Medeniyetin Ortak Paydasında İnsan olmak: Yeni bir Bilimsel algı Çerçevesi, BÖLÜM 1
Niyazi KARASAR
Maltepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü
niyazikarasar@maltepe.edu.tr
Giriş
“Nasıl bir insan” sorusu, insanlık tarihi kadar eskidir; verilen cevaplar ise öznel ve muhteliftir. Herkes, kendi “beğenisine” uygun insan tipi arayışı içindedir. Bu durum, bir arada yaşamak isteyenlerin “ortak algı” oluşturmada dikkate almak zorunda oldukları bir olgudur.
Geleneksel toplumlarda hayat nispeten durağandı; algılanan problemler ve çözümleri de yereldi; hemen her şey yakın çevrenin gelenek ve görenekleri
içinde çözülebiliyordu; yeni nesillerin bunları “emsal” alması yeterliydi. Problem ve çözümlerdeki yerellik, kaçınılmaz olarak, farklı insan tiplerine yol açsa da, bu durum günlük hayatta fazla rahatsızlık yaratmıyordu.
Ulaşım ve haberleşmenin baş döndürücü bir hızla ilerlediği; insanlar arası etkileşimin çoğalıp yoğunlaştığı; yerel, bölgesel, ulusal ve uluslar arası
birlikteliklerin yaygınlaştığı; kalabalıklar halinde birlikte yaşama sözleşmelerinin adeta zorunluluk olduğu bir dünyada “nasıl bir insan” sorusuna verilebilecek
cevap da karmaşıklaşmıştır. Ortak ölçütlü algı ve uygulamalara ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır.
Bu bağlamda, bütün insanlığın birikimli ürünü olarak, tarihten süzülüp gelen ve insanlığı barış ve refah içinde birlikte yaşatmayı hedefleyen
bir “medeniyet” algısı ve bunun gerektirdiği bir insan tipinden söz etmekte yarar vardır. Böylesi bir insan olmanın en ayırıcı özelliği, galiba, hayatı
bir bütün halinde kuşatan “algısal irade kaynakları” üzerine inşa edilmiş bütüncül bir bilimsel algı çerçevesine sahip olmaktır. Bu yeterliklere sahip
olmaya, adeta “kurucu ortak” anlamında, “medeniyetin ortak paydasında insan olmak” da denilebilir.
Ne var ki, özellikle kendini nesnel dünya ile sınırlı hisseden “pozitivist felsefe” üzerinden yapılan eleştirilerle gündeme taşınan bilimsel ve dini
olgu, bulgu, kabul ve telkinlere rağmen, henüz bu yönde bütüncül bir algı çerçevesi geliştirilip hayata yansıtılabilmiş değildir. Doğuştan “problem
çözme” yeterliğine sahip olan insanın arzu edilen bu yetkinliğe nasıl ulaştırılacağı ve bunda eğitim sisteminin muhtemel rolünün ne olacağı önemle
tartışılması gereken konulardır. Burada böyle bir varsayımla hareket edilerek, çözümün muhtemel ipuçları olabileceği umulan düşünme gıdaları üretilmeye
çalışılmıştır.1
Algısal İrade Kaynakları
Nesnel ve öznel yönleriyle bir bütün olan ve belki en ayırıcı özelliği problem çözmek olan insan, kendi karar süreçlerinde, farklı algısal irade kaynaklarından
yararlanmaktadır. Yazar, bunlara “medeniyetin ortak paydasının algısal irade kaynakları” demeyi uygun bulmuştur.
Bu bağlamda, herkesin farklı ölçülerde başvurduğu dört algısal irade kaynağından (Şekil 1) söz edilebilir.2 Bunlar:
1.İlahi irade algısı
2.Toplumsal irade algısı
3.Bireysel irade algısı ve
4.Bilimsel irade algısıdır.
Herkes, kendi karar süreçlerinde, içinde bulunduğu ortam ile sahip olduğu
yetişmişlik tür ve düzeyine göre farklılaşan ağırlıklarla bu irade kaynaklarından
yararlanmaktadır.
Bunlar, kişinin hayattan edindiği öznel gerçeklik algılarıdır; yani gerçeğin
bizzat kendisi değil, öznel birer tahayyülüdür. Bu nedenle, edinilen her
bilgi öznel, eksikli, geçici ve olasılıklı yapıdadır. Bu özellikleri nedeniyle
de eleştiriye açıktırlar.
Algılar, bilişsel niteliktedir; doğuştan gelen “genetik” özellikler ve duyusal
yeterlikler yanında, içinde bulunulan sosyal, psikolojik, dini, ekonomik,
fizik vb koşulların bir ürünüdür. Bu durum, bireysel ve toplumsal farklılaşmaları
kaçınılmaz kılarken, herkese bir tür “yanılabilme özgürlüğü” de
verir!
Bu algısal gerçekliklerin kendi aralarında sürekli bir etkileşim halinde
oldukları, bir anlamda birbirlerine “ihtiyaç” duydukları ve bu şekilde daha
güçlendikleri de söylenebilir – örneğin, dini algı ve uygulamaların entelektüel
ilgi alanına girmesiyle, muhtemelen, dinin “gerçek” kimliği ile nihai
amaç odaklı algılanması kolaylaşacak; insanların inanma ihtiyaçlarının istismarı
da önlenebilecektir!
Bir yandan çağdaş bilim anlayışındaki Kuantum algısal dönüşümü ile
yaşanan olasılıklı algı ve bir yandan da hayatın “bütünselliği” anlamında,
geleneksel “bilim” algısının dışında kalan alanların giderek daha belirgin
şekilde gündeme gelmesiyle, problem çözmede algısal irade kaynakları üzerinden “ortak ölçütlü” bir arayışın etkinleştirilmesi acil bir ihtiyaç olmuştur.
Şekil 1. Algısal İrade Kaynakları
medeniyetin ortak paydasında, barış içinde birlikte yaşama sözleşmesi
yapmayı kolaylaşacağı umulmaktadır.
İlahi İrade Algısı
Pek çok insan için, temel bilgi kaynaklarının başında “vahiy” ile yansıdığı
varsayılan İlahi irade algısı gelir. Bu algı, varoluşun Rabce açıklaması an-
lamındaki bir kabulü, “kutsalı”, “külli irade”yi temsil eder. İnançlı bir Müslüman
için “ilk neden” Allah iradesidir. Her şey O’nun iradesi ile olur. Bu, İslam’ın temel iman esasıdır. Muhtemelen, bu iradeye tümü ile ulaşmak ya da O’nu temsil etme iddiasında bulunmak mümkün değildir. Buna, Allah’ın zatı ile beraber bulunan mutlak ve yaratılmış olanın bilgisine benzemeyen “kadim ilim” de denmektedir.3 Farklı inanç ya da inançsızlık alanlarında Allah kavramı ile ifade edilmese bile, hemen herkesin zihninde, iradesinin “ilk ve mutlak” olarak algılandığı bir güç vardır!
Bir algıya göre, ilahi iradenin insanlara yansıması “doğrudan” (sözsüz,
gizli) ve “dolaylı” (sözlü, açık) şekillerde olmaktadır. Bunlara temelde “vahiy”
denilebilir.4 Doğrudan ya da sözsüz (gizli) vahiy, yaratılanın özel irade
ve gayreti olmaksızın doğuştan sahip olduğu ve bu anlamda Yaratıcının
doğrudan transfer ettiği kabul edilen akıl, duyusal algı, sezgi, gönül,
vicdan, refleks ve doğal tepki gibi adlarla da anılan potansiyel güç olarak
algılanabilir. Buna “standart donanım” anlamında “zorunlu ilim” de denilebilir.
Dolaylı ya da sözlü (açık) vahiy ise, özel görevli elçiler (peygamberler)
aracılığı ile ulaştırılan; muhtemelen, evliya vb Allah dostu kişilerin de yardımı
ile kuramsal ve uygulamalı olarak, insanlara tebliğ edilen mesajlardır.
Bunlar, yaratılan sistemin sağlıklı işlemesini temin edecek kurallar demeti
anlamında bir tür “işletim kılavuzu” (kutsal kitaplar) olarak algılanır – Kur’an, İncil ve Tevrat gibi.
İster doğrudan ister dolaylı olsun, İlahi irade’nin insandaki algısı, bire-bir
bir mutlaklık ve eşitlik ile değil, kişiden kişiye farklılaşan bir idrak olan “inanç” iledir. Bu nedenle, kişinin “ilahi irade” adına edindikleri sadece algısal gerçekliklerdir. Bunun en somut kanıtı, kişiden kişiye değişen “mutlaklık”
algısının yaygınlığıdır. Zira dini mesajların tebliğ ve algılanışlarında, içten ya da çıkara dayalı farklılaşmalar, çeşitli din, mezhep, tarikat vb oluşumlara neden olmuştur. Kuşkusuz, bu da yaradılışın bir “giz”i olsa gerek.
Bu kadar sınırsız yaratma ve yönetme gücü olduğu kabul edilen Allah, herhalde
dileseydi, algılanışta da “algılama birliği” sağlayabilirdi! Bunun yerine,
insanların önüne, adeta, “ulaşılmak için yarışılan” bir hedef konmuştur.
Belki, yaşamın itici gücü de budur; zira her şey bilinir olsaydı, uğraşın da bir
amacı kalmayabilirdi!
İnsanlar birçok konuda ilahi irade algılarına göre yaşamaya çalışırlar.
Tevhidi algıya göre, bütün ilahi iradeler benzer hedefler ve benzer mesajlar
veriyor olsalar da herkesin kendi ilahi irade algısına göre kabul edilmiş
ve başarılı sonuçlar vermiş “doğruları” vardır. Ayrıca, bunlardan bağımsız
(“inançsız”) olarak yaşamaya çalışanlar da vardır. Medeni dünya, sürekli
olarak, bütün bu farklılıklara rağmen, insanları barış içinde bir arada yaşatmanın yollarını aramış ve sınırlı çevrelerde başarılı düzenlemeler de yapabilmiştir.
Evrensel ölçekte başarı henüz bir hayal olarak gerçekleştirilmeyi
beklemektedir!
Bu algısal gerçeklikleri veri kabul eden bir bilimsel algı çerçevesi, özlenen
toplumsal yaşam için önemli kazanımların yolunu açabilir. Bu şekilde,
mevcut algı ve uygulamaların karşılıklı anlaşılabileceği; en azından bilimin
geçerlik ve güvenirlik süzgecinden geçirilerek özdeki benzerliklerin fark
edilebileceği; “ortak ölçütler” konulup, toplumsal düzenin inşasında ilahi
iradenin de öngördüğü belli doğrulardan yararlanılabileceği5; ayrıca, farklılıklar
ile birlikte de yaşanabileceği daha iyi anlaşılabilir. Böylece, herkesin
kendisini hem bağımsız hem bir bütünün parçası olarak göreceği bir aidiyet
duygusuna sahip olması; bu bağlamda, kendini başkalarının mutluluğu için
de sorumlu kabul ettiği bir hayat felsefesinin yaygınlaşması kolaylaşabilir.
Aslında, bütün bunların İslam’ın kapsayıcı ve zorlama öngörmeyen orijinal
algı ve uygulamaları ile de teşvik edildiği söylenebilir.
Bireysel ve toplumsal karar süreçlerinde etkili irade kaynaklarından biri
de örf, adet, felsefe vb kabullerden oluşan toplumsal irade algısıdır. Kişi,
içinde yaşadığı çevrenin algı ve uygulamalarından önemli ölçüde etkilenilir;
hayata adeta bu “algı çerçevesi” ile bakar, hemen her şeyi bu açıdan değerlendirir.
Birçok şey, ciddi bir “doğruluk” (geçerlik) denetimine tabii tutulmadan,
çevrenin alışkanlıkları doğrultusunda sürdürülür. Geleneğin ölçütü,
zaman içinde, başkalarınca oluşturulan emsal olgusudur. Bir problemle
karşılaşıldığında, çözüm için, öncelikle toplumda egemen olan algı çerçevesi
işletilerek, benzer durumlardaki eski uygulamalar örnek alınır. Böylece, kararda,
bilinenin ötesinde bir risk alınmamış olur! Eskiden var olan her uygulama
ya da algılama, “haklı bir gerekçesi olduğu” ya da en azından ciddi
bir “risk taşımadığı” değerlendirmesi ile kabul edilip sürdürülmek istenir.
Ancak, bizzat hayatın kendisi bir değişim ve risk’tir. Artan bilgi ve gelişen
teknoloji, insan yaşamını önemli ölçüde etkilemektedir. O kadar ki, karşılaşılan
problemler ve sorulan sorular aynı da olsa, çözümler ve verilecek
cevaplar zamanla değişebilmektedir!
Toplumsal iradenin yansıması olan örf, adet, gelenek ya da felsefe’nin
oluşumunda “otorite” olarak algılanan kişi ve kurumların önemli rolü vardır.
Bu süreç, çoğu zaman, toplumda “otorite” figürü olarak, belli konularda
karar verme yetkisi ya da yeteneği olduğu kabul edilen kişi ya da kurumlara
başvuru şeklinde de işleyebilmektedir. Çocuk için, anne ve baba; bir bakan-
lık çalışanı için siyasi irade olan Bakan; bilimde, dinde, felsefede ve sanattaki
yeterlikleri nedeniyle belli yetkilerle donatılmış bilim adamı, din adamı,
fi lozof, sanatçı vb kişiler ile yine toplum tarafından belli yetkilerle donatılan
kurumlar otorite olarak işlev görebilirler. Bunların bireysel ya da kurumsal
görüş ve önerileri “doğru” ya da doğruya en yakın gerçekler olarak kabul
edilip uygulanmaya çalışılır. Ancak, genellikle, aynı konuda farklı otoriteler
ve farklı yorumlar ortaya çıkar ve hangisinin “gerçek” kabul edilebileceğine
karar vermek güçleşir. Örneğin, inanç alanında çeşitli dinler; aynı din içinde,
aynı Kutsal’a bağlı çeşitli mezhep ve tarikatlar ayrı ayrı “doğruluk” ya
da “üstünlük” iddiasında bulunabilmekte; bunların önderleri, pek çok kişi
tarafından otorite olarak algılanıp, oluşturdukları algı ve uygulamalar
“sorgusuz” izlenebilmektedir! Aynı şey farklı felsefi ve siyasi görüşler için de
geçerlidir; her birinin kendine özgü kabul ve kuralları vardır.
Toplumsal hayatı anlama ve yönetmede, bu gerçekliklerin, ne kadar öznel
olursa olsunlar, bir şekilde çalışılıp dikkate alınması gerekir. Bunlar içindeki
sınanmış başarılı örnekleri başkaları da kullanabilir. Tıpkı ilahi irade algısında
olduğu gibi, yeni bir bilimsel algı ile toplumsal hayatı anlama ve yönetmede,
barış içinde birlikte yaşama ve başarmanın ortak ölçütlerini bulmak
kolaylaşacaktır.
Bireysel İrade Algısı
Karar sürecinde yaygın olarak kullanılan algısal irade kaynaklarından
belki en önemlisi ya da en yaygın olarak kullanılanı bireysel irade algısıdır.
Bireysel irade algısı, yaradılışta, İlahi irade’nin “sözsüz vahiy” yansıması
olarak, kişide var olan potansiyelin eğitim, kültür vb pek çok toplumsal ve
çevre faktörlerinin de katkısı ile edinilen algısal gerçekliklerdir.
Kişi, çoğu zaman, kendi bireysel irade algısı ile hareket eder; en çok ona
güvenir. Ancak, ortak karar almada farklı kişilerin bireysel irade algıları arasında
bir uzlaşı sağlama hiç de kolay değildir! Zira bireysel irade algıları
hemen her zaman özneldir; hangi öznelin daha “geçerli” ve daha “güvenilir”
olduğunu söylemek güçtür. Herkesin özneli “kendince doğru”dur – örf
ve adetler ile inanç ve etnik yapı farklılıklarındaki uzlaşmaz ve çoğu zaman
yıkıcı olan tutumlar bunun en somut kanıtı olsa gerek.
Bireysel irade algısının, üç bileşeninden söz edilebilir: akıl/mantık (rasyonalizm) , duyusal algı (empirizm) ve sezgi (gönül gözü).6 Bunların her üçü de doğuştan var olan ve burada “zorunlu bilim” ya da “ilk donanım” denilebilecek bir “öz”ün bileşenleridir.
Akıl ya da mantık’ta kavrayış, muhakeme ve yargılama vardır; her şey,
bu amaçla konmuş “kurallar” içinde ele alınır; “gerçekler” bu yolla algılanmaya
çalışılır; buna “rasyonalizm” de denir. Duyusal algı, beş duyu organı ile edinilebilen “objektif” tespitlerle sınırlıdır; buna “empirizm” de denir;
“ortak ölçüt” oluşturmak oldukça kolaydır. Geleneksel bilimsel algının en
çok itibar ettiği veriler bu yolla temin edilir. Bireysel iradede öznelliğin en
yoğun yaşandığı alan sezgi, sevgi ve “gönül gözü” olarak da ifade edilen
algılama boyutudur. Çoğu zaman “içimden bir ses bana diyor ki ...” gibi tamamen öznel ve bir başkasına yansıtılamayan algılamalardır, bunlar. İnsan
hayatında oldukça önemli bir yere sahiptir. Galiba, akıl ve duyusal algılar
bunun yaktığı ya da yakabildiği ışık ile yön ve etkinlik kazanabilmektedir.
Sezgi boyutu, özellikle tasavvufi platformlarda son derece belirleyici bir işleve
sahiptir. O kadar ki, bu bileşenin ihmal edildiği ortamlarda, bir inancın
geniş kitlelerce kabulü olanaksız gibidir. İnsan hayatındaki önemli yerine
rağmen, sezgi “ortak ölçüt” oluşturmada yaşanan güçlük nedeniyle geleneksel
bilimin ilgi ve çalışma alanı dışında kalmıştır.
Kuşkusuz, bireysel iradenin bu bileşenlerinin karar verme süreçlerindeki
yoğunlukları kişiden kişiye değişmektedir. Bunlardan her biri kimilerinde
varlığı ile yokluğu zor belli olan ince bir dere, kimilerinde bir küçük nehir ve
kimlerinde de kontrol edilemez bir çağlayan gibidir. Hepsinin ortak hedefi,
adeta, birbirlerini bütünleyen bir arayış içinde, bir yolunu bularak, gerçeklik
“deniz”ine ulaşabilmektir.
Bireysel irade algısı, hayatın “olmazsa olmaz”ıdır; insanı insan yapan temel
öğedir. İnsan, kendi sınırlı tecrübeleri yanında, diğer iradelerin de algılayıcısıdır!
Ne var ki, bilinen bu gücüne ve vazgeçilmezliğine rağmen, bireysel irade
algısı ile alınan kararlarda muhtemel hata ölçüsünün bilinemeyişi ile bunların
düzeltilme sürecinin zaman alıcı ve pahalı oluşu gibi önemli sınırlıkları
vardır. İnsanlık tarihi bireysel irade algıları ile alınan kararların yol açtığı
bireysel ve toplumsal gerginlik, ayrışma, çatışma ve yıkımlarla doludur.
Öz itibariyle “benzersizlik” anlamında “müzelik” olan birey, yaşamın doğal
akışı içinde, hemen her türlü karar sürecinde kendi öznel irade algısını
kullanmaktadır. Yerel düzeyden evrensel düzeye kadar etkili olan bu sürecin,
bireysel ve toplumsal barış ve refah için, bir şekilde yönetilebilmesi gerekmektedir.
Bu farklılaşmayı kimileri “küreselleşme” kimileri “çok kültürlülük”,
kimileri de “kozmopolitizm” olarak nitelendirmektedir. Kozmopolit algıda, tüm
insanlık bir bütün olarak algılanmakta; herkesin herkese karşı
sorumlulukları olduğu; bunun için inanç ve toplumsal değerlerin de içinde
yer aldığı bütün farklılıklara saygı gösterilmek zorunda olunduğu varsayılır.7
Dördüncü İslam Halifesi Hz. Ali’nin Mısır Valisi Malik Eşter’e verdiği
görev talimatında8, herkesin “ya dinde kardeş, ya yaratılışta eş” oldukları
özlü hatırlatmasıyla, bütün insanlara eşit davranılması gerektiği vurgusu
Appiah’ın “kozmopolitizm” algısı ile büyük benzerlikler taşıyor, hatta belki
ona kaynaklık da ediyor gibidir.
Yeni bilimsel algı çerçevesi bireysel irade algılarındaki bu gerçekliği de
dikkate alacak şekilde yeniden yapılandırılmak zorundadır.
Bilimsel İrade Algısı
Bilimsel irade algısı ortak akıl ile ulaşılabilen bir “gerçeklik” algısıdır.
Temelinde “ortak ölçütlü” bir arayış vardır. Geleneksel algıda ortak ölçüt
“gözlenebilir ve nesnel” olsun istenir. Bugünkü medeniyetin ulaştığı fizik
başarılarda bu yaklaşım çok önemli bir yer tutmuştur ve tutmaya da devam etmektedir.
Bilimsel irade algısına ulaşmada izlenen süreç “bilimsel yöntem” olarak
nitelendirilmektedir. “Bilimsel yöntem”in belki en önemli özelliği “ortak ölçütlü”
bir sınama (test etme) süreci oluşudur. Bu süreçte, bireysel akıl ile
gerçekleşen tahminler “ortak ölçüt” ile sınanarak, “ortak akıl”a ulaşılmaya
çalışılır. Bu yönü ile bilimsel yöntem süreci, insanoğlunun ulaşabildiği en
güçlü uzlaşma formülü olarak algılanabilir.
Bilimsel yöntem, geleneksel beş basamaklı algıya Yazar’ın eklediği raporlaştırma
ile birlikte, altı basamaklı bir süreç olarak ifade edilebilir. Bunlar:
1. Güçlüğün hissedilmesi
2. Problemin tanımlanması
3. Muhtemel çözümün tahmin edilmesi
4. Sınayıcı ortak ölçütlerin tespiti
5. Deneme/sınama (veri toplama) ve değerlendirmenin yapılması ile
6. Raporlandırılmalıdır.
Bu süreçler “tanılama–sınama–raporlaştırma” şeklinde gruplandırılarak
da ifade edilebilir (Şekil 2).9 İlk iki aşamaya “teşhis” ve “tedavi sınaması” da
denilebilir. Tanılama aşamasında problem anlaşılmaya; muhtemel çözüm
tahmin edilip soru ya da hipotez/denence formatında ifade edilerek, sınama
için “ortak ölçütler” tespit edilmeye çalışılır. Sınama aşamasında, problem
çözümüne yönelik tahminlerin belirlenen ortak ölçütler üzerinden toplanacak
verilerle desteklenip desteklenmediklerine bakılır. Nihayet, bütün bu
süreç ve elde edilen sonuçlar, başkalarının da kolayca anlayabilmesi için,
belli bir model bütünlüğünde rapor edilir.
Fen ve tabiat bilimleri gibi alanlarında, gözlenebilir “nesnel” ölçütler geliştirilmiş
ve önemli kazanımlar elde edilmiştir. Nesnel dünyanın anlaşılmasında
çok önemli gelişmelerin önü açılmış; insanın doğaya hâkimiyeti
artmıştır. Muhtemelen bu başarılara da bakarak, sosyoloji ile anılan ünlü
Fransız matematikçisi Comte (1798-1857), teoloji ve metafizik dönemlerinin
kapandığını ifade ile pozitivist felsefenin egemen olması gerektiğini savunmuştur.
Şekil 2. Bilimsel Yöntem Süreci
ayırımı yapan; teoloji ve metafiziği “insanlığın ilerlemesini engelleyici” alanlar olarak, horlayan; yalnızca “nesnel olgu”ları önemseyen bir algı çerçevesine
dönüşmüştür. Ancak, pek çok alanda nesnel ölçüt bulmak, maalesef, henüz
mümkün olamamıştır; öngörülebilir yakın bir gelecekte başarılabileceği
de son derece şüphelidir. Bu koşullarda yalnızca “nesnel” ölçütlü bir arayış,
insan hayatının ancak bir bölümünü ele alıp anlamaya ve geliştirmeye çalışırken, öznel nitelikli sosyal ve manevi boyutta büyük ihmallere ve belki
yıkımlara yol açılmaktadır! Böylece, büyük ölçüde öznellikler üzerine kurulu
insan hayatı önemli boyutlarıyla bilimsel sorgulamanın ilgi alanı dışında
tutulmuştur.
Ancak, bu dışlama uzun sürmemiş, sosyoloji, psikoloji, yönetim vb pek
çok alanda nesnel özentili ortak ölçütler arayışı başlamıştır. Bu amaçla, psikometri ve ekonometri gibi alanlar geliştirilmiştir. Ne var ki, bunlar nesnellikten uzak “paylaşılmış öznellikler” üzerine kurulu ortak ölçütler olduğu
gerçeği yeterince fark edilip kavramsallaştırılamamıştır.
Kuşkusuz, var olan “öznellikler” ne kadar nesnelleştirilebilirse geleneksel
bilimsel yöntemin işlerliği de o kadar kolaylaşacaktır. Bu konuda mesafe
alınması gerekli ve mümkündür. Bu, insanın, asırlardır kanıtlanmış “ortak
akıl gücü”ne inancın da bir gereğidir. Zira bir zamanlar, ancak “keramet”
denilebilecek şeyler, artık bilimin ortak ölçütlerine göre nesnelleştirilebilmiş;
elektrik, radyo ve TV yayınları, mühendislik, tıp vb alanlarda önemli
gelişmeler sağlanmıştır. Kâinatın yaratılışı gereği, belki, bir miktar “giz”in
ulaşılamazlığı normal bulunsa bile, bu konularda daha işin başında olunduğu
söylenebilir. Bu bağlamda, “nesnel ortak ölçüt” konusu, bilim çevrelerinin
çok daha özgün kavramsal ve teknik çalışmalarını gerektirecektir.
Bu çalışmalara paralel olarak, öznel alanları da bir şekilde kuşatan yeni bir
bilimsel algı kavramına ihtiyaç var görünüyor. Bu çalışmada bu yönde bir
pencere açılmaya çalışılmıştır.
Aydınlanma Çağının Kısa Bir Muhasebesi
Evreni ve mevcut yaşamı anlamadaki teoloji ve felsefe ağırlıklı geleneksel
algı ile orta çağ Avrupası’nın papazları ve kiliseleri bir tür ilahlaştıran
yaklaşımları, yoğun bir şekilde, “din-akıl” çatışmasının yaşanmasına yol açmıştır.
Batıda, kendisi de bir papaz olan Martin Luther’in 1517’de Wittenber
Kilisesi kapısına astığı 95 maddelik itiraz ile kilise ve onu temsilen papaz
ve papa’nın “günahlardan arındırma” gücü ve etkinliğini “dinin istismarı”
olarak yorumlayıp karşı çıkması, Hıristiyanlık’ta “akıl’a vurulan zincirin
kırılması” ve aydınlanma çağına geçişi tetikleyen ilk ciddi girişim olarak
algılanmaktadır.
“Aydınlanmacı” düşünürlerin öncülüğünde, on altıncı ve on yedinci yüz-
yıl Orta ve Batı Avrupa’sında gerçekleştirilen bilimsel atılımların toplamı
anlamında anılan ”bilimsel devrim” ile de önemli kırılmalar yaşanmıştır.
Bunlar arasında: Copernicus’un 1543’deki “Göksel Cisimlerin Hareketleri
Üzerine” adlı eseri; Vesalius’un aynı yıl yayınladığı “Anatomi” kitabı; Kepler’in
1609 ve 1618 yıllarında gezegenlerin hareketlerini uzay ve zamanda
betimleyen matematiksel yasaları; Galileo’nun, 1610’dan sonra geliştirdiği
teleskopla gök cisimlerini incelemesi ve Aristo fiziğini yanlışlayıp Copernicus’u
destekleyen çalışmaları; Descartes’in “Yöntem Üzerine Nutuk” adlı
“mantıklı düşünmenin kuralları” olarak lanse edilen ünlü felsefe eseri; Bacon’un
1620’de, “tümevarımsal” yöntem ile deneye ve gözleme dayalı bilgi
üretmeyi açıklayan ünlü “Novum Organum” adlı yayını; Newton’un,
1686’daki “Tabiat Felsefesinin matematiksel İlkeleri” adlı kitabı; ve nihayet
Galieo’nun başlattığı atılımı sonuçlandıran ve yeryüzünde ve göklerdeki
tüm maddesel hareketleri açıklayan yasaları önemli bir yer tutmaktadır. Bütün
bunlarla, içlerinde Aristo fiziği, Ptolemaios astronomisi, Galenos ve İbni
Sina tıbbının da bulunduğu, yaklaşık iki bin yıllık bilimsel birikimin yüz elli
yılda değişmesi anlamında bir sıçrama yaşanmıştır.10
Birinci aydınlanma çağı ile başlayan ve Newton fiziği ile sembolize edilen
atılımın felsefesi, dünyada, her şeyin belli sebep-sonuç ilişkileri içinde cereyan
ettiğidir. Bacon’un anlatımı ile “nedensel ilişki” vardır. Doğaya egemen
olmak için onu harekete geçiren nedenleri kontrollü biçimde kullanabilmek
gerekir.
Aydınlanmacılar, tümü ile nesnel (gözlenebilir) verileri önemsemiş; nedensel
ilişkileri “kesin”, “mutlak” ve “tek doğru” olduğu ve bunun denemelerle
bulunabileceğini kabul etmişlerdi. Bu algılamada, her şey, son derece
berrak, “tek sebep – tek sonuç” ilişkisi içinde, kolayca anlaşılabilecek nitelikte
kabul edildi. Buna göre, bir şey ya vardır ya da yoktur; ikisi arası bir şey
söz konusu değildir; var olan şeyler de “nesnel” olarak ifadelendirilebilmelidir;
bu anlamda ölçülemeyen şey, aslında, “yoktur”!
Böylece, daha sonra, adına “pozitivizm” denilen ve hâlâ geçerliğini büyük
ölçüde koruyan güçlü bir bilimsel algı gelişmiştir. Artık, var olduğu ya da
olabileceği sanılan her olgu ya da ilişki “ortak nesnel ölçütler” ile gözlenip
denenerek keşfedilmeyi beklemektedir. Kuşkusuz, bu algı, nesnel dünyanın
anlaşılması ve kontrol altına alınmasında büyük gelişmelere kapı açmıştır. O
kadar ki, bunu gözlemleyen ünlü Fransız matematikçi Comte (1798-1857)’ye
göre, ilk defa kullandığı “sosyoloji” terimi ile aydınlatılmak istenenler de
dahil, “bundan böyle pozitivist felsefe egemen olmalı; teoloji ve metafizik
dönemi artık kapanmıştır”.
Sonuçta, din-bilim ayırımına dayalı; teoloji ve metafiziğin, “insanlığın
ilerlemesini engelleyici” alanlar olarak horlandığı ve yalnızca “olgu”ların
önemsendiği “pozitivist” bir aydınlanma dönemi başlamıştır. Semavi dinlerin
açıklamaları, nesnel olmadıklarından, tümü ile “bilimsel uğraş” dışında
ve “değersiz” sayılmış; o kadar ki, bazı kesimlerde, hayatın manevi boyutunun
tümü ile reddedildiği, adeta “peygamberi bilim” olan bir insanlık dini
algısının oluşumuna yol açılmıştır! İnsanlık, bu şekilde, yaklaşık üç yüz yıllık
(belki “şaşkın” denilebilecek) bir dönem yaşamıştır.
Bilimsel devrimi fiilen yaşayamayan toplumlarda, bu kavramlar, farklı
bir zihinsel donukluğa neden olmuştur. Adeta, mutlaklık algısı ile kutsandığı
için eleştirilen “din”in yerini, gerçeğin tek ve mutlak temsilcisi gibi algılanmaya
başlanan bilim almıştır.
Bu sınırlıklarla bile olsa, aydınlar arasında kendine güçlü bir yer edinen
“pozitivist” akımın halk’a yansıması aynı kolaylıkta olmamıştır. En azından,
toplumun bir kesiminin vicdanında gerçeği tam da temsil etmediğine inanılan
“zapt edilmiş” yeni kaleler inşa edilmiştir! Bu algı çerçevesinin kabulü
için harcanan yoğun çabalara rağmen, ciddi “halk-aydın” ayrışması halen
bile yeterince önlenememiştir. Zira bu ayrışmayı giderecek yeni bir algı çerçevesi geliştirilip hayata yansıtılamamıştır. O kadar ki, hayatın öznel yönlerinin ihmal edilişini düşünen zihinlerde oluşan güvensizlikle, pozitivizmin
mevcut potansiyelinden bile yeterince yararlanılamayan ortamlar oluşmuştur.
Yeni Bir Bilimsel Algı Çerçevesi
İnsanlık, maddi ve manevi yönleriyle mutlu ve müreffeh bir hayat için
“medeniyetin ortak paydasında” yeni bir bilimsel algı çerçevesine muhtaç
görünüyor. Bu altbölümde, böyle bir ihtiyacı zorlayan faktörler ile geleneksel
bilimsel yaklaşımda öngörülen kavramsal bazıdeğişiklikler özetlenmiştir.
Zorlayıcı Faktörler
Yeni algı çerçevesine olan ihtiyacı zorlayan faktörlerden belki en önemlileri
arasında “hayatın bütünselliği”, “birlikte yaşama ve uzlaşma zorunluluğu”
ile “kuantum fiziğinin yol açtığı algısal değişim” sayılabilir. Bu alt bölümde,
yeni algı çerçevesini geliştirme, içselleştirme ve yaygınlaştırma için
anlaşılması gereken bu dinamikler kısaca tanıtılmaya çalışılmıştır.
Hayatın Bütünselliği
İnsanın maddi ve manevi boyutlarıyla bir bütün olduğu, dinen de ilmen de hemen her zaman kabul edilmekle birlikte, ortak akıl sorgulamasına açılarak
anlaşılmaya çalışılması büyük ölçüde maddi boyut ile sınırlı olagelmiştir.
Oysa karar süreçlerinde kullanılan algısal irade kaynakları, yoğun olarak, hayatın öznel boyutu ile de ilişkilidir ve hayatın maddi yönden iyileştirilmesi insanları mutlu etmeye yetmemektedir; hatta bireysel ve toplumsal yıkımlara bile neden olunabilmektedir.
Söylemlerde önemsenen bu gerçekliğin içselleştirilip gecikmeden bilimsel
araştırmalara konu edinilmesi, elde edilecek sistemleştirilmiş bilginin
hayata yansıtılması beklenir. Aksi halde, küreselleşen dünyada barış içinde
birlikte yaşamak güçleşecektir.
Birlikte Yaşama ve Uzlaşma Zorunluluğu
Fizik, psikolojik vb özellikleri ve yaşam felsefesi açısından benzersizlik
anlamında adeta “müzelik” olan insan, tabiatı icabı, başkaları ile birlikte yaşama
ihtiyacındadır. Bu ihtiyaç, bireyi, başkalarını, yalnızca nesnellikleri ile
değil, benzersiz öznellikleri ile de anlamaya ve gerektiğinde bazı özgürlüklerden
“vazgeçme” pahasına uzlaşıp, birlikte yaşama sözleşmesi yapmaya
mecbur etmektedir. Bu bağlamda, birlikte yaşamak isteyenler, birbirlerinin
görüş, tutum, inanç vb öznel algısal iradelerini anlamak ve ortak payda arayışında dikkate almak zorundadır. Bu anlamda, herkes birbirine muhtaçtır!
Bu düzende, insanlar “kendi özelinde tam; kamusal hayatta sınırlı özgürlüğe
sahiptir”. Yani, ortak yaşam hiç bir kişi ya da grubun öznel algısına
göre kurgulanamaz. “Farklılıklarla birlikte yaşamak” belki en önemli toplumsal
uzlaşı şeklidir. Böylesi bir uzlaşı, kabul edilebilir bir toplum düzeni
sağlaması yanında, kişilerin öznel algılarının bir şekilde sınanma hakkının
saklı tutulmasına da imkân verir. Zira toplumun “akıl ve vicdanında” kabul
görmeyen kuralların kalıcılığı olmadığı gibi toplumsal barışa katkısı da beklenemez!
Toplumsal uzlaşıların bir bölümü, pozitivist felsefenin ortak ölçütlü ve
gözlenebilir nesnel veriler (geleneksel bilimsel irade) üzerine inşa edilebilirken,
insanoğlunu ilgilendiren din, demokrasi vb pek çok öznel alanda “ortak
nesnel ölçüt” temini henüz mümkün değildir. Bu durum, daha farklı
arayışları zorunlu kılmaktadır.
Kuantum Fiziği ile Oluşan Algısal Değişim
Yirminci yüzyılda, başta Mack Plank, Einstein ve Niels Bohr olmak üzere,
pek çok bilim insanının deney, tez ve antitezleriyle yaklaşık otuz yıllık
bir sürede olgunlaşan Kuantum fiziği/mekaniği ile gerçekleşen dönüşüm11
önemli izler bırakmıştır. Bununla, birinci aydınlanma döneminin Newton
fiziği bağlantılı “pozitivizm” algısının sınırlıkları daha iyi anlaşılmış; bilimsellik
algısı ve uygulanma alanlarının değişimine tanık olunmuştur.
Kuantum fiziğinin tespitleriyle: Işığın sadece dalgalardan değil, cisimciklerden
de oluştuğu; her parçacığın ayrık birimler halinde salındığı (dalgalar
üretebildi ği); ilişki ağında uzaklığın sorun olmadığı; sürekli değişim (ışık-enerji)
ve belirsizliklerin yaşandığı; böylesi bir ortamda, sonuçların, mutlak değil, ancak “olasılıklı” olarak algılanabileceği kabul edilmiştir. Böylece,
birinci aydınlanma döneminin bilim felsefesinin temel algı çerçevesi olan
Newton fiziğinin “belirlilik/deterministic” ilişkiler imparatorluğu, “belirsizlik/
indeterministic” ilişkiler kabulü ile kökten sarsılmıştır. Bilimsel yöntemin
“tek sebep-tek sonuç” algısı yerine belki tümü ile bilinmesi bir yana
düşünülmesi bile zor olan “çoklu sebep-sonuç” algısı hakim olmuştur.
Önceleri bazılarınca “bilim” alanı bile sayılmayan toplumbilimler artık daha
rahat çalışılmaya başlanmıştır. Kısaca evrene bakışta, insanlara yepyeni bir
pencere açılmıştır. Bu bağlamda, mutlak algılı pozitivizme yönelik eleştiri
ve karşı koymalar, fizik dünyadan önemli bir “destek” bulmuştur!
Ne var ki, Kuantum fiziğinin ürünleri olan bilgisayarlar, görüntüleme cihazları
vb teknolojiler yaygın olarak kullanılırken, dönüşümün olaylara ve
doğaya bakıştaki yeni algı çerçevesi hayata henüz yeterince yansıtılamamıştır.
Örneğin, insan yaşamında son derece önemli yer tutan din ve benzeri
öznel alanlar, pek çok bilim insanı ve “aydın” tarafından görmezlikten gelinmeye, dışlanmaya ya da açıkça aşağılanmaya devam edilmiştir!
Galiba, nesnel ve öznel ölçütleri birlikte dikkate alan ve bunları sorgulayabilen;
bilinebilen sonuçların “algısal gerçeklikler” olarak “ihtimale dayalılığını” kabul eden yeni bir “bilimsel algı çerçevesi” kaçınılmaz bir ihtiyaç olmuştur. Ortak aklın da inanç alanının Kutsal’ının da beklentileri bu olsa gerek.
Değişen Bazı Kavramlar
Bilimsel araştırma faaliyetlerinde yeni bir algı çerçevesine ihtiyaç olduğu
varsayımı ile Yazar, bir yöntembilim öğrencisi olarak, kavramsal dönüşüme
yardımcı olabileceğini düşündüğü bir dizi “düşünme gıdası” üretmeye çalıştı.
Bu amaçla, bilimsel algı çerçevesinin önemli parametreleri olarak ortak
ölçüt kavramı ile araştırma ve bilimde ihtiyaç duyulan yeni sınıflandırma
önerilerinde bulunuldu.
Ortak Ölçüt: Paylaşılmış Öznellikler
Yeni bilimsel algı çerçevesindeki değişimin özünde, mevcut bilimsel yöntemdeki
“ortak ölçüt” kavramının “paylaşılmış öznellik” olduğu kabulü
vardır. Bu bağlamda, nesnel-öznel nitelemesinin paylaşılmış “durağanlık”
üzerinden yapılabileceği düşünülmektedir. Halen, ağırlık, uzunluk, sıcaklık
gibi artık durağan kabul edilen uzlaşılarla oluşan ortak ölçütlere “nesnel”;
başarı, yetenek, ilgi, beğeni, kalkınma gibi şimdilik daha az durağan (değişkenliği
fazla) olan ortak ölçütlere de “öznel” nitelemesi yapılabilir. Yani,
paylaşılma “nesnel” denilebilecek bir durağanlığa ulaşabileceği gibi “öznel”
seviyede de kalabilir. Bu, bir süreçtir. Bugün “nesnel” olarak bilinen pek
çok ölçüt, insanlığın daha önce paylaştığı öznellikler üzerine kurulmuştur.
Önemli olan, karar alma sürecinde, mevcut bilinenler ışığında, “elde edilebilen
en durağan dayanağı (veriyi) kullanabilmektir.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder