Gençlik Dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gençlik Dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2016 Çarşamba

OD


OD


EMRE SEVİNÇ


Yıldızların ışıklara yenilmediği
Gözlerim kamaşıyor ışıltısından. 

Güneşin kışın karları eritmediği 
Irmakların daha zehirlenmediği 

Gecelerin tek ay ile ışıldadığı bir çağda 


Eymür, geceyi dağ başında geçirmiş, uyuyakalmıştı. Gördüğü düşün etkisi ile kan ter içinde uyandı. 

Kayı sordu: 

-Ne oldu Eymür böyle? 

Eymür: 

Gökten yıldızlar Dünya'ya inmiş 

Uzatsam ellerimi, tutacağım sanki 

Yıldızların arasından alkış çıkageliyor 

Bir geyiğin üzerinde 

Işıklar saçıyor kahverengi gözleri, 

Öyle parlıyor ki yaklaşan yıldızlar sönük kalıyor 

Karanlık gece aydınlanıyor 

Gözlerim kamaşıyor ışıltısından.

- Tamam Eymür. Şu suyu iç şimdilik. Yolda Ulu Kam'a anlatırız. Kağan çok kızdı, bizi bekliyorlar. Ata ruhlardan haber gelmiş, Saymalı'dan konuk geliyormuş, onu
karşılayacağız...

Eymür Saymalı sözünü duyunca gözlerini kahverengi bürüdü. Alkış geldi aklına...
..

Kayı ile Eymür Kağan'a ulaşmadan önce dağlarda tek başına yaşayan Ulu Kam'ın yanına uğramak dilediler. Henüz tün, küne yeni dönüyordu. Ulu Kam, yeni korladığı ateşinin etrafında davul çalarak koşuklar söylüyor, gelen erleri bekliyordu. Onları görür görmez:

Gök içre, Umay'a teng
Bal içre, bukuklara teng
Kor içre, kargulara teng
Gelür bir Karuk Yılduzu

Ulu Kam'ın koşuğu Kayı ile Eymür'ü içten içe coşturdu. 
Eymür utana utana sordu:

-ulu Kam, ata kam, bir düş görd… derken, Ulu Kam sözünü kesti:

‘’ Gök içre, Umay'a teng
 Bal içre, bukuklara teng
 Kor içre, kargulara teng
 Gelür bir Karuk Yılduzu
 Düşün koşukta Eymür'' 
dedi.

     İki yoldaş yollarına bu koşuğu düşünerek devam ettiler.
...

Kayı ile Eymür, Kağan'ın yanına vardıklarında onun şiddetli bakışlarını üzerlerinde hissettiler:

    -Neredesin sen yine Eymür? Konuklar gelecek... ivedi yola çıkın!

Kayı ile Eymür, titremekten söz edemediler.

Hemen kuşanıp yollandılar. Ata ruhlar onlara yol gösterecekti.
...

‘’Ateş, Yaz olmasına rağmen hala oldukça soğuk olan Saymalıları ısıtıyordu.

Ay Abla, ateşin etrafında tüm kutsallığıyla dansa durmuş, çevresinde Saymalı halkı elleri Gök'e açmış alkışa tutmuşlardı. Eymür ile Alkış da bambaşka bir boyutta birbirlerinin gönlünde buluşmuşlar Tengri'den birbirlerini diliyorlardı. Şimdi doğa ritim tutarken tüm Saymalı, Eymür ile Alkış'ın gözlerinin dansını izliyordu...

İşte Eymür aylardır bu anları hatırlayarak dağlarda sabahlıyordu. Geçen Yaz konukluk için yoldaşı Kayı ile Saymalı'ya gitmiş, burada tanıştığı Alkış'a aşık olmuştu. Gök rengi gölün hemen kıyısında, Eymür yine bu anısını düşünüyor Kayı da Saymalı'dan gelecek Er'in heyecanıyla yıldızları izliyordu. Derken bir atın ayak sesleri duyuldu, sonra görüntüsü belirdi.

O da neydi?

Ay gibi parlayan, gözlerinden kahverengi ışıklar gönderen, bir anda geceyi aydınlatan Gök gibi bir kız.
Kara saçlı, bal yanaklı-minik dudaklı, kan şakaklı; kaşları yay çekip bakışları ok atıyor bir kız.
Dudakları büzük büzük, gözleri yumuk yumuk; sözleri hançer olup konuştukça kalbe saplanıyor bir kız.
Her gülüşünde çiçekler saçıyor, öyle tatlı meleklerle yarışıyor, tanrı olsa Umay’a yaraşıyor; kılıç olmuş can alıyor bir kız…

   Yoldaşlar donakalmıştı. Atın üzerindeki kız Alkış'tı...

Eymür, Saymalı'dan bir Er geleceğini beklerken karşısında Alkış'ı görünce de bir zaman konuşamadı... Alkış da pek değişik sayılmazdı. Gözlerini tüm cilvesiyle Eymür'ün gözleriyle oynaştırdı ama ağzı söz söyleyemedi. Eymür yüzünün tomurcuklarından gülücükler eken bu kara kızı izleyekaldı. Söz söyleyim dedi utandı, şöyle bir bakayım dedi çarpıldı. Ne yapabilirdi ki?

Sessizliği ilk bozan Kayı oldu:

-eheheyyy! Alkış, kız başına teaa! Saymalı'dan nasıl geldin buralara?

Alkış Saymalı'dan Güdül'e konukluğa gidileceğini işitince hemen atılmış ve gönüllü olmuştu. Kayının 'kız başına' sözüne içerleyerek:

Yüz ajun kezdim
On ceng ötleştim
Anda menge ajung kavuştum
Bir kız başıma!!!


Eymür, hemen atılarak bir eliyle Alkış'ın ak atının eyerinden kavrarken diğer eliyle onun inmesine yardım etti. Aylar sonra eli sevdiğinin sıcak eliyle ısınınca dağlarda soğuttuğu gönlündeki kor da tekrar ateşlenmişti.
Üç arkadaş o gece yaktıkları ateşin çevresinde sabahın ilk ışıklarına kadar özlem giderdiler. Alkış, Saymalı’dan, Ay Abla’dan, Servet Kağan’a-Asya cana olan özlemden söz etti; Kayı, Güdül’den, Saymalı’ya özlemden, Ulu Kam’dan söz etti. Uyku vakti geldiğinde sessizliği tek bozan Eymür ile Alkış’ın kalp sesleri idi.
Güdül'e ulaşmaları günler sürdü. Eymür ile Alkış yolda birbirlerini izlemekten başka bir şey yapamadılar.



Kağan Güdül’ün avcılarına Saymalı’dan konuk Alkış için avlanmalarını emretmişti. Geyikler kendi aralarında konuşmaya başladılar:
- Uzaktan konuk gelmişş. Kağan avcıları üzerimize gönderdi. Kaçacak delik lazım…
- Bunlara da konuk gelir, olan bize olur. Bak bak nasıl dört nala geliyor avcılar yine…
- Durun durun şimdi atlatırız onları, gitsinler teke yakalasınlar. Hep geyik mi yiyecekler?
- Şu Eymür’ün Alkış’ı geliyormuş, hani bu kız Saymalı’daki hayvanları kollar, mecbur kalınmadıkça avlanmalarına izin vermezdi?
- Ama bırak, bunların hepsi aynı…

Geyikler, konuşurken avcılar onlara gitgide yaklaşıyordu. Bu anda Güdül Kağanı Alkış’a avcıların geyik avlamaya koştuğunu söyleyiverdi. Alkış, üzüldü. Yumru yanakları süzüldü, kahverengi ışıkları söndü.

Kağan:
-Ne oldu kızım?

Alkış:

-Ata kağanım, biz Saymalı’da hayvanları mecbur olmadıkça avlamıyoruz. Benim için bu seferlik avlatmasanız onları?

Kağan:

-Tamam Alkış, Şimdi haber gönderiyorum avcılara, Atlıllarrr! avcılar avsız geri dönsün!

Bu sırada avcılar çoktan geyiklere yaklaşmıştı. Geyikler, her zaman olduğu gibi, konuşmayı bırakamamış avcılara yakalanmıştı. Seslerini duyar duymaz kaçmaya
başladılar… Avcılar tam peşlerinde. Geyikler kaçıyor, onlar kovalıyor. Geyikler her zamanki gibi yakalanıyor, oklar tepelerinde vızır vızır.

Yolun sonu yaklaşmıştı geyikler için. Avcılar, arkadan kovalarken geyiklerin önüne başka avcılar çıktı. Geyiklerden biri de tökezleyip yere kapaklanmıştı. Durum onun av olacağını gösteriyordu. Usta okçular yaylarını ona çektikleri sırada, ‘’ heeeeheeheyyyy ’’ diye bal bir ses duyuldu, sonra balın kendi belirdi.

Alkış, avcılara emir geç gider diye atlanıp yetişmişti. Tökezleyen geyiğin etrafında dolanıp boynuzunu okşadıktan sonra geyik topallaya topallaya kaçtı. Alkış, avcılara kağanın avsız dönülmesi emrini iletti. Alkış, avcılara bu kadar zamanda nasıl yetişmişti? Kim bilir. Geyik, Alkış’a borcunu nasıl ödeyecekti? Kim bilir.


Gün boyu süren ağırlamanın ardından Eymür ile Alkış, Ulu Kam'a ulaşmak için yola çıktılar. Ay, geceyi henüz aydınlatmaya başlamış, yıldızlar ise dansa tutuşmuştu. Ulu Kam, onların geleceğini ata ruhlardan haber almış ateşi güçlendirmişti. Eymür atını hemen Alkış’ın atının yanında sürüyor gözleri ise Alkış'ı izliyordu. Ay'ın şavkı Alkış'ın minik şakaklarını ışıldatıyor, siyah uzun saçları Eymür'ün aklına sarmaşık oluyordu.

Tam bu anda Alkış'ın bakışları ona yöneldi. Güdül sessizliğe büründü, geceden beri uluyan kurtlar susakaldı, binlerce güneştir akan nehir duruldu, börtü-böcek-kuşlarçiçekler doğadaki işlerini bırakıp onları izlemeye başladı, Eymür Alkış'ın buz bakışlarından çekindi. Sesi çıkmadı. Çıkaramazdı da.

Sessizlik üzerlerine çökmüştü ki Alkış söze girişti:

-Saymalı’da koşuk okumuştun ya bana, belki şimdi de okursun… Eymür’ün gözleri parladı, sözleri canlandı:

Bakışın tomurcuk baharlara
Gülüşün bal arılara
Sözlerin can ruhlara
Tengri vergisi ay Alkış’ım…

…Gecenin sessizliğinde onlar şiirler söylüyor tüm doğa onları dinliyordu. Bu durum Ulu Kam'ın ateşini görene dek sürdü. 
Ulu Kam, ateşin hemen başında dönüşe durmuş, onları bekliyordu.
-Saymalı'nın Kün kızı, Ay'ın yoldaşı, Gök yansılı, sütten Arı, kordan odlu, Eymür'ün yoldaşı can kızım, Güdül'ü kendine bezedin, hoş geldin.
Alkış'ın aklı Eymür'de miydi hala yoksa Ulu Kam'ın bu ani sözlerine şaşkınlığından mı bilinmez bir müddet susayazdı. Sonra sözü o sürdürdü:
-Güdül'ün Kut oğlu, Ata Ruhlar'ın yoldaşı, Ulu Kam, hoş buldum.

Ulu Kam, ateşe tüm gücüyle üfledi. Sağa sola yayılan kıvılcımlar göğe doğru yükseldi, bir od halini alarak yıldızlara uzandı. Yıldızlar sanki ellerini ateşe uzatır gibi kaymaya başladılar. Ve ateş ile yıldızlar birleşti. Tüm bunlar olurken, Ulu Kam değişik değişik sesler çıkarıyor ve sanki birşeylerin olabilmesi için son gücünü harcıyordu. Alkış ve Eymür şaşakalmış olanları izliyorlardı. Birden yerden göğe uzanmış ateş yolunun üzerinden bir şey çıkageldi yıldızların arasından. Bu bir geyikti. Yıldızların ışıltısını vücudunda toplamış olan bu geyik ateş yolundan kaya kaya yeryüzüne inerken, Alkış ve Eymür'ün kalp atışları da iyice hızlanmış, Ulu Kam'ın çağırışları gürlenmişti. Geyik geldiğinden daha hızlı bir şekilde yıldızlara doğru koşmaya başladı. Kan ter içinde kalan Ulu Kam, sanki son nefesi verircesine bir sesle onlara 'Eymür, Alkış peşine koşunn' diye bağırdı. Eymür, Alkış'a bakakaldı. Hızlı davranmaları gerektiğini anlayan Alkış, Eymür'ün elinden tutarak koşmaya başladı. Bu sırada Ulu Kam'ın gücü tükenmiş ve yere
yığılmıştı. Alkış ile Eymür geyiğin peşinde Ulu Kam'ın ateşinden oluşan yoldan koşuyorlardı. Alkış bir ara geriye baktı. Geçtikleri yolun ateşinin sönüp havaya
dönüştüğünü gördü. Artık geyiği yakalamaktan başka çareleri yoktu.

Alkış, geriye dönüp Ulu Kam’ı gözlediğinde onu göremedi, sesi de kesilmişti üstelik. Alkış geyiğe yetişemeyip güçten düştüğü sıra geyiğin gürlemesini duydu. Gözlerine inanamadı.
Geyik durmuş onları bekliyordu, Ulu Kam’ın az önce çıkardığı garip sesleri şimdi de geyik çıkarıyordu. Son kuvvetleri ile geyiğe koşmaya devam ettiler. Arkalarından gelen boşluk onları tam yutacakken geyiğe kavuşmayı başardılar. Alkış bir yandan geyiğin boynuzunu kavramışken bir yandan da Eymür'ü kavrayıp tutuyordu...
Artık geyik nereye götürürse oraya gideceklerdi. Birden tekrardan yere doğru yöneltti geyik onları. Ateş hızıyla yöneldiler gökten yere, nefesleri hava ile dolmuştu. Geyik, ateşin açtığı yolda ilerliyor; yol ulu kağanın kurganına gidiyordu. Eymür, gözleri yaşlanarak bağırdı:

-Alkış, yol Ulu Kağan kurganına(mezar) gidiyor!
Alkış sözünü başlayamadan bayılayazdı. Kurgan’a ulaştıklarında kıvılcımlardan bir yol belirdi önlerinde, korkudan titreyen Eymür, kolları arasındaki Alkış’ı izlemekten bu durumda bile kendini alamıyordu. Kıvılcımlar, girdap olmuş bu aşıkları içine çekiyordu…

Geyik ise onları bırakmıştı artık…

Bu geyik, dün Alkış’ın kurtardığı geyik miydi kim bilir?

Kıvılcımlar, Alkış ve Eymür’ü adeta kurgana çekti. 
Bundan sonrasını Eymür de hatırlamıyordu. 
O da bayılmıştı.

Kurganda ayıldıklarında Alkış, 
Eymür’ün kolları arasındaydı. 
Ulu kağan ise tam karşılarında…
Kurgan’da onları ne bekliyordu? 

Kim bilir?

Ulu kağan, onlara ne görev verecekti? 

Kim bilir?

GENCAY
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 58 – Kasım 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com

..

SARI KIZ'IN VE TAHTACI TÜRKMENLERİNİN DİYARINDAN GEZİ NOTLARI



SARI KIZ'IN VE TAHTACI TÜRKMENLERİNİN DİYARINDAN  GEZİ NOTLARI

AÇELYA  OGUZ

Sarıkız’ın diyarı, Kaz Dağları, Balıkesir – Güre... “Bu gençler, eğlence, deniz, güneş gibi sosyalleşme imkânlarının bulunduğu yerler varken; burada ne yapıyorlar?” Yöre halkının akıllarından geçen soruyu tahmin etmek zor olmadı. Türkoloji ile ilgili yapılan bir öğrenci sempozyumu için toplanan bu gençler, akademik çalışmalarının yanı sıra bir de kendi kültürlerine, kendi milli geleneklerine sahip çıkma hevesi içinde bütün bir toplumu en temiz milli ve manevi hislerle kucaklıyorlar. 

Bildiri, akademik çalışmalar, bilimsel faaliyetler bir yana; Balıkesir başlı başına o ortamda bulunmak için yeterli bir sebep aslında. Işıl ışıl deniz, ormanlarla kaplı Kaz Dağları’nın buluşması görsel bir şölen oluşturuyor. 

Yöre insanı Türk misafirperverliğini fazlasıyla yansıtıyor. İletişime açık, canlı, kültürel ögelerle süslü bir toplum düşünün. Arkadaşlarımızla çıktığımız keşif gezilerinde hiç tanımadığımız insanlarla muhabbet etme fırsatını yakaladık. Sarıkız Efsanesini merak eden üç kafadar düştük yollara. Sırtımızda heybemiz, arkamızda güneş, içimizdeki kıpırtı... Bir derleme çalışması için gereken üç şey bizdeydi. Teknolojinin nimetlerinden de yararlanmayı ihmal etmedik tabi ki... Bilgi edinmeye yöre esnafından başladık. Sarıkız Efsanesini, inançlarını, ritüellerini kimden öğrenebileceğimizi sorduk. Alınan cevap “ Tahtacı Türkmenleri ” oldu. Türklüğün, Türk gibi yaşamanın sembolü Tahtacılar… 

Birkaç kişiden isim aldık; yola koyulduk. Bahçivanlık yapan iki Tahtacı Türkmeni Yusuf ve Şahin Beyleri muhabbetteyken yakaladık. 

Bizler de muhabbete dâhil olup Sarıkız Efsanesini birinci ağızdan dinledik. 

Efsane şu şekide: “Sarıkız civarın en güzel kızıymış. İpek gibi altın sarısı saçları varmış. Bu yüzden ona Sarıkız derlermiş. Köylüler Sarıkız’ın güzelliğine hasetlenmişler. 
İftira atmışlar; ahlaksız diye… Bu sözler babasının kulağına gitmiş. O da inanmamış ama içten içe kızına kırılır olmuş. Sarıkız, babasının bu 
haline içerlemiş. Almış başını Kaz Dağları’nın zirvesine kaçmış. Köylüler, babayı kışkırtmaya başlamışlar. Namusunun kirlendiğini kızını öldürmesi gerektiğini söylemişler. 
Baba dayanamamış Kaz Dağları’na çıkmış. Kızını kazları beslerken bulmuş. ‘Kızım bir su getir de abdest alayım.’ demiş. Sarıkız elini uzatıp denizden su getirmiş. 
Babası kızının erenlere karıştığını anlayıp oradan ayrılmış. O gün bu gündür Sarıkız yolda kalanlara yardım eder, yol gösterirmiş.” (01.10.2016) Kendilerinden efsaneyi öğrendikten sonra tekrar yollara düştük. Acaba bu Sarıkız’ın türbesi nerede? Gideceğimiz yerin uzak bir dağ yamacı olduğunu bilmeden oraya yüreme kararı aldık.

Yoldan arabasıyla bizi Şahin Bey durdurdu. Sadece bir kere gördüğü, muhtemelen de bir daha hiç göremeyeceği bu insanları arabasına aldı; yola revan olduk. Bir an durup düşündük. Türk gibi yaşamak böyle bir şey olsa gerek…

Şehirlerin çıkarcı, egoist havasından gelip böyle temiz niyetli birini tanımak bizi çok duygulandırmıştı.

Arabasıyla rotamızı “ Tahtakuşlar ” köyüne çevirdi. Kendimizi “ Alibey Kudar Etnografya Galerisi ” önünde bulduk. Denizi gören şirin bir dağ köyünde görmeyi umduğumuz en son şey müzeydi herhalde. Bölgenin kültürel motiflerinin sergilendiği bir köyün medeniyetin kendisi olduğunu söyleyebiliriz. İnsanların kocaman bir gülümsemeyle hiç tanımadığı insanları kucaklaması, ormanla iç içe yaşamaları, sabahları denizin ferah kokusu... İşte bunlar Tahtakuşlar köyünü yaşanabilir kılıyor. Bizi aracıyla hiçbir karşılık beklemeden köye götüren Şahin Bey ile müzeyi ziyaret ettik. Müze müdürü Selim Kudar’ı girişte yakaladık. Kendisi atalar diniyle yakinen ilgileniyor. 

Müzede Kök Tengri Dininin izlerini taşıyan birçok öge tesbit ettik. Müze, bölgenin giyim kültürü, çadır düzeneği, büyüsel işlemlerde kullanılan objelerle dolup taşıyordu.

Kendisiyle birkaç saat muhabbet ettikten sonra oradan ayrıldık; kampımızın yoluna koyulduk. Yol boyunca Şahin Bey ile yaptığımız muhabbetler bölgede halk inanışlarının canlılığını koruduğu fikrine götürdü bizi. Bölgede yatır, türbe gibi kutsal sayılan mekânlar ululanmaktadır. Sarıkız’a dua etmek için dağa çıkan köylüler şu ritüelleri gerçekleştirmektedirler: “15 Ağustos’ta Sarıkız’a gidilir; çadırlar kurulur. İki türbe var; biri baba biri kızı.. İki yatırın arasında kurban kesilir. Türbelere mumlar yakılıp dua edilir. Babanın türbesine biz Cılbak Baba Türbesi deriz. Sarıkız’ın tılsımı var. Orada çadırlarda on beş gün konaklanır. Orası serindir. Kalbi kötü adam oraya çıkarsa fırtına çıkar. Temiz bir kalple gidilmesi gerekir.” (01.10.2016) “Bölgede Sarıkız’dan başka türbe yok mu?” sorusuna Şahin Bey: “Kıbrıs savaşında asker Şıpşıp Dede adında biriyle tanışır. Birlikte çarpışırlar. Savaştan sonra Balıkesir’de gel bul beni der. Savaş bittiğinde asker Balıkesir’e gider köylülere dedenin nerede olduğunu sorar. Herkes ona ‘burası Şıpşıp Dede yatırıdır’ der. O gün asker savaşta onunla çarpışan kişinin kim olduğu öğrenir.” (01.10.2016)

Araştırma yaptığımız Güre ve çevresinde ateş kültü de önemli bir yere sahiptir. 
Ateşin arındırıcılığına inanılıyor.

Şahin Bey bu arındırmayı şu şekilde aktarmaktadır: “ Kesilen et ateşe tutulur. Öyle verilir. Çiğ et verilirse kaza bela gelir. Et ya haşlanır ya kavrulur.” (01.10.2016)

Türklerin ata toprağından günümüze kadar taşıdığı bu inanışların hala bir yerlerde değerli olduğunu bilmek mutluluk vericiydi. Yol boyunca refüjlerin arasında antik dönemlere ait heykeller gözümüze çarptı. Yöre insanı mitolojik anlatılara oldukça hakim ve meraklı… Türk kültürü dışındaki bütün kültürel unsurlara, tarihi kalıntılara büyük bir sevgiyle bağlı olan yöre insanına hayran olmamak elde değil.

Yol bittiğinde keyifli sohbetimiz de sona erdi. Araştırma arkadaşlarım Mehmet Batuhan Kaynakçı ve Serdar Nasip ile çıktığımız bu keyifli çalışmadan çok şey öğrendik.
Müzesinin kapılarını sonuna kadar açan Selim Kudar Beyefendi’ye, hiç tanımadığı üç kişiye bildiği her şeyi anlatan, aracıyla köy köy gezdiren Şahin Bey’e, kocaman gülüşleriyle bütün Tahtacı Türkmenleri’ne teşekkürü bir borç bilirim.

GENCAY
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 58 – Kasım 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com


**

HASBİHAL YA DA BİZE DAİR,



HASBİHAL YA DA BİZE DAİR,

A. AFŞİN KÜÇÜK

Elimize bir puzzle parçası alıp bu kötüdür diye bağırmamız esasında anlamsız bir olaydır; eğer o puzzle parçalarının tamamının birleşmesinden doğacak büyük resim daha korkutucu boyutta ise. Fertleri bir bir ele almak, toplum kaygısına düşmemek, toplumu ve medeniyeti var eden kurucu paradigmalardan uzaklaşmak veya hiç tanımamak... 

İçtimai meseleleri iptidai ele almak gibi daha büyük dertlerimiz var. Örneğin tecavüz vakaları var. Bu konuda yapılan en yaygın yanlış ise mağdur kadına telkin ve nasihatlerde bulunmak. Kadına nas veren toplum, kadınla empati kurmaya zorluyor kendisini; çünkü erkekle empati kurabilecek kuvvette değil. Ben yapmamın garantisini veremiyor. Neden? Doğduğu günden itibaren profesyonel bir ahlaksız olmak için eğitilmiş olabilir mi ya da yaptıkları şeyler toplumda ona statü kazandırıyordur yahut da daha sert bir soru sormak lazım; toplumun bu fikirler üzerine bina edilmiş olma ihtimali var mıdır? Reklamında, filminde, iş yerinde, kahvesinde, sokağında, dergisinde, müziğinde, içtimai hayatında ve aile hayatında bu davranışı kabul ve makbul bir davranış olarak görülüyor mu? 

Kast ettiğim olay sadece cinsel tatminsizlik olayı değil. Toplumumuzun romantik hayallerle ululadığımız kurucu paradigmalarında sıkıntı var mıdır yok mudur olayıdır. 
Tecavüz gibi olaylar, 40 yılda bir yaşanıyor ise o kişide sorun bulabilirsiniz; ancak bu daimi bir hal almış ise toplumun tamamı hastadır veya hastalıkla mücadele edebilecek direnci yoktur denilebilir. Örneğin toplumda infial etkisi yaratmasını öngördüğümüz bir olayın “ Atasözü ” leşebilmesi, “ Deyim ”leşebilmesi ruhsal ve mantıki açıdan ne derece vicdanlarımızı rahat bırakabilmektedir? 

Şimdi sağınıza, solunuza, internetinize, kitabınıza, reklam tabelalarına, gözünüzün gördüğü, kulağınızın işittiklerine dikkat kesilin; bu hastalığın bağrışmalarını duyacaksınızdır. Kadın vücudunun nasıl metalaştığına, bunun nasıl “ Normalleştiğine ” tanık oluyoruz. Tecavüz kültürünün tuğlasını oluşturan küfrün sıradan olduğu bir toplumda “ Ahlak ” bir o kadar sıra dışı bir mefhumdur dersek şayet yanlış mı olur? 

Dediğim gibi; olay sadece ve sadece tek bir parça ile kendini gösteren bir olay değil. Peki, ya bu puzzle parçaları birleşince, ortaya daha büyük bir rezalet çıkıyor mu? 

Ne dersiniz? 

Başımızdaki en büyük dert kendi olmak zorunda olduklarımızla, olamadıklarımız arasındaki makas açıklığından kaynaklıdır ve olmak zorunda olduklarımıza dair en ufak bilgimizin olmayışındandır. 


Herhangi bir konuda ilgi sahibi iseniz o konuda ahkâm verenlerin, o konuyla ilgili herhangi bir bilgisinin olmadığını hemen kavrar ve sezinlersiniz. Telkin ve nas’ın kurucuparadigmalar yerine geçtiği çarkımızda mesnedi ve mantığı olmayan nas’lardan başka aktarımın olmadığını müşahede etmenizle birlikte fikri sancılarınızın başlaması pektabiidir; ancak bir şartla!

Bilmeliyiz ki bir hastalık, direnci kırılmış bir vücudun en zayıf düşmüş yerinde kendini gösterir. Toplum olarak içinde bulunduğumuz durum bir Palindromu andırıyor.Başarısızlıklarımız ödüllendiriliyor. Bu durum birçok konuda böyle; Milli takımdan tutun da akademilere, oradan siyasete ve hukuka, hatta aile yapısından içtimai hayatışekillendiren öğelere kadar…

Toplumun gerçeklerinden uzaklaşılıp romantik kaygılarla bakınca “ Milliyetçilik ” kavramının günümüzde maalesef yüksek bir seciyenin tezahürü değil; içi boş bir
narsisizmin neticesi olduğunu itiraf etmekte zorlanıyoruz. 
Bir çeşit dilemmadayız.

Bazılarımız bu durumun farkında ve çarkı kırmaya karşı mücadele verirken kendisini saldırgan, kırıcı ve ötekileştirici bir tutum içinde buluyor. Bazıları için durum tamamenfarklı; bu dilemmayı hiper realite olarak kabul edip, kendilerine bir simülasyon evreni yaratıyorlar.
Simulakrlarıyla realitenin bütün kaygılarından uzak, idrak ve sırat kaygısından ziyade yaşantısının en önemli yönlendiricisinin hissi kablel vuku olduğu bir anlayışla hayatınıbirilerinin şekillendirmesine teslim etmiş durumda.

Toplum birkaç ferdin davranışlarını sergiliyor adeta, bu konuda her cenah kendi ferdini hem zihnen hem de şeklen teşekkül ettirmiş durumda. Toplum, cenah cenah birbirinemuhalefet ederken, ortak hasletlerin egosantrik ve antroposantrik kaygılarla kurulduğu bir mutlak. Örneğin Avrupa’da olduğu gibi etnisite övgüsüne dayalı narsist bir ırkçılıkanlayışı ülkemizde dalga dalga yayılırken hâlâ ve hâlâ çok kültürlülüğe, bilimsel bilgiye,istatistik verilerine, realizme ve ekolojik kaygılara karşı olanca direnç trajikomik ve anlaşılamaz bir boyut almış durumda.
Histerik kişilik bozukluğu bir fıtrat olarak fert fert üzerimize giydirilmiş durumda. İçi doldurulamayan ve sadece rant eksenli inşa edilen Gnostik bakış; ferdi, tefekkür zemininden uzak tutmakta. Mefkûresiz ve tefekkürsüz kalan bireyin tutarsızlıklarının hepsi esasında bir tutar arz etmekte. Sorun odaklı değil çözüm odaklı bakamadığımız sürece, “neden”e değil “nasıl”a odaklanamadığımız sürece, kaygısını güttüğümüz Meritokrasi’nin yerini elbette mediyokrasi’ye terk etmek mecburiyetinde kalacağız ya da Polybius’un üç siyasî rejiminin oluşum ve devinim sürecini mükerreren yaşayacağız.

Elbette bu realitenin farkında olmakla birlikte eğer herkesten ve her şeyden tiksinerek ve karanlığa söven bir duruş sergileyerek yaşarsak; ümit var düşüncelerden ve tutumdan vazgeçersek, bu dilemmayı kırıp Namık Kemal gibi Merkez-i hâke atsalar bizi, küre-i arzı patlatır çıkarız diyemezsek şayet aydınlığı getirmek şöyle dursun bu aydınlık için mum yakanların da şevkini kırarız.

Vicdanı ve mantığı terk etmeyerek, ümit var yarınlara uyandığımız günlere olsun.

...

Dipçe:

Puzzle: Yapboz bulmacalar.
Nas: Dogma
Narsizm: Özseverlik
Palindrom: tersinin de aynı olduğu şey.
Dilemma: mantık konularında yaşanılan ikilem
Simülasyon: Bir şeyin ikamesi, benzetileni ya da sahtesi,gerçek olmayan gerçeği temsil eden
göstergelerdir.
Sümulakr: bir olay veya nesneyi varmış gibi yapmak. Ayrıca yazar önerisi Jean Baudrilland
İdrak: Algılama
Hiper realite: Gerçeğin yerini alan şey
İçtimai hayat: Toplum yapısı
Hissi kablel vuku: önsezi, 6. hisse göre karar vermek, davranmak
Egosantrizm: her şeyi kendine dayandırmak, kendine bağlamak, kendine indirgemek, her şeyde kendi
görüş açısından hükümde bulunmak, her şeyde kendini esas almak
Antroposantrizm:insanın her şeyin merkezinde olduğunu öne sürmek. Evrendeki her şey insan içindir ya
da insana hizmet etmek için vardır.
Haslet: huy
Sırat: Yol, hedef
Teşekkül ettirmek: biçimlendirmek
Gnostisizm: din ve aklın yetersiz olduğu sadece sezgilerle ve ezoterizm ile bilginin bilinebileceği anlayışı
Mefkûre: ideal, ülkü
Tefekkür: Düşünce
Meritokrasi:yönetim gücü, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne, yani liyakata dayandığı yönetim
biçimi
Mediyokrasi: yönetme becerisinden yoksun çevrelerin iktidarda egemen olduğu yönetim şekli.
reh-güzâr: Geçilen yol, yol üstü
turfa: acemi, yeni yetme, ham, olmamış
müneccim: yıldız ilmi ile uğraşan kişi


GENCAY
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 58 – Kasım 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com


***