Gökçe Fırat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gökçe Fırat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2015 Çarşamba

Mustafa Kemal’den Gandi Kemal’e




Mustafa Kemal’den Gandi Kemal’e



Gökçe Fırat



Gerçek Gandi’den Gandi Kemal’e

ABD’nin son keşfi Kılıçdaroğlu’na “Hollywood”vari bir de isim takıldı: Gandi Kemal...

Neden Kemal Kılıçdaroğlu’nu Gandi’ye benzettiklerine gelince, tek bir nedeni var: Tipi.

O da Gandi gibi zayıf, kara kuru, gözlüklü, esmer biri.

Peki bunun dışında Gandi’ye benzeyen bir yanı var mı?

Yok!

Olmasına da gerek yok, çünkü devir “imaj devri” ve bu devirde fikrin değil sadece tipin önemi var.

Zaten fikir anlamında bir ilişki kurmaya kalksalar, Gandi ile Kılıçdaroğlu arasında bir ilişki kurmanın imkanı yok.

Gerçek Gandi antiemperyalistti Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi Batıya karşıydı Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi kapitalizme karşıydı Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi Hinduydu ama Türklere karşı değildi Gandi Kemal değil...

Kısacası Gerçek Gandi ile sahtesi arasında hiç ama hiç bir benzerlik yok.

Mustafa Kemal’den Gandi’ye

Ama daha da önemlisi, Türkiye gibi ilk antiemperyalist Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkede yaşıyoruz ve Gandi dahil Doğunun tüm ulusları Mustafa Kemal’in örneğiyle büyümüş insanlar...

Gandi’nin Hindistan’ı İngiliz emperyalizmine karşı savaşırken örnekleri Türk Kurtuluş Savaşı ve onun lider olan Mustafa Kemal’di.

Şimdi Mustafa Kemal’in partisine bir başkan seçiliyor ama adı Kemal olduğu halde onu Mustafa Kemal’e benzeten yok.

Olmamasının birinci nedeni olağanüstü bir saygı olabilirdi ama Kemal Kılıçdaroğlu ve çevresindeki Kürtçülerin böyle bir kaygısı pek yok.

Olsaydı Atatürk’e karşı Seyit Rıza denilen gerici tarikat lideri teröristi savunmazlardı.

Kaldı ki Mustafa Kemal’den sonra CHP’nin başına Kemal adında birinin geçmesi belki CHP’de “yeniden Kemalizm” ve “yeni bir Kemal” olarak görülebilirdi, bu CHP’nin köklerine dönüşü olurdu.

Gandi’nin Hindistan’da yaptığı da zaten ulusal köklerine dönmekti.

Gandi Kemal’den Mustafa Kemal’e

Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nu kimse Mustafa Kemal’e benzetemiyor, çünkü ortada tümüyle Mustafa Kemal’in karşıtı bir adam var.

Allasan pullasan belki yutturabilirsin birilerine ama öyle bir niyetleri de yok.

Çünkü çok açık bir şekilde Mustafa Kemal’e benzemek gibi dertleri yok.

Kemal Kılıçdaroğlu burada aslında kendi ulusal köklerine dönüyor, yani Mustafa Kemal’in değil Seyit Rıza’nın yanına...

Yadırgamamak lazım, tercihini Mustafa Kemal’den yana kullanmadı. Kendi atalarından yana kullandı.

İyi de yaptı...

Mustafa Kemal’in adını kirletmemiş oldu...

http://turksolu.com.tr/ileri/45/kurtcudarbe45.htm

..

13 Nisan 2015 Pazartesi

Apo mu Barzani mi?



Apo mu Barzani mi?





Gökçe Fırat,
19.12.2005


Büyük Kürdistan Projesi ve Sevr ekseninde Uluslararası Kürt Hareketi gerçeği


Kuzey Irak gerçeği: Sevr’in ilk başarısı

Türkiye için Kuzey Irak her dönemde büyük önem taşımıştır. Bunun böyle olmasının tarihsel bir nedeni vardır; bugün Kuzey Irak dediğimiz bölge, sonuçta Misak-ı Milli içerisindeydi. Misak-ı Milli içinde olmasına karşın Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan, dolayısıyla “anavatan”dan ayrı düşen Kuzey Irak, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Türk milletinin içinde bir acı ve özlem olarak kalmıştır.

Musul ve Kerkük sorunu olarak gündeme gelen bölge, bir yandan Erbil, Musul, Kerkük, Süleymaniye gibi tarihi, kültürü ve nüfus bileşimiyle Türk yurdu olan bir bölgedir. Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde İngilizlerin işgal ettiği bölge anavatandan kopartılmıştır. Bu anlamıyla bugün Kuzey Irak dediğimiz olgu, Türkiye’nin bölünmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Emperyalistler Sevr’i uygulamakta başarısız oldular ancak Kuzey Irak’ta Sevr’in kısmi bir başarısı söz konusuydu. Lozan’da kazanılamayan Kuzey Irak önce Birleşmiş Milletler inisiyatifine, ardından İngiliz mandasına bırakıldı.

Kuzey Irak Musul-Kerkük sorunu dışında bir de Kürt sorununun yaşandığı bir bölgedir. Bugün Irak’tan koparak bağımsız bir Kürt devletinin kurulduğu bölgede, 1919’la 1923 arasında da benzer gelişmeler yaşanmıştır. Kuzey Irak’ın Türkiye’den kopartılmasında, Sevr’de çizilen Büyük Kürdistan planı etkili olmuştur.

Ancak Büyük Kürdistan için yola koyulan İngilizler, böylesi bir Kürdistan’ın imkânsız olduğunu iki yıl içinde anlarlar. Mutlak çoğunluğunu Türkler ve Arapların oluşturduğu bu topraklarda bir Kürt devleti kurmak coğrafyanın tabiatına aykırıdır. Bu aykırılığı gören İngiliz emperyalizmi, yanlış ata oynamaz ve Kürtleri yüzüstü bırakır. İngilizler için ondan sonra Arapları Türklere karşı kullanmak ve Kuzey Irak’ı da Arap bölgesi olarak bırakma planı uygulanır.

İngilizler bir Kürt devletni uygulamaya koymaktan vazgeçseler de, Kürtleri uzun vadede kullanmak için belli bir tedbir de alırlar. Petrolü denetleyen bölgeden Türkleri dışlamak kritik önemdedir. O nedenle tarihi bir Türk coğrafyası olan bölgede Kürtler üzerinde bir nüfus planlaması o zamandan başlanarak uygulanmaya başlanır. Mutlak azınlık Kürtlere bir yurt yaratılacaktır ancak bunun için önce Kürtlerin yaratılması gerekmektedir. Bu nedenle, tıpkı İsrail gibi, Kuzey Irak’ta Kürtlere serbestçe hareket edecekleri, çoğalacakları ve devletleşecekleri otonom bir arazi bırakılır. Manda altındaki Irak’a da bu kabul ettirilir.

Dolayısıyla Kuzey Irak, doğrudan doğruya emperyalizm tarafından Türkiye’den kopartılan ve Türkiye’ye karşı bir Kürt devletinin kurulması için tohumların atıldığı bölgedir.

Kuzey ve Güney çelişkisi

Türkiye’de ulus devletin başından itibaren iki düşmanı olmuştur, birincisi Şeriatçı hareket, ikincisi Kürtçü hareket. İki hareketin de kökü dışarıdadır. Şeriatçı hareket daha Kurtuluş Savaşı sırasında önemli ölçüde ezilir. Kürtçü hareket ise 1938’e kadar çeşitli ayaklanmalarla varlığını sürdürür.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkan Kürt isyanlarının, bugünkü durumumuza ışık tutacak nitelikleri vardır. Türkiye’de isyan çıkartanlar, her yenilgide Türkiye dışında üç ülkeye kaçacaktır: İran, Irak ve Suriye. Kürt ayrılıkçılığını besleyenler böylece sahnededir; İran, Suriye’yi denetleyen Fransızlar ve Irak’ı denetleyen İngilizler.

Kürt ayrılıkçılığı bir olgu olarak ortaya çıkınca hızla herkes tarafından kullanılmaya hazır bir harekete dönüşür. Emperyalistler tarafından bölünen ve parçalanan bölgelerden manda yönetimleri ayrıldığı zaman geriye miras olarak Kürt kartını bırakırlar. Toprakları yapay olarak bölünen ve yapay devletler olarak oluşan bölge ülkeleri, kendi yapaylıklarını diğer devletlere karşı savunmak için Kürt kartını oynarlar.

Türkiye’ye karşı daha başından bu yana, Suriye’nin, Irak’ın ve İran’ın -Ermenisten’ı saymaya bile gerek yok!- desteklediği Kürt ayrılıkçılığı, Türkiye’den kopartılan Türk topraklarını elde tutmanın tek aracıdır.

Fakat Kürtleri karşı tarafa karşı kullanma eğilimi, bir noktadan sonra bambaşka bir durumu ortalya çıkarır. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren gelişen bir olgu 80’li yıllarla birlikte bugünkü durumu yaratır. 1950’de İran’da, 1960 sonrası Irak’ta ilan edilen Kürt bağımsızlıkları ve hemen ardından ezilmeleri ile birlikte, tüm ülkeler için tehlike artık komşu ülkeler olmanın ötesine taşar ve Kürtler bu ülkelerin her birini tehdit eden bir dinamik olarak ortaya çıkar.

Bun noktadan sonra Irak’ın bir Kürt sorunu vardır, Suriye’nin bir Kürt sorunu vardır, İran’ın bir Kürt sorunu vardır, Türkiye’nin bir Kürt sorunu vardır. Fakat bölge ülkeleri kendi Kürt sorunlarını çözmenin yolu olarak, diğer ülkelerin Kürt sorunlarını kullanmak gibi bir stratejiye yönelirler. En bariz örneği, Türkiye’nin Irak Kürtlerini desteklemesine karşılık, Irak’ın Türkiye Kürtlerini desteklemesidir.

1980’le 2000 yılları arasının temel olgusu budur: Türkiye, kendi güneyindeki Kürt aşiretleri ile Türkiye’deki Kürtçü hareket arasında bir çelişkilerden faydalanma politikası izler. Bizdeki Kürtçü hareket ile Irak’taki Kürtçü hareketin tarihsel rekabeti böylece doğacaktır. Türkiye açısından böyle bir rekabet, bir çatıştırma ortamı olarak değerlendirilecek ve Türkiye Kuzey ile Güney arasınaki çelişkiden faydalanacaktır.

Türkiye’nin Kürt politikasında yol ayrımı

Bugün yaşadıklarımızı böyle bir tarihsel geçmiş içinde ele alarak işe başlayabiliriz ancak burada tarihsel alana saplanıp kalmamak gerekmektedir. Çünkü Türkiye’nin gerek siyasetçileri, gerek askeri ve sivil yöneticileri, gerekse medyası, hâlâ geçmiş dönem verileri üzerinde bir Kürt politikası izlemektedirler. Geçmiş dönem verisi bellidir: Türkiye’de bir Kürtçü hareket vardır, aynı şekilde Kuzey Irak’ta da bir Kürtçü hareket vardır. Ancak bu hareketler birleşik değil, ayrı hareketlerdir, hatta birbirine rakip hareketlerdir.

Böyle bir sabit üzerine inşa edilen Kürt politikasının 1980-2000 yılları arasındaki sonucu: PKK ile mücadele ederken, Irak’taki Kürt aşiretlerini desteklemekti.

Bugüne kadar devam eden bu politikada bugün bir yol ayrımına gelinmiştir: Türkiye, “Apo mu Barzani mi?” tercihi ile karşı harşıyadır. Ya temel düşman olarak Barzani’yi belirleyecek ve bunun sornucu olarak da Apo ile barışacak ve O’nu kullanacaktır ya da Barzani’yle anlaşarak kendi topraklarını da Barzani denetimine açarak Apo’yu bitirecektir.

Her iki tercihin de kendi içindeki argümanları yaratılmakta ve destekleyicileri piyasaya sürülmektedir. Türkiye’nin son altı ayda bu kadar yoğun bir şekilde Barzani’yi tartışması sebepsiz değildir. Ama bu tartışmanın ilk çıkışını da iyi tespit etmek gerekir: ABD’nin Irak işgali için 1 Mart Tezkeresi.

O halde tartışmanın başlangıcının ABD’nin bölgedeki politikaları ve yönelimleri ile doğrudan bağlantılı olduğunu ilk elde teslim etmek zorundayız.

Fakat Türkiye’yi “Apo mu Barzani mi?” tercihine getiren tüm kesimler gerçekliği okuyamamaktadır. Dünün gerçekliği ile bugününki farklıdır: Dün belki iki ayrı Kürt hareketinden bahsedilebilirdi ama artık tek bir Uluslararası Kürt Hareketi sözkonusudur. Kürt hareketi tekse, ortada tercih olamaz, tüm tercihler sizi aynı sonuca götürür!

Öyleyse güncel gerçeklik nedir?

İki Kürdistan planından tek Kürdistan planına

ABD’nin Irak’a müdahelesine kadar Batıda iki Kürdistan planı kuruluyordu. Biri ABD’nin desteklediği Kuzey Irak merkezli ABD denetiminde bir Kürt devleti, ikincisi ise AB’nin desteklediği Türkiye’nin Güneydoğusu merkezli bir Kürt devleti.

Dolayısıyla Kürt meselesi, aslında AB ve ABD arasındaki çelişmenin bir yansımasıydı. Bunun böyle olmasının tarihsel kökleri de bulunmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hem Avrupa’nın, hem de ABD’nin farklı Kürt devleti planları vardır. Her iki güç de uzun yıllar boyunca kendilerine bağlı bir Kürt devleti kurmak için çalıştılar, hazırlık yaptılar.

Ancak Birinci Körfez Savaşı sonrası ABD Kürt politikasını yönlendirmede öne çıkmaya başladı. Özellikle Kuzey Irak’taki Kürt aşiretlerini denetimine alarak kendi Kürt devleti için bir üs yaratmış oldu. Bu üssün, aynı zamanda petrol bölgesi olması, tarihsel olarak da Avrupa’nın etki alanında bulunmasının da altını çizelim. ABD’nin Kürt hamlesi, AB’nin etki alanını en can alıcı noktada sınırlamaktadır. Ve Avrupa’nın Orta Doğu’dan dışlanmasının da başlangıcıdır.

Bu noktada Avrupa’nın Kürt politikasında devre dışı bırakılması olgusunu tespit etmeliyiz. Bu devre dışı kalmanın ilki, özellikle Fransa kanalıyla Kuzey Irak’taki Kürt aşiretleri ile kurulan sıkı bağların, ABD’nin kurduğu daha sıkı bağlar yanında yetersiz kalmasıdır. Kuzey Iraklı Kürt aşiretleri, “AB mi ABD mi?” tercihinde, ABD’den yana tercih koymuşlardır. Çünkü bu aşiretler AB ile ABD arasında çelişmenin, bu çelişmeden yararlanılamayacak kadar keskinleştiğini görmüşlerdir.

İkincisi ise PKK hareketidir. PKK hareketi özellikle Avrupa merkezli bir hareketttir. Her dönemde ABD ile ibirliği yapmıştır ama örgüt Avrupa’dan yönlendirilmektedir. PKK liderleri de özellikle Irak’a ikinci müdahale ile birlikte tercih noktasına gelmişlerdir: Kuzey Irak’takiler ABD’yi arkalarına alarak Kürdistan’ı kurarken, onlar hâlâ Avrupa’ya dayanarak zaman mı kaybedeceklerdi?

Ancak PKK açısından çok daha zorlayıcı bir durum da vardı: PKK’nın temel askeri gücü Irak’ta bulunmaktadır ve bu bölge ABD denetimindedir. PKK bu gücü ya ABD denetimine sokacaktır ya da ABD bu gücü yok edecektir. Yok olmakla ABD’nin yanında koşulsuz yer almak arasındaki tercihinse sonucu baştan bellidir!

Türkiye’ye Apo-Barzani kıskacı

Görüldüğü üzere iki örgüt de, yani Apo da Barzani de, ABD’nin Irak’a müdahalesi ile birlikte artık mutlak olarak ABD denetimine girmiştir. Bunun böyle olmasının sonucu ise tüm denklemin değişmesidir. Eskiden Türkiye Apo ile Barzani arasındaki çelişkiden faydalanırken, artık ABD her ikisini de kullanarak Türkiye’yi tehdit etmektedir.

Tehdidin iki ucu da keskindir.

Bir yandan Türkiye’ye Barzani tehdidi gösterilmektedir: Kuzey Irak’ta güçlü bir Kürt devleti Türkiye’deki Kürtler için de bir çekim merkezi olacaktır. Türkiye’nin bunu önlemesi için kendi Kürtlerini hoş tutması gerekmektedir. Bunun yolu ise Apo’ya oynamaktır. Güçlü Apo Türkiye’yi Barzani’ye karşı koruyacaktır. Apo’nun son dönem Türkiye yanlısı, Atatürk yanlısı çıkışları ise bunun için iyi bir vesiledir.

Diğer yandan Türkiye’ye Apo tehdidi gösterilmektedir. PKK’nın silahlı eylemleri sonuçta Türkiye’yi vurmaktadır. Böylesi bir savaşa devam etmektense, Barzani’ye oynamak olanaklıdır. Türkiye Kuzey Irak’ta bir Kürt devletini kabul eder, hatta onunla iyi ilişkiler geliştirirse Türkiye içindeki Kürtleri de susturabilir.

Ancak ABD’nin bu iki ucu keskin tercihinin sonucu iki ucun daha da keskinleşmesidir. Apo’ya oynayan Türkiye de, Barzani’ye oynayan Türkiye de sonuçta Kürtçülüğü kabul etmek zorunda kalır ve aslolan da örgütler değil örgütlerin zemini olan Kürtçülüktür.

Kaldı ki Apo ve Barzani burada bile birbirinin rakibi değildir, Barzani’yi kabul eden Apo’yu da kabul edecektir. Nitekim Barzani’nin temel taleplerinden birisi PKK’ya aftır.

Türkiye’nin Sevri: Büyük Kürdistan

Kaldı ki burada çok daha önemli bir tarihsel gerçekliğe işaret etmemiz gerekir. Kürt hareketi, 80 yıl sonra, ilk defa Büyük Kürdistan hedefi etrafında toparlanmaktadır. Bugüne kadar her bir bölge ülkesinde o ülke içinde kurulacak Kürt devletleri için mücadele eden örgütler vardı. Böyle bir mücadele içinde olan örgütleri birbirine karşı kullanmak mümkündü. Ancak bugün, ABD denetimindeki örgütler Sevr’in Büyük Kürdistan planı etrafında mutabakata varmışlardır.

ABD’nin Orta Doğu politikasının 100 yıldır Büyük Kürdistan hayali olduğu bilinmektedir. ABD açısından Irak’a müdahale, aynı zamanda Büyük Kürdistan operasyonunun da başlangıcıdır. ABD’nin ilk müdahale ettiği Irak’ta bir Kürt devleti kuruldu bile. ABD’nin Suriye’ye ve İran’a müdahalesinde de aynı sonuçların alınacağı gün gibi ortada. Yani her ABD müdahalesi, Büyük Kürdistan’ın bir parçasının daha kurtarılması demektir.

Bu perspektiften bakınca hem Barzani’yi hem de Apo’yu yerli yerine oturtabiliriz.

Apo açısından bakarsak, Türkiye yanlısı ve Türkiye içinde, ayrı bir devlet kurmadan demokratik bir çözüm isteyen bir PKK varlığı söz konusu olabilir mi?

PKK, bunun propagandasını yapmaktadır ama gerçek bambaşkadır. Türkiye içinde demokratik bir çözüm arayan bir örgüt, aynı anda hem Suriye’de, hem İran’da, hem de Irak’ta neden gerilla hareketi yürütür! Cevap çok basittir; dört ülkede faaliyetin tek sebebi, PKK’nın Büyük Kürdistan için çalışan bir örgüt olmasıdır.

Kaldı ki PKK’nın, Kafkaslar’da ve Orta Asya’da bile faaliyette olduğunu biliyoruz. Yani ABD’nin her operasyon bölgesinde bir PKK faaliyeti sözkonusudur.

Bunun tek bir açıklaması vardır: PKK, ABD’nin uluslararası operasyonal gücüdür.

Burada Apo ile Barzani arasındaki rol dağılımı da ortaya çıkar: Barzani, Kuzey Irak merkezli Kürdistan’ın sabit gücü olarak güçlendirilirken Apo bu Kürdistan’ın Türkiye, Suriye ve İran’a doğru büyütülmesinin temel uygulayıcısıdır. Apo’nun saldırılarına maruz kalan ülkelere ve elbette Türkiye’ye ise Barzani’ye sığınmak önerilmektedir!

Türkiye himayesinde Kürdistan palavrası

Büyük Kürdistan olgusu aynı zamanda Türkiye’nin Sevri demektir. Bir Sevr’den bahsediyorsak, bunun Kürt sorunu açısından temel sonucunu görmemiz gerekir. Sevr demek Türkiye’nin Güneydoğusunun Türkiye’den kopartılmasıdır. Eğer ABD’nin Sevr gibi bir projesi varsa Türkiye’ye düşen tek seçenek parçalanmak ve bölünmektir.

Oysa günümüzde ABD’nin Türkiye’ye Kuzey Irak’ta Kürdistan’ı himaye rolü verdiği tartışılmaktadır. Daha doğrusu bir olta olarak bu sunulmaktadır. Türkiye Kuzey Irak Kürdistanı’nı himayesine alırsa rahat edecektir. Böylece Türkiye bölgede güçlü bir ülke olacaktır, hatta bir İsrail olacaktır.

Ancak bunun propagandasını yapan merkezler Türkiye’ye çok ciddi bir tuzak kurmaktadırlar. ABD hiçbir zaman için Türkiye’ye böyle bir hamilik rolü vermez. Bırakalım Kuzey Irak’ı ABD Türkiye’nin Orta Asya’da bile böyle bir rol üstlenmesine izin vermedi! Kaldı ki o dönem Türkiye’nin başında Özal bulunuyordu. Yani daha Amerikancısı bulunamazdı.

Ama ABD’nin bakış açısı 100 yıldır değişmemiştir. ABD açısından Türkiye güçlendirilecek bir ülke değil yokedilecek bir ülkedir. Böyle bir ülkeye bölgesel roller vermek ise bir emperyalist güç açısından göze alınacak risk değildir!

Dolayısıyla ABD tarafından Türkiye’ye verilebilecek bir İsrail misyonu olamayacağına göre, Türkiye bu role talip olmasın diye propaganda yapmak da başka bir değirmene su taşımaktır. Türkiye İsrail olmasın diye, sözümona anti Amerikancılık yapanların Türkiye’ye önerisi Apo ile uzlaşmaktır! Yani Barzani’nin federasyonuna hamiliğin alternatifi Apo’lu bir Türkiye’ye razı olmaktır.

Görüldüğü üzere “Apo mu Barzani mi?” tartışması temel süreç olan Sevr ve Büyük Kürdistan planı çerçevesinde bakıldığında yerli yerine oturmakta, Apo’yu seçmek de Barzani’yi seçmek de ABD’yi seçmek sonucuna çıkmaktadır. Kürtler arasında yapılacak her bir seçimin sonucu ise Türkiye’nin elayhine ve ABD’nin leyhinedir.

Türkiye burada “Apo mu Barzani mi?” tercihi ile değil, “Türkiye mi ABD mi?” tercihi ile karşı karşıya olduğunu bilmelidir. Türkiye diyenler için Apo da Barzani de ABD’nin güdümündeki iki grup olarak karşıya alınacak ve mücadele edilecek gruplardır.

Burada özellikle ulusal güçler içindeymiş gibi duran kimi karanlık güçlerin misyonu üzerinde bir vurgu daha yapmamız gerekir. Son dönemde TV’lere Barzani’nin temsilcilerni çıkartıp açıktan Türkiye düşmanlığı yaptıranlara, dergilerinde ve gazetelerinde Türkiye’nin Barzanileştirildiğini yayanlara dikkat edin. Bu nasıl bir ulusalcılıktır ki hem Türkiye’nin asıl düşmanı Barzani’dir diyeceksin hem de onun propagandasını kendi olanaklarınla yaptıracaksın.

Eğer Türk milletine Kürtd tehlikesinin boyutlarını göztermek gibi bir niyetiniz var da milleti uyandırmak için yapıyorsanız aptallığı bırakın bu millet zaten 30 bin evladını Kürtçü teröre kurban verdi tehlikeyi canıyla bilir. Yok eğer reyting uğruna yapıyorsanız yine yanılıyorsunuz en fazla Kürtçülere bedava bir tv programı yaptırmış olursunuz.

Ama bu kadar salak değilseniz ABD’nin kıskaç operasyonunda görevlisiniz ve Türkiye’ye Apo’yu kabul ettirme operasyonunun aletisiniz demektir!

ABD Apo’dan vazgeçemez!

Kürt sorununda geldiğimiz noktanın ve bundan sonraki gelişmelerin ne olacağını da belirtmemiz gerekmektedir.

1- ABD’nin tek bir Kürt Hareketi yaratması ve bunları koordine etmesi sonucu tarihte ilk defa tüm Kürt örgüt ve hareketleri arasında uzlaşma sağlanmıştır. Bugüne kadar kendi aralarında iç savaş veren örgütlerin son üç yıldır can ciğer kuzu sarması olması tesadüf değildir. ABD’nin Kürdistanı kuracağına güvenen tüm Kürt hareketleri, bunun bir parçası olmak yolunu tutmuşlardır.

Bugüne kadar Kürdistan’ı kurmayı kendi görevleri olarak gören örgütler açısından diğer örgütler önemli bir rakipti. Oysa artık Kürdistan’ı ABD kurduğuna göre diğer örgütler rakip değil kardeş olmuş demektir. Çünkü hiçbir örgüt ya da hareketin artık Kürdistan’ı ben kurarım iddiası kalmamıştır!

Bu dediğimizin doğru olduğunu tüm Kürt hareketlerinin son üç yılını inceleyen herkes tespit edecektir. O halde Kürt örgütleri ve sözde liderlikleri arasında olmayan ayrışmalar veya rekabetler yaratarak ulusal bir politika belirleme şansı yoktur. Ulusal politikanın biricik yolu ABD ile cepheleşmektir.

Ancak çeşitli Kürtçü hareketlerin kendi aralarındaki tartışmaları ve birbirleri aleyhindeki propagandalarını ise sadece iyi bir tiyatro oyunu olaka görmek gerekir.

2- ABD açısından hem Barzani hem de Apo şu dönem için vazgeçilmezdir. Çünkü Büyük Kürdistan ancak bir merkezden yönlendirilebilir ki bu merkez Kuzey Irak’ta kurulmuştur ve başında da Barzani vardır. Ancak Barzani’nin Kuzey Irak’taki hareketi diğer ülkelere genişletme şansı yoktur. Çünkü basit bir yerel aşirettir. Aşiretin gücü ise diğer ülkelerde yoktur.

Bu noktada iş PKK’ya ve Apo’ya düşmektedir. Daha modern şehir örgütü olan PKK’nın, operasyonal bir rolü olabilir. PKK, modern bir Kürtçü örgüt olarak diğer ülkelere çok rahatlıkla sızabilir ve etkili olabilir. Nitekim gerek Suriye, gerekse İran’da Kürtçü hareketin temelini Apo oluşturmaktadır.

Böylesi bir güçten ABD’nin ne Barzani için ne de Türkiye için vazgeçmeyeceği çok açıktır. ABD bir güçten ancak o güce artık ihtiyacı kalmadığı zaman vazgeçer!

3- Türkiye açısından güncel ve gerçek tehdit Apo ve PKK’dır. Türkiye’nin K.Irak’ta bir Kürt devletine karşı çıkmasının temel dayanağı bu devletin Türkiye için de bir emsal teşkil edeceğiydi. Bugün K. Irak’ta bu devlet kurulmuş durumdadır. O halde sorunumuz, bunun emsal teşkil ettiğini söyleyecek güçtür. Bu ise PKK’dır. Bugün için Barzani’nin Türkiye’den bir toprak talebi olamaz çünkü bunu sağlayacaak imkânı ve dayanağı yoktur. Ancak bunu talep edecek potansiyeli Apo denetlemektedir.

Güneydoğu belidiyelerini alan, böylece bölgenin kendisine ait olduğunu iddia eden Apo hareketi, Türkiye’nin mutlaka önlemesi gereken düşmanıdır. Böylesi bir gücü denetim altına almak ya da kullanmak olamaz.

Üstelik Türkiye’deki Kürtçü hareketin temel talebinin artık “Apo’ya özgürlük” olduğunu da görmemiz gerekir. ABD’nin de planı aynıdır. PKK’yı intifadaya sokup; Apo’ya Mandela rolü vereceklerdir.

Büyük Kürdistan’ı Küçük Kürdistan’la engelleyemezsiniz!

4- “Apo mu Barzani Mi?” tercihi Türkiye için Büyük Kürdistan olmaması için Küçük Kürdistan’a razı olma tercihidir. Kuzey Irak’taki ya da Güneydoğumuzdaki bir Küçük Kürdistan’a verilecek izin, ister istemez Bülyük Kürdistan’a doğru bir genişlemeyi güçlendirecektir.

Bu bakımdan Türkiye şunu görmelidir ki Büyük Kürdistan’a Küçük Kürdistan’a razı olarak engel olamazsınız. Tersine Küçük Kürdistan’a razı olanlar Büyük Kürdistan’ı kabul etmek zorunda kalırlar! Elini veren kolunu kaptırırmış...

5- Türkiye’nin “kırk katır mı kırk satır mı” tercihinden sıyrılmasının biricik yolu, Kürtçülükle ve Kürtçü terörle mücadele etmektir. Düşmanın serbest olduğu yerde düşman güçlenir. Bugün Türkiye’de Kürtçü terörün güçlenmesinin tek nedeni serbest olmasıdır.

Teröre, yasal yoldan, askeri yoldan karşı konulmadıkça Türkiye Büyük Kürdistan’a ve Sevr’e engel olamaz. Tıpkı kırmızı çizgilerimizin aşılmasına engel olamadığı gibi.

Türkiye’nin terörle mücadelesinde ve Kürtçülükle mücadelesinde iki handikapı vardır. Birincisi siyasal iktidarla bölücü örgütün yolları kesişmekte ve birleşmektedir. Ama daha vahimi Türkiye’nin askeri otoritesi artık terörle mücadele mevzisinden çıkmıştır. Eğer önümüzdeki Eylül ayında Türkiye’nin terörle mücadele etmesinin yolunu açacak yeni bir askeri komuta kademesi gelmezse Türkiye toptan elden çıkmış demektir.

O nedenle Türk milletinin acil ihtiyacı, terörle mücadele edecek bir komuta kademesidir.

6- Devletin çözemediği sorunu Türk milleti çözer!

Her sorun kendini çözecek toplumsal güçleri de ortaya çıkarır. Bugün Kürt terörü Türk devletini değil aynı zamanda Türk milletini hedef almakadır. Türk devleti bu terör karşısında kendini koruma refleksini bırakmış olabilir. Ancak millet bu refleksi bırakmaz.

Türk’ün sabrını, hoşgörüsünü, iyiniyetini kimse onun uyuduğuna, aptal olduğuna yormasın. Bu Türk’ün sevgi dolu bir millet olmasındandır. Türk, bir yere kadar affedicidir. Yunanlılar için o yer Akdeniz’di ama sizin denize kıyınız bile yok, korkarız denizde değil toprakta boğulursunuz...

Kürdistan’ı Alaska’da kurun!

7- ABD emperyalizminin dünya hakimiyetine güvenenler fena halde yanılıyorlar. Kurulan tüm ulus devletlerin dağılacağını, haritaların değişeceğini, Türkiye’nin de bu gerçeği görüp kendi haritasını kendisinin değiştirmesini önerenler bize ezber bozmayı öneriyorlar. Oysa günümüzün en büyük ezberi ABD’nin kazanacağıdır: Bizce siz ezber bozun, bilin ki ABD kazanamaz, her etnik kalkışma devletleşemez ve haritalar kimi zaman tam tersine de değişebilir.

Bu noktada İran Cumhurbaşkanı’nın İsrail’le ilgili son açıklamaları ezilen milyonların içinden geçenlerdir. Batılılar kendi yarattıkları sorunu bizim topraklarımızda çözmeye çalışıyorlar. İsrail’in kuruluşu buna örnek ama kurulmak istenen Kürdistan da bunun örneği.

Gerçek şu ki Kürt diye bir milleti Batılılar yarattılar. Kürt örgütlerini onlar kurup onlar silahlandırdılar. Ama bizim topraklarımızda bir Kürdistan kuracaklar. Alın Kürtlerinizi Kürdistanınızı kendi ülkenizde kurun: Alaska’yı İsrail’e ayırmadıysanız Kürdistan için buzce uygundur...

http://www.turksolu.com.tr/97/basyazi97.htm

.

28 Mart 2015 Cumartesi

“Kürt” varsa Sorun var...

 “Kürt” varsa Sorun var...





Başyazı
Gökçe Fırat
12.09.2005/Sayı:90


Bu konu ile ilgili diğer yazılar için tıklayınız
88. sayı başyazı ;
89. sayı başyazı ;

Tarihi ve sosyolojik açıdan ırk, etnik grup, millet

PKK’nın organize ettiği Gemlik yürüyüşü ve bu yürüyüşe karşı Türklerin direnişi kimileri tarafından olağandışı gelişmeler olarak nitelendiriliyor. Bugün ülkemizin içine çekildiği sorunu kavramamızın önündeki en büyük engel de bu. Çünkü olaylar ne bir provokasyonla, ne tahrikle, ne de başka bir şeyle açıklanabilir. Olayların bu şekilde gelişmesi, tarihsel ve sosyolojik sebeplerle açıklanabilir, ki böylesi bir perspektif içinde tüm gelişmeler hiç de beklenmedik değildir tersine beklenen gelişmelerdir.

Bugün yaşadığımız sorun nedir? Başbakan bir Kürt sorunundan bahsetti. Zaten PKK da yıllardır aynı Kürt sorunundan, aynı ifadelerle bahsediyordu. PKK eylemlerinin durduğu bir dört yıllık dönem de oldu. Kürt sorununu çözmek için devlet, eğitim, kültür, yayın gibi pek çok hak tanıdı. Ama tüm bu “demokratikleşme” adımlarına karşın, bugün sorun, dünden, yani PKK’nın açık silahlı savaşından kat kat büyümüş durumda. O halde sorunu açıklamak için terörün ve demokratikleşmenin dışında bazı kavramlara ihtiyacımız var demektir. O kavramları ise ancak tarih ve sosyolojide bulabiliriz.

Kürt sorunu demek, bir etnik kimlikten doğan sorun demektir. Çünkü sorun Kürt’le alakalıdır. O halde Kürt nedir? Eğer Kürt, Türklerden ayrı bir etnik grup ya da millet ise, Kürt sorunu dediğimiz sorun, etnik ya da milli bir sorun demektir.

Tarih boyunca insan toplulukları, çeşitli “ırk”lardan, çeşitli etnik kökenlerden gelirler, ama bu tür “ırki” ve etnik kimlikler birbiri ile etkileşerek, birbirini eriterek, birbirini yok ederek, birbiriyle birleşerek daha büyük halk topluluklarına dönüşür ki, çağdaş milletler böyle meydana gelir. Millet aşaması, etnik, “ırki”, kökenlerin tarihsel olarak silindiği bir aşamadır. O nedenle çağdaş milletler bir bütün oluşturur, milletin bütünlüğü ya da tekliği kavramı da buradan türer.

Türkiye açısından baktığımızda ise, binlerce yıldır Türkiye coğrafyasında biraraya gelen çeşitli etnik kavimler, binlerce yıl içinde birleşerek, birbirinin içinde eriyerek tek bir millet oluşturmuştur ki, bunun da adı Türk milletidir. Türk, bir etnik ya da “ırki” kavram değil, bu yörede yaşayan milletin adıdır. Bu ad, binlerce yıldır kullanılmaktadır ve binlerce yıldır da aynı anlama gelmektedir.

İstanbul Kürt bölücülüğünün hedefi

 < İstanbul, uzun yıllardır Kürt bölücülüğünün en önemli hedefi oldu. Kürt mafyası, Beyoğlu, Aksaray-Laleli, Eminönü ve Kadıköy’de piyasaya 
hakim konumdadır. Kürt mafyasının ekonomik hakimiyeti ile birlikte, şehrin varoşları PKK’lı milisler tarafından ele geçirilmektedir. >

Yandaki haritada Kürt mafyasının denetlediği piyasa bölgesi yeşil bir çember içinde gösterilmektedir. Mavi noktalı semtlerde ise, sıradan vatandaş görünümünde PKK yandaşları yoğun bir şekilde yerleşmekte ve bir ayaklanmaya hazırlanmaktadır. Son bir haftadır tüm bu semtlerde Apo posterli gösteriler ve polisle çatışmalar gerçekleşmiştir.
Türk ulus devleti  

Türkiye Cumhuriyeti, bu çağdaş gerçekler temelinde kurulmuş bir ulus devlettir. Ulus devlet, milletin bölünmezliği ve mutlak hakimiyeti üzerine inşa edilir. O nedenle “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”. Millet bu egemenliğini kullanırken, kendi içinde bir bütün olarak kullanır.

Türkiye Cumhuriyeti’ni, ABD türü bir etnik federasyondan ya da Avrupa türü prenslikler federasyonundan ayıran gerçeklik budur. ABD’de ve Avrupa’da hiçbir zaman bizdeki gibi bir bütün millet oluşamamıştır. Oluşmadğı için de, çeşitli etnik gruplar ya da bunların idari adı olan prenslikler biraraya gelerek federasyon kurarlar. Bu nedenle çoğu Avrupa devleti ve ABD, ulus devlet değildir. Bu nedenle de içlerinde farklı dilleri barındırırlar.

Avrupa ve ABD’nin dışında kalan dünyada ise tarihsel gelişme farklıdır. Örneğin Türkler, bu tür federasyon aşamalarını çoktan geçmiştir. Selçuklu ve Osmanlı’daki sistem çözülmüş, bu çözülme ile birlikte ulus devlet oluşmuştur. Ulus devlet bir Ulusal Kurtuluş Savaşı ve devrimle kurulmuştur, ama bu da bu kuruluşun bir dışarıdan müdahale ile olduğu anlamına gelmez, tam tersine içsel gelişim bu tür bir devrime yol açmıştır.

Şimdi böylesi bir ulus devlette bir Kürt sorunundan bahsediliyorsa, birilerinin politik argümanlarını ve iddialarını bilimle ve tarihle ölçüp sınaması gerekir. Örneğin Başbakan Kürt sorunu diyorsa, bir ulus devletin başbakanının böylesi bir ifadeyi kullanamayacağını bilmelidir. Çünkü ancak ulus devlette Başbakan, ulusal meclisin tayin ettiği hükümetin başıdır. Bu ise milletin iradesini yürütme gücüne dönüştürmektir. Başbakan ulus devlet gerçeğini reddediyorsa, kendisini o ulustan görmeyenleri temsil hakkından vazgeçtiğini de anlamalıdır.

Bir ulus devlette, azınlık olabilir. Azınlıklar ulus devlet içerisinde belirli ve sınırlı haklara sahip olurlar. Bu tür yasal düzenlemeler ulus devlet otoritesini ve milli egemenliği zedelemez. Ancak bir ulus devlette, alt kimlik olamaz, ikinci bir asli unsur olamaz, ikinci bir kurucu öğe olamaz. Çünkü ulus devlet tek bir ulus tanımı üzerinde yükselir.

Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’de etnik sorun olarak görülebilecek aslında bir azınlık sorunu olan, Rum, Ermeni ve Yahudi sorunundan bahsedilebilir. Bu tür azınlıkların, kendini ait hissettikleri ulusla birlikte Türk devletine karşı hareketleri olabilir. Nitekim Osmanlı’nın yıkılış dönemi böyledir. Bu tür sorunların çözüm noktası, azınlıkların dışlanması değil, azınlıkların azınlık bölücülüğü yapacakları zeminin Türklükle doldurularak, onlara bölücülük zemini bırakılmamasıdır. Zeminsiz kalan azınlıklar, kendilerini ait hissetmeseler, hissetmek zorunda olmasalar bile, yaşadıkları devletin ve ülkenin mutluluğunu düşünmek zorunda kalacaklardır.



  <  Kürt Mafyası, Türkiye’nin denize açılan Güney bölgesinde planlı bir şekilde denetimi ele almıştır. 
Ele geçirilen bölgeleri bir okla birleştirdiğimizde planın kapsamını anlayabiliyoruz. Gelibolu, Gökçeada, Ayvalık üçgeninde Çanakkale Boğazı’na 
hakim olmaya çalışan Kürt mafyası aynı zamanda İzmir ve Antalya limanını da denetlemektedir. Bodrum gibi bölgeler eğlence sektörü açısından 
bir planı gösterirken, özellikle Didim’de simgeleşen toprak alımları, tehlikenin bir başka boyutunu göstermektedir. >

Kürt varsa sorun var

Ancak Kürt meselesini de aynı etnik mesele içine sokmaya çalışırsanız işler değişir. Çünkü Kürtler, azınlık hakkı değil başka bir şey istemektedir. Kürtler, Türk milletinden ayrı bir millet olduklarını, bu nedenle de ikinci milli unsur olarak kabul edilmeyi istemektedirler. Bu, tam da bugünkü Irak’a dayatılandır. Yani hem bir Kürt federe bölgesi, hem de Türkiye Cumhuriyeti üzerinde mutlak bir güç.

Eğer gerçekten de Kürtler, Türklerden ayrı bir millet ise, olayın tarihsel ve sosyolojik iki çözümü olabilir. Birincisi, Türkler ve Kürtlerin, bugünkü Irak gibi, federatif bir devlet içinde birleşmeleri ya da ikincisi Kürtlerin tamamıyla bağımsız bir devlet kurması. Kürtler bugün, her ikisini de istemektedirler.

Peki Kürtlere bu hak, tanınmamazlık edilebilir mi? Eğer Kürtlerin Türklerden ayrı bir millet olduğunu kabul ediyorsak, bu hakkı tanımak zorundayız. Çünkü her milletin kendi iradesini belirleme ve isterse ayrı devlet kurma hakkı vardır. Bu hak, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden de alınmaz, tarihsel bir haktır. Hiç kimse de bu tür bir milli isteğin önünde duramaz.

İşte Başbakan’ın Türkiye’yi getirdiği nokta burasıdır. O halde sorunun kaynağı, teröre, PKK’ya, demokratikleşmeye indirgenemez. Sorunun kaynağı tanımlamadadır. Siz, bir kısım vatandaşa ayrı bir milli kimlik tanırsanız, onlar da bu milli kimliği hakkıyla kullanırlar. Bu nedenle sorun, Kürdü kabul eden çağdışı, bilimden, tarih bilincinden yoksun kafadadır.

Oysa çok basit bir şekilde ifade etmek gerekirse Kürt varsa sorun vardır, sorunun çözümü ise PKK’nın bitirilmesi değil, Türk milletinden bağımsız bir Kürt kimliğinin bitirilmesidir. Hem ayrı bir Kürt kabul etmek, hem de bundan doğan sorunları çözmek, Türk devletinin kendi başına açtığı bir iştir.

Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kalacaksa, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin kendisine ben Türküm demesini isteyecek, Türkçe konuşmasını isteyecektir. Bu aynı zamanda tarihsel açıdan da bir gerçekliktir. Çünkü, bugün kendisine Kürdüm diyenlerin çok büyük bölümü Kürt değil, has be has Türktür, ama zorla Kürtleştirilmişlerdir.

Bu bakımdan Kürt sorunundan bahsediyorsak, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine sorun yaratan Kürtlerin yarattığı sorundan bahsetmemiz gerekir ki, bu sorunun çözümü zorla Kürtleştirilen Türklere Türklüklerini anımsatmak olmalıdır. TÜRKSOLU’nun ısrarla yapmaya çalıştığı, Kürtler tarafından zorla asimile edilmek istenen Türklerin milli haklarını korumaktır.

Bu ise Atatürk tarafından 1923 ile 1938 arasında uygulanmış ve sonuç almış politikadır. (Önümüzdeki sayıda Atatürk’ün Kürt politikasını işleyeceğiz.)

“İyi Kürt”le “Kötü Kürt” arasına sıkıştırılmak!

Atatürk politikası terk edildikten sonra durum değişti. Türkiye Cumhuriyeti’ne yıllar süren etnik ve köktendinci saldırı, Türkiye’deki tek milleti, etnik ve mezhepsel parçalara ayırma amacı güttü. Bu saldırı altında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet niteliği aşındırıldı. Bir taraftan dinsel kimlik milli kimliğin önüne geçirilirken, diğer taraftan ayrı bir milli kimlik bilinçli bir şekilde yaratıldı ve güçlendirildi.

Bugün Bozüyük’te yaşanan sorun tam da budur. Türk milletinden ayrı bir Kürt kimliği kabul edilmiş, güçlendirilmiş, eline silah verilip dağa çıkartılmıştır.

Şimdi o kimlik, otobüslere bindirilerek Gemlik’e yürüyüşe götürülmektedir.

O kimlik, eline molotof tutuşturulup karakollara saldırtılmaktadır.

O kimlik, eline silah verilip mafyalaştırılmakta, ekonomiyi esir etmektedir.

O kimlik, eline mikrofon verilip Türk televizyonlarını Kürtçeye boğmaktadır.

Yani sorun, o kimliğin ifade edilişidir.

Milli kimlik kimi zaman dille, kimi zaman türküyle, kimi zaman yazıyla ifade edilir. Ama kimi zaman da yürüyüşle, ayaklanmayla, silahla, terörle...

Bugün kimileri “demokrasi” diyerek, iki tür ifade biçimi arasına ayrım koymak gerektiğinden bahsetmektedir. İlk anda mantıklı gelse de, bunun çok daha büyük bir tuzak olduğu görülmelidir. Tanınan kimliğin, kendisini ne zaman ve nasıl ifade edeceğini bilemezsiniz, bir. Bazen kimlikler silahsız istediğini daha rahat elde edebilir, iki. Örneğin bugün kendini silahlı mücadeleye ve PKK’ya karşı tanımlayan kimi Kürtler, Bağımsızlık Manifestosu yayınlamakta, kimileri ise federasyon için imza toplamaktadır!

O halde, “iyi Kürt”le “kötü Kürt” arasında ayrım yapmanın pek bir anlamı kalmamaktadır. İnsanların iyi niyeti, tarihsel olayların belirli akışını durdurmaz. Tarihsel akışa ancak kapılır gider. O nedenle aklı başında devletler, tek tek bireylerle, örgütlerle değil, tarihsel yasalarla ilgilenirler. Yarın devletin başına iş açacak bir talep, en iyi niyetli ve sadık bir kişi tarafından bile söylense buna engel olmak, gidişatı durdurabilir.

Ancak bugün gidişat, maalesef, durdurulamaz bir aşamaya gelmiştir. Çünkü yaklaşık 20 yıldır bir silahlı Kürt terörü yaşıyoruz. Bu yirmi yıl içinde, kabul etsek de etmesek de, bölücü Kürtçüler, kendilerine uygun bir millet yarattılar. Bu, kendi diline, kültürüne, “önderliğine” sahip çıkan bir milli topluluktur. Bu topluluğun yaratıldığını görmezden gelerek hiçbir yere varamayız!

Sokağa çıktığımızda, henüz beş altı yaşındaki Kürt çocuklarının “Benim önderim Atatürk değil Apo” dediğini görüyoruz. Bu, artık Kürt milli kimliğinin, doğar doğmaz benimsendiğini göstermektedir. Bugün beş yaşındaki zararsız, masum çocuk, yarın belki de bir terörist olacaktır.

O nedenle her Kürt Kürtçü değil anlayışı bir yerden sonra sarpa sarmaktadır. Doğru, her Kürt bugün için Kürtçü değildir. Ancak ben bölücü değilim, ama Kürdüm diyen, istese de istemese de, Türk ulus devletinin temelini dinamitlemektedir.

Türk kimliğini yıkarak, bölücü Kürtçülüğün pasif destekçisi konumundadır. Zaten her mücadele sadece aktif savaşçılarla değil, aynı zamanda daha kalabalık pasif destekçilerle verilebilir. Bugünün pasif destekçileri ise o mücadelenin ihtiyat kuvvetidir. Kimileri kabul etmese bile, ben Kürdüm diyen herkes, potansiyel bir PKK’lıdır.
O nedenle en iyi Kürt, ben Türküm diyen Kürttür...

Türk olan herşey Kürdün sadırısı altında

Son yirmi yıldır Türkiye’de bir Kürt örgütlenmesi yapılmaktadır. Kürtler, tek bir temelde örgütlenmektedir: Kürtsen bizdensin. Yani, siyasal inanışlar, toplumsal özlemler değil, etnik aidiyet Kürtleri birleştiren noktadır. Böyle böyle, bir “bizden” kimliği yaratılmıştır. Bu ise artık önü alınamaz bir Kürtlüktür. Bu Kürtlük şimdi gemi azıya almıştır.

Türkiye’nin hemen hemen her ilinde, PKK ve Apo posterleri ile sokağa çıkan binlerce “iyi Kürt” bulunmaktadır. Türkiye’nin her yerinde eline taşı alıp Türk polisine, Türk karokollarına saldıran “iyi Kürt” bulunmaktadır. Bu tür toplumsal eylemlere, bir kışkırtma denilerek geçilemez. Kışkırtmanın bir zemini vardır. O zemin, yaratılan milli kimliktir.

Bugün yaratılan Kürt milli kimliğinin en önemli özelliği ise Türk düşmanlığıdır. Türk karakolu, Türk askeri ya da polisi saldırı altındadır, ancak bunların saldırıya uğramasının temel nedeni Türk olmalarıdır. Karakol, asker, polis, Türk egemenliğinin simgesi olduğu için saldırıya uğramaktadır.

Bu ülkede bir etnik çatışmadan ve kışkırtmadan bahsedeceksek, bu etnik kin tohumlarını ekeni görmemiz gerekir. Türkiye’de Türkler, değil herhangi birine karşı etnik kin beslemeyi, “Ben Türküm” bile demezler.

Ama ısrarla “Ben Kürdüm” diyenler, bir süre sonra “Ben Türk devletini istemiyorum” demektedir. Böyle bir ortamda, bu devleti istemeyen Kürdün, bu devleti isteyen Türkle karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olur.

Bugün böyle bir karşıtlık olmadığı söylense de gelişmeleri iyi okumak gerekir. PKK, tüm yurtta “serhıldan” çağrısı yapmıştır. Serhıldan, halk ayaklanması demektir. Yani eli ayağı tutan her Kürt, eline bayrağı, afişi alıp sokağa çıkıp eylem yapacaktır. Bu tür küçük gösteriler, büyük ayaklanmanın hazırlığıdır. Önce halk devletle karşı karşıya gelmeye alıştırılacaktır.

Son dönemde Batman’da, Van’da, Diyarbakır’da, Adana’da, Mersin’de bir türlü durdurulamayan küçük ayaklanmalar bu çerçevede ele alınmalıdır. Bu, yanlış bir ifade ile PKK’nın Türkiye’yi Filistinleştirme politikasıdır. Eline taş alan her Filistinli çocuk nasıl ki İsrail hedeflerine -sivil, asker!- saldırıyorsa, Kürt çocuk da aynısını yapacaktır.

Devletin en tepelerinde bu sözlerin sarfedilmesi PKK propagandasına alet olmaktır. Türkiye’yi İsrail konumuna sokan yönetici, İsrail’de devletin kendisini savunduğunu, bu işi vatandaşa havale etmediğini de bilmelidir!

PKK’nın etnik kışkırtması kendi zeminini bulmuştur. Etnik milliyetçilikle beslenen Kürtler bugün Türk devletine savaş açmıştır. Ancak buna karşı Türk devletinin bir tutunma zemini yoktur.

Bir PKK propagandası: Türk-Kürt kardeşliği

Başbakan PKK’yı durdurmak için Türklüğü gömüp Türkiyeliliğe geçmeyi önermektedir. Bir kısım saf aydınımızsa ısrarla Türk-Kürt kardeşliği mavalı okumaktadır. Oysa eğer iki kimlik varsa ve biz bunların gerçekten kardeşliğini istiyorsak, kardeşimize seçme hürriyeti tanımamız gerekir. Yani Türk-Kürt kardeşliği diyenler, Kürt kardeşlerine seçme hakkı tanımalıdır. O zaman Kürt kardeşiniz, teröre başvurmadan, iyi niyetle biz ayrılalım diyorsa ona ne cevap vereceksiniz!

Görüldüğü gibi Türk-Kürt kardeşliği teorisi, aslında Türk’ten ayrı bir Kürt kimliği oluşturmanın teorisidir. Günümüzde PKK bölücülüğünden bile güçlü olan teori de budur.

Bugün Türk-Kürt kardeşliği diyenler, güçlenen Kürt milliyetçiliğine karşı, Türklerin birleşmesine ve uyanmasına engel olmak istemektedirler. Dikkat edilirse bu grup, ısrarla Türklere hitap etmekte ve Türkleri sessiz olmaya çağırmaktadır. Oyun açıktır, PKK etnik Kürt milliyetçiliğini yaratırken, bunlar da Türk milli uyanışını engelleyecektir. Görüldüğü gibi Türk halkı, hem PKK tarafından dıştan, hem de bu tür gruplar tarafından “içten” bombalanmaktadır.

Bu tür teorilerin üretim merkezini iyi deşifre etmek gerekir. Bunlar günümüzün Taşnak-Hoybun’udur. Bu grubun lideri Erzincanlı bir Ermeni, sözcüsü ise Tuncelili bir Kürttür. Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı Ermeni-Kürt ittifakının tarihsel devamıdırlar. PKK’dan tek farkları, kitle tabanları olmaması ve bu nedenle de PKK’ya taşeronluk yapmalarıdır!

Bu Ermeni-Kürt çetesinin peşinden gidenlere şunu hatırlatmak gerekir. Neden ısrarla Türk-Kürt kardeşliği diyorsunuz? Türkler bugüne kadar kimsenin hakkını mı yediler, kimseye kötü bir davranışta mı bulundurlar? Ya da daha açık soralım, siz Kürtlerin Türkler tarafından asimile edildiğini, baskı altına alındığını mı düşünüyorzsunuz: Çıkarın ağzınızdaki baklayı!

Türkiye’de zaten yirmi yıldır fiilen Türk-Kürt kardeşliği politikası uygulanmıyor mu? Özal’ın teorilerini devrimci sosuna bulayıp Türk’e yutturabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Türk-Kürt kardeşliği denilen 20 yılda bir Kürt milleti yarattınız ve bir milleti susturdunuz, sindirdiniz. Bu 20 yılda tek bir Kürde bir gram zarar mı geldi? Gelmedi ama neden Kürtler hep bölücüleşiyor, hep daha da azıyor?

Türk’ün susturulduğu yerde Kürtçülük hortlar, Türkiye’de olanın özeti budur.

Bir, iki, üç; daha fazla Bozüyük...

Elbette Türkler -tarihin gördüğü en barışsever, hakbilir, sabırlı millet- oynanan oyunun farkında. Yüzlerce otobüslük PKK’lı sürüsünün bu ülkede eli kolu serbest dolaşabilme özgürlüğü olduğunu bu millet görüyor. Türk’e şehit cenazesi kaldırmanın bile provokasyon görüldüğü yerde, Kürdün Türkiye’yi istila ettiğini görüyor. Binlerce yıllık yurdunun, şehrinin, mahallesinin, içten işgal edildiğini görüyor.

Her şeyi gören Türk’e şimdi sus diyorlar. Provokasyona gelme, kıştkırtmalara kapılma!

Türk biliyor, bunca yıldır susa susa bu ülkede Kürtçülük güçlendi. Türk’ün susturulduğu yerde elbet barış olur. Ama nasıl bir barış? Türkiye Cumhuriyeti’nin bölündüğü, hem de sessiz sedasız, provokasyona gelinmeden bölündüğü bir barış!

Ne dersiniz Yunan işgalinden daha mı onurlu? O zaman da işgale karşı direnişin adı provokasyondu çünkü. Padişah efendimiz o zaman da Türklere kışkırtmalara gelmeyin diyordu.

Ama sabır bir yere kadardır.

Her millet bir yere kadar susar, bir yerde patlar.

Bir bakmışsınız bir Hasan Tahsin çıkmış ve ilk kurşunu atmış. İlk kurşunu atacak da, bu savaşa katılacak da her zaman çıkar. Bu tabiatın yasasıdır. O nedenle Bozüyük’te olanlara şaşırmamak gerekir. PKK’nın sokağa indiği yerde Türk de sokağa inecektir doğal olarak. Bu işin bir Bozüyük’le kalmayacağını, iki, üç daha fazla Bozüyük olacağını öngörmek içinse müneccim olmak gerekmez. Bunun arkasında bir provokasyon arayan kafa, ipi dışarda kafadır. Bunlar sanırlar ki, halk da kendileri gibi dışardan yönetiliyor. O nedenle halkın her davranışının arkasında bir provokatör ararlar.

Bu provokatör arayışı bile gayet bilinçlidir.

Bir yandan MHP ve ondan türeme faşist partiler sözde hedef gös terilmektedir. Oysa herkes biliyor ki, MHP türü ırkçı hareket 1950’den 1980’e kadar Türklere karşı sokağa salınmış ve antiemperyalist devrimci Türk çocuklarını öldürmüştür. 1980 sonrası bu hareketler sokaktan çekilmiştir. Çünkü 1980 sonrası sokakta PKK vardır. Sokağa iki Amerikan hareketi çoktur. O nedenle MHP eve çekilmiş, PKK sokağa inmiş ve MHP’nin kaldığı yerden Türk öldürmeye başlamıştır. (Tüm MHP’liler kendilerini hele bir sorgulasın, neden PKK’ya karşı MHP’nin çıtı bile çıkamaz!)

Diğer yandansa doğmamış Kuvayı Milliye boğulmak istenmektedir. Amerikancı Akşam yazarları, her ilde ve her semtte Türklerin Kuvayı Miliye türü örgütler kurduklarını ve savaşa hazırlandığını yazmaktadır. Peki neden? Böyle örgütler mi bulunmuştur, deşifre edilmiştir? Hayır! O halde? Çünkü Amerikancılar, bu milletin bir Kuvayı Milliye geleneği olduğunu bilmektedir. Bu gidişatın, milleti uyandırdığını görmektedir. Bu uyanışınsa örgütsel bir yanı olacağını bilmektedirler. Ama doğmamış Kuvayı Milliye’ye, “linççi Türk” damgası vurup, ana rahminde boğmak istiyorlar!

Provokasyon ve linç kelimelerinin gazete manşetlerine taşındığı bir dönemde ne yapmalı? Susup evimizde mi oturalım?

Açıkçası, kimseye sokağa çıkıp şunları yapın deme pozisyonunda görmüyoruz kendimizi. Halkı sokağa döktüğünüz zaman, onu koruyacak bir gücünüz olması gerekir. Korumanın ötesinde sokağa inen halkın çözüm üretmesi gerekir. Türkiye’nin Atatürkçü birikimi henüz o aşamada değildir. O nedenle bizler de, her tür erken Kuvayı Milliye örgütlenmesine uzun süredir karşı çıkıyoruz. Çünkü halkın umutları ile oynama hakkı yoktur kimsenin.

Ama biz bu pozisyonu benimsemekle ve halka da bu yönde çağrı yapmakla birlikte, halkın kendi bildiğini yapacağını da görüyoruz. Ok yaydan çıktıktan sonra ancak izleyebilirsiniz.

İki yıl önce “Türk’ün ateşle imtihanı” demiştik!

Şimdi ise “Türk’ün sabırla imtihanı!”

Türk oğlu, Türk kızı: Zor bir dönemeçten geçiyorsun. Türklüğünü koru! Milletini, vatanını, dilini, davanı koru!

Her şeyini millet davasına gözünü kırpmadan, arkana dönüp bakmadan vereceğin günler geldi.

Türk’ün güveneceği evladısın. Güveni boşa çıkarma...

http://www.turksolu.com.tr/90/basyazi90.htm

..

27 Mart 2015 Cuma

PKK Sınırın Ötesinde mi?




PKK Sınırın Ötesinde mi?



01.08.2005/Sayı:87

Gökçe Fırat

ABD-PKK ittfakı

Gerek Genel Kurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ’un, gerekse Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, yeniden terör kampanyasına başlayan PKK’nın faaliyetlerinin engellenmesi için gerekirse Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon düzenlenebileceği yolundaki açıklamalarıyla birlikte PKK sorunu ülke gündeminde yeniden merkezi bir yer işgal etmeye başladı.

PKK sorununun gündeme gelmesi, Türkiye’nin bölücü teröre karşı mücadelesi açısından olumlu bir gelişme olarak algılansa da, PKK’ya karşı mücadele için önerilenlerin kapsamı ve içeriği, Türkiye’nin yeniden büyük bir tuzağa doğru çekildiğini gösteriyor. Bu bakımdan bölücü terörle doğru mücadele için doğru bir mücadele yöntemi belirlenmesi gerekiyor. Biz bu yazımızda bölücü terörle mücadelede doğrularla yanlışları, tuzaklarla çıkış yollarını ortaya koymaya çalışacağız.

Öncelikle PKK meselesinin ve yeniden başlayan terörün nedeninin doğru tespit edilmesi gerekir. Son dört yıldır neredeyse duran terör neden birden bire başlamıştır?

Bu sorunun cevabı Apo’nun 1999’da yakalanmasının ardındaki sır perdesinin kaldırılması ile çözülebilir. Son dönemde Apo’nun yakalanması üzerine bir kaç kitap yayınlanmış bulunuyor. Ama daha önemlisi eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve eski Başbakan Bülent Ecevit’in Apo’nun yakalanması ile ilgili açıklamaları. Her iki devlet yöneticisi de Apo’nun yakalanmasını ABD’nin sağladığı ve bu nedenle Türkiye’nin başarısının arkasında ABD’nin payının olduğu fikrini açıkladılar. Böylelikle Türkiye, PKK ile mücadelede ABD’nin yardımı ile bir sonuç almış oluyordu.

Bu açıklamaların elbette çok önemli bir sonucu var. Eğer Apo’yu Türkiye’ye ABD verdi ise, PKK’nın arkasında ABD yok demektir. Ve eğer PKK’nın arkasında ABD desteği yok ise, Kuzey Irak’ta oluşan PKK-ABD ittifakının da farklı gerekçelere bağlanması gerekir. Bu gerekçe ise günlük basınımızda Irak’ta zaten batağa saplanan ve canını zor kurtaran ABD’nin bir de PKK ile mücadele edecek gücünün ve imkânının olmadığı şeklinde açıklanmaktadır.

Olaya ABD’den bakınca ya da ABD’yi aklamak için bir gerekçe bulmak gerekirse, doğrusu bunun iyi bir gerekçe olduğu söylenebilir. Ama bunun da çok gerçekçi ve zekice olmadığı çabucak ortaya çıkabilir.

90’lar: Güçlenen Türkiye

1990’ların ortasından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli gelişmeler yaşandı. 90’ların başında güçlenen PKK terörünün arkasında ABD’nin fiili askeri yardımının olduğu biliniyordu. Bu nedenle Türk Devleti kendi içinde bir sorgulama dönemi yaşadı.

O yıllar Türkiye açısından içerde terörle mücadele, dışarda ise özellikle Orta Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile ortaya çıkan potansiyel, Ortadoğu’da özellikle Irak ile geliştirilen olumlu ekonomik ilişkilerle birlikte dikkati çeker. Böyle bir Türkiye potansiyel bir tehdittir.

Ortadoğu’da güçlenen, Orta Asya’da beliren bir Türk önderliğinin üzerinde dikkatle durulması gerekir. Türkiye bu gücünü ve potansiyelini tespit eder. Ama bu tespitle birlikte ülkede her gün onlarca asker ve yurttaşın ölümü ile sonuçlanan PKK terörü vardır. O halde güçlü Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da bir önderliği olacaksa öncelikle kendi içindeki teröre karşı gücünü göstermelidir.

Terör, uluslararası bir organizasyon olduğu için bu uluslararası organizasyonla baş etmek için uluslararası bir mücadele gerekmektedir. 1994’ten itibaren Türkiye bu yönde bir kararlılık beyan eder. Bu tarihten itibaren Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik Irak devleti ile mutabakat içerisinde müdahalesi başlar. 1999’a kadar süren beş yıl boyunca Türkiye Cumhuruyeti ülke içine sızan teröristleri etkisiz hale getirmeyi başarır.

Ancak başarı askeri alanda değildir yalnızca. Türkiye’nin güçlü sınırötesi operasyonu Kürt bölücülüğünün gelişme motivasyonunu kırar. Nitekim tüm bu dönem boyunca Kuzey Irak’ta sadece PKK değil, KDP ve KYB de güç kaybedecektir. Bunun böyle olması da çok doğaldır çünkü uluslararası bir Kürt hareketi vardır ve bu hareket Türkiye’nin etkin müdahalesiyle sinmek zorunda kalır.

Türkiye’yi dizginlemek: Sivas, Gazi, Uğur Mumcu suikasti

Fakat 99’a gelindiğinde Türkiye artık iyice dizginlenemez bir güç halini almıştır. Türkiye Şam’da yönetimi devirebilecek kadar güçlüdür ve bunu açıktan beyan eder. Türkiye’nin Irak’tan sonra Suriye’ye de girmesi bölgede Türkiye’nin mutlak üstünlüğünün sağlanması olacaktır. Bu durum ise, Körfez’e ilk müdahalesini gerçekleştiren ABD’nin uzun vadeli hedefi için en büyük handikaptır.

Fakat tehlike bununla sınırlı değildir. Türkiye’de rejim içinde de bir değişiklik gözlemlenmektedir. Doksanlı yıllar boyu gelişen işçi hareketleri, laiklik eksenli mücadeleler toplumsal bir uyanışın habercisidir. Türk milleti adeta silkinmektedir.

Bu silkinmenin en önemli yansıması ise Ordu’da gözlemlenmektedir. Türk Ordusu içinde komuta kademesi Kıvrıkoğlu ve Karadayı dönemleri boyunca sürecek olan sekiz senelik bir laik, bağımsızlıkçı ve ABD’ye mesafeli döneme girmiştir. Kısacası bunca yıllık sadık NATO müttefiki Türkiye’de ipler ABD’nin elinden çıkmaktadır.

Özal’ın ölümü ile başlayan süreçte Türkiye’nin rota değiştirmesi ABD tarafından çok yakından takip edilir. Türkiye bu tür bir rota değişikliği nedeniyle çeşitli vesilelerle uyarılır. Sivas Katliamı, Gazi Mahallesi’ndeki ayaklanma, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi olayları Türkiye’ye ABD müdahalesinin işaretleridir.

ABD’nin kontrolünde PKK, bu üç büyük provokasyonda da başroldedir. Hedef ise, Alevi-Sünni ayrımı ile Kürt hareketine bir ihtiyat kuvvetinin kazandırılmasıdır. Bunun dışında doğrudan askeriyeye uyarıdır. Bugün Soros tarafından düzenlenen Turuncu Devrimler gibi, Türkiye’de operasyon yapılmaktadır. Fakat komuta kademesindeki sağlam duruş nedeni ile ABD her seferinde başarısızlığa uğrar.

Türk Devleti açısından ise önemli bir karar alınmıştır. Birincisi uluslararası planda PKK’ya barınma şansı tanınmayacaktır. Özellikle Irak’a yerleşen Türk Ordusu uzun vadeli bir tedbiri almaktadır. İkinci tedbir ise PKK’nın ekonomik ağının çökertilmesidir. Bu amaçla, devlet içindeki belli bazı güçler Kürt işadamları ve uyuşturucu kaçakçılarına karşı infazlara başlar. Böylesine sistemli bir hareket ABD’yi iyice korkutur. PKK’nın gerek iç, gerek dış dayanaklarının çökertilmesi ABD’nin Ortadoğu’ya elveda demesi olacaktır. Bu aşamada ABD üç büyük tezgah kurar.

  Susurluk’tan, Apo’nun teslim edilmesine

Birincisi Susurluk olayıdır. Susurluk’la birlikte ABD’nin sadık ajanı, karanlık yayınlarla devlet içinde PKK’ya karşı mücadele eden ekibi tasfiye ettirir. Böylelikle PKK ile mücadelenin ekonomik ayağı kırılır.

İkincisi Jandarma Genel Komutanı’nın bir suikastle öldürülmesidir. PKK ile mücadelenin dış askeri operasyon kısmını koordine eden ve bitirici bir askeri operasyon hazırlayan Eşref Bitlis uçağı düşürülerek öldürülür. Eşref Bitlis’in öldürülmesiyle birlikte hem bitirici dış operasyon engelenmiş olur, hem de Eşref Bitlis önderliğinde Güneydoğu’da PKK’nın şehir milislerine yönelik devlet mücadelesi durmuş olur.

Susurluk’la başlayan ABD denetimindeki kampanya Güneydoğu’ya uzanır. Yine bölgede PKK’ya karşı mücadele eden bir binbaşının aynı karanlık medyada konuşturulduktan sonra öldürülmesi dikkat çekicidir.

Bu iki büyük operasyondan sonra PKK biraz olsun rahatlar. Ama başta bu komutanlar olduğu sürece PKK ve ABD için işler kötüye gidecektir. O nedenle ABD-PKK ittifakı büyük bir kumar oynar ve son büyük provokasyonnu gerçekleştirir.

Suriye’ye müdahale etmeye hazırlanan Türkiye’ye Apo teslim edilir. Teslimat danışıklı dövüştür. Teslim edilen Apo’ya yaşam güvencesi verilir. Apo da PKK’ya silah bırakma çağrısı yapar. Böylece ABD bir taşla iki kuş vurmuş olur. Hem PKK üzerindeki hakimiyetini sağlayacak Apo’nun yaşamasını sağlamış olur, hem de PKK’ya silah bıraktırarak Türkiye’nin sınırötesi hareketlerini gerekçesiz bırakmış olur.

Apo’nun İmralı’ya hapsedilmesiyle birlikte Türkiye yavaş yavaş Irak’tan çekilmeye başlar. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’daki açılma politikasının bitmesi demektir. Geri çekilen Türkiye yavaş yavaş Türkiye sınırlarına hapsolur. Şu an yaşanan durum bir hapsolma pozisyonudur. Türkiye, müttefiki ABD tarafından usta provokasyonlar ve hareketlerle kuşatılmıştır.

PKK, ABD’nin Ortadoğu’daki operasyonel öncü gücüdür

Apo’nun İmralı’da hapsedilmesi ile başlayan dönem Türkiye Ortadoğu ve Orta Asya’da açılma politikasını tümüyle terk ederek AB rotasına sapmıştır. AB süreci Türkiye açısından mutlak bir zayıflama dönemi olmuştur.

Sürecin ABD-Türkiye ilişkileri düzleminde de tahlil edilmesi gerekir. ABD, Türkiye ile zayıflayan ilişkilerini bir süreliğine bu soğuma seviyesinde buzdolabında bekletmiştir. Böylelikle gerilen ilişkilerin düzeleceği ana kadar pusuya yatmıştır. Bu aşamada Kürt bölücülüğünü AB’ye havale ederek Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde yorularak güçsüz düşmesini beklemiştir. Şu an başlayan terör, tam da bu yorgun Türkiye’ye karşı başlatılmıştır.

Geçen beş yıl içinde AB uyum yasaları ile elde edilen dil hakkı, örgütlenme hakkı, belediyelerde kazanılan seçimlerle güçlenen ve ülke içinde kendisine kendince demokratik bir taban oluşturan, kamuoyu yaratan PKK, yeniden ABD elinde eyleme sokulmuştur. PKK’nın eylemlerini ABD’nin eylemleri ile birlikte ele almak gerekmektedir.

Türkiye’de başlayan terör tam da ABD’nin Irak’a müdahalesi ertesinde başlatılmıştır. Bunun anlamı açıktır, PKK ABD’nin müttefiki olarak ABD’nin yanında Irak savaşına dahil olmuştur. Bilindiği gibi Irak’a karşı savaş, dar anlamıyla Irak’a karşıdır, ama kapsamı geniştir, tüm Ortadoğu’yu içine almaktadır. ABD’nin açık hedefi İran ve Suriye’dir. Türkiye ise örtülü hedeftir.

Bu noktada PKK, bu üç ülkeye karşı da aynı anda silahlı savaş başlatmıştır. Son bir ayda gerek İran’dan, gerek Suriye’den gelen çatışma haberleri dikkate alınmadan, PKK’nın Türkiye’de başlattığı terör kampanyası anlaşılamaz. PKK, doğrudan ABD’den aldığı direktifle öncü bir savaş başlatmıştır. Hemen ardındansa ABD’nin müdahalesi gelecektir.

PKK’nın bölge ülkelerine karşı başlattığı savaşın bir de AB cephesi vardır. ABD için eline silah alan PKK, kaçınılmaz bir şekilde AB ülkelerinden de kopmaktadır. Bu aşamada PKK’nın bölge ülkelerine karşı başlattığı savaş, aynı zamanda AB ülkelerinin Ortadoğu çıkarlarına karşı da bir savaş anlamına gelmektedir.

PKK’nın Sivil Terörü

Olayı bu uluslararası boyutları ile ele alırsak PKK’nın Türkiye stratejisini de daha iyi görebiliriz. PKK uluslararası bir fedai mangası görünümü çizmekle birlikte, esas yığınağı ve görev alanı Türkiye’dir. Ancak Türkiye’deki görevini iyi bir şekilde yerine getirebilmek için de son derece ince bir politika izlediğini teslim etmemiz gerekir.

1- PKK Apo’nun tutsaklığı boyunca silahlı mücadeleyi bırakmış ve sivil alanda sivil mücadeleye başlamıştı. Sivil alandaki mücadelenin ne aşamaya geldiğinin muhasebesini yaparsak özellikle iki alanda önemli bir başarıdan sözederiz.

a- PKK, Güneydoğu’nun kent merkezlerinde önemli bir halk hareketi örgütlemiştir. Eskiden, gerilla hareketinin temel destekçisi köyler iken, sivil mücadelede köylerin yerini kent merkezleri almıştır. Son birkaç yıldır, Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Hakkari, kent merkezleri ile ilçe merkezleri, PKK’nın hakimiyetine girmiştir.

Bunda en önemli pay ise elde edilen PKK’lı belediyelerdir. Bugün PKK’lı teröristlerin cenazeleri belediye ambulansları ile taşınmaktadır. Dokunulmazlık zırhına bürünen PKK’lı belediyelerle birlikte, Güneydoğu’da fiili bir özerklik ilan edilmiştir. Her il ve ilçe merkezinde Apo’nun salıverilmesi için düzenlenen imza kampanyaları, dilekçe eylemleri, yürüyüşler, açlık grevleri ile, PKK ayrılıkçı bir sivil hareket inşa etmiş durumdadır.

b- Sivil mücadelenin ikinci ayağı aydın hareketi yaratmaktır. PKK, bu doğrultuda da önemli kazanımlar elde etmiştir. Eli kanlı bir terör örgütü imajını silmek için, silah bırakma ve sivil mücadele ile birlikte, pek çok Türk aydınını tuzağa düşürmüştür. Hem devlete hem PKK’ya silah bırakma çağrılarının ardında, PKK’yı devletle eş görme anlayışı yatmaktadır ki, bu da PKK’nın neredeyse işgal edilmiş bir devletin sözcüsü konumuna getirilmesidir.

PKK’nın aydın hareketinin merkezi İkitelli basınıdır. PKK’nın her talebini demokratikleşme adına coşkuyla karşılayan, her fırsatta Türk Devletine karşı PKK militanlarının yanında yer alan medya, böylelikle PKK’yı haklı, devleti haksız savaşan bir güç konumuna getirmiştir.

Bu aydın takımının kullandıkları kirli savaş kelimesi boşuna değildir elbette. Türk Devleti, Susurluk’tan beri hain bir karalama kampanyasının hedefidir. Katil devlet, işkenceci devlet propagandası altında, Türkiye devlet güçlerinin eli kolu bağlanmıştır.

Ya asker gibi alalım ya da asker gibi ölsün

PKK, sivil savaşın yarattığı bu özgür ortamda tekrar silaha sarılmıştır. Ancak bu silaha sarılmanın bile hem askeri hem de sivil ayağı bulunmaktadır. Örneğin son olarak Tunceli karayolunda kaçırılan erimizin durumu buna örnektir. PKK, silahlı bir eylemle bile barışçı bir sivil hareket imajı çizmektedir.

PKK, askeri serbest bırakacağını açıklamıştır. Aslında asker serbest bırakılmak üzere kaçırılmıştır. Böylelikle iyi bir propaganda malzemesi elde edilmiştir. Bir kısım aydının, hatta milletvekilinin kaçırılan eri almak üzere heyet kurmuş olması bu propagandanın başarısıdır. Böylelikle hem Türk Devleti güçsüz, askeri kaçırılan bir devlet konumuna getirilmektedir. Hem de PKK, Türk Devletine insaf gösteren hümanist bir örgüt konumuna gelmektedir.

Burada alınacak doğru tavır, bir açıdan Genel Kurkmay İkinci Başkanı’nın gösterdiği şekilde olmalıdır. Medya, bölücü örgütün propagandasını yapmaktan vazgeçmelidir. PKK’nın propagandası ile sonuçlanacak, PKK’yı kamuoyunda güçlü ve barışçı gösterecek tüm girişimlerin önü kesilmelidir.

Ancak bu noktada iş Ordu’ya düşmektedir. Düşmanla savaşan bir ordunun askerleri öle de bilir, esir de olabilir. Bu savaşın doğasıdır. Ordu, kaçırılan askerini ya askeri gücüyle kurtaracaktır, ya da feda edecektir. Ailenin gözyaşı, askeri askerlikten uzaklaştırmamalıdır.

Ordu, aileye ve halka, askeri kurtaracağını, teröristle pazarlık yapılmayacağını, teröristlerle buluşacak heyetlerin içinde milletvekilleri bile olsa teröre yardım ve yataklık etmiş olacağını, Ordu askeri kurtaramazsa askerin vatana feda olmasının tüm halk tarafından kabul edileceğini açıklamalıdır. Bu açıklama yapılmadığı sürece PKK, Türk eri üzerinden daha çok propaganda yapacaktır.

Apo’nun sözcüsü sözde milliyetçi yazar

PKK’nın bir diğer propaganda yöntemi daha bulunmaktadır. Sözde, PKK içinde bölünme olduğu, ABD ile Apo arasında mücadele olduğu izlenimini yayan örgüt, Türk kamuoyunu PKK’nın yanına itmektedir.

Burada esas malzeme ABD düşmanlığıdır. Toplum içinde yükselen ABD düşmanlığını gayet güzel değerlendiren PKK, sanki ABD ile Apo arasında görüş ayrılığı varmış, hatta ABD, PKK içinde Apo’ya karşı hareket ediyormuş izlenimi yaratmaktadır. Böylelikle Apo masumiyet kazanırken günah ABD’ye yüklenmektedir.

Bu korkunç zehirli propaganda ise sözde milliyetçi Yeniçağ gazetesinin sözde milliyetçi yazarı Arslan Bulut tarafından yapılmaktadır. Apo, içinde Sarp Kuray’ın da bulunduğu temsilcilerini Arslan Bulut’a göndermiş ve terörün arkasında kendisinin değil ABD’nin olduğunu söylemiştir. Sözde milliyetçi yazarımız da bölücü örgütün propagandasını Türk milliyetçilerine lanse etmektedir.

Ancak gerek Yeniçağ, gerekse Arslan Bulut kamuoyunun yakından bildiği isimlerdir. Bilindiği gibi Arslan Bulut, Doğu Perinçek’le yaptığı röportajlarla gündeme gelmişti. Yıllarca PKK’nın propagandasını kendi dergilerinde yapan, Suriye’ye gidip Apo’ya gül veren Perinçek’in milliyetçilere takdimi Arslan Bulut eli ile yapılmıştı.

Bugün ise Apo başka temsilcilerini Arslan Bulut’a göndererek propagandasını yapmaktadır. Apo, neden başka bir gazeteci ya da milliyetçi bulamadı da bula bula Arslan Bulut’u buldu dersiniz!

ABD düşmanlığı yaparak Amerikancılık yapmak ülkücülerin öteden beri en önemli özellikleridir. 80 öncesinde ABD emriyle ve ABD silahlarıyla kardeş kanı akıtanların, 80 sonrası birden inlerine girmeleri sebepsiz değildir. 80 öncesi 5.000 solcuyu öldüren ülkücülerin 80 sonrası 30 bin şehide mal olan PKK’ya karşı bir fiske bile atmamalarının elbet bir sebebi olmalı!

Aynı ülkücü kesimin bu defa basın yayın yolu ile Apoculuk yapması bizleri hiç şaşırtmışor. Çünkü arkasında Kürt işadamları olan, ABD desteği olan bir kısım medya olacaktır ve milliyetçilik de yapacaktır, çünkü ABD’nin çıkarları bunu gerektirmektedir.

PKK propagandasının daha üsturuplu biçimi ise Doğan medyası tarafından yapılıyor. Doğan medyası ise, PKK içinde bir bölünme olduğu, Kürt hareketi içinde Apo’ya ve PKK’ya karşı demokratik bir muhalefetin başladığını yazıyor. Özellikle Hikmet Fidan cinayetinin üzerine giden Milliyet eli ile, birden demokratik bir Kürt hareketi çağrısı yapılıyor.

Bu tür bir propaganda, PKK’yı zayıflatmak yerine güçlendiriyor. Çünkü doğrudan Türk medyasının destek verdiği kesimler PKK tarafından daha kolaylıkla tasfiye edilebiliyor. Böylece Apo kendi muhaliflerini Doğan medyasına deşifre ettirerek kendi önderliğini güçlendiriyor.

Bizim gazetecilerimiz ise bilinçli ya da bilinçsiz bu tuzağa düşüyor. Şu ülkeye bakın ki, burjuva basını Apo muhalifi Kürtçülerin propagandasını, milliyetçi basını ise ABD karşıtı Apo’nun propagandasını yapıyor!

Basındaki bu karmaşaya bakan Apo ve ABD ise keyifleniyordur. Her örgüt hele hele her devlet, iyi propaganda yapmak zorundadır. Propaganda ise kimi zaman doğrudan yapılmaz. PKK ve ABD şimdi bu taktikle Türk Devletini hareket edemez hale getirmektedir. Koparılan tartışmanın içinde Türkiye’nin terörle ne şekilde mücadele edeceği, kime karşı kimi destekleyeceği bilinememektedir. Böylesi bir karmaşa ise en fazla Apo’ya ve onu destekleyen ABD’ye yaramaktadır.

Sınır ötesi tartışması

Son sınır ötesi tartışmaları da ancak bu çerçevede ele alınabilir. PKK’nın artan terör eylemleri karşısında dile getirilen sınır ötesi ne anlam taşımaktadır, şimdi de bunu sorgulayalım.

Sınır ötesi operasyon, terörün sınır ötesinden kaynaklandığı tespitine dayanır ki, bu en büyük yanlıştır. Gelişen PKK terörünü yaratan ortam, Irak’tan PKK sızması değildir. Terör, PKK’nın sivil mücadele ile elde ettiği beş yıllık zeminde gelişmektedir. Türk Devletinin, bölücülüğe verdiği beş yıllık taviz, PKK’nın sivil alanda elde edeceklerini elde etmesine yetmiştir. Şimdi ise yeni hedefler için yeni mücadele yolları devreye sokulmaktadır. Bu nedenle terörün merkez üssü Kuzey Irak değil Türkiye’dir!

Bu noktada Türkiye’de yıllardır süren Apo’yu önemsememe çizgisi Apo’yu gerçekten çok güçlendirmiştir. Bu noktada terörün başı Apo’dur ve o da İmralı’dadır. O halde terörle mücadeleye İmralı’dan başlamak gerekmektedir!

Ancak bu tek başına ele alınamaz, çünkü İmralı gücünü doğrudan Washington’dan almaktadır. Yani sınırın ötesi Kuzey Irak değil Washington’dur.

Türkiye’nin terörle mücadelede alacağı önlem, birincisi Apo’nun Türkiye içindeki yönlendirmesinin kesilmesi, örgütsel yapısının dağıtılmasıdır, ki bu da terörle etkin mücadeleyi gerektirir. Ancak girilen AB sürecinde bunun yapılamayacağını gayet iyi bilen PKK, çok rahattır. Diğer yandan Türk Devletinin sınır ötesine geçerek ABD ile savaşmayı göze alamayacağını da bilen PKK, aynı anda silahlı eylemlerini de arttırmaktadır.

Tezkere geçse sınırın içine de geçemezdik

Kısacası AB-ABD kapanına sıkışan Türkiye, teröre karşı ne yasal ne de askeri önlem alamaz noktadadır. Böyle bir noktada sınır ötesi operasyon yaparız çıkışı çok açık bir şekilde korkutucu değil, komik olmaktadır.

Tam da bu noktada Türk Devletine bir tuzak daha kurulmaktadır. Türkiye’nin sınır ötesi harekat yaparsa ABD ile savaşmak zorunda kalacağını, bunun ise Türkiye için hiç de hayırlı olmayacağını yazıp çizmeye başlayan ve kendilerini milli olarak adlandıran ayrı bir medya grubu da devrededir: Akşam.

Akşam’ın Amerikancı milliyetçi yazar kadrosu ise, sınır ötesinin ABD provokasyonu olduğunu, Türkiye’nin PKK tarafından kışkırtıldığını, böyle bir tuzağa düşmemek gerektiğini, yani sınır ötesinden uzak durmak gerektiğini salık vermektedir. Bu Amerikancı yazar kadrosu, sınır ötesi kozunun Türkiye’nin elinden çıkmasının sebebi olaraksa reddedilen tezkereyi göstermektedir. Eğer Türkiye ABD ile birlikte Irak’a girseydi bugün PKK sorunu olmayacaktı demektedirler.

Kendi içinde mantıklı görünen tez aslında son derece salakçadır. Bugün ABD Kuzey Irak’ta diye Kuzey Irak’a giremiyorsak; tezkere geçseydi ABD, Diyarbakır’da olacaktı, o halde Diyarbakır’a bile giremeyecektik! Hatta tezkere koşullarına göre Samsun’a, Trabzon’a, İskenderun’a bile giremeyecektik. Yani Türkiye işgal edilmiş olacaktı.

Şimdi aynı Amerikancı tayfa, askeri öne sürerek tezkereyi AKP geçirmedi demektedir. Bu, Amerikancı darbe senaryosunun ifadesinden başka bir şey değildir. Eğer tezkereyi gerçekten AKP engellemişse AKP gerçekten hayırlı bir iş yapmış ve Türkiye’nin işgalini önlemiştir. Ve yine eğer tezkereyi Ordu istemişse ve aynı fikirlerinde hâlâ diretiyorlarsa, böyle bir Ordu’nun Türkiye’nin güvenliğini savunacak uzak görüşlülüğü yok demektir.

O halde iki kanaldan birden seslendirilen sınır ötesi tehdidini nasıl algılayacağız? Bugün sınır ötesi Türk kamuoyunda gerekirse ABD ile savaşalımın güçlenmesine yol açsaydı, o zaman doğru bir talep olurdu. Ama tam tersine sınır ötesi ABD ile savaşılamaz, keşke onunla birlikte hareket etseydik fikrini güçlendirmeye yaramaktadır. İşin garibi, sınır ötesine provokasyon diyen Amerikancılarımız da, demeyen Amerikancılarımız da aynı propagandayı yapmaktadır!

Sınıra, sokağa, medyaya hakim olmak

Tüm bu tartışmalar sürerken önlem almayan, hedef belirlemeyen ve harekete geçmeyen taraf olduğumuzu asla unutmamalıyız. Gerek ABD gerekse PKK her türlü önlemi alarak aşama aşama hedefe ilerlemektedir. Bu tartışmaların en önemli zararı da Türk Devletini adeta kontrpiyede bırakarak etkisiz hale getirmesidir. En kötü karar bile kararsızlıktan iyiyken, Türk Devleti kararsızlığa mahkum edilmektedir.

Oysa köşeye sıkıştırılan Türkiye’nin, bu kuşatmayı yarmak için elbet elinde belli bazı kozları vardır ve dahası, Türkiye’nin ABD dahil herkesle savaşacak gücü de vardır. Bunun içinse uygun bir harekat planı çıkarılmalıdır.

1- Sınıra hakim olmak:Türkiye PKK ile mücadelede kararlılığını göstermek ve Kuzey Irak’taki kukla Kürt devletini tecrit etmek için Kuzey Irak sınır kapısını hemen kapatmalıdır.

2- Sokağa hakim olmak: PKK’nın sivil mücadelesi ancak tersine bir sivil mücadele ile engellenebilir. Bu devletin mutlak çoğunluğu ve tek sahibi olan Türkler, her alanda sokağa hakim olmalıdır.

3- Medyaya hakim olmak: PKK’nın ve ABD’nin en büyük gücü olan medya, uygun bir takvim içinde devletin yanına çekilmeye zorlanmalıdır.

Böylelikle ülke içinde gücünü gösteren ve kendisi de hisseden Devlet, yeniden devlet gibi davranmaya başlayabilir. Bunun için ön şart olarak, her alandaki ve kademedeki Amerikancıların safdışı edilmesi gerekir. Türkiye’nin en güçlü yılları, Amerikancıların en güçsüz olduğu dönemdi unutmayalım!

Bu önlemleri alan Türkiye PKK’nın orta vadeli hedefinin Apo’nun affedilmesi, PKK’ya siyasetin serbest bırakılması olduğundan hareket etmelidir. Düşmanının hedefini bilen bir devlet buna engel olabilir. Bu ise sınır ötesinde değil sınır içinde alınacak önlemlerle alınacaktır.

Kaldı ki sınır ötesi Türkiye için elbette tek çıkış noktasıdır. Ama bunun için iki çıkış alanı vardır; Azerbaycan’dan ve Kıbrıs’tan sınır ötesine çıkmak. Sınırı güçlü olduğumuz yerlerden aşarsak, düşmanla güçlü olduğumuz yerde çarpışırız.

Sınır ötesi çağrısı yapan devlet yöneticilerimiz bu yönde bir adım atarlarsa gerçek niyetlerini anlayabiliriz...

http://www.turksolu.com.tr/87/basyazi87.htm

..