17 Şubat 2020 Pazartesi

ORTA DOĞUYU ANLAMAK

ORTA DOĞUYU ANLAMAK 



Ayşe Ömür Atmaca *
* Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Araştırma Görevlisi 


Ortadoğu’yu Anlamak 
Ilan Pappe, 
NTV Yayınları, Ocak 2009
KİTAP İNCELEMESİ
Çeviren: Gül Atmaca

Ortadoğu çalışan öğrencilerin ya da akademisyenlerin pek çoğu bölge 
üzerine yazılmış olan klasik ders kitaplarında bölgenin kent tarihi, 
kırsal tarihi ya da kültür tarihinde olup bitenleri bulamaz. 

   Bu kitaplar temel olarak bölgenin siyasi ve ekonomik tarihlerini incelerken 
bölgenin modern tarihi bu bağlamda Batı ile karşılaştığı andan itibaren 
başlatılır. Ilan Pappe’nin “Ortadoğu’yu Anlamak” olarak dilimize çevirilen “The 
Modern Middle East” kitabı Ortadoğu bölgesi ile ilgilenenlere, öğrencilere ve 
akademisyenlere “Ortadoğu’yu modernleştiren Batı’dır” yargısını sorgulattırarak 
alışılagelmişin dışında bir tarih yazımı sunuyor. Pappe’nin kitapta okuyucuya 
sunduğu tartışma, metodolojik bir soru olan “geçmişi nasıl araştırıyoruz” 
sorusundan ziyade ideolojik bir karar olan “geçmişten kimi araştıracağız” 
sorusuna odaklanıyor. 

(s.1) Pappe, “Tarih, sadece sömürgecilere değil fakat sömürülenlere, sadece işgalcilere değil işgale uğrayanlara ve sadece baskı yapanlara değil, baskı altındakilere de yer ayırmalı.”(s.16) diyerek bu çalışmasında aktörleri ve tarihyazımı yöntemini kökten değiştiriyor. 

Ortadoğu’yu Anlamak kitabında Batılı akademisyenler tarafından geri kalmışlık, 
fanatizm ve savaşlarla özdeşleştirilen Ortadoğu’nun çok farklı yönleri ve 
zenginlikleri ortaya konuluyor. Pappe kitabın girişinde okuyucuya siyasi ve 
ekonomik alanların hayatı oluşturan tek alanlar olmadığını hatırlatırken bu bakış 
açısıyla Ortadoğu çalışmalarına yeni bir soluk getiriyor. Bunu da, yukarıda 
da belirtildiği gibi, klasik Ortadoğu kitaplarında olan yalnızca siyasi ve ekonomik 
hayata değil, kentsel ve kırsal hayata, cinsiyet ilişkilerine, müzik, şiir, dans ve edebiyata da odaklanarak yapmaya çalışıyor. Tüm bunları yaparken 
kitabında coğrafi olarak tüm bölgeyi kapsamaya çalışan Pappe’nin, bölgedeki 
diğer ülkelerden farklı ve çeşitli örnekler verse de Maşrık’ta Mısır’ı ve 
Mağrip’te Cezayir’i ağırlıklı olarak kullanması değinilmesi gereken bir başka 
nokta olarak karşımıza çıkıyor. 

Pappe, teorik tartışmaların da yapıldığı giriş kısmında kitapta kullanılan metodolojinin çerçevesini çiziyor. Kitapta temel olarak iki metod uygulanıyor. Bu metodlardan ilki toplumdaki diğer insan gruplarını incelemek, ikincisi ise bölge toplumlarındaki değişim ve devamlılıkları incelemek. Böylece bir yandan 
devlet ve ulus-merkezli geleneksel tarihçiliğe eleştirel bir bakış açısı sunulurken 
diğer yandan bölgeye tematik ve karşılaştırmalı bir yaklaşım ile bakılması 
sağlanıyor. Yazar kendini modernleşme teorilerinden ayrı tutarak geçmişi nasıl 
araştırdığımız gibi ideolojik bir soru sorarak işe başlıyor. Pappe bu kitabı ile 
oryantalist perspektiflere ve modernleşme teorilerine karşı alternatif bir resim 
çizmeyi amaçlarken sadece geçmişi değil, bölgenin bugününü de anlamamıza 
yardımcı oluyor. 

Pappe kitaba Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı mirası ile başlıyor ve 
20. yüzyılın sonunda Siyasi İslam’ın söylemiyle bitiriyor. Kitabın ilk iki bölümü 
Ortadoğu’nun siyasi ve ekonomik tarihini çok kısa bir şekilde özetliyor. İlk iki 
bölüm ve sonuç bölümlerinden ayrı olarak kitap yedi bölümden oluşuyor. Bu 
bölümler bölgenin kentsel tarihini, kırsal tarihini, kültür tarihini, bölge kadınlarının tarihini ve Siyasi İslam’ın söylemlerini kapsıyor. 

Kitabın giriş kısmına yazar Modern Ortadoğu tarihinin ne zaman başlatılması 
gerektiği sorusuna cevap arayarak başlıyor. Bu soruya Avrupamerkezci yaygın 
cevap Batı ile karşılaşmanın modernleşmeyi başlattığı, sömürgecilik ve ardından 
gelen milliyetçi hareketlerin çıkış noktası olduğu yönünde. (s.2) Burada 
modernleşme teorilerinin en sorunlu öngörülerinden birisi ile karşı karşıya 
kalıyoruz. Pappe’ye göre modernleşme teorilerinin modernlik tanımı Ortadoğu 
halklarının geçmişini gözardı etmekle kalmayıp toplumların Batılılaşmadıkları 
sürece modern tarihin bir parçası olamayacaklarını da savunuyor. (s.3) 

Bu çerçevede modernleşme teorilerinin doğrusal bir tarihyazımı oluşturduklarını 
görüyoruz. Bu varsayımın sonucunda gelinecek nokta ise Fukuyama’nın belirttiği gibi “tarihin sonu” olarak öngörülüyor. Yazara göre Ortadoğu ilk bakışta modernleşme teorilerine tam olarak uyan bir örnek olarak düşünülse de bölge modernleşmenin teknolojik ve ekonomik dönüşüm olan ilk aşamasından ve kurumların ve ideolojinin ithal edilmesi olan ikinci aşamasından geçtiği halde 
demokrasi ve liberalizme doğru geçiş olan üçüncü aşamasından geçemeyerek 
günümüzdeki durumuna takılıp kalmıştır. (ss.5-6) Pappe bu noktada 
modernleşme teorilerini kullanan ve modernleşmenin Ortadoğu’da başarılı 
olacağına inanan Albert Hourani gibi iyimserler ve bölgeyi ilkel ve geleneksel 
kalmaya mahkum gören Eli Kedourie gibi kötümserler arasındaki tartışmayı 
gözler önüne seriyor. 

Modernleşmenin ideolojik bir duruş olduğunu görenlerin bu duruşa karşı kökten 
eleştirileri ise 1970’lerde ortaya çıkıyor. Pappe’ye göre, ekonomik gelişmenin 
sosyal ve siyasal gelişme ile aynı anda yürümeyebileceğini farkeden iktisatçılar, modern ulus-devletin illa da demokrasi ve liberalleşme getirmediğini gören siyaset bilimciler ve Mısırlı Samir Amin gibi Ortadoğu çalışmaları konusunda uzmanlar modernleşmeye karşı durdular. (s.11) 

Bu çerçevede kültürel antropoloji ile yorumsama ve edebiyata yönelik eleştirel yaklaşımlar modernleşme teorilerine karşı geliştirilen alternatif görüşler oldular. (s.12) Kültürel antropoloji bağlamında gözlem yapan tarihçiler “batılı olmayan” geçmişin varlığı, aşağıdan da başlatılan değişimin Batı ile temasa geçilmeden çok önce başlayan bir süreç olduğu gerçeği ve laikliğin modernleşmenin ayrıl maz bir parçası olmadığı, tersine dinlerin önemli rol oynadığı gibi gözlemleriyle modernleşmeci varsayımların çökmesine neden oldular. 

Antropolog tarihçilere göre değişim çizgisel bir süreç değildi, Batılılaşmanın gelenekler üzerinde hem güçlendirici hem de parçalayıcı etkileri oldu. (s.13) Bu noktada yapılan en önemli tespit ise Batı’nın değişimi sağlayan faktörlerden yalnızca biri olarak görülmeye başlanmasıdır. Bu eleştirel yaklaşımın tarihyazımı üzerindeki etkisinin önemi yadsınamaz. Kimin tarihi sorusunun cevabı da bu bakış açısının getirdiği açıklamada yatıyor : “Ortadoğu tarihinin konusu bölge insanı olmalı.” (s.16) Pappe kitabın başında sorduğu soruya şöyle cevap veriyor: 
“Modern Ortadoğu tarihi için artık tek bir çıkış noktası olamaz, çeşitli başlangıçlar olabilir.”(s.16) Pappe’ye göre bölgedeki toplumlar farklı noktalarda dönüşüm geçiriyorlar. Bu yüzden “Ortadoğu’nun tarihi, güncel bir sürecin güncel bir tarih yazımıdır.”(s.17) 

Kitabın ilk ve ikinci bölümleri özet bir biçimde bölgenin siyasi ve ekonomik 
tarihlerine ayrılmış. Siyasi tarih bölümüne Osmanlı mirası ile başlayan Pappe 
imparatorluğun çokkültürlülüğünün altını çiziyor. Değişim dinamiklerini sadece 
dışarıdan gelen Batı etkisine bağlamamanın, Osmanlı İmparatorluğu’nu 
değişmez bir yapı olarak gören oryantalist bakış açısına da karşı çıkmayı 
beraberinde getirdiğini belirten yazar ancak bu yaklaşımın, Ortadoğu tarihini 
incelediğimizde bizi benzer tuzaklara düşmekten kurtarabileceğini söylüyor. 
Pappe’ye göre benzerlikler olduğu halde 20. yüzyıl Ortadoğusu’nun tarihi resminde bir birlik olmaması bu kitabın altını çizdiği en önemli konu. Sömürge 
tarihi benzerliklere rağmen her yöreye özgü farklılıklar gösterdiği için buna 
güzel bir örnek teşkil ediyor. Bu bölüm 1918-2000 yılları arasında kronolojik 
olarak bölgedeki siyasi gelişmeleri çok kısa bir biçimde okuyucuya sunuyor. 

Bölgenin ekonomik tarihini özetleyen ikinci bölümde ise Pappe ekonomik olarak 
modernleşme teorilerinden uzaklaşmanın Wallerstein’ın dünya sistemi ve 
Samir Amin’in bağımsızlık teorisi ile başladığını öne sürüyor. (s.49) Ancak bu 
noktada Pappe ekonomi tarihçilerinin ana araştırma konusunun modernleşmeci 
model içinde kaldığını da belirtmeden geçmiyor. Yazara göre konunun 
tarihsel gelişimi gözden geçirilmeli. Bu çerçevede modern ekonomik tarihi 

19. yüzyılın ortasında içeriden gelen ve tarıma odaklanan değişim baskısı ile 
başlatan yazar 20. yüzyılın başında Ortadoğu tarım toplumunun kapitalist 
dünya ekonomisiyle bütünleşmeye başladığına işaret ediyor. Bu görüşe göre 
bölgede sömürgeci egemenlik bu gelişmeye tepki olarak geldi. Hegemonya 
kurmanın en önemli yolu ticaretti ve Avrupa ile ticaret de kısa sürede içerideki 
ticaretin önüne geçti. Böylece 19. yüzyıldaki Ortadoğu ekonomisi, dünya 
ticaretinin merkezi bir noktasında kendi kendine yeten bir sistemken, Batı’nın 
siyasi, ekonomik ve kültürel hakimiyeti altında marjinalleşti. (s.55) 

1918-1945 yılları arasında dünya ekonomisiyle bütünleşme Ortadoğu ekonomisini marjinalleştirdi, diğer bir deyişle devlet ile toplum, zengin ile fakir 
arasında daha derin bir çatlak oluştu. Ekonomik göstergeler 1945 sonrası bağımsızlığın ilk yıllarında artış göstermesine rağmen bu nüfus patlaması, doğal 
kaynakların eksikliği, kötü yönetim ve istikrarsız politikalar yüzünden uzun 
dönemde yeterli olamadı. Sonuç olarak 1970’lerde ekonomik bağımsızlık rüyası 
biterken Batı’ya bağımlılık devam etti. Pappe’ye göre Ortadoğu’nun 20. 
yüzyıldaki ekonomik tarihi Batı’ya açıldığından bu yana çoğu insan için hayal 
kırıklığı yaratan bir hikaye oldu. 

Petrolün bölge üzerindeki etkisini anlatmadan bu bölümü bitirmek imkansız. 
1930’larda bulunan petrol üretimin 1940’lı ve 1950’li yıllarda artışı ile birlikte 
bölge ekonomisinin önemli bir paydası haline geldi. Pappe petolden dolayı 
muazzam zenginlik kazanıldığı izleniminin doğru olmadığını belirtirken petrolün 
bölge ekonomisini kutuplaştırdığına, çok insanı değil birkaçını zengin 
etmesine işaret ediyor. Ayrıca bu zenginlik yüzyılın sonunda düşüşe geçti ve 
tükenir bir kaynak olduğu için petrolün büyüsü giderek azaldı. 

Siyasi ve ekonomik tarihlerin ardından yazar Ortadoğu’nun kırsal tarihini detaylı 
bir biçimde inceliyor. Pappe’ye göre hızlı değişimler ve köklü dönüşümleri 
öngören kırsal tarih anlatımında kırsal alanda dönüşümü sağlayan kentlilerdir 
ve bu çabalarında da büyük ölçüde başarılı olmuşlardır. Ekonomik ve 
sosyolojik olan bu anlatım temel olarak üretim şekilleri üzerinde durmaktadır. 
Buna alternatif olan ikinci tarih anlatımında ise kırsal tarihin yavaşça ilerlediği 
ve hayatın çoğunlukla aynı kaldığı gözlemlenmektedir. (s.75) Diğer bir deyişle 
kırsal tarihte modernleşmeciler değişimi antropologlar ise sürekliliği göstermeye 
çalışmışlardır ve her iki grup da kendilerini haklı çıkaracak örnekler bulmayı 
başarmışlardır. 

Ortadoğu kırsalında 20. yüzyılın başında kendi kendine yeten ve çoğu kırsal 
alanda yaşayan insanların hayatlarındaki en hızlı değişim bu yeterliliğin ve 
özerkliğin sonu oldu. Tarımın ticarileşmesi yeni toprak sistemini ve özel mülkiyeti getirdi, yabancı varlığındaki artışı fazlalaştırarak altyapıyı güçlendirdi, 
makineleşmiş tarım kırsala bankayı getirdi ve tüm bu gelişmelerin sonucunda 
köyün özerk yaşamı altüst oldu. Kısaca, Pappe’ye göre kapitalizm üretim şe-
killerindeki kırsal dengeyi mahvetti. 

Mağrip kırsalı, Ortadoğu’da kırsal alanda sömürgeciliğin dokundugu ilk bölge. 
Pappe kırsalın istilasından bahsederken burada sömürge karşıtı hareketin de 
sömürgecilik kadar etkili olduğunu belirtiyor. FLN örneğinde Cezayir kırsalının 
nasıl siyasetin içine çekildiğinin altı çiziliyor. Bağımsızlık sonrası dönemde bölgede post-ulusal kurtuluş savaşının bir parçası olarak tarım reformu politikaları izlendi. Suriye ve İran’da başlayan bu hareket kısa zamanda diğer ülkelere yayıldı. Ancak reformların başarısızlığı kısa sürede anlaşıldı ve 1950’lerde popüler olan tarım reformunun yerini 1960’larda 
millileştirme aldı. 

Pappe nüfus artışının tarımdaki üretimden fazla olmasının yoksulluğu getirdiğini 
ve bu yüzden de kente göçü hızlandırdığının altını çiziyor. Ayrıca değişimin 
yavaş hareketlerini izlemenin öneminden bahsederken bu bağlamda bölgede kabile ve ailenin tarihi konusuna göz atıyor. Yazara göre 20. yüzyıl boyunca genişletilmiş aile, kırsal alanların yanısıra kentlerde de toplumu oluşturan temel sosyal yapı olarak kalmıştır. Modernleşme teorilerinin öngörülerinin aksine antropolojik yaklaşımlar kabilenin kırsalda egemen güç olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Antropolog Gulick’e göre ise 1950’lerde Ortadoğu hayatında çok önemli bir yeri olan köy, kentlere göçle kültürel ve dini değerlerin kent toplumuna ithal edilmesine neden olarak sürekliliği sağlamıştır. (s.126) 

Kitapta Ortadoğu toplumlarını özellikle içeriden anlamak için antropolojik yaklaşımın önemi vurgulanırken bu yaklaşımın batılılaşma ve geleneklerin arasındaki diyalektik ilişkiyi gösterdiği belirtiliyor. Pappe’ye göre 1950’lerde gerileyen Siyasi İslam’ın 1970’lerde güçlü bir şekilde geri dönmesini açıklayan bu hareket doğrusal olmaktan ziyade döngüsel. (s.145) 

Yazar bu bölümü Batı’nın Ortadoğu kırsalına etkisinin hala belirsiz olduğu yönündeki görüşüyle bitiriyor. 

Kırsal tarihin ardından ele alınan kent tarihi de kitabın önemli bir kısmını oluşturuyor. 

Yazar burada sınıflandırmadaki zorluklardan bahsederek meseleyi 
basitleştirmek için kendi sınıflandırmasını ortaya koyuyor. Bu bağlamda kent 
tarihi kentli üç grubun tarihlerinden oluşuyor. Bunlardan ilki işçi ve memurların, 
Pappe’nin deyimiyle emeğin tarihi, ikincisi orta sınıf üyelerinin tarihi ve 
üçüncüsü de işsizlerin tarihi. 

Pappe’ye göre kent, kentleşme sürecinin sonucu olarak bölge tarihinde baş 
aktör oldu. (s.147) Kırsaldaki nüfus fazlası 20. yüzyılın ilk yarısında kentlere 
göç etmeye başladı. Kentleşmenin en göze batan sonucu büyük gecekondu 
bölgelerinin ve yoksul bölgelerin ortaya çıkması oldu. Pappe 20. yüzyılı 
Ortadoğu’da göçmenlerin tarihi olarak tanımlarken nüfus patlamasının getirdiği 
sorunlara dikkati çekiyor. 

İlk olarak işçi sınıfı ve emeğin tarihini ele alan Pappe Ortadoğu’da sendikacılığın 
ve komünizmin tarihini özetleyerek literatüre önemli bir katkıda bulunuyor. 
Bölgede ilk olarak 1950’lerde Mısır’da ortaya çıkan sendikalar ilk kez Kahire 
demiryolu grevi ile başarılı bir şekilde seslerini duyurdular. Ancak Mısır örneğinde sendikaların bu enerjisinin 1952’deki ulusal devrim başarıya ulaşınca 
azaldığını ve hatta iyice güç kaybettiğini söylemek mümkün. Irak örneğinde 
ise 1934’te kurulan Irak Komünist Partisi’nin önderliğinde 1958’e kadar tarihin en radikal işçi hareketlerini gerçekleştirdiğini görüyoruz. Pappe burada, Irak 
örneği ve Kuzey Afrika deneyiminin Gramsci tarafından ortaya atılan teorik 
kategorilere büyük ölçüde uyum sağladığına işaret ediyor. (p. 166) Gramsci 
radikal koşullarda ve radikal toplumlarda aydınlarla işçiler arasında bir ittifak 
kurulacağını ve hatta milliyetçilikle Marksizmin bu ortamda yakınlaşacağını 
ileri sürmektedir. Her iki örnekte de bunun gerçekleştiğini görüyoruz. Ancak 
bölgede sendikacılık ilerleyen yıllarda beklentilere cevap veremeyince buradan 
doğan boşluğu İslamcı hareketler doldurdu. 

Pappe, kentli orta sınıfın tarihini incelerken 20. yüzyılın orta sınıfının 19. yüzyılın 
kentli ileri gelenleri arasından çıktığını belirterek söze başlıyor. Bu grubun 
siyasallaşması sömürgecilik dönemi ile başlarken bu grubun içindeki paşalar 
ve efendiyya arasındaki ayrım ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra belirginleşti. 
Sonuç olarak kültürel milliyetçiliği siyasi milliyetçiliğe dönüştüren grup efendiyya oldu. 

Kentlerde milliyetçiliğin yükselmesi özellikle kıyı bölgelerde kozmopolitlik ve 
çokkültürlülüğün kaybolmasına yol açarken ulus devletin ortaya çıkışı farklı 
toplulukların geleneklerinin de ortadan kaybolmasına neden oldu. Yine benzer 
bir şekilde modernleşmenin de şehirlerdeki diğer bir olumsuz etkisini, mesleki çeşitliliğin azalması biçiminde görmemiz mümkün. Elbette 20. Yüzyılda 
kentlerin fiziksel anlamda dönüşüm sağladığını da bu noktada söylemek 
gerekiyor. Kamusal alandaki ve kentlilerin kıyafetlerindeki değişim ise bu bağlamda oldukça çarpıcı örnekler olarak karşımıza çıkıyor. 

1950’lerde ortaya çıkan millileştirme politikaları yüzyılın başında güven ve istikrar içinde yaşayan orta sınıf için tehdit oluşturmaya başladı. Millileştirme 
bu toplumun bu kesimi için malvarlıklarını ve hatta sosyal statülerini kaybetme 
gibi sonuçlara neden oldu. Bu nedenle orta sınıf mensupları çıkarlarını ve 
konumlarını eskiden var olan ve yeni oluşturdukları ağlar sayesinde sosyal ve 
ekonomik kontrolü sağlayarak garanti altına aldılar. Pappe Ortadoğu kentlerinin 
birçoğunun böyle “ahbap” ağlarıyla yönetildiklerinin altını çiziyor. (s.201) 

Ortadoğu’da 20. yüzyılda işsizlerin tarihini göçmenlik ve kentleri kuşatan gecekondu kavramları ile anmamız gerekiyor. İşsizlik yoksul ülkelerin olduğu 
kadar İran gibi zengin ülkelerin de en önemli sorunu haline geldi. Bu çerçevede 
alternatif yollar arayanların bir bölümü de yine Siyasal İslam’da cevap 
bulmaya başladı. 

Kitabin en dikkat çekici kısımlarını oluşturan kültür tarihi konusu temel olarak 
üç ana bölümde inceleniyor. Bu bölümlerden ilki bölgede müzik, dans ve şiirin 
tarihini anlatırken, ikincisi yazınsal yapıtları, üçüncüsü tiyatro, sinema, radyo 
ve televizyonun bölgedeki gelişimini ve toplum üzerindeki etkilerini inceliyor. 

Popüler Kültür: Müzik, Dans ve Şiir başlığını taşıyan beşinci bölümde Pappe 
Edward Said’in dar kültür tanımından yararlanarak indirgemeci ve özcü olan 
ve genellikle yabancılar tarafından anlatılan Ortadoğu kültür tarihinin bu kültürün insanlarını denetim ve hakimiyet altına almak için yazıldığını belirtiyor. (s.211) 

Kültürün dil olduğunu belirten ve Arapça’nın bölgede oynadığı temel 
rolün öneminin altını çizen Pappe bu bölüme Modern Ortadoğu’da müziğin 
tarihi ile yola çıkıyor. Şeyh Seyyid Derviş’in doğu ve batıyı birleştirerek yaptığı 
müzik ona “Halkın Sanatçısı” ünvanını verirken bölgedeki beste tarihinin en 
önemli dönüm noktası oldu. Pappe müzik bölümüne Mısırlı üçlü olarak adlandırılan üç büyük şarkıcının -Ümmü Gülsüm, Muhammed Abdul Vahab ve 
Ferid el-Atraş-hayatlarını anlatarak devam ediyor. Elbette ulusal kahraman 
olarak görülen Ümmü Gülsüm’ün hayatı bunların arasında en göze çarpıcı 
olanı. Maşrık’ı derinden etkileyen bu üç şarkıcının ardından yazar Mağrip’te 
1920’lerde kente göçün ardından ortaya çıkan ve yayılan Ra’i mirasına dikkatimizi çekiyor. Kadın ve erkeğin birlikte dans etmesini özendirmesi nedeniyle İslamcıların hoşuna gitmeyen Ra’i, 1990’larda yerini geleneksel müziğe bıraktı. 

Bölgede dans 20. yüzyılın ilk yarısında toplumsal hayatın önemli bir parçasıyken 
yüzyılın sonuna doğru daha sınırlanmış ve kısıtlanmış bir olay haline 
geldi. Bölgede yas tutmanın önemli bir parçası olan dansa Umman’daki ölüm 
dansı olan Dan örnek olarak gösteriliyor.(s.230) Ortadoğu’da İslamiyet öncesi 
döneme kadar uzanan şiirin tarihi ise gerek siyasi bir tavır gerekse ifade biçimi 
olarak hayatın tam merkezine oturmuş durumda. 

Kitabın altıncı bölümü olan Yazınsal Yapıtların Tarihi’nde Pappe matbaanın 
bölgeye gelişini başlangıç noktası olarak alıyor. Elbette okuryazarlık bu bağlamda en önemli unsur olarak karşımıza çıkıyor. Pappe’ye göre bölgede tarihi ve kültürel bir araç olan basının tarihi yazınsal yapıtların tarihine öncüllük 
etmektedir. Arap gazeteleri 1860’larda eklerinde kısa romanlar yayınlayarak 
romanın yayılması ve popülerleşmesi alanında önemli bir araç haline geldiler. 
Romancılık konusundaki en etkileyici örnekler ise Harafis adli eseriyle 1988 
yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Necip Mahfuz ve Fathi Ganem’dir. Etkili 
bir ideolojik araç olarak görülen edebiyat alanında romancılık da 20. yüzyılda 
toplumdaki kutuplaşma, milliyetçilik ve Filistin meselesi gibi siyasi ve toplumsal 
konulardan etkilenmiştir. 

Dilin bu bağlamda önemli bir tartışma konusu olarak ortaya çıktığını görüyoruz. 
Edebiyat alanında Maşrık’ta kültürün dili olan Arapça’nın nasıl kullanılacağı 
tartışılırken Mağrip’te sorun Arapça’yı kullanıp kullanmamak idi. (s.274) 
İlkinde Mısırlı Fathi Ganem gibi yazarlar günlük Arapça ve edebi Arapça’yı 
karıştırarak dili özgürleştirirken ikincisinde Fransızca kültür dili olarak bölgede 
varlığını devam ettirdi. 

Kitabın yedinci bölümü bize bölgedeki tiyatro, sinema, radyo ve televizyon 
tarihini anlatıyor. Pappe’ye göre sahne sanatlarının diğer sanat dallarının aksine 
Siyasi İslam’la problemli bir ilişkisinin olmaması, tersine İslami tiyatronun 
özendirilmesi,önemli bir nokta. (s.271) Maşrıktakinin aksine Mağrip’te, özellikle 
Cezayir’de tiyatronun Fransızlara karşı direnişin en önemli araçlarından biri 
haline gelmesi oldukça dikkat çekici. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise Maşrık ve 
Mağrip arasında tiyatro bağlamında bir farklılık kalmadığını görüyoruz. 

Ortadoğu’da film endüstrisinin tarihi 1927’de çekilen ilk uzun metrajlı film ile 
başlatılıyor. Mısırlı Abdül Halim Hafız’ın çarpıcı aktörlük hikayesinin ardından 
Pappe, tıpkı roman gibi sinemanın da yüzyılın ikinci yarısında siyaset odaklı 
üç konusundan bahsediyor. Bunlar önceki rejimlerin çöküşü, Cezayir’in kurtuluş 
mücadelesi ve Filistin meselesi olarak özetlenebilir. 

Bölgede radyo ve televizyonun tarihi aslında birbirine benziyor. 1920’lerde 
yapılan ilk yayının ardından popülerleşen radyonun önemi askeri darbeler 
döneminde arttı ve radyoyu kontrol altına almak devrimin özelliği haline geldi. 
Televizyon ise Ortadoğu’ya 1950’lerin sonunda geldi ve hızla elektronik 
medyanın lideri konumuna geçti. Televizyon hala yoğun olarak hükümetler 
tarafından denetleniyor. 

Kitabin sekizinci bölümü Ortadoğu’lu kadınların tarihine ayrılmış. Bu bölümde 
altı farklı noktaya değiniliyor. Mikrotarihsel olan ilk nokta feminist tarihyazımı 
ve kültürel antropolojinin 20. yüzyılda kadınların erkek egemen toplumla başa 
çıkmak için harcadığı kişisel çabalara yoğunlaşıyor. 

İkinci noktada yasal alan ve bunun kadınlara etkisi inceleniyor. Bu bölümde 
1920’lerde Mısır, Türkiye ve İran’da erkekler tarafından başlatılmış reformların 
başarılı olamayışının nedeni olarak reformları yapanların arasında kadınların 
yer almaması gösteriliyor. Feminist gözlemcilere göre uzun süreli etkili olabilecek reformlar sadece kadınların verdiği uğraş sonucu gerçekleştirilebilir. 
Buradan üçüncü noktaya, yani bölgede saygın kadın liderlerin ya da “saygıdeğer 
kadınlar” ın kendileri ve başkaları için oluşturmayı başardıkları kamusal 
alana değiniliyor. Burada, bölgede üst sınıf ya da tanınmış ailelerden gelen 
kadınların, “Mısırlıların Anası” olarak anılan Safiye Zaghlul, kadın birliğinin kurucusu Huda el-Şaravi, el-Saadavi, Faslı Fatma Mernisi, Lalla Zeynep, Ümmü 
Gülsüm ve Leyla Baalabaki gibi feministler ve toplum yıldızlarının uğraşlarına 
değiniliyor. Dördüncü bağlam feminizm ile milliyetçilik arasındaki ideolojik 
gerilimin sonucu olarak kadınların toplumdaki yerinin yeniden gözden 
geçirilmesi olarak tanımlanmış. Burada dikkatimizi çeken en önemli nokta 
yüzyılın başında ulusal kurtuluş mücadelesine büyük destek veren kadınların 
bağımsızlık sonrasında özellikle kırsalda milliyetçi hareketler tarafından kısıtlandığı dır. 

Diğer bir deyişle milliyetçilik tıpkı modernleşme gibi özel alandaki kadın-erkek eşitliğine temel bir etkide bulunmamıştır. 

Altı çizilen beşinci bağlam siyasal alan ve feminizm olarak gösterilmiştir. Yazar, 
burada feminizm ve Siyasal İslam arasındaki etkileşime ve islamcı feminizm 
ile laik feminizm ayrışmasına dikkatimizi çekiyor. Ekonomik gelişmelerin 
etkilerini inceleyen Marksist bağlam ise altıncı ve son noktayı oluşturuyor. 
Önce Fransız sömürgeciliğiyle yok olan, ancak 1940’larda turizm amacıyla 
yeniden canlanan Tunus’taki kadın dokumacılar bu anlamda örnek olarak inceleniyor. 

Kadınların ev ekonomisindeki yaşamsal rolü ve ulusal ekonomiye katkıları açık bir şekilde görülse de küreselleşmenin etkileri kadınların hayatlarında parçalayıcı oldu. Küreselleşme toplumda tüm kesimlerin fakirleşmesine neden oldu, dolayısıyla işsizlik arttı ve asıl kurbanları kadınlar olan geleneksel ve köktenci karşı güçler yarattı. Bu noktada Pappe hiçbir yapısal değişim teorisinin, küreselleşmenin Ortadoğu’daki en kalıcı etkisi olan istikrarsızlık ortamında 
kadınların durumunun iyiye mi yoksa kötüye mi gideceğini tahmin edemediğini söylüyor. (s.350) 

Kitabın dokuzuncu bölümünü Siyasi İslam’a ayıran Pappe, “İslami köktencilik” 
kavramının ne kadar sorunlu olduğunun altını çizerken Siyasi İslam’ın bölgede 
seçkinci entelektüel bir faaliyet olarak başladığını ileri sürüyor. (ss.356-357) 

Selefi planı ve reformculuk olarak ayrılan ve paralel giden Siyasi İslam’ın her 
iki yolu Mısır’da Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Banna hareketinin 
temelini oluşturuyor. El-Banna’nın ölümünden sonra ılımlı İslamın temsilcisi 
olan Hasan el-Hudeybi hareketin başına geçti. Nasır sonrası iktidara gelen 
Sedat, el-Hudeybi tarzı Siyasi İslam’ı benimsedi. Sedat ve Mübarek kamusal 
alanın İslamlaşmasına izin verirken Müslüman Kardeşler’e pek çok imtiyaz 
tanıdılar. 

   Ancak Siyasi İslam’ın Ürdün, Tunus ve Suriye örneklerinde görüldüğü gibi 
Arap ülkelerine tek bir rejim getirmemesi dikkat çekici. Kuveyt örneğinde olduğu gibi Siyasal İslam’ın demokratikleşme sürecinde oynadığı rol modernleşme teorilerinin yanıldığı başka bir alan olarak karşımıza çıkıyor. 

İlk yıllarda siyasi bir söylem olarak ortaya çıkan Siyasi İslam ileriki yıllarda 
tekdüzeliğini kaybederek geleneksel, radikal ve ılımlı olmak uzere üç temel 
eğilime ayrıldı. Pappe, 20. yüzyılda Siyasal İslam’ı tanımlamadaki zorluklardan 
bahsederken bazı ülkelerde eylemcilerin solcu politikalardan islamcı politikalara 
rahatça kayabilmesini de örnek olarak gösteriyor. 

   Siyasal İslam Ammar, Barclay ve Gayat gibi antropologların gözüyle 20. yüzyılda çok güçlü bir hale geldi. Ancak Pappe’ye göre unutulmaması gereken 
en önemli nokta İslamiyetin kırsalda ve kentte birbirinden farklı hikayelerinin 
olduğu ve kitabın başında da belirtildiği gibi ekonomik, sosyal ve kültürel tarihin 
siyasi tarihinkinden çok farklı hızlarının ve kronolojik tablolarının olması. (s.374) 

   Elbette İran örneğine bakmadan bu bölümü bitirmek imkansız. Yazar bu bölümü Fred Halliday, Sami Zübeyde ve William Cleveland’ın İran üzerine 
görüşlerini özetleyerek bitiriyor. 

Ilan Pappe kitabın 21. Yüzyılda Küreselleşen Ortadoğu başlıklı sonuç bölümünde 
klasik genellemeler yapmak yerine biraz karmaşık da olsa üç farklı konuya değinmeyi tercih etmiş. Bunlar, bölgenin ekonomik küreselleşmesi, 
aşırı kentleşmesi ve yeni bir medya devrimine maruz kalması. 

20. yüzyılın sonunda Birleşmiş Milletler’in Arap ekonomisi hakkındaki raporunda 
Arap dünyasının en büyük probleminin sıçrama belirtisi vermeyen tükenmiş 
ekonomisi olduğu belirtiliyor ve Arap ekonomisi tipik bir üçüncü dünya 
ekonomisi olarak tanımlanıyor. Pappe, bu karamsar siyasi ve ekonomik şartlara 
rağmen bu kitapla Ortadoğu’da 20. yüzyılda yaşayanların inanılmaz kültürler 
ve toplumlar ürettiğini gösterme çabasında olduğunu belirtiyor. (s.386) 

Bu bölümde ayrıca aşırı kentleşme sonucu bölgede göçün ve göçmenlik 
kavramının öneminin arttığı belirtilirken kentlerin Ortadoğu’da nasıl çokuluslu 
hale geldiği noktasına değiniliyor. Yine de ekonomik liberalleşmenin neden 
olduğu şiddet olaylarının Ortadoğu kentlerinde diğer ülkelere nazaran daha 
az olması önemli bir konu. Yazara göre 21. yüzyıla gelindiğinde kentleşme 
süreci hala bitmedi ve Ortadoğu kenti nüfus olarak Batı dünyasına yakın olsa 
da siyasi ve ekonomik olarak hala çok uzak. 

Sonuç olarak Pappe, modernleşmeci teorinin mantık dışı olarak tanımladığı 
geleneksel değerlerin ve doğa üstü sembollerin teselli amacıyla Ortadoğu’da 
hala kabul gördüğünü söyleyerek bu gelenek ve sembollerin geçmişle bir süreklilik oluşturduğunu belirtiyor. (s.392) 

Mısır’da İskenderiye Kütüphanesi’nin modern bir şekilde yeniden inşası ile 
geçmişin şanlı günlerininin yeniden canlandırılması amaçlanırken Egyptian 
Satellite, Middle East Broadcasting Centre ve El-Cezire gibi yerel uydu kanalları 
da küllenmiş olan Pan-Arapçı duyguların yeniden alevlenmesine neden 
oldu. Uydu kanalları ifade özgürlüğünün sınırlarını genişletse de tam kelimeyle 
bağımsız olan El-Cezire hariç diğerleri hala sahipleri tarafından denetlenmeye 
devam ediyor. 

Sonuç olarak örnek olaylar, teorik tartışmalar, fotoğraflar ve haritalarla zenginleştirilmiş ve coğrafi açıdan da bölgeyi tam olarak kapsamaya çalışan bu kitap Pappe’nin önsözde belirttiği gibi Ortadoğu’yu makro olarak inceleyen kitaplara tamamlayıcı olarak düşünülmelidir. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder