Bilimsel irade algısıdır. 

Herkes, kendi karar süreçlerinde, içinde bulunduğu ortam ile sahip olduğu 
yetişmişlik tür ve düzeyine göre farklılaşan ağırlıklarla bu irade kaynaklarından 
yararlanmaktadır. 

Bunlar, kişinin hayattan edindiği öznel gerçeklik algılarıdır; yani gerçeğin 
bizzat kendisi değil, öznel birer tahayyülüdür. Bu nedenle, edinilen her 
bilgi öznel, eksikli, geçici ve olasılıklı yapıdadır. Bu özellikleri nedeniyle 
de eleştiriye açıktırlar. 

Algılar, bilişsel niteliktedir; doğuştan gelen “genetik” özellikler ve duyusal 
yeterlikler yanında, içinde bulunulan sosyal, psikolojik, dini, ekonomik, 
fizik vb koşulların bir ürünüdür. Bu durum, bireysel ve toplumsal farklılaşmaları 
kaçınılmaz kılarken, herkese bir tür “yanılabilme özgürlüğü” de 
verir! 

Bu algısal gerçekliklerin kendi aralarında sürekli bir etkileşim halinde 
oldukları, bir anlamda birbirlerine “ihtiyaç” duydukları ve bu şekilde daha 
güçlendikleri de söylenebilir – örneğin, dini algı ve uygulamaların entelektüel 
ilgi alanına girmesiyle, muhtemelen, dinin “gerçek” kimliği ile nihai 
amaç odaklı algılanması kolaylaşacak; insanların inanma ihtiyaçlarının istismarı 
da önlenebilecektir! 

Bir yandan çağdaş bilim anlayışındaki Kuantum algısal dönüşümü ile 
yaşanan olasılıklı algı ve bir yandan da hayatın “bütünselliği” anlamında, 
geleneksel “bilim” algısının dışında kalan alanların giderek daha belirgin 
şekilde gündeme gelmesiyle, problem çözmede algısal irade kaynakları üzerinden “ortak ölçütlü” bir arayışın etkinleştirilmesi acil bir ihtiyaç olmuştur. 



Şekil 1. Algısal İrade Kaynakları 

Bir toplumda, algısal irade kaynakları bilincine sahip bireylerin çokluğunun, 
medeniyetin ortak paydasında, barış içinde birlikte yaşama sözleşmesi 
yapmayı kolaylaşacağı umulmaktadır. 

İlahi İrade Algısı 

Pek çok insan için, temel bilgi kaynaklarının başında “vahiy” ile yansıdığı 
varsayılan İlahi irade algısı gelir. Bu algı, varoluşun Rabce açıklaması an-
lamındaki bir kabulü, “kutsalı”, “külli irade”yi temsil eder. İnançlı bir Müslüman 
için “ilk neden” Allah iradesidir. Her şey O’nun iradesi ile olur. Bu, İslam’ın temel iman esasıdır. Muhtemelen, bu iradeye tümü ile ulaşmak ya da O’nu temsil etme iddiasında bulunmak mümkün değildir. Buna, Allah’ın zatı ile beraber bulunan mutlak ve yaratılmış olanın bilgisine benzemeyen “kadim ilim” de denmektedir.3 Farklı inanç ya da inançsızlık alanlarında Allah kavramı ile ifade edilmese bile, hemen herkesin zihninde, iradesinin “ilk ve mutlak” olarak algılandığı bir güç vardır! 

Bir algıya göre, ilahi iradenin insanlara yansıması “doğrudan” (sözsüz, 
gizli) ve “dolaylı” (sözlü, açık) şekillerde olmaktadır. Bunlara temelde “vahiy” 
denilebilir.4 Doğrudan ya da sözsüz (gizli) vahiy, yaratılanın özel irade 
ve gayreti olmaksızın doğuştan sahip olduğu ve bu anlamda Yaratıcının 
doğrudan transfer ettiği kabul edilen akıl, duyusal algı, sezgi, gönül, 
vicdan, refleks ve doğal tepki gibi adlarla da anılan potansiyel güç olarak 
algılanabilir. Buna “standart donanım” anlamında “zorunlu ilim” de denilebilir. 

Dolaylı ya da sözlü (açık) vahiy ise, özel görevli elçiler (peygamberler) 
aracılığı ile ulaştırılan; muhtemelen, evliya vb Allah dostu kişilerin de yardımı 
ile kuramsal ve uygulamalı olarak, insanlara tebliğ edilen mesajlardır. 

Bunlar, yaratılan sistemin sağlıklı işlemesini temin edecek kurallar demeti 
anlamında bir tür “işletim kılavuzu” (kutsal kitaplar) olarak algılanır – Kur’an, İncil ve Tevrat gibi. 

İster doğrudan ister dolaylı olsun, İlahi irade’nin insandaki algısı, bire-bir 
bir mutlaklık ve eşitlik ile değil, kişiden kişiye farklılaşan bir idrak olan “inanç” iledir. Bu nedenle, kişinin “ilahi irade” adına edindikleri sadece algısal gerçekliklerdir. Bunun en somut kanıtı, kişiden kişiye değişen “mutlaklık” 
algısının yaygınlığıdır. Zira dini mesajların tebliğ ve algılanışlarında, içten ya da çıkara dayalı farklılaşmalar, çeşitli din, mezhep, tarikat vb oluşumlara neden olmuştur. Kuşkusuz, bu da yaradılışın bir “giz”i olsa gerek. 

Bu kadar sınırsız yaratma ve yönetme gücü olduğu kabul edilen Allah, herhalde 
dileseydi, algılanışta da “algılama birliği” sağlayabilirdi! Bunun yerine, 
insanların önüne, adeta, “ulaşılmak için yarışılan” bir hedef konmuştur. 
Belki, yaşamın itici gücü de budur; zira her şey bilinir olsaydı, uğraşın da bir 
amacı kalmayabilirdi! 

İnsanlar birçok konuda ilahi irade algılarına göre yaşamaya çalışırlar. 
Tevhidi algıya göre, bütün ilahi iradeler benzer hedefler ve benzer mesajlar 
veriyor olsalar da herkesin kendi ilahi irade algısına göre kabul edilmiş 
ve başarılı sonuçlar vermiş “doğruları” vardır. Ayrıca, bunlardan bağımsız 
(“inançsız”) olarak yaşamaya çalışanlar da vardır. Medeni dünya, sürekli 
olarak, bütün bu farklılıklara rağmen, insanları barış içinde bir arada yaşatmanın yollarını aramış ve sınırlı çevrelerde başarılı düzenlemeler de yapabilmiştir. 

Evrensel ölçekte başarı henüz bir hayal olarak gerçekleştirilmeyi 
beklemektedir! 

Bu algısal gerçeklikleri veri kabul eden bir bilimsel algı çerçevesi, özlenen 
toplumsal yaşam için önemli kazanımların yolunu açabilir. Bu şekilde, 
mevcut algı ve uygulamaların karşılıklı anlaşılabileceği; en azından bilimin 
geçerlik ve güvenirlik süzgecinden geçirilerek özdeki benzerliklerin fark 
edilebileceği; “ortak ölçütler” konulup, toplumsal düzenin inşasında ilahi 
iradenin de öngördüğü belli doğrulardan yararlanılabileceği5; ayrıca, farklılıklar 
ile birlikte de yaşanabileceği daha iyi anlaşılabilir. Böylece, herkesin 
kendisini hem bağımsız hem bir bütünün parçası olarak göreceği bir aidiyet 
duygusuna sahip olması; bu bağlamda, kendini başkalarının mutluluğu için 
de sorumlu kabul ettiği bir hayat felsefesinin yaygınlaşması kolaylaşabilir. 
Aslında, bütün bunların İslam’ın kapsayıcı ve zorlama öngörmeyen orijinal 
algı ve uygulamaları ile de teşvik edildiği söylenebilir. 

Bireysel ve toplumsal karar süreçlerinde etkili irade kaynaklarından biri 
de örf, adet, felsefe vb kabullerden oluşan toplumsal irade algısıdır. Kişi, 
içinde yaşadığı çevrenin algı ve uygulamalarından önemli ölçüde etkilenilir; 
hayata adeta bu “algı çerçevesi” ile bakar, hemen her şeyi bu açıdan değerlendirir. 

Birçok şey, ciddi bir “doğruluk” (geçerlik) denetimine tabii tutulmadan, 
çevrenin alışkanlıkları doğrultusunda sürdürülür. Geleneğin ölçütü, 
zaman içinde, başkalarınca oluşturulan emsal olgusudur. Bir problemle 
karşılaşıldığında, çözüm için, öncelikle toplumda egemen olan algı çerçevesi 
işletilerek, benzer durumlardaki eski uygulamalar örnek alınır. Böylece, kararda, 
bilinenin ötesinde bir risk alınmamış olur! Eskiden var olan her uygulama 
ya da algılama, “haklı bir gerekçesi olduğu” ya da en azından ciddi 
bir “risk taşımadığı” değerlendirmesi ile kabul edilip sürdürülmek istenir. 

Ancak, bizzat hayatın kendisi bir değişim ve risk’tir. Artan bilgi ve gelişen 
teknoloji, insan yaşamını önemli ölçüde etkilemektedir. O kadar ki, karşılaşılan 
problemler ve sorulan sorular aynı da olsa, çözümler ve verilecek 
cevaplar zamanla değişebilmektedir! 

Toplumsal iradenin yansıması olan örf, adet, gelenek ya da felsefe’nin 
oluşumunda “otorite” olarak algılanan kişi ve kurumların önemli rolü vardır. 
Bu süreç, çoğu zaman, toplumda “otorite” figürü olarak, belli konularda 
karar verme yetkisi ya da yeteneği olduğu kabul edilen kişi ya da kurumlara 
başvuru şeklinde de işleyebilmektedir. Çocuk için, anne ve baba; bir bakan-
lık çalışanı için siyasi irade olan Bakan; bilimde, dinde, felsefede ve sanattaki 
yeterlikleri nedeniyle belli yetkilerle donatılmış bilim adamı, din adamı, 
fi lozof, sanatçı vb kişiler ile yine toplum tarafından belli yetkilerle donatılan 
kurumlar otorite olarak işlev görebilirler. Bunların bireysel ya da kurumsal 
görüş ve önerileri “doğru” ya da doğruya en yakın gerçekler olarak kabul 
edilip uygulanmaya çalışılır. Ancak, genellikle, aynı konuda farklı otoriteler 
ve farklı yorumlar ortaya çıkar ve hangisinin “gerçek” kabul edilebileceğine 
karar vermek güçleşir. Örneğin, inanç alanında çeşitli dinler; aynı din içinde, 
aynı Kutsal’a bağlı çeşitli mezhep ve tarikatlar ayrı ayrı “doğruluk” ya 
da “üstünlük” iddiasında bulunabilmekte; bunların önderleri, pek çok kişi 
tarafından otorite olarak algılanıp, oluşturdukları algı ve uygulamalar
 “sorgusuz” izlenebilmektedir! Aynı şey farklı felsefi ve siyasi görüşler için de 
geçerlidir; her birinin kendine özgü kabul ve kuralları vardır. 

Toplumsal hayatı anlama ve yönetmede, bu gerçekliklerin, ne kadar öznel 
olursa olsunlar, bir şekilde çalışılıp dikkate alınması gerekir. Bunlar içindeki 
sınanmış başarılı örnekleri başkaları da kullanabilir. Tıpkı ilahi irade algısında 
olduğu gibi, yeni bir bilimsel algı ile toplumsal hayatı anlama ve yönetmede, 
barış içinde birlikte yaşama ve başarmanın ortak ölçütlerini bulmak 
kolaylaşacaktır. 

Bireysel İrade Algısı 

Karar sürecinde yaygın olarak kullanılan algısal irade kaynaklarından 
belki en önemlisi ya da en yaygın olarak kullanılanı bireysel irade algısıdır. 
Bireysel irade algısı, yaradılışta, İlahi irade’nin “sözsüz vahiy” yansıması 
olarak, kişide var olan potansiyelin eğitim, kültür vb pek çok toplumsal ve 
çevre faktörlerinin de katkısı ile edinilen algısal gerçekliklerdir. 

Kişi, çoğu zaman, kendi bireysel irade algısı ile hareket eder; en çok ona 
güvenir. Ancak, ortak karar almada farklı kişilerin bireysel irade algıları arasında 
bir uzlaşı sağlama hiç de kolay değildir! Zira bireysel irade algıları 
hemen her zaman özneldir; hangi öznelin daha “geçerli” ve daha “güvenilir” 
olduğunu söylemek güçtür. Herkesin özneli “kendince doğru”dur – örf 
ve adetler ile inanç ve etnik yapı farklılıklarındaki uzlaşmaz ve çoğu zaman 
yıkıcı olan tutumlar bunun en somut kanıtı olsa gerek. 

Bireysel irade algısının, üç bileşeninden söz edilebilir: akıl/mantık (rasyonalizm) , duyusal algı (empirizm) ve sezgi (gönül gözü).6 Bunların her üçü de doğuştan var olan ve burada “zorunlu bilim” ya da “ilk donanım” denilebilecek bir “öz”ün bileşenleridir. 

Akıl ya da mantık’ta kavrayış, muhakeme ve yargılama vardır; her şey, 
bu amaçla konmuş “kurallar” içinde ele alınır; “gerçekler” bu yolla algılanmaya 
çalışılır; buna “rasyonalizm” de denir. Duyusal algı, beş duyu organı ile edinilebilen “objektif” tespitlerle sınırlıdır; buna “empirizm” de denir; 
“ortak ölçüt” oluşturmak oldukça kolaydır. Geleneksel bilimsel algının en 
çok itibar ettiği veriler bu yolla temin edilir. Bireysel iradede öznelliğin en 
yoğun yaşandığı alan sezgi, sevgi ve “gönül gözü” olarak da ifade edilen 
algılama boyutudur. Çoğu zaman “içimden bir ses bana diyor ki ...” gibi tamamen öznel ve bir başkasına yansıtılamayan algılamalardır, bunlar. İnsan 
hayatında oldukça önemli bir yere sahiptir. Galiba, akıl ve duyusal algılar 
bunun yaktığı ya da yakabildiği ışık ile yön ve etkinlik kazanabilmektedir. 
Sezgi boyutu, özellikle tasavvufi platformlarda son derece belirleyici bir işleve 
sahiptir. O kadar ki, bu bileşenin ihmal edildiği ortamlarda, bir inancın 
geniş kitlelerce kabulü olanaksız gibidir. İnsan hayatındaki önemli yerine 
rağmen, sezgi “ortak ölçüt” oluşturmada yaşanan güçlük nedeniyle geleneksel 
bilimin ilgi ve çalışma alanı dışında kalmıştır. 

Kuşkusuz, bireysel iradenin bu bileşenlerinin karar verme süreçlerindeki 
yoğunlukları kişiden kişiye değişmektedir. Bunlardan her biri kimilerinde 
varlığı ile yokluğu zor belli olan ince bir dere, kimilerinde bir küçük nehir ve 
kimlerinde de kontrol edilemez bir çağlayan gibidir. Hepsinin ortak hedefi, 
adeta, birbirlerini bütünleyen bir arayış içinde, bir yolunu bularak, gerçeklik 
“deniz”ine ulaşabilmektir. 

Bireysel irade algısı, hayatın “olmazsa olmaz”ıdır; insanı insan yapan temel 
öğedir. İnsan, kendi sınırlı tecrübeleri yanında, diğer iradelerin de algılayıcısıdır! 

Ne var ki, bilinen bu gücüne ve vazgeçilmezliğine rağmen, bireysel irade 
algısı ile alınan kararlarda muhtemel hata ölçüsünün bilinemeyişi ile bunların 
düzeltilme sürecinin zaman alıcı ve pahalı oluşu gibi önemli sınırlıkları 
vardır. İnsanlık tarihi bireysel irade algıları ile alınan kararların yol açtığı 
bireysel ve toplumsal gerginlik, ayrışma, çatışma ve yıkımlarla doludur. 

Öz itibariyle “benzersizlik” anlamında “müzelik” olan birey, yaşamın doğal 
akışı içinde, hemen her türlü karar sürecinde kendi öznel irade algısını 
kullanmaktadır. Yerel düzeyden evrensel düzeye kadar etkili olan bu sürecin, 
bireysel ve toplumsal barış ve refah için, bir şekilde yönetilebilmesi gerekmektedir. 

Bu farklılaşmayı kimileri “küreselleşme” kimileri “çok kültürlülük”, 
kimileri de “kozmopolitizm” olarak nitelendirmektedir. Kozmopolit algıda, tüm 
insanlık bir bütün olarak algılanmakta; herkesin herkese karşı 
sorumlulukları olduğu; bunun için inanç ve toplumsal değerlerin de içinde 
yer aldığı bütün farklılıklara saygı gösterilmek zorunda olunduğu varsayılır.7 

  Dördüncü İslam Halifesi Hz. Ali’nin Mısır Valisi Malik Eşter’e verdiği 
görev talimatında8, herkesin “ya dinde kardeş, ya yaratılışta eş” oldukları 
özlü hatırlatmasıyla, bütün insanlara eşit davranılması gerektiği vurgusu 
Appiah’ın “kozmopolitizm” algısı ile büyük benzerlikler taşıyor, hatta belki 
ona kaynaklık da ediyor gibidir. 

Yeni bilimsel algı çerçevesi bireysel irade algılarındaki bu gerçekliği de 
dikkate alacak şekilde yeniden yapılandırılmak zorundadır. 

Bilimsel İrade Algısı 

Bilimsel irade algısı ortak akıl ile ulaşılabilen bir “gerçeklik” algısıdır. 
Temelinde “ortak ölçütlü” bir arayış vardır. Geleneksel algıda ortak ölçüt 
“gözlenebilir ve nesnel” olsun istenir. Bugünkü medeniyetin ulaştığı fizik 
başarılarda bu yaklaşım çok önemli bir yer tutmuştur ve tutmaya da devam etmektedir. 

Bilimsel irade algısına ulaşmada izlenen süreç “bilimsel yöntem” olarak 
nitelendirilmektedir. “Bilimsel yöntem”in belki en önemli özelliği “ortak ölçütlü” 
bir sınama (test etme) süreci oluşudur. Bu süreçte, bireysel akıl ile 
gerçekleşen tahminler “ortak ölçüt” ile sınanarak, “ortak akıl”a ulaşılmaya 
çalışılır. Bu yönü ile bilimsel yöntem süreci, insanoğlunun ulaşabildiği en 
güçlü uzlaşma formülü olarak algılanabilir. 

Bilimsel yöntem, geleneksel beş basamaklı algıya Yazar’ın eklediği raporlaştırma 
ile birlikte, altı basamaklı bir süreç olarak ifade edilebilir. Bunlar: 

1. Güçlüğün hissedilmesi 
2. Problemin tanımlanması 
3. Muhtemel çözümün tahmin edilmesi 
4. Sınayıcı ortak ölçütlerin tespiti 
5. Deneme/sınama (veri toplama) ve değerlendirmenin yapılması ile 
6. Raporlandırılmalıdır. 


Bu süreçler “tanılama–sınama–raporlaştırma” şeklinde gruplandırılarak 
da ifade edilebilir (Şekil 2).9 İlk iki aşamaya “teşhis” ve “tedavi sınaması” da 
denilebilir. Tanılama aşamasında problem anlaşılmaya; muhtemel çözüm 
tahmin edilip soru ya da hipotez/denence formatında ifade edilerek, sınama 
için “ortak ölçütler” tespit edilmeye çalışılır. Sınama aşamasında, problem 
çözümüne yönelik tahminlerin belirlenen ortak ölçütler üzerinden toplanacak 
verilerle desteklenip desteklenmediklerine bakılır. Nihayet, bütün bu 
süreç ve elde edilen sonuçlar, başkalarının da kolayca anlayabilmesi için, 
belli bir model bütünlüğünde rapor edilir. 

Fen ve tabiat bilimleri gibi alanlarında, gözlenebilir “nesnel” ölçütler geliştirilmiş 
ve önemli kazanımlar elde edilmiştir. Nesnel dünyanın anlaşılmasında 
çok önemli gelişmelerin önü açılmış; insanın doğaya hâkimiyeti 
artmıştır. Muhtemelen bu başarılara da bakarak, sosyoloji ile anılan ünlü 
Fransız matematikçisi Comte (1798-1857), teoloji ve metafizik dönemlerinin 
kapandığını ifade ile pozitivist felsefenin egemen olması gerektiğini savunmuştur. 



Şekil 2. Bilimsel Yöntem Süreci 

Entelektüel kesimde destek bulan bu algı, zamanla, keskin bir din-bilim 
ayırımı yapan; teoloji ve metafiziği “insanlığın ilerlemesini engelleyici” alanlar olarak, horlayan; yalnızca “nesnel olgu”ları önemseyen bir algı çerçevesine 
dönüşmüştür. Ancak, pek çok alanda nesnel ölçüt bulmak, maalesef, henüz 
mümkün olamamıştır; öngörülebilir yakın bir gelecekte başarılabileceği 
de son derece şüphelidir. Bu koşullarda yalnızca “nesnel” ölçütlü bir arayış, 
insan hayatının ancak bir bölümünü ele alıp anlamaya ve geliştirmeye çalışırken, öznel nitelikli sosyal ve manevi boyutta büyük ihmallere ve belki 
yıkımlara yol açılmaktadır! Böylece, büyük ölçüde öznellikler üzerine kurulu 
insan hayatı önemli boyutlarıyla bilimsel sorgulamanın ilgi alanı dışında 
tutulmuştur. 

Ancak, bu dışlama uzun sürmemiş, sosyoloji, psikoloji, yönetim vb pek 
çok alanda nesnel özentili ortak ölçütler arayışı başlamıştır. Bu amaçla, psikometri ve ekonometri gibi alanlar geliştirilmiştir. Ne var ki, bunlar nesnellikten uzak “paylaşılmış öznellikler” üzerine kurulu ortak ölçütler olduğu 
gerçeği yeterince fark edilip kavramsallaştırılamamıştır. 

Kuşkusuz, var olan “öznellikler” ne kadar nesnelleştirilebilirse geleneksel 
bilimsel yöntemin işlerliği de o kadar kolaylaşacaktır. Bu konuda mesafe 
alınması gerekli ve mümkündür. Bu, insanın, asırlardır kanıtlanmış “ortak 
akıl gücü”ne inancın da bir gereğidir. Zira bir zamanlar, ancak “keramet” 
denilebilecek şeyler, artık bilimin ortak ölçütlerine göre nesnelleştirilebilmiş; 
elektrik, radyo ve TV yayınları, mühendislik, tıp vb alanlarda önemli 
gelişmeler sağlanmıştır. Kâinatın yaratılışı gereği, belki, bir miktar “giz”in 
ulaşılamazlığı normal bulunsa bile, bu konularda daha işin başında olunduğu 
söylenebilir. Bu bağlamda, “nesnel ortak ölçüt” konusu, bilim çevrelerinin 
çok daha özgün kavramsal ve teknik çalışmalarını gerektirecektir. 
Bu çalışmalara paralel olarak, öznel alanları da bir şekilde kuşatan yeni bir 
bilimsel algı kavramına ihtiyaç var görünüyor. Bu çalışmada bu yönde bir 
pencere açılmaya çalışılmıştır. 

Aydınlanma Çağının Kısa Bir Muhasebesi 

Evreni ve mevcut yaşamı anlamadaki teoloji ve felsefe ağırlıklı geleneksel 
algı ile orta çağ Avrupası’nın papazları ve kiliseleri bir tür ilahlaştıran 
yaklaşımları, yoğun bir şekilde, “din-akıl” çatışmasının yaşanmasına yol açmıştır. 
Batıda, kendisi de bir papaz olan Martin Luther’in 1517’de Wittenber 
Kilisesi kapısına astığı 95 maddelik itiraz ile kilise ve onu temsilen papaz 
ve papa’nın “günahlardan arındırma” gücü ve etkinliğini “dinin istismarı” 
olarak yorumlayıp karşı çıkması, Hıristiyanlık’ta “akıl’a vurulan zincirin 
kırılması” ve aydınlanma çağına geçişi tetikleyen ilk ciddi girişim olarak 
algılanmaktadır. 

“Aydınlanmacı” düşünürlerin öncülüğünde, on altıncı ve on yedinci yüz-
yıl Orta ve Batı Avrupa’sında gerçekleştirilen bilimsel atılımların toplamı 
anlamında anılan ”bilimsel devrim” ile de önemli kırılmalar yaşanmıştır. 
Bunlar arasında: Copernicus’un 1543’deki “Göksel Cisimlerin Hareketleri 
Üzerine” adlı eseri; Vesalius’un aynı yıl yayınladığı “Anatomi” kitabı; Kepler’in 
1609 ve 1618 yıllarında gezegenlerin hareketlerini uzay ve zamanda 
betimleyen matematiksel yasaları; Galileo’nun, 1610’dan sonra geliştirdiği 
teleskopla gök cisimlerini incelemesi ve Aristo fiziğini yanlışlayıp Copernicus’u 
destekleyen çalışmaları; Descartes’in “Yöntem Üzerine Nutuk” adlı 
“mantıklı düşünmenin kuralları” olarak lanse edilen ünlü felsefe eseri; Bacon’un 
1620’de, “tümevarımsal” yöntem ile deneye ve gözleme dayalı bilgi 
üretmeyi açıklayan ünlü “Novum Organum” adlı yayını; Newton’un, 
1686’daki “Tabiat Felsefesinin matematiksel İlkeleri” adlı kitabı; ve nihayet 
Galieo’nun başlattığı atılımı sonuçlandıran ve yeryüzünde ve göklerdeki 
tüm maddesel hareketleri açıklayan yasaları önemli bir yer tutmaktadır. Bütün 
bunlarla, içlerinde Aristo fiziği, Ptolemaios astronomisi, Galenos ve İbni 
Sina tıbbının da bulunduğu, yaklaşık iki bin yıllık bilimsel birikimin yüz elli 
yılda değişmesi anlamında bir sıçrama yaşanmıştır.10 

Birinci aydınlanma çağı ile başlayan ve Newton fiziği ile sembolize edilen 
atılımın felsefesi, dünyada, her şeyin belli sebep-sonuç ilişkileri içinde cereyan 
ettiğidir. Bacon’un anlatımı ile “nedensel ilişki” vardır. Doğaya egemen 
olmak için onu harekete geçiren nedenleri kontrollü biçimde kullanabilmek 
gerekir. 

Aydınlanmacılar, tümü ile nesnel (gözlenebilir) verileri önemsemiş; nedensel 
ilişkileri “kesin”, “mutlak” ve “tek doğru” olduğu ve bunun denemelerle 
bulunabileceğini kabul etmişlerdi. Bu algılamada, her şey, son derece 
berrak, “tek sebep – tek sonuç” ilişkisi içinde, kolayca anlaşılabilecek nitelikte 
kabul edildi. Buna göre, bir şey ya vardır ya da yoktur; ikisi arası bir şey 
söz konusu değildir; var olan şeyler de “nesnel” olarak ifadelendirilebilmelidir; 
bu anlamda ölçülemeyen şey, aslında, “yoktur”! 

Böylece, daha sonra, adına “pozitivizm” denilen ve hâlâ geçerliğini büyük 
ölçüde koruyan güçlü bir bilimsel algı gelişmiştir. Artık, var olduğu ya da 
olabileceği sanılan her olgu ya da ilişki “ortak nesnel ölçütler” ile gözlenip 
denenerek keşfedilmeyi beklemektedir. Kuşkusuz, bu algı, nesnel dünyanın 
anlaşılması ve kontrol altına alınmasında büyük gelişmelere kapı açmıştır. O 
kadar ki, bunu gözlemleyen ünlü Fransız matematikçi Comte (1798-1857)’ye 
göre, ilk defa kullandığı “sosyoloji” terimi ile aydınlatılmak istenenler de 
dahil, “bundan böyle pozitivist felsefe egemen olmalı; teoloji ve metafizik 
dönemi artık kapanmıştır”. 

Sonuçta, din-bilim ayırımına dayalı; teoloji ve metafiziğin, “insanlığın 
ilerlemesini engelleyici” alanlar olarak horlandığı ve yalnızca “olgu”ların 
önemsendiği “pozitivist” bir aydınlanma dönemi başlamıştır. Semavi dinlerin 
açıklamaları, nesnel olmadıklarından, tümü ile “bilimsel uğraş” dışında 
ve “değersiz” sayılmış; o kadar ki, bazı kesimlerde, hayatın manevi boyutunun 
tümü ile reddedildiği, adeta “peygamberi bilim” olan bir insanlık dini 
algısının oluşumuna yol açılmıştır! İnsanlık, bu şekilde, yaklaşık üç yüz yıllık 
(belki “şaşkın” denilebilecek) bir dönem yaşamıştır. 

Bilimsel devrimi fiilen yaşayamayan toplumlarda, bu kavramlar, farklı 
bir zihinsel donukluğa neden olmuştur. Adeta, mutlaklık algısı ile kutsandığı 
için eleştirilen “din”in yerini, gerçeğin tek ve mutlak temsilcisi gibi algılanmaya 
başlanan bilim almıştır. 

Bu sınırlıklarla bile olsa, aydınlar arasında kendine güçlü bir yer edinen 
“pozitivist” akımın halk’a yansıması aynı kolaylıkta olmamıştır. En azından, 
toplumun bir kesiminin vicdanında gerçeği tam da temsil etmediğine inanılan 
“zapt edilmiş” yeni kaleler inşa edilmiştir! Bu algı çerçevesinin kabulü 
için harcanan yoğun çabalara rağmen, ciddi “halk-aydın” ayrışması halen 
bile yeterince önlenememiştir. Zira bu ayrışmayı giderecek yeni bir algı çerçevesi geliştirilip hayata yansıtılamamıştır. O kadar ki, hayatın öznel yönlerinin ihmal edilişini düşünen zihinlerde oluşan güvensizlikle, pozitivizmin 
mevcut potansiyelinden bile yeterince yararlanılamayan ortamlar oluşmuştur. 

Yeni Bir Bilimsel Algı Çerçevesi 

İnsanlık, maddi ve manevi yönleriyle mutlu ve müreffeh bir hayat için 
“medeniyetin ortak paydasında” yeni bir bilimsel algı çerçevesine muhtaç 
görünüyor. Bu altbölümde, böyle bir ihtiyacı zorlayan faktörler ile geleneksel 
bilimsel yaklaşımda öngörülen kavramsal bazıdeğişiklikler özetlenmiştir. 

Zorlayıcı Faktörler 

Yeni algı çerçevesine olan ihtiyacı zorlayan faktörlerden belki en önemlileri 
arasında “hayatın bütünselliği”, “birlikte yaşama ve uzlaşma zorunluluğu” 
ile “kuantum fiziğinin yol açtığı algısal değişim” sayılabilir. Bu alt bölümde, 
yeni algı çerçevesini geliştirme, içselleştirme ve yaygınlaştırma için 
anlaşılması gereken bu dinamikler kısaca tanıtılmaya çalışılmıştır. 

Hayatın Bütünselliği 

İnsanın maddi ve manevi boyutlarıyla bir bütün olduğu, dinen de ilmen de hemen her zaman kabul edilmekle birlikte, ortak akıl sorgulamasına açılarak 
anlaşılmaya çalışılması büyük ölçüde maddi boyut ile sınırlı olagelmiştir. 

Oysa karar süreçlerinde kullanılan algısal irade kaynakları, yoğun olarak, hayatın öznel boyutu ile de ilişkilidir ve hayatın maddi yönden iyileştirilmesi insanları mutlu etmeye yetmemektedir; hatta bireysel ve toplumsal yıkımlara bile neden olunabilmektedir. 

Söylemlerde önemsenen bu gerçekliğin içselleştirilip gecikmeden bilimsel 
araştırmalara konu edinilmesi, elde edilecek sistemleştirilmiş bilginin 
hayata yansıtılması beklenir. Aksi halde, küreselleşen dünyada barış içinde 
birlikte yaşamak güçleşecektir. 

Birlikte Yaşama ve Uzlaşma Zorunluluğu 

Fizik, psikolojik vb özellikleri ve yaşam felsefesi açısından benzersizlik 
anlamında adeta “müzelik” olan insan, tabiatı icabı, başkaları ile birlikte yaşama 
ihtiyacındadır. Bu ihtiyaç, bireyi, başkalarını, yalnızca nesnellikleri ile 
değil, benzersiz öznellikleri ile de anlamaya ve gerektiğinde bazı özgürlüklerden 
“vazgeçme” pahasına uzlaşıp, birlikte yaşama sözleşmesi yapmaya 
mecbur etmektedir. Bu bağlamda, birlikte yaşamak isteyenler, birbirlerinin 
görüş, tutum, inanç vb öznel algısal iradelerini anlamak ve ortak payda arayışında dikkate almak zorundadır. Bu anlamda, herkes birbirine muhtaçtır! 

Bu düzende, insanlar “kendi özelinde tam; kamusal hayatta sınırlı özgürlüğe 
sahiptir”. Yani, ortak yaşam hiç bir kişi ya da grubun öznel algısına 
göre kurgulanamaz. “Farklılıklarla birlikte yaşamak” belki en önemli toplumsal 
uzlaşı şeklidir. Böylesi bir uzlaşı, kabul edilebilir bir toplum düzeni 
sağlaması yanında, kişilerin öznel algılarının bir şekilde sınanma hakkının 
saklı tutulmasına da imkân verir. Zira toplumun “akıl ve vicdanında” kabul 
görmeyen kuralların kalıcılığı olmadığı gibi toplumsal barışa katkısı da beklenemez! 

Toplumsal uzlaşıların bir bölümü, pozitivist felsefenin ortak ölçütlü ve 
gözlenebilir nesnel veriler (geleneksel bilimsel irade) üzerine inşa edilebilirken, 
insanoğlunu ilgilendiren din, demokrasi vb pek çok öznel alanda “ortak 
nesnel ölçüt” temini henüz mümkün değildir. Bu durum, daha farklı 
arayışları zorunlu kılmaktadır. 

Kuantum Fiziği ile Oluşan Algısal Değişim 

Yirminci yüzyılda, başta Mack Plank, Einstein ve Niels Bohr olmak üzere, 
pek çok bilim insanının deney, tez ve antitezleriyle yaklaşık otuz yıllık 
bir sürede olgunlaşan Kuantum fiziği/mekaniği ile gerçekleşen dönüşüm11 
önemli izler bırakmıştır. Bununla, birinci aydınlanma döneminin Newton 
fiziği bağlantılı “pozitivizm” algısının sınırlıkları daha iyi anlaşılmış; bilimsellik 
algısı ve uygulanma alanlarının değişimine tanık olunmuştur. 

Kuantum fiziğinin tespitleriyle: Işığın sadece dalgalardan değil, cisimciklerden 
de oluştuğu; her parçacığın ayrık birimler halinde salındığı (dalgalar 
üretebildi ği); ilişki ağında uzaklığın sorun olmadığı; sürekli değişim (ışık-enerji) 
ve belirsizliklerin yaşandığı; böylesi bir ortamda, sonuçların, mutlak değil, ancak “olasılıklı” olarak algılanabileceği kabul edilmiştir. Böylece, 
birinci aydınlanma döneminin bilim felsefesinin temel algı çerçevesi olan 
Newton fiziğinin “belirlilik/deterministic” ilişkiler imparatorluğu, “belirsizlik/
indeterministic” ilişkiler kabulü ile kökten sarsılmıştır. Bilimsel yöntemin 
“tek sebep-tek sonuç” algısı yerine belki tümü ile bilinmesi bir yana 
düşünülmesi bile zor olan “çoklu sebep-sonuç” algısı hakim olmuştur. 

Önceleri bazılarınca “bilim” alanı bile sayılmayan toplumbilimler artık daha 
rahat çalışılmaya başlanmıştır. Kısaca evrene bakışta, insanlara yepyeni bir 
pencere açılmıştır. Bu bağlamda, mutlak algılı pozitivizme yönelik eleştiri 
ve karşı koymalar, fizik dünyadan önemli bir “destek” bulmuştur! 

Ne var ki, Kuantum fiziğinin ürünleri olan bilgisayarlar, görüntüleme cihazları 
vb teknolojiler yaygın olarak kullanılırken, dönüşümün olaylara ve 
doğaya bakıştaki yeni algı çerçevesi hayata henüz yeterince yansıtılamamıştır. 
Örneğin, insan yaşamında son derece önemli yer tutan din ve benzeri 
öznel alanlar, pek çok bilim insanı ve “aydın” tarafından görmezlikten gelinmeye, dışlanmaya ya da açıkça aşağılanmaya devam edilmiştir! 

Galiba, nesnel ve öznel ölçütleri birlikte dikkate alan ve bunları sorgulayabilen; 
bilinebilen sonuçların “algısal gerçeklikler” olarak “ihtimale dayalılığını” kabul eden yeni bir “bilimsel algı çerçevesi” kaçınılmaz bir ihtiyaç olmuştur. Ortak aklın da inanç alanının Kutsal’ının da beklentileri bu olsa gerek. 

Değişen Bazı Kavramlar 

Bilimsel araştırma faaliyetlerinde yeni bir algı çerçevesine ihtiyaç olduğu 
varsayımı ile Yazar, bir yöntembilim öğrencisi olarak, kavramsal dönüşüme 
yardımcı olabileceğini düşündüğü bir dizi “düşünme gıdası” üretmeye çalıştı. 

Bu amaçla, bilimsel algı çerçevesinin önemli parametreleri olarak ortak 
ölçüt kavramı ile araştırma ve bilimde ihtiyaç duyulan yeni sınıflandırma 
önerilerinde bulunuldu. 

Ortak Ölçüt: Paylaşılmış Öznellikler 

Yeni bilimsel algı çerçevesindeki değişimin özünde, mevcut bilimsel yöntemdeki 
“ortak ölçüt” kavramının “paylaşılmış öznellik” olduğu kabulü 
vardır. Bu bağlamda, nesnel-öznel nitelemesinin paylaşılmış “durağanlık” 
üzerinden yapılabileceği düşünülmektedir. Halen, ağırlık, uzunluk, sıcaklık 
gibi artık durağan kabul edilen uzlaşılarla oluşan ortak ölçütlere “nesnel”; 
başarı, yetenek, ilgi, beğeni, kalkınma gibi şimdilik daha az durağan (değişkenliği 
fazla) olan ortak ölçütlere de “öznel” nitelemesi yapılabilir. Yani, 
paylaşılma “nesnel” denilebilecek bir durağanlığa ulaşabileceği gibi “öznel” 
seviyede de kalabilir. Bu, bir süreçtir. Bugün “nesnel” olarak bilinen pek 
çok ölçüt, insanlığın daha önce paylaştığı öznellikler üzerine kurulmuştur. 
Önemli olan, karar alma sürecinde, mevcut bilinenler ışığında, “elde edilebilen 
en durağan dayanağı (veriyi) kullanabilmektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder