KÖRFEZ SAVAŞI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KÖRFEZ SAVAŞI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2018 Çarşamba

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 6

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 6


PKK Birinci Konferansı (1981) ve İkinci Kongre (1982) çalışmaları da yapılarak ülkeye daha esaslı ve kalıcı yönelmeye çalışıldı. 

1982 Israil-Filistin savaşı bu süreci daha da hızlandırdı. Aslında İran Devrimi'yle oldukça elverişli koşullar yaşayan Doğu ve Güney Kürdistan'da üslenme ve çalışma yürütmenin daha uygun olacağı ortaya çıkmıştı…113” ifadeleri de onun İran’a bakışını ortaya koymaktadır. 

Örgüt, İran devletinin bu dönem 20 kadar kampın açılmasına izin vermesinin akabinde yeniden toparlanmaya başlamıştır. İran alanının örgüte açılmasından sonra Avrupa’da kandırılan çok sayıda yeni katılım 
militan Almanya üzerinden uçakla Tahran’a veya Avrupa’dan Ermenistan’a oradan da İran’a, İran’dan da örgütün kamplarına aktarılmıştır. Bu yolla binlerce kişinin kırsala gönderildiği bilinmektedir. 

PKK örgüt militanı Hacer T.’nin ifadesinde; “…1998 yılı Mayıs ayında Ben, ŞEYHMUS KOD, BÜRÜKS ve HEMDEN KOD isimli örgüt mensupları ile birlikte DENİZ KOD'un refakatinde Atina hava limanına geldik. Burada 
DENİZ KOD bizlere üzerinde kendi fotoğrafım yapışık olan ancak kimin adına tanzim edildiğini bilmediğim sahte pasaportları bizlere verdi. Bu pasaportlarla uçağa binerek İran'ın Tahran şehrine gitmek üzere hareket ettik. Uçak başka bir yerde aktarma yaptı. Burada bana Yunanistan'da temin edilen siyah renkli çarşaflan burada üzerimdeki elbiselerin üzerine 
giydim. Daha sonra da Tahran'a indik. Oradan da örgütün kamplarına gönderildik…”şeklindeki beyanları PKK’ya İran üzerinden elaman aktarımının kolaylığını göstermiştir. 

Öcalan ve örgütü PKK, Marksist-Leninist-Sosyalist olmasına karşın İran ile yakınlaşmasının akabinde dini referans alan yeni grupları oluşturmaya başlamıştır. Bu kapsamda HİK (Kürdistan İmamlar Birliği) adıyla 
bir yapı daha oluşturarak, başına Abdurrahman Dürre’yi getirmiştir. Abdurrahman Dürre kitleye Molla olarak tanıtılmış olmasına rağmen, Dürre’nin dinle alakası olmayan biri olduğu daha sonra açığa çıkmıştır. 

PKK/HİK’in oluşumunda İran ve Alman istihbarat birimlerinin katkısı gözden kaçırılmamalıdır. HİK, Sünni inanışın temel prensiplerini bozmak, dindar olan Kürt halkının inanç sistemiyle oynamak, bölge halkını içi boşaltılmış ve çarpıtılmış dini bidatlarla oyalamak için kurgulanan bir yapıdır. Bu yapı genelde de başarılı olmuş, PKK ve siyasi uzantısı olan Türkiye’de partileri etkilemiştir. 

Bu yapı aracılığı ile geneli inançlı olan bölge halkının PKK’ya yaklaşması sağlanacaktır. Abdurrahman Dürre yıllarca Almanya merkezli olarak PKK’ya hizmet etmiş ve birçok kişiyi ikna ederek kırsala göndermiş, bunlardan etkilenen oğlu da kırsala çıkmıştır. Örgütün silahlı güçlerine katılan Berzan Dürre, kırsalda yaşanan hadiselere şahit olduktan sonra PKK’nın ve Öcalan’ın ajan olduğunu, derin güçlere hizmet ettiğini ifade etmiştir. 
Berzan Dürre’nin bu ifadeleri onun sonunu hazırlamış ve tasfiyeci olduğu gerekçesiyle infaz edilmiştir. 

 1989 yılına gelindiğinde örgüt İran kamplarında eğitim gören militanlarının bir bölümünü Botan eyaleti olarak adlandırılan Cizre, Silopi, Nusaybin ve Şırnak çevresine göndermeye başlamıştır. 3. kongrede kararlaştırılan şekliyle sözde militan sayısının 50 bin rakamına ulaştırılması için çıkarılan “Zorunlu Askerlik Kanunu” nun ana uygulayıcıları da bahse konu kamplarda eğitim gören kadrolar olmuştur. 

Bu yılla birlikte silahlı militan güçler, gerilla düzeninden ordu düzenine geçmek suretiyle, 150-200 kişilik gruplar halinde saldırılar yapmaya başlamıştır. Durum böyle olunca da Türk güvenlik güçlerinin verdikleri kayıp miktarı önemli ölçüde artmıştır. 

 1990 yılı ile birlikte alınan kararlarda, “Genel Ayaklanma” başlatma, “Kürdistan Ulusal Meclisini”ni toplama ve “Savaş Hükümeti” ilan etme hedefleri ortaya konmuştur. 

Örgütün 1990 yılı hazırlıkları ve planları Kuzey Irak ve İran’da yapılmıştır. Planlamalarda önemli hedeflerinden birisi de “Koruculuk Sisteminin” ortadan kaldırılması olarak ifade edilmiş ve “Kürdistan’da Zorun Rolü” anlayışıyla doğrultuda askeri güçler ile koruculara yönelik pusular atılmıştır. 1990 dönemiyle, bölgede ulaşımı engellemek ve kentler arası karayollarını kullanılamaz hale getirmek doğrultusunda alınan kararlar nedeniyle; karayolları ve demiryolları mayınlanmış, pusular kurulmuş ve ikinci derecedeki yollar kullanılmaz hale getirilmeye çalışılmış, önemli ekonomik tesisler hedef alınmış, okulların kapatılmasına çalışılmış, öğretmenler öldürülmüştür. 1987-1990 arasında toplam 21 öğretmen öldürülmüş, yüzlerce okulda yakılarak kullanılmaz hale getirilmiştir. 

 Örgütün bu faaliyetlerine rağmen III. Kongrede karar altına aldığı “Botan Eyaletinin Fethi” hedefi gerçekleştirilememiştir. “Bir Parça Özgür Vatan” sloganıyla yapılan çalışmalarda istenilen hedeflere ulaşılamadığından yeni kararlar alınması ve yeni düzenlemeler yapılması gündeme gelmiştir. 

 Bu çerçevede 04-13 Mayıs 1990 tarihinde, Lübnan’da, II. Ulusal Konferans adı altında bir toplantı yapmıştır. Bu Konferansta Örgütün 90’lı yılların başlamasıyla birlikte izleyeceği siyasi, askeri ve ekonomik hedefler saptanmış, PKK’ya yönelen tüm güçlerin ve tasfiyecilerin ağır bir biçimde cezalandırılması gerektiği belirtilmiş ve ARGK’den, şiddeti “Düşmanın Geri Üssü”, “Cephe Gerisi” olarak nitelenen metropollere ve batı illerine kaydırması, Güvelik güçlerine yönelik eylemlerle TSK’nin kırsaldan şehir merkezlerine çekilmesi ile ekonomik hedeflerin vurulması istenmiştir. 

 Ayrıca alınan kararlara göre yeni dönem çalışmalarının istenildiği gibi işletilebilmesi için Suriye, Lübnan, Yunanistan, Almanya, GKRK, Irak ve İran’dan azami ölçüde desteğin alınması, vergilendirme gelirlerinin 
arttırılması ve örgüte katılımın hızlandırılması, sınır boylarında vergilendir me yapılması gerektiği ve 4. Kongre hazırlıklarına başlanması ifade edilmiştir. 

 PKK’nın 4. Kongresi 26-31 Aralık 1990 tarihinde yapılmıştır. Kongrede halkın ve korucuların tekrar kazanılması, bu amaçla 31 Aralığa kadar bir af kanunun çıkarılması, örgütü zor duruma sokan çocuk kaçırmalara 
son verilmesi, 18 yaşından küçüklerin örgüte alınmaması, metropollerdeki legal kurumlaşmaya ve basın-yayın faaliyetlerine hız verilmesi, köy, ilçe ve şehirlerdeki halkın güvenlik güçleriyle karşı karşıya getirilerek, güvenlik 
güçlerinin halka saldırmasının sağlanması, akabinde bölge halkının örgütlendirilmesinden sonra sehildana (ayaklanma) geçilmesi ve 1991-1992 yıllarında güçle silahlı baskınların gerçekleştirilmesi kararlaştırılmıştır114. 

 Zorla askerlik yasası adıyla çocukların kaçırılarak dağa çıkarılması örgüt ve bölge halkını karşı karşıya getirmiş olsa da aslında bu uygulama örgüte önemli bir kazanç sağlamıştır. Kaçırılan birçok aşiret reisi, çocuğunu 
alabilmek için PKK’ya destek vermek zorunda kalmış, kaçırılmış olsa bile kırsalda ölen birçok çocuğun ailesi çocuklarının hatıraları nedeniyle örgütün istismarına açık hale gelmiştir. Bunu gözlemleyen örgüt yöneticileri ise 
özellikle kaçırılarak kırsala götürülen gençleri zamanla iç infazla öldürtüp, ailelerine ise; “çocuklarınız T.C. ile savaşırken şehit oldu, o büyük bir devrimciydi” söylemlerini kullanıp, devlet ve aileler arasına onarılmaz yıkımlar oluşturmuşlardır. 

 Bu kongrede en önemli karar serhildan eylemlere geçilmesi olmuştur. Örgüt önceki yıllarda dağlarda kurtarılmış alanlar oluşturmak istemiş, fakat başarılı olamamış, aktif silahlı mücadelede daima kaybeden taraf olmuş ve neticesinde vur kaç taktiği ile uygulanan saldırı tarzı yanında şehirdeki siyasal eylemler ve halka yönelik bombalı saldırıların daha kazanç getirdiği kanaatine varılmıştır. 

Körfez Savaşı Ve Çekiç Gücün Konumlandırılması 

İran-Irak Savaşı'nın 1988'de sona ermesinden sonra Saddam rejimi Kuveyt'in savaş yılları boyunca kendisine ait petrolü çaldığını, üretimi yüksek tutarak, petrol fiyatlarının düşmesine neden olduğunu ve böylece 
Irak'ı zarara uğrattığını ileri sürerek, bu ülkeye 50-80 milyar Doları civarında tahmin edilen borcunun silinmesini istemiştir. 

Irak hükümetinin bu isteğinin kabul edilmemesinin akabinde 1990 yılının yaz aylarında Irak ve Kuveyt devletleri arasında dünya dengelerini sarsacak olaylar baş göstermiştir. 

Ortaya çıkan gerginlik sonrasında Irak ordusu Kuveyt sınırına asker sevkiyatı yaparak, işgal harekâtına gireceğinin ilk sinyallerini vermiştir. Saddam Hüseyin işgali meşrulaştırmak için 25 Temmuz 1990'da 
ABD'nin Bağdat Büyükelçisi April Glaspie bir görüşme gerçekleştirmiş ve görüşmede Kuveyt’e girileceği ifade edilmiştir. Glaspie görüşmede; "Bu, Arapların kendi aralarındaki bir sorun. ABD'yi ilgilendirmez"115 ifadelerini 
kullanarak olaylarda ülkesinin tarafsız kalacağı imasında bulunmuştur. 

Uluslararası ilişkiler uzmanları Irak liderinin Kuveyt'e karşı giriştiği saldırı ve işgal hareketinin açık hedefinin aslında bu ülkenin zengin petrol rezervlerini ele geçirmek ve bu yöntemle sekiz yılı bulan savaşın acı tahribatlarını ortadan kaldırmak olduğunu belirtmişlerdir. Saddam Hüseyin Amerikalılarla yapılan görüşmeden sonra işgal konusunda daha da cesaretlenmiş ve 2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgali gerçekleşmiştir. 

İşgal uluslararası camiada tepki ile karşılanmıştır. Saddam Hüseyin yönetimi, uluslararası tüm çağrılara rağmen ısrarlı bir tutumla Kuveyt'teki kuvvetlerini çekmeyi reddetmiş ve 8 Ağustos 1990'da Kuveyt'i Irak'ın 19. 
ili olarak ilhak ettiğini açıklamıştır. 

Kuveyt'in işgaliyle birlikte Irak, dünyanın bilinen petrol rezervlerinin yüzde 20'sini ele geçirmiştir. Durum böyle olunca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 3 Ağustos'ta Irak'a Kuveyt'ten çekilme çağrısında bulunmuş ve 6 Ağustos'ta da uluslararası düzeyde Irak'la ticareti yasaklayan bir karar almıştır. 

Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 29 Kasım 1990'da Irak'ın 15 Ocak 1991'e değin Kuveyt'ten çekilmemesi halinde kuvvete başvurulmasını öngören bir karar almıştır. 

Kuveyt'in işgalinden sonra, Batı ülkelerinin gizli servisleri dezenformasyona başlayarak, BM’lerin Irak’a müdahalesi için psikolojik alt zemin oluşturma başlamışlardır. Savaşın psikolojik alt yapısının hazırlanmasında CIA ve Suudi Arabistan’ın desteklediği Hür Irak’ın Sesi radyosunun önemli desteği olmuştur. Bu dönemde Amerikalılar Kuzey Irak’ta bu radyo kanalına ayarlı on binlerce transistörlü radyo dağıtarak halkı bu yönde ajite etmiştir. 

Yayılan haberlerde; Irak’ın, Suudi Arabistan için de potansiyel bir tehdit olmaya başladığı; Irak'ın Suudi Arabistan'a da girmesi halinde, dünya petrol rezervlerinin yarıya yakınının Saddam’ın eline geçeceği ifade edilerek, dünya kamuoyu yönlendirilmeye başlanmıştır. 

Hür Radyo’dan sonra Amerika’nın Sesi Radyosu 25 Nisan 1991 tarihinden itibaren Kürtçe yayınlara başlamış, 1992 nevruzundan sonra ise yapılan yayınlarda PKK’dan terör örgütü değil de, ayrılıkçı hareket olarak bahsedil meye başlanmıştır. 

ABD, NATO’daki Avrupalı müttefiklerini olası bir saldırı ihtimali dolayısıyla Suudi Arabistan'a asker sevk etmeye yöneltmiştir. Mısır ve öteki bazı Arap ülkeleri de Irak karşıtı koalisyona katılmış ve bölgeye kuvvet göndererek Batılı güçlerin askeri yığınağa katkıda bulunmuşlardır. Ocak 1991'e gelindiğinde Saddam'a karşı oluşturulan koalisyonun bölgedeki askeri gücü 700 bine ulaşmıştır. Koalisyonda ABD 540 bin askerle bu gücün en önemli unsuru olurken, Birleşik Krallık, Fransa, Mısır, Suudi Arabistan ve Suriye gibi ülkeler daha küçük askeri güç bulundurmuşlardır. 

Irak güçlerinin Kuveyt’ten çekilmemesinin akabinde Çöl Fırtınası (İngilizce: Desert Storm) adı verilen kara harekâtının yapılması gündeme getirilmiştir. Savaş, ABD öncülüğünde 16-17 Ocak 1991günü gece yarısı geniş çaplı 
hava harekâtıyla başlamıştır. Şubat ortalarında başlayan kara harekâtı 27 Şubat'ta sonlandırılmıştır. ABD başkanı George Bush 28 Şubat'ta ateşkes ilan ettiğinde, Irak direnişi bütünüyle kırılmıştır. 

Savaş müttefik güçlerin lehine sonuçlandığından, ateşkes görüşmeleri, Körfez Savaşı'na katılan Koalisyon Kuvvetleri ve Irak askeri heyetleri arasında 3 Mart 1991 günü Kuveyt-Irak sınırının 5 km kuzeyindeki 
Safven kasabası yakınında bir Irak hava üssündeki çadırda yapılmıştır. Görüşmeleri Koalisyon Kuvvetleri komutanı ABD'li General Norman Schwarzkopf, İngiliz komutan Sir Peter De La Billiere ve Fransız General 
Michel Roquejeoffre ile Iraklı Generaller Sultan Haşim Ahmet ve Irak'ın Kuveyt işgalinde 3. Alay komutanı olan Salih Abbud Mahmut yürütmüştür. 

Savaş sonrasında Irak güçleri BM Güvenlik Konseyi'nin 686 numaralı kararı doğrultusunda Kuveyt’ten tamamen çekilmiş ve tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır. Savaşın hemen akabinde ABD güçleri Kuzey Irak’ı içine alan 36. Paralel üzerinde uçuşa yasak bölge ilan ederek, Kuzey Irak’ın fiili olarak federal yapıya kavuşmasını için planlamalar devreye sokulmuştur. 

ABD’nin bölgede yaptığı faaliyetlerin amaçlarından birinin de Irak petrol rezervlerini ele geçirmek olduğu artık herkesçe bilinmektedir. Amerikalılar bu planlamanın gerçekleşmesi için bölgede istikrarsız bir ortam meydana getirilmesinin gerektiğini gördüklerinden, Irak’ın üç ana unsurlarından Kürt, Sünni Arap ve Şii Arapların bir birleriyle mücadele etmesi ve bu güçlerin aynı zamanda Saddam rejimi ile de çatışması gerektiğini görmüşlerdir. 
Buna göre tüm etnik ve dinin unsurlar Saddam rejimi ile mücadele ederken, aynı zamanda bir birleriyle de çekişme ve çatışma yaşamalıdır. 

Amerikalılar bu çerçevede her kesimle ayrı ayrı görüşülerek, ayrılıkçı faaliyetlerin hızlandırılması için destek sunacakları ifade edilmiştir. Yine bölgede istihbarı ve askeri faaliyetlerin yanında basın yayın faaliyetlerine de hız verilerek, planlı propaganda çalışmaları da devam ettirilmiştir. Bu amaçla tanınan birçok yazar ve düşünüre makaleler yazdırılarak, yönlendirme yapılmıştır. 

Bu isimlerden Graham Fuller konu ile ilgili olarak hazırladığı raporunda, Kuzey Irak için oluşturulan Çekiç Güç’ün Kürtler için tarihlerindeki en önemli fırsatı yarattığını ve bu sayede fiili özerk bölgenin kurulduğunu, Saddam’ın iktidarda kalmasının Kuzey Irak’ta fiili Kürt devletinin kurulmasına zemin hazırlayacağını ve bunun Türkiye’ye olumsuz etkilerinin olacağını belirtmiştir. 

Fuller makalesinde ayrıca; “Körfez savaşı öncesi statükoya artık dönülemez. Türkiye en azından Kürtlere geniş bir muhtariyet veren bir çeşit sisteme geçmelidir… PKK, ahlaki olmayan bir gerilla savaşı sürdürüyor olsa bile terör örgütü değildir. PKK bugün Türkiye Kürtleri adına konuşan tek ciddi siyasi harekettir… Türkiye eğer Avrupa ekonomik topluluğuna girmek istiyorsa insan haklarını Avrupa standartlarına çıkarmak zorundadır…116” ifadelerine yer vermiştir. 

Savaş sonrasında ABD’nin Irak’ı tamamen etkisizleştirme fırsatı olmasına rağmen, bu yönde bir politika izlenmemiş, böylece Saddam’ın Kürt ve Şiilere karşı şiddet kullanmasına göz yumulmuştur. Savaşın hemen 
sonrasında Saddam güçleri Kürtlerden intikam alma adına bir çok yerde saldırılara girişmiş, ABD’nin de olaylara seyirci kalmasının akabinde 1,5 milyon kişi katliam yapacağı endişesiyle Türkiye sınırına doğru göç etmeye 
başlamıştır. 

Mevcut durum ABD tarafından fırsata dönüştürülerek bölgeye Çekiç Güç konuşlandırılmıştır. Çekiç Güç bölgede kalacağı uzun yıllar boyunca daha sonra gerçekleşecek Irak işgali için zemin hazırlamış ve Türkiye’nin 
terörle mücadelesini olumsuz etkileyecek çalışmalar organize edilmiştir. 

ABD’nin Irak’a girmesi ile ilgili hazırlıkların yapıldığı dönemde, Irak’a müdahale ile birlikte Türkiye’nin muhtemel tavrı üzerine de bir takım tahminler yapılmıştır. 

Cengiz Çandar kriz sonrasında Pentagon’da bazı çevrelerin “Türkiye’nin Musul’da 1920’den doğan bazı hakları vardır” dediğini, buna karşılı ABD Dışişleri Bakanlığının “Arap dünyasını karşımıza alamayız “ şeklinde görüş 
bildirdiğini söylemektedir117. Michael Foucher ise Irak’ın parçalanması halinde Türkiye’nin kuzeyi (Kerkük) işgal etmekten çekinmeyeceğini iddia etmiştir118. Antony Hayman ise ABD Kongresi için hazırladığı raporda, İran 
karşısında Irak ordusunun savaşı kaybetmesi halinde Türkiye’nin Irak’a girmesini Amerika’nın onayladığını ifade etmiştir. 

Türkiye’nin kendi ülke bütünlüğünü koruması açısından her zaman Irak üzerinde söz hakkı olmuştur. Bu haklar 1926 yılında imzalanan sınır anlaşması ile garanti altına alınmış olup, buna göre iki ülke, ülkelerine yönelik faaliyetlere izin vermeyeceklerdir. Türkiye ayrıca 1983 yılında kuzey Irak’a gerçekleştirdiği harekât sonrasında, Irak devletiyle 28 Kasım 1984 yılında ikinci bir güvenlik protokolü imzalamıştır. 

ABD’nin Irak’a müdahalesi sonrasında ilk ayaklanma Ranya’da 6 Mart 1991 de meydana gelmiş, akabinde ise Erbil, Süleymaniye ve Duhok Kürtlerin eline geçmiştir. 14 Martta ise Kerkük’e yönelen Kürt gruplar burada da kontrolü ele geçirmişlerdir. Kürtler savaş sonrası Irak yönetiminden bazı kentleri alsalar da sonrasında Saddam güçleri bu hareketi şiddet kullanarak bastırma yoluna gitmiştir. Irak askerlerinin bu saldırılarında çok sayıda Kürt hayatını kaybetmiştir. Bu durum bizzat Senato Dış ilişkiler başdanışmanı Peter Galbraith tarafından eleştirilerek Kürtlerin ölüme terk edildiği ifade edilmiştir119. 

Mültecilerin Türkiye sınırına gelmesinden sonra BM tarafından bu kişilerin korunması amacıyla bir takım kararlar alınmış ve birçok Avrupalı NGO bölgeye yardım getirmeye başlamıştır. Dış İşleri Bakanlığına Ekim 

1992 de sunulan rapora göre, o dönemde Kuzey Irakta faaliyet gösteren NGO’ların sayısı 47’dir120. Fakat ilerleyen zaman bu yardımların masum bir destek olmadığını göstermiştir. Bu yönlü faaliyetlerin araştırılması sonrasında bölgede görev alan 22 NGO’dan 21’nin kilise teşkilatı, birinin ise İsrail’in İstanbul Başkonsolosluğu adına faaliyet gösteren bir kurum olduğu ortaya çıkmıştır. 

TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu konu ile ilgili olarak yaptığı çalışma sonunda hazırladığı raporda; bu NGO’ların doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye’ye karşı yürütülen terörist faaliyetlerin desteklediğini 
ortaya çıkarmıştır121. 

Bu noktadan geçmişe bakıldığında ise Irak’ın Kuveyt’e girerek kendine göre bir takım kazançlar elde etme amacı olduğu, bu amaçla bir takım faaliyetler yaptığı, neticede ise kaybeden taraf olduğu muhakkaktır. Türkiye ise bu savaşta Batılı güçlerin yanında yer almış ve her türlü desteği vermiş olmasına rağmen yine kaybeden taraf olmuştur. 

Kaybeden taraf olarak Türk devleti, Kürtlerin Türkiye sınırına ve iç kesimleri ne göçüyle birlikte, sınır güvenliğinin yeniden ele alınmasını ve meydana gelen boşluğun PKK tarafından kullanılmasının önüne geçmek için bir takım tedbirler almak zorunda kalmıştır. Bu amaçla da 1991 yılında Kuzey Irak’ taki PKK kamplarına askeri operasyon yapılmış ve örgütün saldırıların önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bu askeri operasyon olumsuzlukları daha 
da derinleştirmiş, ülkemiz uluslararası camiada yalnızlaştırılmıştır. 

Batılı güçlerin desteği ile Kuzey Irak’ta meydana getirilen kısmi özerk ortamda Çekiç Gücün koruması altında, 19 Mayıs 1992 de seçimler yapılmıştır. KYB ve KDP bu seçimler sonrası bölgenin liderliğe taşınırken, 
Türkiye’ye yakınlığı ile bilinen ve Mart 1991’deki Erbil ayaklanmasını başlatan Ömer Hıdır Surçi liderliğindeki 65 aşiret seçimlerde saf dışı bırakılmıştır. Türkiye ve politikalarının dışlandığı seçim sonrasında, fiili olarak ABD ve İsrail’e bağlı federal Kürdistan kurulmuştur. 

Irak’ın Kuveyt’e saldırdığı yıllarda dönemin Başbakanı Turgut Özal Irak’ın statüsünün değişmesinin ardından meydana gelen boşluk ve artan terör hadiselerinin sonlandırılması için Kuzey Irak’a askeri bir operasyonu 
gündeme getirmiştir. Özal Ortadoğu’daki bu gelişmelerin Türkiye’nin aleyhine olacağını değerlendirerek, geçicide olsa Kuzey Irak’ta Türk askerlerinin var olması, en azından Kuzey Irak sınırında bir tampon bölge oluşturulması gerektiğini ifade etmiştir. 

Körfez krizinde aktif politika izlemek isteyen Özal, Dışişleri Bakanı Ali Bozer ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ile karşı karşıya kalmıştır. Özal'ın tutumuna tepki gösteren Dışişleri Bakanı Ali Bozer 11 Ekim 1990, Milli Savunma Bakanı Safa Giray ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay 3 Aralık 1990 görevlerinden istifaetmişlerdir. Ayrıca Özal'ın uygulamak istediği aktif siyaset muhalefet tarafından sert biçimde eleştirilmiş, böylece 
devlet olarak kullanabileceğimiz tüm hamleler iç muhalefet nedeni ile yitirilmiştir. 

Sayın Özal’ın en azından sınırın Irak tarafında tampon bölge oluşturma gayreti ise müdahaleci güçlerce olumsuz karşılanmıştır. ABD tampon alanın Irak’ta değil Türkiye’de olmasında ısrar etmiş ve Türk tezlerini görmemezlik ten gelmiştir 122. 

ABD bu kriz sırasında Ankara'dan; Türkiye’deki üslerin Irak'a yönelik hava harekâtlarında kullandırılması ve böylece Saddam'ın Kuveyt cephesindeki asker sayısını azaltması için Türkiye'nin Irak sınırına asker kaydırması konularında yardım istemiştir. Özal'ın Suudi Arabistan'da toplanan koalisyon kuvvetlerine birlik gönderme ısrarı da dönemin askeri yetkililerince kabul görmemiştir. 

Türkiye her şeye rağmen 180,000 kadar askeri Irak sınırına kaydırarak, Irak'ın kuzeyde 8 tümen tutmasını sağlamış ve kara savaşında koalisyon güçleri üzerindeki yükü hafifletmiştir. 

Türkiye 8 Ağustos 1990'da, BM'nin Irak'a ambargo kararlarına uyarak, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmıştır. Körfez Savaşı'na fiili olarak katılmayan Türkiye, Ambargoya katılmak zorunda kalmış ve İncirlik 
Hava Üssü'ndeki Amerikan uçaklarının kullanılmasına müsaade etmiştir. 

Daha sonra gelişen olaylar ise Özal haklılığını ortaya çıkarırken, artık yapacak bir şeyin kalmaması da siyasetteki derin güçlerin varlığını ortaya koymuştur. Irak’ın işgalinde Türkiye maddi ve askeri olarak büyük kayıplar yaşarken, Türkiye’nin pasif siyaseti sonrasında İsrail işgalin en karlı çıkan tarafı olmuştur. 

Yaşanan direnç nedeniyle Özal'ın Musul ve Kerkük'le federasyona gidilmesi, bölgedeki Arap ülkeleriyle geliştirilecek ekonomik ve ticari ilişkiler ile bu ülkelerin potansiyel pazar olarak kullanılası planları ne yazık ki neticelenmemiştir. 

Bu başarısızlıkta dönemin askeri komuta kademesinin direnç göstererek, hükümetin karalarını uygulamaması daha sonra yaşanacak tüm olumsuzlukların da nedeni olmuştur. 

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 5

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 5

PKK Üst Düzey Yöneticilerinin Duesseldorf yargılanmaları 

Bir önceki bölümde de ifade edildiği gibi 1983 yılında başlayan PKK infazları 1986 yılına kadar hızla devam ettiğinden dolayı dönemin Başsavcısı Kurt Rebmann Ekim ayında Türkiye’den üst düzey yetkililer ile bir araya gelerek, “Uluslararası Terörizme karşı işbirliğini” yapmak istediğini belirmiştir. 

Aynı yıl Celle kentindeki bir evde arama yapmak isteyen Alman polisine PKK örgüt mensubu Derviş Savgat tarafından ateş açılmış ve çıkan çatışmada Şavgat ölü olarak ele geçirilmiştir. Örgütün gerek Türkiye’den göç eden halka gerekse de Alman kamu düzenine yönelik eylemlerinin tırmandığı bu zamanda Duran Kalkan Avrupa’ya gönderilerek şiddeti daha da tırmandır ması istenmiştir. Şiddetin artarak herkesi kapsamaya başlamasıyla birlikte meydana gelen ve liderliğini Hüseyin Yıldırım yaptığı muhalefet sonrasında infazlar daha da artmıştır. 

Gerek halktan gelen baskılar gerekse de Türk Devletinin terör örgütünün faaliyetlerinin yasaklanması konusundaki girişimleri etkili olmuş, Federal Savcılıkça 22 Ocak 1988’de PKK yöneticisi oldukları iddia edilen ve 
aralarında Abbas Kod Duran Kalkan, Selim Hoca Kod Selahattin Çelik, Fuat Kod Ali Haydar Kaytan, Gözlüklü Cafer Kod Ali Çetiner, Zehra Kod Meral Kıdır, adı Palme Cinayetine karışan Oktay Kod Hasan Hayri Güler ve Hüseyin Çelebinin de aralarında bulunduğu 20 örgüt mensubu na tutuklama kararı çıkartılmıştır. 

Bu kişiler ilgili dava 24 Ekim’de Duesseldorf Davası başlamıştır. Konu ile ilgili açıklama yapan Federal Başsavcı Kay Nehm PKK’yi “İç güvenliği ihlal etmekle” suçlayarak, yargılamanın Terörle Mücadele kanunun 129/a maddesi kapsamında yapılmasını talep etmiştir. 

Mahkeme, yürütülen dava kapsamında Öcalan’ın iadesini istemiyle üç defa Şam makamlarına başvuruda bulunmuştur. Mahkemenin isteği karşısında Alman Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher, Hafız Esat yönetimi ile bu konuda görüşmeler yapsa da görüşmelerin prosedürden ileri gitmediği, Alman Hükümetinin mahkemenin aksine PKK’ya karşı mücadelede ciddi olamadığı ortaya çıkmıştır. 

Daha sonra ki gelişmeler de Duesseldorf davasının Alman hükümetinin kamuoyunu oyalamaya yönelik bir girişimi olduğunu göstermiştir. 1983 yılından sonra Almanya merkezli gelişen silahlı PKK faaliyetleri, Olaf 
Palme’nin öldürülmesi, infazlar v.b. olaylar Avrupa kamuoyunda ciddi itirazların oryaya çıkmasına neden olmuştur. Alman Hükümeti bu operasyonla hem destek verdiği ve yaşam olanakları sunduğu PKK örgütüne uyarıda bulunmuş olacak hem de Avrupalı diğer devletlerin itirazlarına karşı bir şeyler yaptığını gösterecektir. Dönemin hükümeti bu olayda mahkemeyi de kendi siyasal planlarına alet ederek, PKK’ya ayar vermiş, Avrupa halkının tepkilerini de dindirmiştir. 

Düsseldorf davasının en önemi tutuklusu Duran Kalkan’dır. Kalkan, Öcalan tarafından Avrupa’ya gönderildikten sonra Fransa’ya geçmiş ve Aralık 1987’de Fransa’dan “siyasi mülteci” statüsü almıştır. 7 Nisan 1988 tarihinde ise “terör örgütü üyesi” olduğu gerekçesiyle Fransa’nın Almanya sınırında Alman polisi tarafından rutin bir kontrol sırasında yakalanmıştır. Tutuklandıktan sonra, Alman Federal Mahkemesi (Bundesgerichtshof), 8 Nisan 1988 tarihinde Kalkan’ın “geçici tutukluluğunda” karar kılmış, bu karar üzerine Kalkan 7 Mart 1994 tarihine kadar Almanya’da tutuklu kalmıştır. Kalkan Almanya’da tutuklandığında Selahattin Erdem kimliğini kullanmış ve tutuklu kaldığı 5 yıl 11 ay bu adla işlem görmüştür. 

Duran kalkan yakalandığı 1988 yıllarda örgütün en önemli isimlerinden olup, Almanya’daki tüm kitle ve istihbarat kurumunca da tanınmaktadır. Kalkanın, Alman mahkemelerinde gerçek adı yerine sahte kimliği ile 
yargılanmış olması da Alman Polisinin işlemlerinde gayr-ı ciddi olduğunu göstermiştir. 

Duran kalkan ve Ali Haydar Kaytanın tutuklu bulundukları dönemde örgütün diğer bir önemli ismi Ali Çetiner itiraflarda bulunarak, gerek örgüt gerekse de gözaltında bulunanlar hakkında detaylı bilgi vererek, 
örgütün tüm infazlarını sıralamıştır. 

Mahkeme sürecinde örgüte önemli bir destek Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat’ın Kardeşi Cemil Esattan gelmiştir. Esat, Ekim 1989’da Duesseldorf’taki mahkemeyi izledikten sonra yaptığı açıklamada; “Suriye, özgürlük 
için mücadele eden Ortadoğu’daki tüm milletlerin destekleyicisidir. Hafız Esat ve bende bu konuda her türlü desteği sunacağız…” ifadelerini kullanmıştır. 

Cemil Esat’ın bu açıklamaları yaptığı dönemde ve halen günümüzde Suriye’deki Kürtler vatandaş olarak kabul edilmediklerinden nüfus cüzdanları alamamaktadırlar. Mal edinme ve bürokraside ilerlemeleri 
imkansızdır. 
Kürtler için savaştığını söyleyen terör örgütü ise kurulduğundan beri Suriye’ye tek kurşun atmamış ve orada eylem yapmamıştır. Halen Suriyeli birçok örgüt mensubu Ülkemize karşı savaşırken, Kürtleri insan olarak kabul etmeyen Nusayri kökenli Şam yönetimine karşı ise savaşmayı akıllarına getirmemişlerdir. 

Konuya dönecek olursak Duesseldorf Yüksek Mahkemesi, 7 Mart 1994 tarihinde yayınladığı 900 sayfalık bir kararda, Alman Ceza Yasasının 129’uncu maddesi gereği Kalkan’ı 6 yıl hapis cezasına çarptırıldığını 
açıklamıştır. Alman hapishanelerinde toplam 5 yıl 11 ay “geçici tutukluluk” süresi bulunan Kalkan, Duesseldorf Mahkemesi kararının ardından, tutukluluk süresinin dolması sebep gösterilerek serbest bırakılmıştır. 

 Duran Kalkan, Almanya’da “uzun sure tutuklu tutulduğu” ve “avukatıyla yazışmaları sistematik olarak okunduğu” gerekçesiyle 29 Temmuz 1997 tarihinde, Bremen Barosundaki avukatı Hans-Eberhard Schultz aracılığıyla AİHM’de Almanya’dan şikayetçi olarak, tazminat talebinde bulunmuştur. 

 Alman hükümeti, AİHM’ye sunduğu savunmada, Kalkan’ın uzun sure tutuklu tutulması ve yazışmalarının okunmasına gerekçe olarak, “ulusal güvenlik, kamu düzeni ve emniyetini” göstermiş ve savunmasını bunun 
üzerine bina etmiştir. Fakat aynı Alman Yetkililer Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunan kişiler için ceza evinde kalma süresini çok bulduklarını ifade ederek, baskıda bulunmaya çalışmışlar dır92. 

Alman devletinin PKK’ya operasyon yaptığı bu dönemde örgüt içerisinde muhalefet tamamen gün yüzüne çıkmış ve Avrupa’da ayrışma iyice belirginleşmiştir. Alman hükümeti PKK’ya yönelik baskı yaptığını ifade etse de yaşananlar durumun farklı olduğunu göstermiştir. 

Tutuklanan kadroların yerine hemen yeni kadrolar gönderilmiş, infazlar kaldığı yerden devam etmiştir. Almanya merkezli hareket eden PKK Müdahale Grubu, Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa’da terör 
estirmeye devam etmiştir. Bu saldırılar sonucunda gerek muhalif grup gerekse de diğer örgütler sinmek zorunda kalarak, sadece can güvenliklerini sağlama gayretine girmişlerdir. 

1988 Sonrası Avrupa Faaliyetleri ve Yunanistan 

Örgütün infazlara girişip terör örgütleri içerisinde tek başına liderliği alması ve eylemleri tırmandırması, Yunanlıları daha da heyecanlandırmış ve PKK ile daha çok işbirliği kararı almışlardır. 

Yunanlılar, PKK ile irtibatı sağlayacak ve hükümetin sorumluluğunu azaltacak bir yöntem olarak 1988 tarihinde “Halkların Hakları ve Kurtuluşu İçin Yunan Birliği Derneği” adı altında bir dernek oluşturmuş, dernek ERNK 
ile ortak basın açıklaması yaparak işbirliği kararını kamuoyuna duyurmuş tur. Toplantıya PASOK-MK üyesi Karamanlis de katılarak örgüte her türlü desteği sunacağını, bu mücadelenin başarılı olması için elinden geleni ortaya koyacağını ifade etmiştir93. 

Halkların Hakları ve Kurtuluşu İçin Yunan Birliği Derneği yöneticileri 17-19 Ekim 1988 tarihinde Lübnan’ın Beka vadisindeki Örgüte ait kampa giderek, Öcalan ile görüşmüşlerdir. Bu görüşmeye dernek yöneticilerinden Ağapios Ganrilidis ve Teodoros Sosanoguv’un yanı sıra Pasok-MKÜyesi Kostas Aslanis, Pasok-MK Üyesi İlias Evangelidis, Haralampos Stamayopulos ile Etnos Gazetesinden Kosta Delezos, Anti Dergisinden Andreas Bistislanti, Emekli General Dimitris Matafias ve Emekli Amiral Antonis Naksakis katılarak örgüte her türlü yardım sözünde bulunmuşlardır94. 

1989 yılına gelindiğinde ise her şeye rağmen örgütün Avrupa’da çalışan veya iltica statüsünde olan 10 bin kadar sempatizan yakaladığı, bunun yanı sıra yapılan eylemlere isteyerek veya zorla katılan çok sayıda kişiye 
ulaştığı gözlenmiştir. Avrupa alanı bu zamanda neredeyse tek başına örgütün elaman ihtiyacının yarısını karşılayacak duruma gelmiştir. Türkiye’nin ise Avrupa’daki PKK’nın faaliyetlerinin yasaklanması yönünde bir çabası olmadığı, çözüm üretici bir politika yürütemediği ve Avrupa’daki yurttaşlarımızı organize ederek lobi faaliyetlerinde kullanamadığını görüyoruz. 

Örgüt, elaman temini ve maddi gelir elde etmenin dışında en önemli atağını bu zamanda diplomasi alanında gerçekleştirmiştir. Özellikle yazarlar, kitle kuruluşlarının temsilcileri ve öğretim görevlileriyle iyi ilişkiler geliştirilmiş ve bunları Türkiye’ye karşı baskı aracı olarak kullanmayı başarmıştır. 

Yunanistan’ın da yönlendirmesiyle şekillenen ve örgütle diyalog halinde olan bazı Avrupalı kişiler bu zamandan sonra zaman zaman ülkemize gelmeye 
başlamış, PKK politikaları çerçevesinde devlet yetkililerine baskı yapmaya başlamışlardır. 

Örgütün Eski Merkez Komite Üyelerinden Baki Karer Yunanistan için; “…İran ve Saddam intihar eylemlerinin daha çok askeri hedeflere yönlendirilmesini isterken, Yunanistan sanayi tesislerin, turistik bölgelerin ve ormanların hedef alınmasını istemişti. Avrupa’nın birkaç ülkesi de lojistik desteklerini, tamamen büyük kentlerde intihar saldırılarının yapılması şartına bağlıyordu. Militanların ve hazırlanmış bombaların Almanya ve Hollanda üzerinden İstanbul’a sevk edilmesinin birçoklarında yarattığı şaşkınlık hâlâ hafızalarda dır. Suriye ise sürekli kargaşadan yanaydı. Silahlı eylemlerin  aralıksız, hedef gözetilmeksizin rastgele yapılmasını dayatıyordu. Öcalan bu kadar karmaşık ilişkiler içinde kaybolmuş, inisiyatif ve taktik geliştiremez hale gelmişti…95” ifadelerini kullanırken, bu ülkenin bölücü terör faaliyetlerine verdiği desteği ortaya koymuştur. 

Avrupalı Devletlerin PKK ile ilişkileri ve Paris Kürt konferansı 

Avrupalı devletlerin Kürtçülük çalışmalarına verdiği destek sadece PKK ile sınırlı kalmamış aynı zamanda KDP, KYB, PSK, KÖİP gibi örgütlerinde Avrupa’da üstlenmelerine ve faaliyet yürütmelerine izin 
vermişlerdir. Bu destekçilerin başını ise Fransa çekmiştir. 

Fransız ihtilalinin 200. kuruluş yıldönümü münasebeti ile 1989 yılında, o dönem Fransa Cumhurbaşkanı olan François Miterand’ın karısı ve aynı zamanda Hak ve Özgürlükler Vakfı Başkanı olan Danielle Miterand tarafından bir toplantı düzenlenmiş, toplantıda Paris Kürt Enstitüsü etkin rol almıştır. Dönemin SHP milletvekili Ahmet Türk, Mahmut Alınak, İsmail Hakkı Önal, Adnan Ekmen, Mehmet Ali Eren, Kenan Sönmez ve 
Salih Sümer’de etkinliklere katılan isimler olmuştur96. 

Konferans sırasında PKK’ya bir destekte İran’da Kürtçülük faaliyeti gösterirken yakalanan ve idam edilen Kasımlu’nun karısı Elana Kasımlu’dan gelmiştir. Kasımlu PKK’ın Türkiye’ye karşı yürüttüğü faaliyetleri 
desteklediğini ifade etmiştir. 

Paris konferansına İngiltere’den Parlamento İnsan Hakları Başkanı Lord Avebury katılmıştır. Avebury yaptığı konuşmasında, Kürtlere kültürel hakların değil, self determinasyon hakkının verilmesinden yana olduğunu 
belirterek, Baltık ülkeleri, Tibet ve Filistin örneklerinin Kürtler içinde uygulanmasını istemiştir. İngiliz heyeti ayrıca, ABD’lilere ve Fransızlara da çağrıda bulunarak, Serv anlaşmasının yeniden hayata geçirilmesi için çaba 
göstermelerini istemiştir.97 

Öte yandan, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik için başvurmasının da kendilerine sunulan bir koz olduğunu savunan Avebury, Kürt sorununun, BM’ye götürülmesini önermiştir. 

Fransa Devleti, sözde Kürt sorununda inisiyatif elde etmek amacıyla tertiplediği bu toplantıda, tarafları yanına çekmeye çalışmıştır. PKK bu toplantının diğer Kürtçü örgütleri de güçlendirme amacını taşıdığını 
ileri sürerek, kendisine alternatif bir gücün meydana gelmemesi için toplantıyı kısmen sabote etmiştir. 

Konferansta, “Kürtlere Kültürel Özerklik”in sağlanması yönünde ortaya çıkan irade, PKK tarafından yetersiz bulunarak, bunun İngiltere, ABD ve Fransa’nın bölgedeki emperyalist isteklerinin ortaya çıkarılması amacıyla yeni bir Kürt siyasal süreci oluşturması olarak değerlendirilmiş ve tam bağımsızlık dışındaki fikirlerin yalancı dayatmalar olduğu ifade etmiştir98. 

Fakat Öcalan yakalandıktan sonra, o dönem ortaya koyduğu bu fikirlerinin tam aksi olarak devlet fikrine karşı olduğunu ve Demokratik Cumhuriyet anlayışı içinde kültürel bir özerkliğin, Kürt sorunu için en iyi çözüm olduğunu belirtmiştir. 

Fransa’nın Kürt kartına oynama isteği o güne mahsus bir hadise değildir. Tarihi seyir içerisinde daha önceleri de bazı çabaları olmuş 1970’li yıllardan sonra faaliyetlerini daha da hızlandırmıştır. Bu doğrultu da Kürt Enstitüsü ilk defa 1975 yılında Kürdistan Fransa Derneği adı altında faaliyetlerine başlamış, 1981 yılında Miterand’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle ülkede Kürtçülük faaliyetleri artmış ve 1983 yılında da ilk Kürt Enstitüsü kurulmuş tur. Derneğin Başkanlığını Kendal Nezan yapmakta olup, Öcalan’la aralarında fikir ayrılıkları olduğu bilinen bir kişidir. Enstitü, yeni dönem Kürtçülük faaliyetlerinin Avrupa’da ki çıkış noktasını oluşturmuş tur 99. 

Kendal, Paris Kürt konferansında yaptığı konuşmada Kürtlerin Medlerden geldiği tezi üzerinde uzun uzun durmuş, konferansın amacını Kürt sorunun enternasyonalize edilmesi olarak ifade etmiş ve maddi ve manevi 
katkılarından dolayı AET ülkelerine şükranlarını ifade etmiştir100. 

Kendal devamında PKK’yı kısmen destekler açıklamalardan sonra, PKK’nın Türkiye’yi askeri olarak yenmesinin imkansız olduğunu ama bu mücadele ile federasyon biçimindeki bir yönetimin ve kültürel hakların elde edilmesinin büyük bir başarı olacağını belirtmiştir 101. 

 Fransa’da dernekler ve vakıflar ancak polisinin izniyle açılabildiğinden, kurum ilk dönemden itibaren Fransa istihbaratının kontrolünde oluşturulmuş bir yapı olarak karşımıza çıkmıştır. Yine Kürt Enstitüsünün kurulmasında eski sanatçılardan Yılmaz Güney ve Siyasal Kürtçü şahsiyetlerden Cigerxvin olarak bilinen Şehmus Hasan adlı sanatçının da katkısı unutulmamalı dır 102. 

Fransa’nın bölücü faaliyetlere desteğinde, dönemin Devlet bakanı Bernard Koucher ile yukarıda ifade ettiğimiz şekliyle Danielle Mitterrand’ın etki vardır. 1989 yılında yapılan Paris Kürt konferansının sonuç metninde, 
Kürt meselesinin BM’ye taşınma kararında Fransızların isteği etkili olmuştur. 

Paris Kürt konferansında Türkiye aleyhine ilginç kararlar çıkarılmış ve Kürt siyasetinin Avrupa ülkelerinin politikaları doğrultusunda oluşması çalışmaları yapılmıştır. Buna göre; BM ve diğer uluslararası kuruluşlarda gözlemci statüsü verilecek bir Kürt örgütünün kurulması, BM genel kurulunun Kürt özel gündemiyle toplanması, BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin Kuzey Iraktan kaçan mültecilerle ilgilenmesi, Temmuz 1990 tarihinde Stockholm’de bir Kürt konferansının yapılması kararları alınmıştır103. Kürt oturumu adı altında bir oturumun BM e taşınmasında özellikle Fransızların önemli etkileri olmuş ve kararın yer aldığı sonuç metnini Fransızlar dikte etmiştir. 

 Konferansta öne çıkan diğer bir husus ise Serv anlaşması olmuştur. Hyman’a göre, Serv anlaşması, Bağımsız Kürdistan Devleti iddiasının temelini oluşturmaktadır. Buna göre, Kürt milliyetçiliği Serv anlaşmasını temel almalıdır. 

 Bu dönemde Fransa’nın Kürt politikasında, Fransız Özgürlükler Vakfı doğrudan rol almaktadır. Vakfın başkanını da yürüten Danielle Mitternd, 23 Ekim 1989 tarihinde ABD Kongresinde yaptığı bir konuşmasında104, 1988 
Halepçe katliamından kaçanların, Türkiye’deki kamplarda çok kötü durumda olduklarını, bunda Türkiye’nin de sorumluluğu olduğu ve bunlara yardım edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Fakat Bayan Mitterrand Irak devletinin 
İngilizlerce kurulması ve bu şekliyle dizayn edilmesinde Fransız desteğini ve Halepçe katliamı öncesi ve sonrasında eşi Mitterand’ın Irak hükümetine silah sattığını unutmuştur. 

ABD’deki bu konferansta konuşan zehirli maddeler uzmanı Aubin Heyndricks’in, Angola’daki terör olaylarında kimyasal gazlardan zehirlenen Angolaların ABD ve Avrupa’ya girişlerinin yasak olduğunu ve birçok kişinin tedavi edilmediğinden hayatını kaybettiğini ifade etmesi ise kulak ardı edilmiştir105. Dolayısıyla Angola’daki sivillere sessiz kalan Batı ülkelerinin Türkiye’nin Iraklı Kürtlere sunduğu her türlü desteğine rağmen eleştirilmesi ni anlamak zor görünüyor. 

Halepçe katliamının olduğu dönem içerisinde, bu olaydan etkilendikleri iddia edilen 300 kadar Kuzey Iraklı Kürt Fransa’ya götürülmüşse de, bunlardan 100 kadarı dana sonra ülkeye intibak edemedikleri bahanesiyle Eylül 1990 tarihinde Fransız devleti tarafından yeniden ülkelerine gönderilmişler dir. Bu kişiler daha sonra Saddam hükümetinin baskılarına maruz kalmış ve bir kısmı çeşitli cezalar almış tır 106. 

Paris Kürt konferansı döneminde bozulan Fransa ve PKK ilişkilerin, daha sonra normale döndüğünü görüyoruz. Fransa’nın bu çalışmaları siyasal Kürtçülüğün taban bulmasında ateşleyici bir unsur olmuş ve bu konuda 
çalışmalar yapmak için diğer Avrupa devletlerini de teşvik etmiştir. 

Bu hadiselerin yaşandığı zamanda İsveç Dışişleri Bakanı “Kürtler kültürünüze sarılın, çalışmalarınızı her yerde sürdürün” şeklinde bir açıklamada bulunarak ilgili kesimleri cesaretlendirmiştir. Bundan sonra birçok Avrupa ülkesinde Kürt dili ve kültürü ile ilgili dernek ve kurumların arka arkaya açıldığı görülmüştür. 

Öcalan’ın Batılı ülkelerle daha yakın ilişki kurmasında Sosyalistlerin inanç merkezi olan S.S.C.B’nin 1989 yılında yıkılışı etkili olmuştur. Bu durum PKK ve onun lideri üzerinde şok etkisi yapmıştır. PKK terör örgütünün çıkış noktası olan, Marksist-Leninist-Sosyalist eğilimlerin tarihe karıştığının görülmesi önemli bir moral bozukluğuna neden olmuştur. Öcalan bu yıkılışı kendisine yedirememiş ve Sosyalizmi yeniden canlandıracağını iddia ederek 
Bilimsel Sosyalizm adı altında Devrimci Enteryonalizm gibi bir inancı oluşturma konusunda nafile gayret etmiştir. 

Rusya ülke olarak PKK’ya önemli destek sunmakla birlikte PKK-Ermeni ilişkilerinin de daima canlı kalmasında etken olmuştur. 
Paris Kürt konferansına S.S.C.B.’ni temsilen katılan Sovyetler Birliği Akademisi Doğu   Bilimleri Enstitüsü Kürtçe Bölümü Bakanı Prof. Lazarev, ülkesinin tutumunu açıkça ortaya koyarak; “…Paris’ten bakıldığında Serv umut, Lozan yenilgi, Paris ise yeni bir umuttur” demiştir 107. Sovyetler/Ruslar Saint Petersburg Akademisi üzerinden Kürtçülüğün dünyadaki esas temellerini atmış ve yıllarca da destekçisi olmuşlardır. 

1990 yılının Temmuz ayında Moskova’da düzenlenen bir toplantıda Rusya’nın PKK verdiği desteğin devam edileceği belirilmiştir108. Yine Irak’ın Kuvvey’ti işgalinin sonlarına doğru, Eylül 1990 tarihinde Moskova’da, “Sovyet Kürtleri ve Bugünleri” konulu bir konferans düzenlenmiş, konferansa PKK temsilcileri ve diğer Kürt gruplar iştigal etmişlerdir. Konferans sonunda ise Kürtlerin durumların düzeltilmesi ve desteklenmesi 
kararı alınmıştır109. 

Bu zamanda örgütün sıkı bir işbirliği içerisinde olduğu diğer bir ülke ise Ermenistan’dır. Ekim 1990 tarihinde Almanya’da yapılan PKK’nın kuruluş kutlamalarına Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komite üyeleri de katılmıştır. 

 Kürtçülük faaliyetleri denince Almanya’yı her dönem anmak gerekmektedir. Mülheim Protestan Akademisi tarafından 15-17 ocak 1988’de düzenlenen, “Federal Almanya’da Kürtler” konulu üç günlük sempozyumda, Türkiye’nin Güneydoğusunda ayrı bir Kürt devletinin kurulması görüşülmüştür. Bu konferansa katılan Federal Almanya Çalışma Bakanlığı Temsilcisi A. Öffner, Almanya’ya gelen birinci neslin kendini Türk olarak ifade ettiğini, ancak sonradan gelen siyasi mültecilerin sayesinde Kürtlük bilincinin yaygınlaştırıldığını belirtmiştir. 

Kürtlerin terörize edilerek Türkiye’nin zayıflatılması konusunu kendine politika edinen Almanlar bu amaç için üniversiteleri de kullanarak, PKK ve diğer etnik Kürtçü gruplara üye kişilerin akademik kariyer yapması 
konusunda destek sunmuştur. Bu amaçla 1991 Bochum Universitesinde yapılan Yesiller Miletvekili Angelika Beer ve PKK’nın Avrupa sorumlularından Hüseyin Çelebinin katıldığı toplantı tam anlamıyla Türkiye karşıtı bir 
çalışmaya dönmüştür. 

Hüseyin çelebi adlı militan Köln’de bulunan Kürdistan Zentrum adındaki kurumda aktif olarak çalıştığı 25 Şubat 1988 yılında Almanya tarafından PKK yöneticisi olmak suçlamasıyla yakalanmış, iki yıl boyunca Wuppertal ’da kaldığı yerde örgütün gençlik faaliyetlerinin organizecisi olmuştur. Tutuklu olduğu bir zamanda tüm eylemleri organize etmesi ise Almanların tutuklamalardaki samimiyetsizliğini ortaya koymuştur. 

Öcalan, Ağustos 1991 tarihinde yaptığı bir konuşmada Almanya’nın kendine göre bir Kürt milliyetçiliği oluşturmaya başladığını, PKK’yı da bu açıdan eline geçirmeyi hedeflediğini belirtmiştir. 1990’lı yıllar Almanların PKK faaliyetleri ne fazlasıyla tolerans gösterilen bir dönem olmuştur. Bu dönemle ilgili Yılmaz Kod Yusuf K.; “Ben Almanya'ya geçip yerleştikten sonra Alman makamlarına müracaat ederek siyasi iltica talebinde bulundum. İltica talebimde gerekçe olarak Türkiye'de Kürt soylu olan insanlara baskı ve işkence yapıldığını Kürtlerin özgür yaşam süremediği gibi hususları gerekçe gösterdim ve Alman makamları bana (6) ay ikamet izni verdiler bu her altı ayda bir oturma iznim yenileniyordu. Bu süre içerisinde çeşitli yerlerde işçi olarak çalışmaktaydım. 

1991 yılı başlarında PKK örgütüne sempati duymaya başladım. Berlin'de bulunan çeşitli Kürt Derneklerine gidip gelmeye başladım. Bu derneklerde PKK örgütüne sempati duyan Kürtler ile tanıştım. Ve bu süreç sonunda da örgüt mensupları ile ilişkilerim yoğunlaştı. 

PKK örgütü içerisindeki ilk eylemim 1991 yılında Türkiye'de bulunan Cezaevlerindeki PKK'lıların yapmış oldukları açlık grevlerine destek vermek amacıyla Berlin'de bulunan Kürt Derneğinde (18) gün açlık grevine gittim. Açlık grevine kalabalık bir grup olarak gittik. Bu dönemde Almanya'da PKK örgütünün faaliyetleri yasal olduğu için Alman makamlarından herhangi bir müdahale olmadı… 

Benim daha önceki yurtsever konumumu bildikleri için herhangi bir aksama olmadan örgütsel anlamda beni örgüte içerisine aldılar ve Almanya'nın Dortmund kentinde (10) gün süreli olarak örgüte ait bir evde (40) kişilik bir grupla siyasi eğitim aldım. Eğitim sonrası buradan ayrılarak Hollanda'da bulunan Rotterdam olduğunu tahmin ettiğim kentte PKK örgütüne ait bir evde yine üç ay süreli kapsamlı olarak siyasi eğitim aldım. 
… 

Hollanda’daki siyasi eğitimi bizlere bu şahıslar verdi. Eğitim sonrası Almanya'ya geri dönerek Berlin'de ERNK örgütlenmesinin alt Komitelerinde sorumlu düzeyde faaliyet göstermeye başladım. Görev alanım Spandau bölgesi idi. Bu semtte bulunan Kürt soylu insanlara PKK örgütünün propagandasını, örgüte ait yayınların dağıtımını, halktan örgüt için 
aidatların toplanması gibi faaliyetlerde bulunmaktaydım. Bana bağlı alt birimlerin topladığı aidatları yani paraları benim bağlı olduğum bir üst birim olan ERNK Berlin Maliye sorumlusu olan Hayrı Kod adlı örgüt mensubuna teslim ediyordum. Her sene kadro yapımız değiştirildiği için 1998 yılında Hamburg iline bağlı Kîelh bölgesinde aynı faaliyetlerimi devam ettirdim…” şeklindeki beyanları, bu ülkeye giden her Kürt kökenli vatandaşımızın bir şekilde örgüte yönlendirildiğini göstermektedir. 

Bu yıllar uluslararası camiada Kürt kartının daima ele alındığı ve şekillenderilmeye çalışıldığı bir zaman dilimi olmuştur. Paris Kürt Konferansında konuşma yapan ABD Dış İlişkiler Komusyonu Başkanı Senatör Clairborna Pell, ABD’nin Irak yönetimine karşı yaptırımları ön gören bir kanun çıkardığını ve Kürt sorununun BM insan hakları komisyonu gündemine gelmesi gerektiğini önermiştir. 

Konferansa bir mesajla katılıp desteklerini ifade eden Senetor Edward M. Kennedy, 23 Ekim 1989 tarihinde ABD Kongresinde yaptığı konuşmasında ise, Kürt meselesiyle ilgili BM Genel Kurulunda bir görüşme düzenlenmesi gerektiği önerisinde bulunmuştur. Konferansın ardından Kasım 1989 tarihinde ise Newyork Times’da William Safire, Filistinliler gibi Kürtlerinde kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olduğunu belirterek, Başkan Bush’u, Kürt soruna daha yakın ilgi göstermeye davet etmiştir110. 

 Ekim 1990 tarihinde CİA tarafından Bush yönetimine iletilen bir raporda, Şii ve Kürtlerin Irak yönetimine karşı ayaklanacağı ve daha sonrasında büyük bir mülteci krizinin ortaya çıkacağı belirtilerek bu plan doğrultusunda çalışma yapılmasının uygun olacağı ifade edilmiştir. 

 Genel olarak gerek ABD ve gerekse de Avrupalı ülkelerin bu politikalarında kendi siyasi çıkarları çerçeveside hareket ettiği, bu nedenle Kürt konusunu gündemleştirdiği ve samimiyetten uzak olduğu bilinmektedir. Bu durum Olivier Roy tarafından itiraf edilmiştir. Roy 1991 Nisanında Liberation’da yayınlanan makalesinde, Batının Saddam Hüseyini devirme adı altında bölgedeki diğer unsurlara gerçekçi olmayan umutlar aşıladığını, bunun altında ise aslında insancıl unsurlar yerine, politik çıkar yaklaşımlarının yattığını, bu amaçlada medyanın kullanılarak siyasi sonuçlar elde edildiğini, bu günde aynı senaryonun Kürtlere uygulandığını, yapılan yardımların adının dahi insani yardım değilde Kürtlere yardım olarak ifade edilmesininde gerçekte bölme ve yönetmeye dayalı koloniyalist politikaların göstergesi olduğunu belirtmiştir. 

Bu hususun ne denli doğru olduğu Paris Konferansında ele alınan konuların incelenmesinde daha net ortaya çıkmaktadır. Konferansta demokrasi eksenli çalışmalar yürütüldüğü ifade edilse de bunun doğru olmadığı, sadece Kürt meselesi ve Kürt kartını ele geçirme konusnun ele alındığı, Irakta yaşayan diger haklara yönelik bir açılımın olmadığı, Irak’taki Şiilerin, Türkmenlerin ve diğer halkların durumlarının ise demokrasi başlığı altına dahi sokulmadığı görülmektedir. 

21 Kasım 1990 tarihinde kabul edilen Paris Deklerasyonunda “güvenliğin bölünmezliğinin ve ülkelerinin her birinin güvenliğinin, AGİK’e katılan tüm devletlerin güvenliğine bağlı olduğu” ifadesine yer verilmiş ve terörist tüm 
eylem ve metodlar kınanmış olsa da, imzacı ülkelerin buna çokta sadık kalmadıkları PKK örneğinde görülmüştür. 

Terörün ortak sorun olarak konuşulduğu bu zamanda örgüte haraç vermeyen gurbetçiler ve PKK’dan kaçan muhaliflir Avrupa şehirlerinin orta yerinde silahlı saldırıya uğraya bilmekte ve cezalandırılmaktadır. Bu 
zamanda PKK tarafından köyler basılarak 13-14 yaşlarında çocuklar kaçırılmakta, yapılan bombalı eylemler neticeisnde yüzlerce masum sivil hayatını kaybetmektedir. 

PKK Eski Avrupa Sorumlularından Salih Aras tamda bu dönem ile ilgili bir yazısında; “13 Haziran Den Hang’ta Yılmaz ve arkadaşlarına saldırı oluyor restorantta otururken, 27 adet boş kovan bulunuyor, mermilerden biri 
Yılmaz’ın çenesine isabet ediyor. Bir kurşunda yanındakinin bacağına isabet ediyor. Eylemden sonra PKK’lılar olayı Abdullah Öcalan’a bildirmiş ve öldüğünü ifade dince, Bekaa’da bu konuda silah atışlarıyla kutlama yapılmıştır. Hollanda polisi olayı 2 gün gizliyor. Öcalan infazlara sevinirken daha sonra gelen yaralanma haberiyle oldukça üzülüyor… Sakine Kadah ve İdris (Asım Güzel) sorunu üzerinedir. Muhalefetimizle birlikte Avrupa'daki iyi tanıdıkları arkadaşları, Önderlerinin emriyle onları canice yöntemlerle Paris'te katlettiler.” İfadelerini kullanarak, Avrupalı devletlerin Avrupa’nın orta yerindeki PKK eylemlerine nasıl duyarsız kaldığını ortaya koymaktadır 111. 

1989-1990 Arasında Kırsal Faaliyetleri ve Avrupa Faaliyetlerine Etkisi 

 1989 yılına gelindiğinde kongre kararları neticesinde bir takım gelişmeler olmuş, 3 yıl içerisinde 20’si yönetici olmak üzere 200’e yakın kadro ajan suçlamasıyla infaz edilmiştir. Öcalan, kişiliği nedeniyle sürekli bir kuşku dünyasında yaşadığından, kendisine yönelebilecek muhalefeti öğrenebilmek amacıyla TEV-SAL adında istihbarat yapısı kurarak, bilgi alma faaliyetleri yapacak bir grup meydana getirmiş, genelde de bu yapıyı örgüt içi infazlarda kullanmıştır. 

PKK’nın Ortadoğu’daki gelişiminde İran etkisi de önemli bir faktördür. Türkiye’nin 1983 yılında Irak’a yönelik sınır ötesi hareketi sonrası Irak’ın kuzeyinde etkin olması İran devletini endişelendirmiş ve neticesinde 
PKK ile diyalog kurarak, örgütü Türkiye’ye karşı kullanmaya başlamıştır. Yapılan işbirliğine göre İran kendi topraklarında PKK’ya kamplar açacak ve Urmiye şehrinde üstlenmesine izin verecektir. PKK ise başta ağrı, Kars 
ve Van gibi sınır illerinde kırsalda ve şehirlerde eylem yapacak, bu eylemlerde İran ve onun din anlayışının propagandası yapılacaktır. Bu çerçevede Libya sorumlusu Osman Öcalan İran sorumlusu olarak atanmış ve İran’ın silah ve lojistik desteğiyle Doğu Anadolu illerinde eylemler başlatılmıştır. Aynı İran diğer yandan da IKDP’ye destek vererek Kuzey Irakta anti-Türkiye propagandasına başlamıştır112. 

Öcalan’ın İran ve Şiilik konusunda kaleme aldığı yazılarda da İran faktörünü ön plan çıkardığı görülmektedir. Öcalan; “İran'ın bölünmekten çok federalizme yatkınlığı daha güçlüdür. 2500 yıllık devlet geleneğinde de federalizme benzer öğeler hakimdir. Halkın yoğunlaşan özlemleri ile çağdaş bir federalizm bütünleşirse, Iran bölgenin en güçlü demokratik federasyonu olabilir. Bir nevi ikinci Rusya gibi olur. İran kültürü demokratikleşmeye daha yatkındır. Tarihsel direniş gelenekleri, Zerdüşt'ten Mazdek'e, Babek'ten Hasan Sabah'a kadar birçok tarihi şahsiyet daha çok demokrasi kültürüne altyapı oluşturur. 

İslamiyet ortamında Zerdüştlük bir nevi kültür direnişçiliğidir. Kürt kültürünün yabancılaşmaya karşı soylu bir direnişidir. Zayıf ve Hz. Ali yanlısı bir İslami örtüye bürünmüş Kürt Aleviliği de Zerdüştlükten sonra en güçlü Kürt kültür direnişçiliğidir; Kürtlerdeki Şialıktır. Buna karşılık, özellikle ovaya yakın Güney Kürtlerinde gelişen Sünni İslam'ı en gerici ve işbirlikçi karakterde gelişmiştir. Kültürel soyunu inkâr eden feodal-tüccar zihniyetin bu güçlü temsilcileri, özellikle Urfa, Mardin, Siirt kent ve yakın yörelerinde süper bir ihanet içerisindedirler. Müthiş işbirlikçi ve çıkarcıdırlar. İran etkisi altındaki Kürtlerde bozulma daha az olmuştur. Ulusal kültürel özlerini daha otantik yapılarıyla korumaktadırlar… 

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***