ORTA DOĞUYU ANLAMAK
Ayşe Ömür Atmaca *
* Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Araştırma Görevlisi
Ortadoğu’yu Anlamak
Ilan Pappe,
NTV Yayınları, Ocak 2009
KİTAP İNCELEMESİ
Çeviren: Gül Atmaca
Ortadoğu çalışan öğrencilerin ya da akademisyenlerin pek çoğu bölge
üzerine yazılmış olan klasik ders kitaplarında bölgenin kent tarihi,
kırsal tarihi ya da kültür tarihinde olup bitenleri bulamaz.
Bu kitaplar temel olarak bölgenin siyasi ve ekonomik tarihlerini incelerken
bölgenin modern tarihi bu bağlamda Batı ile karşılaştığı andan itibaren
başlatılır. Ilan Pappe’nin “Ortadoğu’yu Anlamak” olarak dilimize çevirilen “The
Modern Middle East” kitabı Ortadoğu bölgesi ile ilgilenenlere, öğrencilere ve
akademisyenlere “Ortadoğu’yu modernleştiren Batı’dır” yargısını sorgulattırarak
alışılagelmişin dışında bir tarih yazımı sunuyor. Pappe’nin kitapta okuyucuya
sunduğu tartışma, metodolojik bir soru olan “geçmişi nasıl araştırıyoruz”
sorusundan ziyade ideolojik bir karar olan “geçmişten kimi araştıracağız”
sorusuna odaklanıyor.
(s.1) Pappe, “Tarih, sadece sömürgecilere değil fakat sömürülenlere, sadece işgalcilere değil işgale uğrayanlara ve sadece baskı yapanlara değil, baskı altındakilere de yer ayırmalı.”(s.16) diyerek bu çalışmasında aktörleri ve tarihyazımı yöntemini kökten değiştiriyor.
Ortadoğu’yu Anlamak kitabında Batılı akademisyenler tarafından geri kalmışlık,
fanatizm ve savaşlarla özdeşleştirilen Ortadoğu’nun çok farklı yönleri ve
zenginlikleri ortaya konuluyor. Pappe kitabın girişinde okuyucuya siyasi ve
ekonomik alanların hayatı oluşturan tek alanlar olmadığını hatırlatırken bu bakış
açısıyla Ortadoğu çalışmalarına yeni bir soluk getiriyor. Bunu da, yukarıda
da belirtildiği gibi, klasik Ortadoğu kitaplarında olan yalnızca siyasi ve ekonomik
hayata değil, kentsel ve kırsal hayata, cinsiyet ilişkilerine, müzik, şiir, dans ve edebiyata da odaklanarak yapmaya çalışıyor. Tüm bunları yaparken
kitabında coğrafi olarak tüm bölgeyi kapsamaya çalışan Pappe’nin, bölgedeki
diğer ülkelerden farklı ve çeşitli örnekler verse de Maşrık’ta Mısır’ı ve
Mağrip’te Cezayir’i ağırlıklı olarak kullanması değinilmesi gereken bir başka
nokta olarak karşımıza çıkıyor.
Pappe, teorik tartışmaların da yapıldığı giriş kısmında kitapta kullanılan metodolojinin çerçevesini çiziyor. Kitapta temel olarak iki metod uygulanıyor. Bu metodlardan ilki toplumdaki diğer insan gruplarını incelemek, ikincisi ise bölge toplumlarındaki değişim ve devamlılıkları incelemek. Böylece bir yandan
devlet ve ulus-merkezli geleneksel tarihçiliğe eleştirel bir bakış açısı sunulurken
diğer yandan bölgeye tematik ve karşılaştırmalı bir yaklaşım ile bakılması
sağlanıyor. Yazar kendini modernleşme teorilerinden ayrı tutarak geçmişi nasıl
araştırdığımız gibi ideolojik bir soru sorarak işe başlıyor. Pappe bu kitabı ile
oryantalist perspektiflere ve modernleşme teorilerine karşı alternatif bir resim
çizmeyi amaçlarken sadece geçmişi değil, bölgenin bugününü de anlamamıza
yardımcı oluyor.
Pappe kitaba Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı mirası ile başlıyor ve
20. yüzyılın sonunda Siyasi İslam’ın söylemiyle bitiriyor. Kitabın ilk iki bölümü
Ortadoğu’nun siyasi ve ekonomik tarihini çok kısa bir şekilde özetliyor. İlk iki
bölüm ve sonuç bölümlerinden ayrı olarak kitap yedi bölümden oluşuyor. Bu
bölümler bölgenin kentsel tarihini, kırsal tarihini, kültür tarihini, bölge kadınlarının tarihini ve Siyasi İslam’ın söylemlerini kapsıyor.
Kitabın giriş kısmına yazar Modern Ortadoğu tarihinin ne zaman başlatılması
gerektiği sorusuna cevap arayarak başlıyor. Bu soruya Avrupamerkezci yaygın
cevap Batı ile karşılaşmanın modernleşmeyi başlattığı, sömürgecilik ve ardından
gelen milliyetçi hareketlerin çıkış noktası olduğu yönünde. (s.2) Burada
modernleşme teorilerinin en sorunlu öngörülerinden birisi ile karşı karşıya
kalıyoruz. Pappe’ye göre modernleşme teorilerinin modernlik tanımı Ortadoğu
halklarının geçmişini gözardı etmekle kalmayıp toplumların Batılılaşmadıkları
sürece modern tarihin bir parçası olamayacaklarını da savunuyor. (s.3)
Bu çerçevede modernleşme teorilerinin doğrusal bir tarihyazımı oluşturduklarını
görüyoruz. Bu varsayımın sonucunda gelinecek nokta ise Fukuyama’nın belirttiği gibi “tarihin sonu” olarak öngörülüyor. Yazara göre Ortadoğu ilk bakışta modernleşme teorilerine tam olarak uyan bir örnek olarak düşünülse de bölge modernleşmenin teknolojik ve ekonomik dönüşüm olan ilk aşamasından ve kurumların ve ideolojinin ithal edilmesi olan ikinci aşamasından geçtiği halde
demokrasi ve liberalizme doğru geçiş olan üçüncü aşamasından geçemeyerek
günümüzdeki durumuna takılıp kalmıştır. (ss.5-6) Pappe bu noktada
modernleşme teorilerini kullanan ve modernleşmenin Ortadoğu’da başarılı
olacağına inanan Albert Hourani gibi iyimserler ve bölgeyi ilkel ve geleneksel
kalmaya mahkum gören Eli Kedourie gibi kötümserler arasındaki tartışmayı
gözler önüne seriyor.
Modernleşmenin ideolojik bir duruş olduğunu görenlerin bu duruşa karşı kökten
eleştirileri ise 1970’lerde ortaya çıkıyor. Pappe’ye göre, ekonomik gelişmenin
sosyal ve siyasal gelişme ile aynı anda yürümeyebileceğini farkeden iktisatçılar, modern ulus-devletin illa da demokrasi ve liberalleşme getirmediğini gören siyaset bilimciler ve Mısırlı Samir Amin gibi Ortadoğu çalışmaları konusunda uzmanlar modernleşmeye karşı durdular. (s.11)
Bu çerçevede kültürel antropoloji ile yorumsama ve edebiyata yönelik eleştirel yaklaşımlar modernleşme teorilerine karşı geliştirilen alternatif görüşler oldular. (s.12) Kültürel antropoloji bağlamında gözlem yapan tarihçiler “batılı olmayan” geçmişin varlığı, aşağıdan da başlatılan değişimin Batı ile temasa geçilmeden çok önce başlayan bir süreç olduğu gerçeği ve laikliğin modernleşmenin ayrıl maz bir parçası olmadığı, tersine dinlerin önemli rol oynadığı gibi gözlemleriyle modernleşmeci varsayımların çökmesine neden oldular.
Antropolog tarihçilere göre değişim çizgisel bir süreç değildi, Batılılaşmanın gelenekler üzerinde hem güçlendirici hem de parçalayıcı etkileri oldu. (s.13) Bu noktada yapılan en önemli tespit ise Batı’nın değişimi sağlayan faktörlerden yalnızca biri olarak görülmeye başlanmasıdır. Bu eleştirel yaklaşımın tarihyazımı üzerindeki etkisinin önemi yadsınamaz. Kimin tarihi sorusunun cevabı da bu bakış açısının getirdiği açıklamada yatıyor : “Ortadoğu tarihinin konusu bölge insanı olmalı.” (s.16) Pappe kitabın başında sorduğu soruya şöyle cevap veriyor:
“Modern Ortadoğu tarihi için artık tek bir çıkış noktası olamaz, çeşitli başlangıçlar olabilir.”(s.16) Pappe’ye göre bölgedeki toplumlar farklı noktalarda dönüşüm geçiriyorlar. Bu yüzden “Ortadoğu’nun tarihi, güncel bir sürecin güncel bir tarih yazımıdır.”(s.17)
Kitabın ilk ve ikinci bölümleri özet bir biçimde bölgenin siyasi ve ekonomik
tarihlerine ayrılmış. Siyasi tarih bölümüne Osmanlı mirası ile başlayan Pappe
imparatorluğun çokkültürlülüğünün altını çiziyor. Değişim dinamiklerini sadece
dışarıdan gelen Batı etkisine bağlamamanın, Osmanlı İmparatorluğu’nu
değişmez bir yapı olarak gören oryantalist bakış açısına da karşı çıkmayı
beraberinde getirdiğini belirten yazar ancak bu yaklaşımın, Ortadoğu tarihini
incelediğimizde bizi benzer tuzaklara düşmekten kurtarabileceğini söylüyor.
Pappe’ye göre benzerlikler olduğu halde 20. yüzyıl Ortadoğusu’nun tarihi resminde bir birlik olmaması bu kitabın altını çizdiği en önemli konu. Sömürge
tarihi benzerliklere rağmen her yöreye özgü farklılıklar gösterdiği için buna
güzel bir örnek teşkil ediyor. Bu bölüm 1918-2000 yılları arasında kronolojik
olarak bölgedeki siyasi gelişmeleri çok kısa bir biçimde okuyucuya sunuyor.
Bölgenin ekonomik tarihini özetleyen ikinci bölümde ise Pappe ekonomik olarak
modernleşme teorilerinden uzaklaşmanın Wallerstein’ın dünya sistemi ve
Samir Amin’in bağımsızlık teorisi ile başladığını öne sürüyor. (s.49) Ancak bu
noktada Pappe ekonomi tarihçilerinin ana araştırma konusunun modernleşmeci
model içinde kaldığını da belirtmeden geçmiyor. Yazara göre konunun
tarihsel gelişimi gözden geçirilmeli. Bu çerçevede modern ekonomik tarihi
19. yüzyılın ortasında içeriden gelen ve tarıma odaklanan değişim baskısı ile
başlatan yazar 20. yüzyılın başında Ortadoğu tarım toplumunun kapitalist
dünya ekonomisiyle bütünleşmeye başladığına işaret ediyor. Bu görüşe göre
bölgede sömürgeci egemenlik bu gelişmeye tepki olarak geldi. Hegemonya
kurmanın en önemli yolu ticaretti ve Avrupa ile ticaret de kısa sürede içerideki
ticaretin önüne geçti. Böylece 19. yüzyıldaki Ortadoğu ekonomisi, dünya
ticaretinin merkezi bir noktasında kendi kendine yeten bir sistemken, Batı’nın
siyasi, ekonomik ve kültürel hakimiyeti altında marjinalleşti. (s.55)
1918-1945 yılları arasında dünya ekonomisiyle bütünleşme Ortadoğu ekonomisini marjinalleştirdi, diğer bir deyişle devlet ile toplum, zengin ile fakir
arasında daha derin bir çatlak oluştu. Ekonomik göstergeler 1945 sonrası bağımsızlığın ilk yıllarında artış göstermesine rağmen bu nüfus patlaması, doğal
kaynakların eksikliği, kötü yönetim ve istikrarsız politikalar yüzünden uzun
dönemde yeterli olamadı. Sonuç olarak 1970’lerde ekonomik bağımsızlık rüyası
biterken Batı’ya bağımlılık devam etti. Pappe’ye göre Ortadoğu’nun 20.
yüzyıldaki ekonomik tarihi Batı’ya açıldığından bu yana çoğu insan için hayal
kırıklığı yaratan bir hikaye oldu.
Petrolün bölge üzerindeki etkisini anlatmadan bu bölümü bitirmek imkansız.
1930’larda bulunan petrol üretimin 1940’lı ve 1950’li yıllarda artışı ile birlikte
bölge ekonomisinin önemli bir paydası haline geldi. Pappe petolden dolayı
muazzam zenginlik kazanıldığı izleniminin doğru olmadığını belirtirken petrolün
bölge ekonomisini kutuplaştırdığına, çok insanı değil birkaçını zengin
etmesine işaret ediyor. Ayrıca bu zenginlik yüzyılın sonunda düşüşe geçti ve
tükenir bir kaynak olduğu için petrolün büyüsü giderek azaldı.
Siyasi ve ekonomik tarihlerin ardından yazar Ortadoğu’nun kırsal tarihini detaylı
bir biçimde inceliyor. Pappe’ye göre hızlı değişimler ve köklü dönüşümleri
öngören kırsal tarih anlatımında kırsal alanda dönüşümü sağlayan kentlilerdir
ve bu çabalarında da büyük ölçüde başarılı olmuşlardır. Ekonomik ve
sosyolojik olan bu anlatım temel olarak üretim şekilleri üzerinde durmaktadır.
Buna alternatif olan ikinci tarih anlatımında ise kırsal tarihin yavaşça ilerlediği
ve hayatın çoğunlukla aynı kaldığı gözlemlenmektedir. (s.75) Diğer bir deyişle
kırsal tarihte modernleşmeciler değişimi antropologlar ise sürekliliği göstermeye
çalışmışlardır ve her iki grup da kendilerini haklı çıkaracak örnekler bulmayı
başarmışlardır.
Ortadoğu kırsalında 20. yüzyılın başında kendi kendine yeten ve çoğu kırsal
alanda yaşayan insanların hayatlarındaki en hızlı değişim bu yeterliliğin ve
özerkliğin sonu oldu. Tarımın ticarileşmesi yeni toprak sistemini ve özel mülkiyeti getirdi, yabancı varlığındaki artışı fazlalaştırarak altyapıyı güçlendirdi,
makineleşmiş tarım kırsala bankayı getirdi ve tüm bu gelişmelerin sonucunda
köyün özerk yaşamı altüst oldu. Kısaca, Pappe’ye göre kapitalizm üretim şe-
killerindeki kırsal dengeyi mahvetti.
Mağrip kırsalı, Ortadoğu’da kırsal alanda sömürgeciliğin dokundugu ilk bölge.
Pappe kırsalın istilasından bahsederken burada sömürge karşıtı hareketin de
sömürgecilik kadar etkili olduğunu belirtiyor. FLN örneğinde Cezayir kırsalının
nasıl siyasetin içine çekildiğinin altı çiziliyor. Bağımsızlık sonrası dönemde bölgede post-ulusal kurtuluş savaşının bir parçası olarak tarım reformu politikaları izlendi. Suriye ve İran’da başlayan bu hareket kısa zamanda diğer ülkelere yayıldı. Ancak reformların başarısızlığı kısa sürede anlaşıldı ve 1950’lerde popüler olan tarım reformunun yerini 1960’larda
millileştirme aldı.
Pappe nüfus artışının tarımdaki üretimden fazla olmasının yoksulluğu getirdiğini
ve bu yüzden de kente göçü hızlandırdığının altını çiziyor. Ayrıca değişimin
yavaş hareketlerini izlemenin öneminden bahsederken bu bağlamda bölgede kabile ve ailenin tarihi konusuna göz atıyor. Yazara göre 20. yüzyıl boyunca genişletilmiş aile, kırsal alanların yanısıra kentlerde de toplumu oluşturan temel sosyal yapı olarak kalmıştır. Modernleşme teorilerinin öngörülerinin aksine antropolojik yaklaşımlar kabilenin kırsalda egemen güç olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Antropolog Gulick’e göre ise 1950’lerde Ortadoğu hayatında çok önemli bir yeri olan köy, kentlere göçle kültürel ve dini değerlerin kent toplumuna ithal edilmesine neden olarak sürekliliği sağlamıştır. (s.126)
Kitapta Ortadoğu toplumlarını özellikle içeriden anlamak için antropolojik yaklaşımın önemi vurgulanırken bu yaklaşımın batılılaşma ve geleneklerin arasındaki diyalektik ilişkiyi gösterdiği belirtiliyor. Pappe’ye göre 1950’lerde gerileyen Siyasi İslam’ın 1970’lerde güçlü bir şekilde geri dönmesini açıklayan bu hareket doğrusal olmaktan ziyade döngüsel. (s.145)
Yazar bu bölümü Batı’nın Ortadoğu kırsalına etkisinin hala belirsiz olduğu yönündeki görüşüyle bitiriyor.
Kırsal tarihin ardından ele alınan kent tarihi de kitabın önemli bir kısmını oluşturuyor.
Yazar burada sınıflandırmadaki zorluklardan bahsederek meseleyi
basitleştirmek için kendi sınıflandırmasını ortaya koyuyor. Bu bağlamda kent
tarihi kentli üç grubun tarihlerinden oluşuyor. Bunlardan ilki işçi ve memurların,
Pappe’nin deyimiyle emeğin tarihi, ikincisi orta sınıf üyelerinin tarihi ve
üçüncüsü de işsizlerin tarihi.
Pappe’ye göre kent, kentleşme sürecinin sonucu olarak bölge tarihinde baş
aktör oldu. (s.147) Kırsaldaki nüfus fazlası 20. yüzyılın ilk yarısında kentlere
göç etmeye başladı. Kentleşmenin en göze batan sonucu büyük gecekondu
bölgelerinin ve yoksul bölgelerin ortaya çıkması oldu. Pappe 20. yüzyılı
Ortadoğu’da göçmenlerin tarihi olarak tanımlarken nüfus patlamasının getirdiği
sorunlara dikkati çekiyor.
İlk olarak işçi sınıfı ve emeğin tarihini ele alan Pappe Ortadoğu’da sendikacılığın
ve komünizmin tarihini özetleyerek literatüre önemli bir katkıda bulunuyor.
Bölgede ilk olarak 1950’lerde Mısır’da ortaya çıkan sendikalar ilk kez Kahire
demiryolu grevi ile başarılı bir şekilde seslerini duyurdular. Ancak Mısır örneğinde sendikaların bu enerjisinin 1952’deki ulusal devrim başarıya ulaşınca
azaldığını ve hatta iyice güç kaybettiğini söylemek mümkün. Irak örneğinde
ise 1934’te kurulan Irak Komünist Partisi’nin önderliğinde 1958’e kadar tarihin en radikal işçi hareketlerini gerçekleştirdiğini görüyoruz. Pappe burada, Irak
örneği ve Kuzey Afrika deneyiminin Gramsci tarafından ortaya atılan teorik
kategorilere büyük ölçüde uyum sağladığına işaret ediyor. (p. 166) Gramsci
radikal koşullarda ve radikal toplumlarda aydınlarla işçiler arasında bir ittifak
kurulacağını ve hatta milliyetçilikle Marksizmin bu ortamda yakınlaşacağını
ileri sürmektedir. Her iki örnekte de bunun gerçekleştiğini görüyoruz. Ancak
bölgede sendikacılık ilerleyen yıllarda beklentilere cevap veremeyince buradan
doğan boşluğu İslamcı hareketler doldurdu.
Pappe, kentli orta sınıfın tarihini incelerken 20. yüzyılın orta sınıfının 19. yüzyılın
kentli ileri gelenleri arasından çıktığını belirterek söze başlıyor. Bu grubun
siyasallaşması sömürgecilik dönemi ile başlarken bu grubun içindeki paşalar
ve efendiyya arasındaki ayrım ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra belirginleşti.
Sonuç olarak kültürel milliyetçiliği siyasi milliyetçiliğe dönüştüren grup efendiyya oldu.
Kentlerde milliyetçiliğin yükselmesi özellikle kıyı bölgelerde kozmopolitlik ve
çokkültürlülüğün kaybolmasına yol açarken ulus devletin ortaya çıkışı farklı
toplulukların geleneklerinin de ortadan kaybolmasına neden oldu. Yine benzer
bir şekilde modernleşmenin de şehirlerdeki diğer bir olumsuz etkisini, mesleki çeşitliliğin azalması biçiminde görmemiz mümkün. Elbette 20. Yüzyılda
kentlerin fiziksel anlamda dönüşüm sağladığını da bu noktada söylemek
gerekiyor. Kamusal alandaki ve kentlilerin kıyafetlerindeki değişim ise bu bağlamda oldukça çarpıcı örnekler olarak karşımıza çıkıyor.
1950’lerde ortaya çıkan millileştirme politikaları yüzyılın başında güven ve istikrar içinde yaşayan orta sınıf için tehdit oluşturmaya başladı. Millileştirme
bu toplumun bu kesimi için malvarlıklarını ve hatta sosyal statülerini kaybetme
gibi sonuçlara neden oldu. Bu nedenle orta sınıf mensupları çıkarlarını ve
konumlarını eskiden var olan ve yeni oluşturdukları ağlar sayesinde sosyal ve
ekonomik kontrolü sağlayarak garanti altına aldılar. Pappe Ortadoğu kentlerinin
birçoğunun böyle “ahbap” ağlarıyla yönetildiklerinin altını çiziyor. (s.201)
Ortadoğu’da 20. yüzyılda işsizlerin tarihini göçmenlik ve kentleri kuşatan gecekondu kavramları ile anmamız gerekiyor. İşsizlik yoksul ülkelerin olduğu
kadar İran gibi zengin ülkelerin de en önemli sorunu haline geldi. Bu çerçevede
alternatif yollar arayanların bir bölümü de yine Siyasal İslam’da cevap
bulmaya başladı.
Kitabin en dikkat çekici kısımlarını oluşturan kültür tarihi konusu temel olarak
üç ana bölümde inceleniyor. Bu bölümlerden ilki bölgede müzik, dans ve şiirin
tarihini anlatırken, ikincisi yazınsal yapıtları, üçüncüsü tiyatro, sinema, radyo
ve televizyonun bölgedeki gelişimini ve toplum üzerindeki etkilerini inceliyor.
Popüler Kültür: Müzik, Dans ve Şiir başlığını taşıyan beşinci bölümde Pappe
Edward Said’in dar kültür tanımından yararlanarak indirgemeci ve özcü olan
ve genellikle yabancılar tarafından anlatılan Ortadoğu kültür tarihinin bu kültürün insanlarını denetim ve hakimiyet altına almak için yazıldığını belirtiyor. (s.211)
Kültürün dil olduğunu belirten ve Arapça’nın bölgede oynadığı temel
rolün öneminin altını çizen Pappe bu bölüme Modern Ortadoğu’da müziğin
tarihi ile yola çıkıyor. Şeyh Seyyid Derviş’in doğu ve batıyı birleştirerek yaptığı
müzik ona “Halkın Sanatçısı” ünvanını verirken bölgedeki beste tarihinin en
önemli dönüm noktası oldu. Pappe müzik bölümüne Mısırlı üçlü olarak adlandırılan üç büyük şarkıcının -Ümmü Gülsüm, Muhammed Abdul Vahab ve
Ferid el-Atraş-hayatlarını anlatarak devam ediyor. Elbette ulusal kahraman
olarak görülen Ümmü Gülsüm’ün hayatı bunların arasında en göze çarpıcı
olanı. Maşrık’ı derinden etkileyen bu üç şarkıcının ardından yazar Mağrip’te
1920’lerde kente göçün ardından ortaya çıkan ve yayılan Ra’i mirasına dikkatimizi çekiyor. Kadın ve erkeğin birlikte dans etmesini özendirmesi nedeniyle İslamcıların hoşuna gitmeyen Ra’i, 1990’larda yerini geleneksel müziğe bıraktı.
Bölgede dans 20. yüzyılın ilk yarısında toplumsal hayatın önemli bir parçasıyken
yüzyılın sonuna doğru daha sınırlanmış ve kısıtlanmış bir olay haline
geldi. Bölgede yas tutmanın önemli bir parçası olan dansa Umman’daki ölüm
dansı olan Dan örnek olarak gösteriliyor.(s.230) Ortadoğu’da İslamiyet öncesi
döneme kadar uzanan şiirin tarihi ise gerek siyasi bir tavır gerekse ifade biçimi
olarak hayatın tam merkezine oturmuş durumda.
Kitabın altıncı bölümü olan Yazınsal Yapıtların Tarihi’nde Pappe matbaanın
bölgeye gelişini başlangıç noktası olarak alıyor. Elbette okuryazarlık bu bağlamda en önemli unsur olarak karşımıza çıkıyor. Pappe’ye göre bölgede tarihi ve kültürel bir araç olan basının tarihi yazınsal yapıtların tarihine öncüllük
etmektedir. Arap gazeteleri 1860’larda eklerinde kısa romanlar yayınlayarak
romanın yayılması ve popülerleşmesi alanında önemli bir araç haline geldiler.
Romancılık konusundaki en etkileyici örnekler ise Harafis adli eseriyle 1988
yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Necip Mahfuz ve Fathi Ganem’dir. Etkili
bir ideolojik araç olarak görülen edebiyat alanında romancılık da 20. yüzyılda
toplumdaki kutuplaşma, milliyetçilik ve Filistin meselesi gibi siyasi ve toplumsal
konulardan etkilenmiştir.
Dilin bu bağlamda önemli bir tartışma konusu olarak ortaya çıktığını görüyoruz.
Edebiyat alanında Maşrık’ta kültürün dili olan Arapça’nın nasıl kullanılacağı
tartışılırken Mağrip’te sorun Arapça’yı kullanıp kullanmamak idi. (s.274)
İlkinde Mısırlı Fathi Ganem gibi yazarlar günlük Arapça ve edebi Arapça’yı
karıştırarak dili özgürleştirirken ikincisinde Fransızca kültür dili olarak bölgede
varlığını devam ettirdi.
Kitabın yedinci bölümü bize bölgedeki tiyatro, sinema, radyo ve televizyon
tarihini anlatıyor. Pappe’ye göre sahne sanatlarının diğer sanat dallarının aksine
Siyasi İslam’la problemli bir ilişkisinin olmaması, tersine İslami tiyatronun
özendirilmesi,önemli bir nokta. (s.271) Maşrıktakinin aksine Mağrip’te, özellikle
Cezayir’de tiyatronun Fransızlara karşı direnişin en önemli araçlarından biri
haline gelmesi oldukça dikkat çekici. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise Maşrık ve
Mağrip arasında tiyatro bağlamında bir farklılık kalmadığını görüyoruz.
Ortadoğu’da film endüstrisinin tarihi 1927’de çekilen ilk uzun metrajlı film ile
başlatılıyor. Mısırlı Abdül Halim Hafız’ın çarpıcı aktörlük hikayesinin ardından
Pappe, tıpkı roman gibi sinemanın da yüzyılın ikinci yarısında siyaset odaklı
üç konusundan bahsediyor. Bunlar önceki rejimlerin çöküşü, Cezayir’in kurtuluş
mücadelesi ve Filistin meselesi olarak özetlenebilir.
Bölgede radyo ve televizyonun tarihi aslında birbirine benziyor. 1920’lerde
yapılan ilk yayının ardından popülerleşen radyonun önemi askeri darbeler
döneminde arttı ve radyoyu kontrol altına almak devrimin özelliği haline geldi.
Televizyon ise Ortadoğu’ya 1950’lerin sonunda geldi ve hızla elektronik
medyanın lideri konumuna geçti. Televizyon hala yoğun olarak hükümetler
tarafından denetleniyor.
Kitabin sekizinci bölümü Ortadoğu’lu kadınların tarihine ayrılmış. Bu bölümde
altı farklı noktaya değiniliyor. Mikrotarihsel olan ilk nokta feminist tarihyazımı
ve kültürel antropolojinin 20. yüzyılda kadınların erkek egemen toplumla başa
çıkmak için harcadığı kişisel çabalara yoğunlaşıyor.
İkinci noktada yasal alan ve bunun kadınlara etkisi inceleniyor. Bu bölümde
1920’lerde Mısır, Türkiye ve İran’da erkekler tarafından başlatılmış reformların
başarılı olamayışının nedeni olarak reformları yapanların arasında kadınların
yer almaması gösteriliyor. Feminist gözlemcilere göre uzun süreli etkili olabilecek reformlar sadece kadınların verdiği uğraş sonucu gerçekleştirilebilir.
Buradan üçüncü noktaya, yani bölgede saygın kadın liderlerin ya da “saygıdeğer
kadınlar” ın kendileri ve başkaları için oluşturmayı başardıkları kamusal
alana değiniliyor. Burada, bölgede üst sınıf ya da tanınmış ailelerden gelen
kadınların, “Mısırlıların Anası” olarak anılan Safiye Zaghlul, kadın birliğinin kurucusu Huda el-Şaravi, el-Saadavi, Faslı Fatma Mernisi, Lalla Zeynep, Ümmü
Gülsüm ve Leyla Baalabaki gibi feministler ve toplum yıldızlarının uğraşlarına
değiniliyor. Dördüncü bağlam feminizm ile milliyetçilik arasındaki ideolojik
gerilimin sonucu olarak kadınların toplumdaki yerinin yeniden gözden
geçirilmesi olarak tanımlanmış. Burada dikkatimizi çeken en önemli nokta
yüzyılın başında ulusal kurtuluş mücadelesine büyük destek veren kadınların
bağımsızlık sonrasında özellikle kırsalda milliyetçi hareketler tarafından kısıtlandığı dır.
Diğer bir deyişle milliyetçilik tıpkı modernleşme gibi özel alandaki kadın-erkek eşitliğine temel bir etkide bulunmamıştır.
Altı çizilen beşinci bağlam siyasal alan ve feminizm olarak gösterilmiştir. Yazar,
burada feminizm ve Siyasal İslam arasındaki etkileşime ve islamcı feminizm
ile laik feminizm ayrışmasına dikkatimizi çekiyor. Ekonomik gelişmelerin
etkilerini inceleyen Marksist bağlam ise altıncı ve son noktayı oluşturuyor.
Önce Fransız sömürgeciliğiyle yok olan, ancak 1940’larda turizm amacıyla
yeniden canlanan Tunus’taki kadın dokumacılar bu anlamda örnek olarak inceleniyor.
Kadınların ev ekonomisindeki yaşamsal rolü ve ulusal ekonomiye katkıları açık bir şekilde görülse de küreselleşmenin etkileri kadınların hayatlarında parçalayıcı oldu. Küreselleşme toplumda tüm kesimlerin fakirleşmesine neden oldu, dolayısıyla işsizlik arttı ve asıl kurbanları kadınlar olan geleneksel ve köktenci karşı güçler yarattı. Bu noktada Pappe hiçbir yapısal değişim teorisinin, küreselleşmenin Ortadoğu’daki en kalıcı etkisi olan istikrarsızlık ortamında
kadınların durumunun iyiye mi yoksa kötüye mi gideceğini tahmin edemediğini söylüyor. (s.350)
Kitabın dokuzuncu bölümünü Siyasi İslam’a ayıran Pappe, “İslami köktencilik”
kavramının ne kadar sorunlu olduğunun altını çizerken Siyasi İslam’ın bölgede
seçkinci entelektüel bir faaliyet olarak başladığını ileri sürüyor. (ss.356-357)
Selefi planı ve reformculuk olarak ayrılan ve paralel giden Siyasi İslam’ın her
iki yolu Mısır’da Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Banna hareketinin
temelini oluşturuyor. El-Banna’nın ölümünden sonra ılımlı İslamın temsilcisi
olan Hasan el-Hudeybi hareketin başına geçti. Nasır sonrası iktidara gelen
Sedat, el-Hudeybi tarzı Siyasi İslam’ı benimsedi. Sedat ve Mübarek kamusal
alanın İslamlaşmasına izin verirken Müslüman Kardeşler’e pek çok imtiyaz
tanıdılar.
Ancak Siyasi İslam’ın Ürdün, Tunus ve Suriye örneklerinde görüldüğü gibi
Arap ülkelerine tek bir rejim getirmemesi dikkat çekici. Kuveyt örneğinde olduğu gibi Siyasal İslam’ın demokratikleşme sürecinde oynadığı rol modernleşme teorilerinin yanıldığı başka bir alan olarak karşımıza çıkıyor.
İlk yıllarda siyasi bir söylem olarak ortaya çıkan Siyasi İslam ileriki yıllarda
tekdüzeliğini kaybederek geleneksel, radikal ve ılımlı olmak uzere üç temel
eğilime ayrıldı. Pappe, 20. yüzyılda Siyasal İslam’ı tanımlamadaki zorluklardan
bahsederken bazı ülkelerde eylemcilerin solcu politikalardan islamcı politikalara
rahatça kayabilmesini de örnek olarak gösteriyor.
Siyasal İslam Ammar, Barclay ve Gayat gibi antropologların gözüyle 20. yüzyılda çok güçlü bir hale geldi. Ancak Pappe’ye göre unutulmaması gereken
en önemli nokta İslamiyetin kırsalda ve kentte birbirinden farklı hikayelerinin
olduğu ve kitabın başında da belirtildiği gibi ekonomik, sosyal ve kültürel tarihin
siyasi tarihinkinden çok farklı hızlarının ve kronolojik tablolarının olması. (s.374)
Elbette İran örneğine bakmadan bu bölümü bitirmek imkansız. Yazar bu bölümü Fred Halliday, Sami Zübeyde ve William Cleveland’ın İran üzerine
görüşlerini özetleyerek bitiriyor.
Ilan Pappe kitabın 21. Yüzyılda Küreselleşen Ortadoğu başlıklı sonuç bölümünde
klasik genellemeler yapmak yerine biraz karmaşık da olsa üç farklı konuya değinmeyi tercih etmiş. Bunlar, bölgenin ekonomik küreselleşmesi,
aşırı kentleşmesi ve yeni bir medya devrimine maruz kalması.
20. yüzyılın sonunda Birleşmiş Milletler’in Arap ekonomisi hakkındaki raporunda
Arap dünyasının en büyük probleminin sıçrama belirtisi vermeyen tükenmiş
ekonomisi olduğu belirtiliyor ve Arap ekonomisi tipik bir üçüncü dünya
ekonomisi olarak tanımlanıyor. Pappe, bu karamsar siyasi ve ekonomik şartlara
rağmen bu kitapla Ortadoğu’da 20. yüzyılda yaşayanların inanılmaz kültürler
ve toplumlar ürettiğini gösterme çabasında olduğunu belirtiyor. (s.386)
Bu bölümde ayrıca aşırı kentleşme sonucu bölgede göçün ve göçmenlik
kavramının öneminin arttığı belirtilirken kentlerin Ortadoğu’da nasıl çokuluslu
hale geldiği noktasına değiniliyor. Yine de ekonomik liberalleşmenin neden
olduğu şiddet olaylarının Ortadoğu kentlerinde diğer ülkelere nazaran daha
az olması önemli bir konu. Yazara göre 21. yüzyıla gelindiğinde kentleşme
süreci hala bitmedi ve Ortadoğu kenti nüfus olarak Batı dünyasına yakın olsa
da siyasi ve ekonomik olarak hala çok uzak.
Sonuç olarak Pappe, modernleşmeci teorinin mantık dışı olarak tanımladığı
geleneksel değerlerin ve doğa üstü sembollerin teselli amacıyla Ortadoğu’da
hala kabul gördüğünü söyleyerek bu gelenek ve sembollerin geçmişle bir süreklilik oluşturduğunu belirtiyor. (s.392)
Mısır’da İskenderiye Kütüphanesi’nin modern bir şekilde yeniden inşası ile
geçmişin şanlı günlerininin yeniden canlandırılması amaçlanırken Egyptian
Satellite, Middle East Broadcasting Centre ve El-Cezire gibi yerel uydu kanalları
da küllenmiş olan Pan-Arapçı duyguların yeniden alevlenmesine neden
oldu. Uydu kanalları ifade özgürlüğünün sınırlarını genişletse de tam kelimeyle
bağımsız olan El-Cezire hariç diğerleri hala sahipleri tarafından denetlenmeye
devam ediyor.
Sonuç olarak örnek olaylar, teorik tartışmalar, fotoğraflar ve haritalarla zenginleştirilmiş ve coğrafi açıdan da bölgeyi tam olarak kapsamaya çalışan bu kitap Pappe’nin önsözde belirttiği gibi Ortadoğu’yu makro olarak inceleyen kitaplara tamamlayıcı olarak düşünülmelidir.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder