Geçmişten Günümüze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Geçmişten Günümüze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 4

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 4





Şİİ-EHL-İ BEYT İMAMLARI 


İsmailiye mezhebinin bir kolunu oluşturan ve soyunun Peygamberin kızı Fatma ’dan geldiğini iddia eden Übeydullah, 910’da Tunus’ta kendisini halife ilan etti. 
Bunlar Fatımiler adını alarak 969’da Mısır’ı işgal ettiler ve yaklaşık yüzyıl sürecek bir hanedanlık kurdular. Fatımiler bir süre sonra Tunus’u kaybetmekle beraber 
doğuda Suriye’ye kadar uzandılar. 

Hem imam hem de halife unvanlarını kullanan Fatımi imamları Müslümanlar üzerinde evrensel yetkiye sahip olduklarını iddia etmekteydiler. 

Fatımilerin teşvik ettiği bu Şiilik yorumu daha çok Mısır ve Suriye’de yaygınlaştı; ancak Fatımilerin iktidarı zayıfladığında ve nihayet yerini Eyyübilerin iktidarına bıraktığında İsmaili cemaatleri küçüldü. 
Ancak bunlar İran’ın yanı sıra Suriye’nin kuzeyinde dağlık bölgede ve Yemen’de varlıklarını sürdürdüler. 

10. yüzyıldan itibaren imamların mezarları ziyaret yerleri oldu. Onların dördü Medine’de (Hz. Hasan, Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, Cafer-i Sadık), altısı Irak’ta (Hz. Ali-Necef, Hz. Hüseyin-Kerbela, Musa Kazım-Bağdat, Muhammed Cevad (Taki)-Bağdat, Ali Naki (Hadi)-Samarra, Hasan el-Askari-Samarra), İmam Rıza’nın mezarı ise İran’da Meşhed’de bulunuyor. Bunların dışında Kahire’de İmam Hüseyin’in başının gömülü olduğu düşünülen türbe halka açık bir ibadet merkezi oldu. İbadet bakımdan bazı farklılıklar gösterse de Şiiler Mekke’ye hacca gitmekte; Sünniler de Şii imamların mezarlarına saygı göstermekte ve bu yerleri ziyaret etmektedir. 

3. EMEVİLER VE ABBASİLER 

Muaviye’nin (661-680) iktidara gelmesi bir dönemin sonu ve bir başka dönemin başlangıcı olarak görülmüştür. Hz. Ebubekir’den Hz. Ali’ye kadar ilk dört halife Müslümanların çoğu tarafından Hulefa-i Raşidin ya da “Doğru Halifeler” olarak bilinir. Daha sonraki halifeler ise farklı biçimde değerlendirildiler. Her şeyden önce, Muaviye’den sonra halifelik kalıtsal hale geldi. 
Halifeyi cemaat önderlerinin seçmesi ya da en azından resmen onaylaması düşüncesi muhafaza edildiyse de, bu zamandan itibaren iktidar bir ailenin (ilk olarak da Emevilerin) eline geçmişti.13 

İmparatorluğun başkenti Şam’a taşındı. Bu kent bir mahkemeyi, bir hükümeti ve bir orduyu yaşatmak için gerekli iktisadi imkâna sahip bir bölgede yer alıyordu ve Akdeniz’in kıyı şeridini ve doğal bölgelerini buradan denetlemek, Medine’ye kıyasla daha kolaydı. Bu oldukça önemliydi; çünkü halifeliğin hâkimiyet alanı hâlâ genişlemekteydi. Zira Müs-lümanlar Mağrip’e doğru ilerlediler ve ilk önemli üslerini Kayrevan’da (Tunus) kurdular. 

Buradan batıya doğru hareket ederek 7. yüzyılın sonunda Fas’ın Atlantik kıyısına ulaştılar ve kısa bir süre sonra Tarık bin Ziyad komutasındaki ordu ile 711’de 
İspanya’ya geçtiler. Öteki uçta Horasan’ın ötesindeki bölgeler Aras havzasına kadar fethedildi ve Müslümanlar ilk kez Kuzeybatı Hindistan’a kadar dayandılar. 

Ancak imparatorluğun büyümesi ve buna bağlı olarak kontrolün zorlaşmasının yanında fetihlerin azalması birlik ruhunu azalttı ve Emevi iktidarına karşı muhalefetin giderek artmasına yol açtı. En önemli muhalefet hareketi, Harici ve Şii muhalefetiydi. Bilindiği gibi Hariciler Sıffın savaşında Ali’nin hakemliği kabul etmesi üzerine onun safını terk edenlerden oluşmaktaydı. 

Muaviye (661-680) döneminde yaşlılardan oluşan bir meclis oluşturulmuş ve halife halk arasında herhangi bir korumaya gereksinim duymadan dolaşırken, zamanla bütün bunların yerini, kendi başına karar veren ve büyük bir orduyla korunan ve halktan uzaklaşan halifeler almıştır. Emevi dönemi Muaviye bin Süfyan’ın yaklaşık 20 yıllık iktidar döneminin arkasından oğlu Yezid’in de 683’te ölümü üzerine yerine hem yaşı oldukça küçük, hem de sağlık sorunu olan II. Muaviye’nin halife olmasıyla devam etti. Fakat II. Muaviye’nin birkaç ay sonra ölümü üzerine halifelik, Süfyani ailesinden Emevi hanedanının bir başka kolu olan Mervanilere geçmiştir. 684’te halife ilan edilen Mervan bin Hakem’in bir yıl sonra ölümü üzerine halifeliği devralan oğlu Abdülmelik bin Mervan (685-705) döneminde Emevilerin içinde bulunduğu zayıflıktan dolayı İran’da iç karışıklıklar başladı. Zira bir taraftan halifelik iddiaları hâlâ ciddi bir tehlike oluştururken, diğer taraftan Irak’ta Harici ve Şii ayaklanmaları devam etmekteydi. Bütün bu iç karışıklıkları zaman zaman aşırı şiddet kullanarak sona erdiren Abdülmelik bin Mervan’ın 20 yıllık halifelik döneminin 705’te ölümüyle sona ermesi üzerine ise yerine kardeşi Velid (705-715); onun yerine ise kardeşi Süleyman (715-717) geçmiştir. Süleyman döneminde İstanbul üçüncü defa  kuşatılmıştır. g

g İstanbul ilk defa 669’da Emevi halifesi Muaviye zamanında Süfyan bin Auf komutasındaki ordu tarafından kuşatılmıştı. İkinci kuşatma yine Muaviye döneminde 674-680’de söz konusu olmuştu. Üçüncü kuşatma ise Süleyman döneminde 716-717’de gerçekleşmiştir. İlk kuşatmada Hz. Peygamber’in sancaktarı ve Medine’ye gelişinde ona evini açan ilk sahabelerden Hz. Ebu Eyyüb el-Ensari de bulunmaktaydı. 

Bu son kuşatmadan da bir sonuç alınamamıştır. 

Süleyman döneminde içerde kargaşa ve bölünme iyiden iyiye artmıştı. Süleyman’ın ölümü üzerine halife seçilen Ömer bin Abdülaziz (717-720) dönemi daha ziyade içerde bir toparlanma dönemi olarak nitelenebilir. 

Emevi halifeleri arasında ılımlı kişiliği ile bilinen Abdülaziz gerçekten Emevilerin eleştirildiği çok şeyden özenle kaçındığı halde onun çabaları Emevi hanedanlığı na yönelik muhalefetin sona ermesi için yeterli olamadı. II. Yezid, Hişam, II. Velid ve III. Yezid dönemlerinde Emevi hanedanlığına yönelik muhalefet giderek genişlemiştir. Özellikle Horasan’da aslen Türk olan Ebu Müslim komutasındaki ordunun II. Mervan döneminde Emevi ordusunu (749-750) peş peşe mağlup etmesi ise hanedanlığın sonunu getirmiştir. Bu defa iktidar ve halifelik tekrar Kureyş kabilesine geçmekteydi. Ebu-l Abbas’ın halifeliğiyle yeni bir dönem 
de başlamış oldu.14 

Emevilerin en parlak dönemi Muaviye, Abdülmelik bin Mervan ve Ömer bin Abdülaziz dönemleridir. Emeviler döneminde her ne kadar sonuç alınamamış olsa da İstanbul üç defa kuşatılmıştı. Bu dönemde Müslümanların egemenliği Horasan’a kadar yayıldı. Orta Asya içlerine ve Hindistan’ın kuzeybatısına düzenlenen seferler sırasında üs olarak kullanılmak üzere Merv ve Sistan’da garnizon kentler kuruldu. Bu arada Kuzeybatı Afrika’nın fethi de başladı. Özellikle Abdülmelik bin Mervan döneminde Irak, Hicaz ve İran’daki ayaklanmalar bastırıldı; İslâm orduları tarafından Batı’da İspanya’nın büyük bölümü, Hindistan’da Mukran ve Sind ele geçirildi; Orta Asya’da Buhara, Semerkant, Harezm, Fergana ve Taşkent fethedildi. 

Bu dönemdeki fetihler geleceğin egemen gücü olacak olan Türklerin İslâmiyetle tanışmasında önemli oldu.15 Ömer bin Abdülaziz dönemi ise hem Emevi ve 
Kureyş kabilesi arasındaki rekabeti sona erdirmek hem de Haricilerin itiraz ettikleri noktalarda onları ikna etmek için çaba gösterildiği bir dönem olmuştur. 
Ömer bin Abdülaziz, iç karışıklıklara yol açan sorunları çözmek için çaba göster miş ve Araplar ile Arap olmayanlar arasında ayırım yapmamaya çalışmıştır. 

Ancak aynı uygulamanın daha sonra sürdürülememesi Emevi hanedanlığının yıkılış sürecini hızlandırmıştır. Devlete tepkiler sadece Arap olmayan unsurlar dan gelmemiş, uygulamalar aynı zamanda Arapların kendi içinden de çok büyük tepkilere yol açmıştır. 


1) Koyu Kahve Yerler: Hz. Peygamber Dönemi (622-632) 

2) Koyu Gri Yerler: Dört Halife Dönemi (632-661) 

3) Açık Gri Yerler: Emeviler Dönemi (661-750) 

Emeviler Dönemi 

Emevi hanedanlığı sonuçta yaklaşık yüzyıl iktidarda kalabilmiştir. 

Hz. Ali zamanında Mekke’den Kufe’ye (Irak’ın güneyine) taşınan imparatorluk merkezi Muaviye ile birlikte Şam’a taşınmıştır. Batıda İspanya (hatta kalıcı olunamasa da 732’de Fransa’da Poitiers) imparatorluk sınırlarına katılırken, Müslümanların etkisi doğuda Çin sınırlarına kadar uzanmıştı. 

Emevi hanedanlığına çeşitli muhalefetler söz konusu olmuştu. İmparatorluk içinde özellikle Arapların ayrıcalıklı bir konuma sahip olmaları çeşitli ulusların yer aldığı imparatorlukta hoşnutsuzluklara yol açmış; buna rağmen Emevi hanedanlığının uygulamaları özellikle dine saygısızlıklar ve yozlaşmalar Araplar da dahil hemen her kesimin tepkisine neden olmuştur. Nitekim son Emevi Halifesi II. Mervan’ın, Ebu-l Abbas’ın önderliğinde başlayan ayaklanmaya esas olarak Ebu Müslim Komutasındaki Horasan Türklerinin de destek vermesiyle yenilmesi sonucu Emevi hanedanlığı sona ermiş ve halifelik Hz. Peygamberin amcası Abbas’ın soyuna geçmiştir. Bu sırada Emevi soyundan I. Abdurrahman 
İspanya’ya geçerek Emevi hanedanlığını ve egemenliğini uzunca bir süre 
burada devam ettirmiştir. Böylece yaklaşık 500 yıl sürecek Abbasi hanedanlığı dönemi başlarken, Emevi hanedanlığı da İspanya’da 1492’ye kadar devam edecekti.16 

Emevi hanedanlığının sona ermesiyle halifelik Peygamberin amcası Abbas’ın torunlarından Ebu-l Abbas Abdullah’a geçerken halifeliğin merkezi de Suriye’den Irak’a taşınmıştı. 762’de Mansur döneminde imparatorluğun başkenti Bağdat oldu. Abbasiler döneminde imparatorluğun sınırları batıda Fas’a, doğuda ise İran, Horasan ve Orta Asya’yı kaplamakta ve Çin’e kadar uzanmaktaydı. İmparatorluk en parlak dönemini Ebu-l Abbas’ın haleflerinden Mansur (754-75), Harun Reşid (786-809) ve Me’mun (813-833) zamanında yaşadı.17 İmparatorluğun başkenti olan Bağdat, Dicle ve Fırat’ın birbirine yaklaştığı bir noktada kurulmuştu. 

Abbasi hanedanlığı Emevilerden farklı olarak ülkeyi İslâmi kurallara daha fazla özen göstererek yönetmeye çalışmaktaydı. İmparatorluğun Kuran’a ve Hz. Peygamber’in sünnetine uygun biçimde yönetildiği iddiasını taşımaktaydılar. Bu doğrultuda din alimleri hukuk sisteminde önceki dönemlerden daha fazla ağırlığa sahip oldular. Ayrıca Abbasiler döneminde ordu ve yönetimde Türklerin ağırlığı belirgin bir şekilde artmıştı. Bu dönemde Şiilerin imparatorluğa karşı büyük bir muhalefeti söz konusu olmadı.18 Halifelik Arapların elinde olsa da devlet tüm Müslümanlara açıktı ve özellikle İranlılar yönetimde merkezi bir rol oynamak taydı. Bununla beraber Abbasi İmparatorluğu döneminde imparatorluk sınırları içinde çeşitli yerel hanedanlar güçlerini artırdılar. Bunların ortaya çıkışı 
Abbasilerin en parlak dönemi sayılabilecek olan Harun Reşid döneminde başladı. 



Fas’ta İdrisiler ve Tunus’ta Aglebiler (800-909) aynı zamanda ilk önemli kopma olarak da nitelenebilir. Yine bu arada Irak’ın kuzeyi (Musul) ve Suriye’de 
(Halep) Hamdaniler (890-1004), Mısır’da önce Tolunoğulları (868-905), sonra İhşidiler (935-969) ve yine önce Tunus’ta (909) arkasından Mısır’da (969) denetimi ele geçiren Fatımiler (909-1171), Mısır ve Suriye’de önce Eyyübiler (1171-1260) sonra Memlükler (1252-1517), İran’da önce Saffariler (863-907) sonra Samaniler (874’ten itibaren ama özellikle 907-1005 arasında), İran’ın batısında (932’den itibaren) ve Irak’ta Büveyhiler (932-1055), İran, Afganistan, Tükmenistan, Hindistan’ın kuzeyi ve Pakistan’da Gazneliler (977-1186), bunların İran’daki varlığına son veren ama İran’ın dışında Irak’ta da egemenliği ele geçiren Selçuklular (1038-1194) ve yine Selçukluların İran’daki varlığına son veren Harzemşahlar (1172-1231) önemli hanedanlıklardı.19  
h Büyük Selçukluların İran’daki varlığına son veren Harzemşahlar bu defa 1230’da Yassıçemen savaşında Anadolu Selçuklularına yenilerek dağıldılar. 

Hatta 945’te Büveyhilerin Irak’ı denetimleri altına almasıyla siyasi otoritelerini kaybeden Abbasi halifeleri sembolik dini yetkileri 
olan bir konuma büründüler.20 



ORTA DOĞU’DAKİ MÜSLÜMAN HANEDANLIKLAR 

Dolayısıyla özellikle 10. yüzyıldan itibaren Abbasi halifeleri siyasal yetkiden yoksun olarak 945’ten itibaren önce Büveyhilerin, 1055’ten sonra ise Selçukluların koruyuculuğunda varlıklarını sürdürdüler. Bu dönemde dinsel açıdan halifeliğe bağlı kalmak koşuluyla bağımsızlık elde eden devlet sayısı 16 civarındaydı. 

Halife Kaim’in Selçuklu sultanları ile kurduğu iyi ilişki sonucunda Tuğrul Bey, Abbasi halifeleri lehine Büveyhilerin egemenliğine son verdi. 

Sultanlığı halifece onaylanan Tuğrul Bey, Şii olan Hamdanilerin, Fatımilerin ve Büveyhilerin tersine Sünni olduğu için halifeye büyük saygı gösterdi.21 
Bu dönemde halifeliğin bir atama makamı olarak yüceliği, meşruiyet sağlayıcı, birleştirici ve uzlaştırıcı manevi kişiliği Sünni İslâm dünyasınca kabul edilmişti. 
Ancak Büyük Selçuklular’ın zayıflamasıyla durum yeniden bozulmaya başladı ve özellikle son üç halife Zahir (1225-1226), Mustansır (1226-1242) ve Mustasım 
(1242-1258) döneminde Moğol saldırıları nedeniyle halifeliğin durumu iyice tehlikeye girdi. Sonunda Cengiz Han’ın torunu Hülâgu’nun 1258’de Bağdat’ı işgal etmesi ve Halife Mustasım ve yakalanan hanedan üyelerini öldürtmesiyle 508 yıllık Abbasi dönemi kapanmış oluyordu. Ancak bu saldırı sırasında Mısır’a kaçan Halife Zahir’in oğlu Ahmed 1261’de bir başka Türk devleti olan Memlükler tarafından Sultan Baybars’ın koruyuculuğunda halife ilan edilmiştir. Siyasal ve askerî hiçbir yetkisi bulunmayan bu yeni halifelik kurumu, İslâm ülkelerinde tahta çıkan ya da bağımsızlık kazananların sultanlıklarını onaylayan, Sünni camilerinde adına hutbe okunan 17 halifeyle 1517’ye kadar devam etmiştir. 

Bu tarihte Osmanlı Sultanı Yavuz Selim (I. Selim), hem Memlukların egemenliğine hem de Mısır Abbasi halifeliğine son verdi. Kutsal emanetleri İstanbul’a taşıyan Yavuz’la beraber Osmanlı sultanları aynı zamanda halife olarak da anılmışlar ve Sünni dünyasında da kabul görmüşlerdir.22 

Abbasilerin beş yüzyıl ayakta kalmasında çeşitli faktörler rol oynamıştı. Hz. Ömer ve Osman’ın öldürülmeleri Emevi halifelerinin halktan uzak durmalarına neden olurken, bu tutum onların bir süre sonra tamamen halktan kopmalarına ve otoriter bir yönetim anlayışına kaymalarına yol açmış, hatta bazıları sefahat içinde bir hayat geçirmekle suçlanmıştı. 

Oysa Abbasilerde halife ancak eşitler arasında birinciydi ve halktan birisi olarak Hz. Peygamber’i örnek alarak mütevazı bir yaşam sürerdi. Ayrıca Abbasiler, Emevilerden farklı olarak İslâmın evrenselliğine uygun olarak herhangi bir ulusun diğerlerine daha üstün olduğu anlayışına dayanmamaktaydı. Emevilerin birçok kargaşa ve huzursuzluğa yol açmış olan Arapların daha ayrıcalıklı bir konuma sahip olması düşüncesi ve uygulaması da Abbasiler döneminde terk edilmişti. Yine bununla bağlantılı olarak birinci kuşak Müslümanların ama özellikle ikinci kuşak Müslümanlar arasında yaşanan çok kanlı çarpışmaların çoğu halifelik iddialarından kaynaklanmıştır. Bununla birlikte Emevi uygulamalarının doğurduğu rahatsızlığa tepki olarak ortaya çıkan ayaklanmalar yüzünden yaşanan iç savaşlara karşılık, Abbasiler döneminde beş yüzyılı aşkın süre içinde bir-iki istisna dışında Müslümanlar arasında kanlı iç savaşlar yaşanmamıştır. Ayrıca özellikle 11. yüzyıldan itibaren Türklerin koruyucu siyasetleri de zaten zayıflamış Abbasi halifeliğinin uzun süreli olmasındaönemli rol oynamıştır. Bizans sınırına Türklerin yerleştirilmesi, Horasan ve Samarra’daki garnizonlarda askerlerin bütünüyle Türk olması, halifeliğin sürekliliğini sağlayan etkenler arasında yer almıştır. 

Bunların yanında yine de zaman zaman belirli bölgelerde muhalif bir İslâm tarzı adına karşıt ve ayrılıkçı hareketler ortaya çıkmadığı söylenemez. 

Bunların bazıları Haricilik ya da en azından onun kollarından biri olan İbadilik adını taşıyan hareketlerdi. Cemaatin başkanlığı, yani imam olma görevinin en değerli kişi tarafından yerine getirilmesi, bu kişinin ehliyetsiz olduğunu göstermesi halinde görevinden alınması gerektiğine inanılmaktaydı. Nitekim bir İbadi imamlığı Abbasiler tarafından baskı altına alınmasına rağmen Umman’da varlığını sürdürdü.23 

Öte yandan Irak’ın içindeki ve çevresindeki Şii çoğunluk Abbasi yönetimini kabul etti ya da en azından ona açıkça muhalefet etmedi. 
Bunlardan Zeydiler ki bunlar Şiiler içinde Sünnilere en yakın olan kesimi temsil ettikleri için Sünnî dünyasıyla çok ciddi bir çatışma içine girmemişlerdir.24

Abbasileri daha doğrudan hedef alan bir meydan okuma, Şiiliğin bir başka kolu olan İsmaililerle bağlantılı olan hareketlerden geldi. 

i Bilindiği gibi Ortadoğu’nun bir çok ülkesinde dağınık şekilde bulunmalarına karşılık özellikle 1962’de İmamlığın yıkılmasına kadar Kuzey Yemen’de hakim mezhebi temsil etmekteydiler. 

Abbasi İmparatorluğu ile aynı dönemde yaşayan hanedanlıklardan söz ederken Batı’da 711’den beri İspanya’nın Endülüs adı verilen bölgesinde egemenliklerini 15. yüzyıla kadar sürdüren Endülüs Emevi devletini de belirtmekte yarar var. Başkent Kurtuba (Cordoba) beslenme ve endüstri için gerekli malların taşındığı bir suyolu olan Vâdilkebir (Guadalquivir) ırmağı üzerinde yer almaktaydı. Kurtuba aynı zamanda yolların birleştiği bir yer ve çeşitli bölgeler arasında ticaretin yapıldığı bir pazardı. Endülüs Emevileri de tıpkı Abbasiler gibi onuncu yüzyıla kadar merkezi bir yönetim oluşturdularsa da bu tarihten sonra devlet yerel otoriteler anlamına gelen çok sayıda krallığa bölünerek zayıfladı.25 

Bu dönemde Abbasilerin doğu bölgesini yukarıda üzerinde durulduğu gibi, Sünni İslâmı benimsemiş bir Türk hanedanı olan Selçuklular yönetmekteydi. Bunlar, Abbasilerin süzeranlığı altında 1055 yılında güçlü hükümdarlar olarak kendilerini Bağdat’a kabul ettirmişlerdi. İran ve Irak ile Suriye’nin büyük bir bölümünü etkileri altına almışlar ve 1071’den itibaren Bizans İmparatorluğu’nun elindeki Anadolu topraklarını fethetmişlerdi. 

Bütün bunlara karşılık halifelik iddiasında bulunmayan Büyük Selçuklu İmparatorluğu 1157’den itibaren dağılmış; Anadolu’da varlığını sürdüren 
Anadolu Selçuklu Devleti ise 1243’ten itibaren Moğollar karşısında bütünlüğünü koruyamamış; yerine çok sayıda Türk beylikleri kurulmuştur. 

Nitekim bunlardan biri olan Osmanlı Beyliği 1299’da başlayan bir süreçle diğer Türk beyliklerini de egemenliği altına alarak büyük bir imparatorluk haline gelmiştir. 

Diğer taraftan, Aglebilerin egemenliğine son vererek 909 yılında Tunus’ta halifeliğini ilan eden Ubeydullah’ın 969’da Mısır’ı denetimi altına almasıyla başlayan Fatımilerin egemenliği 1171 yılına kadar devam etti; ancak bu tarihte Selâhaddin Eyyübi tarafından Fatimilerin egemenliğine son verildi. Şiilerin İsmaili dalına mensup olan Fatımilere karşılık Sünni olan Selâhaddin Eyyübi, Filistin’i ve Suriye kıyılarını işgal eden Hıristiyanları yenerek bu bölgeyi denetim altına aldı. Eyyübi hanedanlığı Mısır’ı 1252’ye, Suriye’yi 1260’a ve Batı Arabistan’ı (Hicaz) 1229’a kadar yönetti. 

Diğer taraftan Türklerin bölgeye ilk gelişleri Selçuklular zamanında gerçekleşmiş tir. Esas olarak İran’ı egemenlikleri altına alan Selçuklular’ın bu sırada Irak’ta Şii Büveyhilerin idaresini kaldırmak isteyen Abbasi halifesinin daveti üzerine 1055’te Irak’a gelerek Bağdat’ta idarî ve askerî otoritelerini kurmuşlardır. Halife Kaim Biemrillah’ın elinden taç giyen Tuğrul Bey’in şahsında Selçuklular, halifenin vekili ve İslâm’ın savunucusu olarak bölgede büyük bir imparatorluk haline gelmişler dir. Selçuklular döneminde diğer Türk boylarının da göç etmesiyle İran ve Orta Asya bölgesi bu devletin egemenliği altına girmiş, 1071’de Malazgirt’te Bizans İmparatorluğu’nu yenmeleri üzerine daha batıya hareket ederek 
Anadolu topraklarını Hıristiyan toprakları olmaktan çıkarmışlar ve bu bölgeyi Türk ve Müslümanların yerleşimine açmışlardır. Ancak, Selçuklu iktidarı uzun süreli olamamış; 1157’den itibaren imparatorluk parçalanmış ve yerine bağımsız beylikler kurulmuştur. Ancak Selçuklular dönemi Sünni İslâm’ın gelişmesi açısından önemli bir dönem olmuş; Selçuklular her bakımdan İslâm kültürünü özümseyerek onu geliştirmişlerdir. 

Bu dönemde sanatta, mimarîde, edebiyatta ve teknikte ciddi ilerlemeler yaşanmış, âlimler bu dönemde çok saygı görmüşler; hatta âlim yetiştiren ilk 
medreseler (Nizam-ül Mülk tarafından kurulan Nizamiye medreseleri) bunların zamanında açılmıştır. 

İslâm’ın yayılmasını temel misyonları ve kendilerini İslâm’ın hizmetçisi olarak gören Selçuklular’ın yerini bu anlamda ancak Osmanlılar alabilmişlerdir.26 

13. yüzyılda Suriye’den Hindistan’a kadar tüm İslâm dünyası doğudan gelen Moğol tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu tehdit ve saldırılar ne Arapların bir dini yaymak için yedinci yüzyıldaki savaşlarına ne de Selçukluların onbirinci ve onikinci yüzyıldaki yayılmalarına benzemekteydi. Moğolların sanki tek hedefi yıkmak ve dağıtmaktı. Irak ve İran’da neredeyse taş taş üstünde bırakmamışlardı. Moğol hükümdarı Cengiz Han tüm Kuzey Çin’i işgal etmiş, 1220’lerde de Buhara, Semerkant ve Kuzey İran’ı egemenliği altına almıştı. 1256’da diğer bir Moğol dalgası Cengiz Han’ın oğlu Hülâgu tarafından batıya doğru Mısır’a kadar İslâm topraklarını ele geçirmek için başlatılmıştı. Doğu Asya’dan gelen bu gayrimüslim Moğol hanedanının, İç Asya steplerinden Moğol ve Türk aşiretlerinin oluşturdukları bir orduyla Müslüman dünyaya yaptığı bu akınlar sonucunda, İran ve Irak’ı fethettikten sonra Moğollar, 1258’de Bağdat’taki Abbasi halifeliğine son verdiler. Abbasi halifesini de öldüren 
Moğollar yaklaşık 500 yıllık İslâm geleneğini yansıtan ne kadar sembol 
varsa yıktılar. Moğolların Bağdat’ı bu şekilde yerle bir etmeleri şehrin o 
güne kadar İslâm dünyasında bir ticaret ve sanat merkezî olarak oynadığı 
merkezi rolü de sona erdirdi. Her ne kadar sembolik olarak halifenin 
burada oturması geleneği bundan sonra da devam ettirilmeye çalışıldıysa 
da Bağdat’ın imparatorluk başkenti olma konumu kaybolmuş ve sıradan 
bir şehir görüntüsü kazanmaya başlamıştır.27 

Moğolların bir kolu yaklaşık yüzyıl kadar (1256-1336) İran ve Irak’ta 
saltanat sürdüler ve bu esnada Müslüman oldular. Moğollar batıya doğru da ilerlemeye çalıştılarsa da Eyyübiler tarafından ülkeye getirilmiş olan (Türk kökenli) kölelerin oluşturduğu bir Mısır ordusu tarafından Suriye’de durduruldular. Hülâgu’nun ordusunu 1260’da durduran bu ordunun önderleri Eyyübileri tahttan indirerek Kafkasya ile Orta Asya’dan gelen ve Mısır’ı iki yüz yıldan fazla bir süre (1252-1517) yönetecek bir iktidar oluşturdular. Eyyübilerden iktidarı devralan Memlükler, Suriye’yi de 1260’dan itibaren yönetmeye ve Batı Arabistan’daki kutsal yerleri denetim altına almaya başladılar. Memlukların egemenliği onaltıncı yüzyılın ilk döneminde Osmanlılara yenilmeleriyle sona erdi. Biraz ilerdetekrar değinileceği üzere 13. yüzyıl sona ererken kurulan bu imparatorluk İspanya kıyıları ve Fas’a kadar bütün Mağribi denetimleri altına aldı. 

Diğer taraftan 16. yüzyılın başından itibaren Doğu’da bir imparatorluk 
kuran Safeviler İran’ı iki yüz yıldan fazla bir süre (1501-1732) egemenlik-
leri altında tuttular. Yine aynı dönemde Moğol hükümdarlık ailesinden 
ve Timur’un soyundan gelen bir Türk hanedanı Güney Hindistan’da, 
başkenti Delhi olan bir imparatorluk kurdu (1526-1858). Aslında kendisi 
de Türk olan Timur’un ordusu ise 1381’den itibaren Anadolu içlerine 
doğru ilerlemeye başlamış, 1402’de Osmanlı hükümdarı Yıldırım Beyazıt’ı yenerek Doğu Anadolu topraklarını denetimi altına almıştı. 

Ancak Timur’un 1405’te ölümünden sonra imparatorluk bölünmüş ve Anadolu 
ve İran’daki topraklarda otonom beylikler kurulmuştur. Fatih zamanında 
bu toprakların büyük bir kısmı Osmanlı sınırlarına katılmış olmakla beraber bunların tamamı Yavuz zamanında imparatorluk sınırlarına dahil  edilmiştir.28 


5.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 3

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 3




Temsili Bir Babil Görüntüsü 


M.Ö. 140’da Kudüs’te ayaklanarak tekrar bir Yahudi devleti kurmayı 
başaran Yahudilerin kurduğu bu devlet de 70 yıl kadar yaşadıktan sonra 
bölgeyi işgal eden Roma İmparatorluğu tarafından ortadan kaldırılmıştır. 
Nitekim M.S. 66 yılında Roma İmparatorluğu’na karşı başlatılan ayaklanma üzerine M.S. 70 yılında Filistin’de yaşayan tüm Yahudilere karşı başlayan toplu sürgün hareketi gerçekleşmiştir. “Diaspora” olarak anılan bu toplu sürgün sonucunda Yahudilerin büyük bir kısmı Filistin’den çıkartılarak dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. 

Yahudiler hakkında verilen bu kısa bilgiden de anlaşılacağı gibi, Orta Doğu, bugün dünyada insanlığın tamamına yakınını kapsayan üç büyük dinin doğduğu yer olması açısından önemlidir. Yahudilerin ilk yerleşim yerleri, ilk kurulan Yahudi devletinin başkenti ve Hz. Süleyman Mabedi’nin burada bulunması gibi nedenlerle Yahudiler için oldukça önemli olan Kudüs, diğer dinler açısından da en az bu kadar önemlidir ve dolayısıyla bu açıdan bakıldığında stratejik bir değer taşımaktadır. 
Çünkü İsrail oğulları kendi tarihsel kökenlerini buraya bağlarken; Beytüllahim’de (Bethlehem) doğan ve Nasırıyeli (Nezareth) olarak bilinen Hz. İsa da peygamberliğin başlamasından (M.S. 27) çarmıha gerildiğine inanıldığı M.S. 30 yılına kadar Kudüs’te yaşamıştır. Kuran’da geçen birçok peygamberin yaşamış olduğu yer olmasının dışında Miraç olayının da burada gerçekleşmesi Kudüs’ün (ve özellikle Mescid-i Aksâ, El- Aksâ veya Harem-i Şerif) Müslümanlar açısından da ayrı bir değer ve öneme sahip olmasına neden olmaktadır. Ayrıca Kudüs, İslâmiyet’in ilk yıllarında bir süre için de olsa (Hicretten iki yıl sonraya, 624’e kadar) Müslümanlar için kıble işlevi de görmüştür. Halife Hz. Ömer’in 637’de Yermuk savaşında Bizanslıları yenmesi üzerine bölge Müslümanların egemenli-
ğine geçmiş ve Hz. Ömer, Kutsal Mabedi diğer adıyla Mescid-i Aksâ’yı tamir ettirmiştir. 

2. ORTA DOĞU’DA İSLAM TOPLUMU İLK DÖNEM İSLAM 

İslâmiyet öncesi dönemde yani Hz. Muhammed Peygamber olarak 
gönderilmeden önce Arap yarımadası kabile toplumu halinde yaşamakta 
ve insanlar bedevi bir hayat sürmekteydi. Bununla beraber Mekke bir 
ticaret merkezi olmasının yanında Kâbe’nin de burada bulunması ve 
birçok tanrı kültünü barındıran bir merkez özelliği taşıması buranın 
önemini artırmıştı. Bedevi Arap kabilelerin her yıl Hz. İbrahim tarafından inşa edilen ve Kudüs’teki mabetten daha eski olan Kâbe’deki tanrılarını ziyaret amacıyla Mekke’ye gelmeleri, Mekkeliler açısından hem prestij hem de önemli bir gelir kaynağı haline gelmişti. Mekke bir din ve ticaret merkezi olmasının yanı sıra aynı zamanda bir sanat merkezi durumundaydı. O dönemde Araplar arasında şiir ve şairlik özel bir ilgi haline gelmiş bulunmakta ve yarışmalar sonunda seçilen en güzel yedi şiir (Muallâkat-ı Seba) Kâbe’nin duvarına asılmaktaydı.7 

Arap yarımadasının Müslümanlar açısından önem kazanmasının asıl tarihi Mekke’de yaşayan köklü ailelerden Kureyş ailesine mensup Abdulmüttalip’in torunu olan Hz. Muhammed’in 571’de dünyaya gelmesiyle başlar. Hz. Muhammed babası Abdullah’ı doğmadan, annesi Emine’yi ise altı yaşındayken kaybetmiş, önce dedesi Abdulmüttalip tarafından, onun ölümü üzerine de amcası ve Hz. Ali’nin babası Ebu Talip tarafından büyütülmüştür. Kervancılık ve ticaretle uğraşan Hz. Muhammed, 25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlenmiş; 40 yaşına geldiği sıralarda sık sık tek başına kalmak için gittiği Nur dağında (Hıra mağarasında) 610’da Cebrail aracılığıyla Allah tarafından kendisine peygamber olduğu bildirilmiştir. 

“Yaratan Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (bir kan pıhtısından) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5). 

Allah’ın kelamı Kuran, Cebrail aracılığıyla indirilmeye başlanmıştı. 

22 yıl boyunca sürekli bunu insanlara aktarmaya çalışan Hz. Muhammed’e inananlar Mekkelilerin işkence ve baskılarına maruz kalıyordu. 

619 yılında hem Hatice’nin hem de Ebu Talip’in ölümleri Peygamberi büyük bir destekten de yoksun bırakmıştı. Bunun üzerine Allah, Müslümanların 622’de 
Medine’ye göç (hicret) etmesini istedi. Bu tarih aynı zamanda Müslümanlar açısından yeni bir milat olarak kabul edilecektir. 

Ancak on yıl içinde çok şey değişmiş ve 630’da Müslümanlar herhangi bir direnişle karşılaşmadan Mekke’yi almışlardır. Hz. Peygamber fetih sonunda Mekke halkına Yûsuf'un kardeşlerine söylediği gibi, 

“Bugün ve bugünden sonra size hiçbir ceza, hiçbir kınama yok." buyurdu. Hz. Peygamber, 632’de Mekke’de son hac görevini yerine getirdikten sonra Medine’de hayata gözlerini yumduğunda kendisinden sonra Müslümanlara kimin önderlik edeceğini belirlememişti. İlk Müslümanlardan biri olarak yaşamı boyunca Peygamberin yanında olan ve ona koyu bir sadakatle bağlı olduğu için “Sıddık” unvanını alan Ebubekir’i Müslümanlar, Beni Saide’deki toplantıda ilk halife olarak seçmişlerdi. “Hülefa-i Raşidin” (Doğru Halifeler) adı verilen dört halifeden diğer üçü ise Hz. Ebubekir’in 634’te ölümüyle onun yerine bu göreve seçilen ve “Emir-ül Müminin” unvanıyla tanınan Hz. Ömer’in 644’te şehid edilmesiyle Hz. Osman, onun da 656’da aynı akibete uğramasıyla bu göreve Hz. Peygamberin amcasının oğlu ve damadı Hz. Ali getirilmiştir. 

Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber’in vefatından sonra dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olan İslâm toplumunu bir araya getirerek Mekke’de denetimi sağlamayı başardı. 

Hz. Ömer ise, yer yer devam eden kabileler arası çatışmaları sona erdirdi. Sasani ve Bizans İmparatorluğu’nu yenerek İran’ı, Suriye’yi ve Filistin’i denetimi altına aldı. 

Özellikle Sasani İmparatorluğu’nun 637’de Kadisiye Savaşı’nda yenilgiye uğratılmasıyla bir İslâm imparatorluğunun temelleri atılmış oldu. İran ve Hint yarımadasına doğru İslâmın genişlemesi söz konusu olmaya başlamıştı. Bizanslılara karşı yapılan savaşlar sonunda 635’de Şam, 637’de Kudüs alınmış, 641’de ise Mısır’ın önemli bir kısmında denetim sağlanmıştı. Genişleme Hz. Ömer’den sonra da devam etti ve 670’de batıya doğru Bizanslıların ve Berberilerin karşı koymaya çalışmalarına rağmen Tunus alındı ve 680’de Ukbe bin Nafi komutasındaki ordu Cezayir ve Fas’ı ele geçirerek Atlas Okyanusu’na kadar olan toprakların denetim altına alınmasını sağladı. 

İbn-i Nafi komutasındaki ordu tüm kuzey Afrika topraklarını alarak İslâm İmparatorluğu’nun sınırlarını Atlantik’e kadar uzatmış bulunuyordu. 
Fetihler silsilesi bundan sonra da devam etti ve Hz. Peygamber’in ölümünün üzerinden henüz yüzyıl geçmiş olmasına rağmen Müslümanlar doğuda Hint yarımadasını, batıda ise İspanya’yı almışlar ve Preneleri geçerek Fransa’ya kadar uzanmışlardı.

Bu savaşlar sonunda Sasani İmparatorluğu’na tamamen son verilmiş, Bizans İmparatorluğu’nun elinde bulunan Orta Doğu’daki ve Kuzey Afrika’daki toprakların ise büyük bir kısmı Müslümanların eline geçerken Bizanslıların Anadolu’daki toprakların bir kısmını elinde bulundurmaya devam etmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeyi ele geçirerek bu imparatorluğu ortadan kaldırmasına kadar sürmüştür. Böylece İspanya, Kuzey Afrika, Mısır ve bir zamanlar Helenizmin ve erken Hıristiyanlığın merkezi olan Orta Doğu, İslâmın egemen olduğu bölgeler haline geldi. Ancak İslâmiyetin uzandığı bölgelerde yaşayan halkların kültürleri ortadan kaldırılmaya çalışılmadığı gibi kendi din ve inançlarını yaşamalarına tolerans gösterildi. Özellikle kitap ehli olarak görülen Yahudiler ve Hıristiyanlar bu toleranstan en geniş biçimde yararlandılar. Gayrimüslim olan bu kesimler içişlerinde serbest bırakıldılar ve kendi inanç sistemlerini yaşamalarına ve geliştirmelerine müdahale edilmedi. Bunların askere alınmaları söz konusu olmadığı gibi, ibadet yerlerinin Müslümanların ki 
kadar büyük tutulmaması gibi bazı ayırımların yanı sıra bunlardan alınan vergiler de diğerlerinden farklıydı. Bütün bunlara rağmen aynı dönemde Bizans İmparatorluğu ve Sasani İmparatorluğu’nda halktan alınan vergilerle karşılaştırıldığında gayrimüslimlerden alınan vergiler çok daha düşük düzeydeyken, sahip oldukları özgürlükler daha geniş boyutlardaydı. Bu nedenle gayrimüslim halk, Roma ve Sasanilere karşı Müslümanların egemenliği altında yaşamayı tercih etmekteydiler. Hatta bundan dolayı Suriye ve Filistin’de yaşayan Hıristiyan ve Yahudilerin Müslümanların bu bölgeyi fethi esnasında onlara yardım ettikleri ifade edilmektedir.

İSLAM TOPLUMUNUN GENEL İLKELERİ VE KURUMLARI 

İslâm’ın beş şartı olarak bilinen şahadet getirmek (Allah’ın bir ve ondan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in onun resulü olduğuna şahidlik ederim), günde beş vakit namaz kılmak, yılda bir ay oruç tutmak, zengin olanlar için ömründe bir defa hacca (Mekke’ye giderek Kâbe’yi ziyaret etmek) gitmek ve yine belirli bir varlığı sahip olan zenginler için zekât vermek bir Müslüman için yerine getirmesi gereken temel esaslardır. 

İslâm’da kutsal savaş veya Allah adına savaş olarak tercüme edilebilecek cihad konusu, çeşitli biçimlerde tanımlanmakta ve anlaşılmaktadır. 
Nitekim kavramın bu şekilde farklı anlatımı ve yorumu, onun keyfi biçimde kullanılmasına veya zaman zaman polemik konusu yapılmasına yol açmaktadır. İslâm toplumunun üzerinde anlaştığı genel tanımdan yola çıkılırsa cihad öncelikle ikiye ayrılarak incelenmektedir. Bunlardan birisi küçük cihad, diğeri ise büyük cihaddır. Büyük cihad, insanın ya da Müslüman’ın kendisine ve kendi nefsine karşı yürüttüğü savaş veya mücadeledir ve amacı mükemmel insan ve mükemmel mümin olmaktır. 
İnsanın Allah’ın emir ve yasaklarını önce kendi nefsine kabul ettirmesini 
ve bu doğrultuda kötülüklerden ve günahlardan arınarak doğru olanı yapmayı hedefleyen bu faaliyet, mükemmel bir toplum oluşturmanın da temelini teşkil etmektedir. Küçük cihad ise genel anlamıyla Allah’ın insanlardan yapmasını istediği veya yapmamasını öğütlediği şeyler konusunda diğer insanların bilgilendirilmesi amacını taşımaktadır. Burada iki kavram önem kazanmaktadır. Bunlar Daru’l-İslâm ve Daru’l-Harp’tir. Daru’l-İslâm denilen ve Müslümanların çoğunlukla yaşadığı yerler olarak ifade edilen yerlerde maddi anlamda yani silâh ve benzeri araçlar kullanılarak İslamın tebliğ edilmesi (cihad yapılması) söz konusu olmamakla beraber, Daru’l-Harp denilen ve Müslümanların çoğunlukla yaşamadığı ve gayrimüslimlerin yaşadığı ülkelerin kastedildiği yerlerden 
Daru’s-Sulh olmayan yerlerde (yani bir anlaşma yapılarak barış halinin söz konusu olmadığı yerlerde) maddi cihad söz konusu olabilirse de buna karar vermeye yetkili olan devlet başkanıdır. İslâm anlayışında bireyler maddi araçlarla bir cihad yürütülmesine kendi başlarına karar veremezler. İslâmiyet bu tür keyfi başıbozuk davranışları ve terör anlamına gelebilecek faaliyetleri yasaklamaktadır. Bu bağlamda silahla ve benzeri araçlarla cihad, ya ülkeniin (müslüman ülkenin) saldırıya veya işgale uğraması halinde ya da o devletin bir başka devlete (anlaşmayı bozmuş olan devlete) savaş ilan etmesi halinde mümkün olabilmektedir. 
Birincide o ülkede yaşayan tüm yetişkin erkeklere savaşa katılmak zorunlu iken ikinci durumda bazılarının savaşa gitmesiyle diğerlerinin üzerinden bu yükümlülük kalkmaktadır. Bu yorum Sunni mezheplerin dördünde de aynıdır. Bununla beraber İslamın Şii, Vahhabi ve Selefi yorumlarında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Bu anlayışlar başka inanç sahiplerini veya kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları kafir ya da müşrik olarak niteleyerek onlara karşı şiddete başvurabilmektedirler. 

İslâm hukukunun kaynakları dört bölümde toplanmaktadır: Bunlardan ilki “Kuran’ın hükümleri”, ikincisi Hz. Peygamber’in sözlerinden ve yaptıklarından oluşan “hadis ve sünnet”, üçüncüsü ise “kıyas” denilen ve âlimler (İslâm bilginleri) tarafından Kuran’dan çıkarılan hükümlerdir; diğer bir ifadeyle bir probleme ilişkin doğrudan doğruya Kuran’da açık bir hüküm bulunmaması halinde Kuran’daki bir hükümden yola çıkarak kıyas yoluyla hüküm çıkarmaktır. Dördüncüsü “icma” denilen ve Müslümanların şimdiye kadar üzerinde görüş birliğine sahip oldukları ve uygulamalarla oluşan konulardır. Son ikisi pozitif hukukta içtihat kararları ve teamüller olarak karşılığını bulmaktadır. İslâm âlimleri tarafından günümüzde içtihat yoluyla hüküm çıkarma konusunda yetkili âlimlerin olmamasına dayanarak bu yolla İslâm hukukuna kaynak oluşturmanın 
yolunun kapalı olduğu ileri sürülebilmektedir. 

MÜSLÜMANLAR ARASINDA MEZHEP AYRILIKLARI 

Dördüncü halife Hz. Ali, Müslümanlar arasında, özellikle Arap olanlar ile olmayanlar arasında ayırım gözetmemeye çalıştıysa da bu dönem 
içerde siyasi karışıklıkların söz konusu olduğu yıllar olmuş ve Hz. 
Ali’nin halifeliği, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a göre daha kısa sürmüştür. 
Hz. Ali’nin halifeliği zamanında ilki 656 yılında yaşanan Cemel Savaşı, 
ardından 657 yılında çıkan Sıffın Savaşı ve 658'de Hariciler ile yaşanan 
Nahrevan savaşı Müslümanlar arasında ilk çarpışmalar olmanın yanında, mezhep ayrılığının ilk tohumlarını da atmıştı. Hz. Ali’nin halifeliğine karşı çıkan Emevi (Umeyye) ailesinden dönemin Şam Valisi Muaviye ile Hz. Ali arasında yaşanan gerginliğin savaşa dönüştüğü Sıffın Savaşı’nda, Muaviye’nin hakem tayini teklifini kabul eden Hz. Ali’nin taraftarlarının bir kısmı onu terk ettiler ki bunlar daha sonra dışta kalanlar anlamına gelen “Hariciler” olarak anılmışlardır. Bunlara göre, Muaviye’nin teklifini kabul ederek Ali Allah’a karşı suç işlemişti. Bundan sonraki dönemlerde Hariciler, Müslümanlar arasında katı bir saf İslâm savunusu ile radikal İslâm ya da militan İslâm’ın savunucusu konumunda oldular. 

Haricilere göre, Müslüman’ın imama uyması doğru olandı, ancak imam 
yoldan çıkarsa cemaatin ondan ayrılması gerekirdi. Ailenin taleplerine 
öncelik veren Hz. Osman ve bir ilke meselesinde uzlaşmayı kabul eden 
Hz. Ali de sonuçta Muaviye gibi hata etmişlerdi.10 Günümüzde Umman’da halkın çoğunluğunu oluşturan İbadiler, Haricilerin oldukça ılımlı bir kolunu oluşturmakta dırlar. İbadiler, her zaman bir imamın varlığının gerekmediğini, öte yandan her Müslüman’ın kökenine ya da ailesine bakılmaksızın imam olabileceğini savundular.11 

Sünni İslam anlayışı içinde kabul edilse de esas olarak Haricilik yorumuna dayanan Vahhabilik ve onun daha ılımlı ifade ediliş şekli olan Selefilik, günümüzde Haricilik anlayışını devam ettirmektedir. Şiiliğin tersine Hz. Ali düşmanlığına dayanan Hariciliğin ve ondan kaynaklanan Vahhabiliğin temel özellikleri türbelerde ve bazı büyük zatlar adına yapılmış mescitlerde ibadet etmeyi bunlardan şefaat beklemeyi ve onlara dua etmeyi şirk olarak görmeleridir. Hatta Hz. Peygamber’den de şefaat beklemeyi ve onun kabrine dönerek dua etmeyi aynı şekilde şirk olarak nitelerler. Peygamberlerin ismet sıfatına karşı çıkarak onların da diğer insanlar gibi günah işleyebileceklerine inanmaktadırlar. Ayrıca mezar taşları dikilmesini veya büyük mezarların yapılmasını da şirk olarak görürler. Kuran ve Hadis’in yorumuna karşı olan Vahhabiler esas olarak 14. yüzyılda yaşamış olan Ibni Teymiye ve Ibni Kayyım el Cevzi’nin yorumunu benimseyerek nakli akla tercih etmektedirler. Bu bağlamda Kuran’ın tefsirlerini reddederek daha ziyade lafzi manasını (zahir manası) esas almaktadırlar ve yorumu kabul etmemektedirler. Bunların dışında tasavvuf mesleğine karşı olan Harici-Selefi anlayış, Muhyiddin-i Arabi, İmam-ı Rabbani ve Gavs-ı Geylani gibi İslam büyüklerini tekfir etmektedirler. Kuran’ın sadece zahir manasına (kelime anlamına) baktıklarından Ehli Sünnet’ten bazı itikadi farklılıkları da bulunmaktadır. Hadisler için de aynı şekilde kelime anlamına odaklandıklarından manasını anlamadıkları birçok hadisi reddetmişlerdir. Ibni Teymiye gibi Vahhabiler de Kuran ve Hadis dışındaki İslami kaynakları ya kabul etmemektedirler ya da şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Vahhabiler, Ibni Teymiye’nin yorumuna bağlı kalarak çoğu zaman dört mezhebin dışına çıkmaktadırlar. Yukarıda da ifade edildiği gibi Hariciliğe en yakın yorum, Ibni Teymiye ve Ibni 
Kayyım el Cevzi tarafından yapılmış; Muhammed Abdulvahap tarafından sistemli bir anlayış haline getirilerek öncelikle bu günkü Suudi Arabistan’ın Nejd bölgesinde Muhammed Ibni Suud ile birlikte 18. yüzyılın ortasından itibaren yayılmaya başlanmıştır. Hariciliğin ve onu bir mezhep haline getirenlerin Nejd’den çıkması ise ayrıca ilginçtir. Çünkü Nejd bölgesi gerek Hz. Peygamber zamanında gerekse daha sonraki süreçte birçok fitneye ev sahipliği yapmış bir yerdir. İlk yalancı peygamber olarak bilinen Museylime de Nejd’de bulunuyordu. Hz. Peygamberin ölümünden sonra çok sayıda Nejd’li kabile dinden çıkarak Hz. Ebubekir için ciddi bir problem haline gelmişlerdir. Bu çerçevede Hariciliğin ilk ortaya çıktığı zamanda da onu benimseyenlerin daha ziyade Nejd ahalisi olduğu dikkati çekmektedir. 

Selefileri tehlikeli hale getiren asıl nokta, diğer Müslümanları tekfir edebilmeleri ve onları acımasızca öldürebilmeleridir. Ancak Selefilerin de kendi aralarında ılımlı olanlar ve şiddete başvuranlar (cihadist selefiler) olarak iki ana gruba ayrıldıkları görülmektedir. Bununla beraber diğer konularda aralarında büyük bir farklılık bulunmamaktadır. 

Hz. Ali’nin 661 yılında bir Harici tarafından şehit edilmesinden sonra Emevi egemenliği başlamış ve Muaviye kendisini halife ilan etmişti.

f Kufe halkı tarafından halife seçilen Hz. Hasan altı ay sonra Müslümanlar arasında yeni bir çatışmanın çıkmaması için halifelik hakkından vazgeçmiş, 
ancak Muaviye’den sonra halifeliğin seçimle belirlenmesi üzerinde durmuştu. 

Böylece 661’den başlayarak 750’ye kadar devam edecek Emevi hanedanlığı dönemi başlamış oluyordu. Bu dönem, aynı zamanda Halifeliğin babadan oğla geçtiği bir dönemin de başlangıcıydı. Muaviye’nin oğlu ve ikinci Emevi halifesi Yezid’in kuvvetlerinin Kufe’ye gitmek isteyen Hz. Ali’nin oğlu ve Hz Peygamberin torunu Hz. Hüseyin’in ve taraftarlarının Kerbela’da 680’de büyük bir katliama uğraması; Hz. Hüseyin’in ve yanındakilerin şehit edilmesiyle Müslümanlar arasında önemli bir ayrılığın temelleri atılmış oldu. Sünniler açısından oldukça elem verici bir olay olmakla beraber, özellikle “Şiilik” olarak bilinen mezhebin mensupları açısından Kerbela olayı ayrı bir değer ve öneme sahip olacak ve her yıl bu olay insanların kendilerine acı verdiği bir seremoni ile anılacaktı. 

“Şiileri Sünnilerden ayıran nokta ne Kuran ne de sünnete sadakattir. Ayrılık, halifelik sorunu nedeniyle ortaya çıkmıştır. Şiiler için Ali ve ardıllarının halifelik 
hakkı, ümmeti yani inananlar topluluğunu yönetme hakları zaman aşımına uğramaz ve nitelik olarak da Sünnilerin halifelik talebinden çok farklıdır. 

Her ikisinde de ümmeti imamlar yönetir ama imamlık kurumunun Şiilerde daha özel bir anlamı ve gelişimi vardır. Peygamberlik misyonunun mirasçısı 
olan Şii imam, Hz. Muhammed’in aracılığıyla gerçekleşecek kutsal bir emare taşır. O, öz olarak imamdır. Kısacası Sünni imam bir şeftir; Şii imam ise bir 
ruhani lider. Sünniler için halife bir zorunluluk değilken -1924’te halifelik kaldırılmıştır-, Şiiler için imamlık doktriner bir koşuldur…”.12 

Dolayısıyla Sünniler esas olarak dört halifeyi tanımakla beraber ondan sonra gelen Emevi ve Abbasi halifelerinin reddi yoluna gitmedikleri gibi bu geleneğin Osmanlılarla sürmesine de saygı göstermişlerdir. Oysa Şiilere göre Hz. Peygamber kendisinden sonra Müslümanlara imam olarak Hz. Ali’yi tayin etmiştir ve halifelik Hz. Ali ve onun soyunu takip etmelidir. Sünnilere göre halife, İslâm’ın kurallarını, yani Kuran ve sünneti uygulamaktan sorumlu bir önder, bir anlamda da siyasi bir kişilik olarak görülür ve bir soy takip etmesi gerekmezken, Şiilerde imam ruhani bir önderdir ve sadece Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin hakkıdır. Şiilik kavramı, Şiatü’l-Ali (Ali’nin taraftarları) olarak ifade edildiğinden bu kavramın Türkçe karşılığı Alevi olup, aynı anlama yani Ali’yi sevenler veya Ali’nin taraftarları anlamına gelmektedir. Sünni kavramı Kuran ve sünnete taraftar olanlar, ona uyanlar anlamına gelip İslâm toplumunun çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bazı yabancı literatürde Sünnilik yerine “Ortodoks İslâm” veya “Geleneksel İslâm” kavramı kullanılmaktaysa da hiç bir şekilde gerçeği yansıtmadığından bu tür kavramlar Müslümanlar arasında pek fazla tercih edilmemektedir. 

Diğer taraftan Hz. Ali’yi sevme konusunda Sünniler ile Şiiler arasında zaman içinde farklı bir anlayışın doğduğu gözlenmektedir. 

Zaman içinde Şiilik veya Alevilik Ali’nin bağlı olduğu İslâm’ı ve onun peygamberini sevmek yerine yalnız Ali’nin maddi kişiliğini sevmek biçimine 
dönüşürken, Sünniler Hz. Ali’yi Hz. Peygamber’in soyunu (Ehl-i Beyt) temsil etmesinden, ilk Müslüman olmasından, İslâmiyetin yayılmasına çalışmasından, 
cennetle müjdelenen kişiler arasında yer almasından (aşere-i mübeşşere), İslâm’ın kurallarını ödün vermeden uygulamak için mücadele vermesinden ve 
Allah’ın Arslanı olarak nitelenmesinden dolayı severler. Ayrıca Şii imamlar (özellikle ilk altısı) Sünniler için de son derece saygı duyulan kişilerdir. 

Bilindiği gibi, Sünniler için de imamlık kurumu konusunda Hz. Peygamber’i ve dolayısıyla Hz. Ali ve oğlu Hz. Hasan ve Hüseyin’le devam eden Ehl-i Beyti esas alırlar. Bu bağlamda bütün Şii imamlar Sünniler tarafından da gerçek anlamda imam olarak kabul edilirler. Bu nedenle Sünni olan dini önderlerin birçoğu ya bu soydan gelmişlerdir ya da kendilerinin bu soydan geldiğini ileri sürerler. Ayrıca Şii inancındaki Mehdi inancı, Sünni inanışında da bulunmaktadır ve Mehdinin Ehl-i Beyt’ten olacağına inanılmaktadır. 

Bir kaç kola ayrılmakla beraber, Şiilerin ana gövdesini oluşturan ve oniki imamcılar ya da onikiciler (isna aşeriye: twelver) olarak bilinen grup, Ali’yi ve onun soyundan gelenleri cemaatin meşru önderleri ya da imamları olarak kabul etmektedirler. 

Bunlar, Ali ve onun soyundan gelenlerin insan ötesi özel bir ruh ve bilgiyi kendilerinde taşıdıklarına inanırlar. 
Ali’nin soyundan gelen birisi (Mehdi) adaletin hükmünü gerçekleştirmek için zuhur edecektir. Şiiler içinde en çok taraftar kazanan hareket olarak 
halifeliğin onikinci imama kadar Ali’nin torunları arasında devrettiğini ve bu sürecin 9. yüzyılda kesintiye uğradığını iddia eden bu gruba göre, dünya imamsız var olamayacağı için onikinci imamın ölmediğine ve kayıp olarak (Gaybet-i Kübra) yaşadığına inanılmaktadır. 

Şiiliğin en yaygın kolu olan ve bugün de İran’da çoğunluğu oluşturan oniki imamcılara (twelvers) göre, onikinci imam (Mehdi) dünyadan çekilmiş olup yaşanan dönem gizlenme dönemidir ve topluluğun görünür bir liderden yoksun olduğu bu dönem boyunca zamanın sonu ve imamın dönüşü beklenir. 

Şiiler arasında Sünnilere en yakın olan grubu oluşturan ve imamın Peygamber ailesine mensup ehliyetli biri olması ve cahil hükümdarlara muhalefet iradesi göstermesi gerektiğini savunan Zeydiler, imamların yanılmaz ya da insanları aşan bir yetkiye sahip olduklarına inanmıyorlardı. 

Bunlar Şiilerin büyük çoğunluğu gibi Muhammed Bakr’ı değil, dördüncü imam Zeynel Abidin’in diğer oğlu Zeyd’i beşinci imam olarak tanıdılar. 

(İlk dördü Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Zeynel Abidin) 9. yüzyılda Yemen’de bir imamlık kurdular. Günümüzde de Yemen’de nüfusun yaklaşık yarısını oluşturmaya devam etmektedirler. Ancak Zeydiler diğer Caferiler olarak da bilinen 12 imam Şiiliğinden (İran, Irak ve Lübnan’daki Şiiler) farklı olarak Sünnilere daha yakındırlar, hatta İran’dan ziyade Sünni devletlerle ilişki içindedirler. Zeydiler, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e hakaret etmezler, onları tekfir ve tenkis etmezler (eleştirmezler). Bu çerçevede Ömer ismini kullanmakta bir sakınca görmezler. 

Bir başka grubu oluşturan ve yediciler olarak da bilinen İsmaililere gelince, Şiilerin ana gövdesi Cafer-i Sadık’ın oğlu Musa Kazım’ı imam olarak tanırken bunlar Cafer’-i Sadık’ın diğer oğlu İsmail’i imam olarak kabul ettiler. İsmaililer, İsmail’in oğlu Muhammed’i de yedinci ve son imam olarak kabul etmişlerdir. Şiilerin ana gövdesini oluşturan ve Caferi Şiiliği de denilen 12 imamcılar, 12. imam olan Muhammed’in mehdi olarak döneceğine inanırken, İsmaili mezhebi, İsmail’in oğlu ve 7. imam olarak kabul ettikleri Muhammed’in mehdi olarak döneceğine inanırlar. 

4.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***