M. Fatih Andı Berk Alben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
M. Fatih Andı Berk Alben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2020 Perşembe

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYEYE YANSIMALARI., BÖLÜM 10

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYEYE YANSIMALARI., BÖLÜM 10



E. Kuzey Irak ve Musul-Kerkük 

Irak’a Amerikan saldırısının planlandığı 2001 yılı sonlarından itibaren Türkiye, muhtemel bir müdahale sonrasında Irak ile ilgili olarak kırmızı çizgilerini şu şekilde belirtmiştir: Irak’ın toprak bütünlüğü korunmalıdır. Kuzey Irak’ta yeni bir devlet oluşumuna müsaade edilmemelidir, Irak Türkleri’nin can ve mal emniyetiyle birlikte haklarının korunması sağlanmalıdır.67 

İkinci Irak Müdahalesinden sonra ise; Kuzey Irak’taki Peşergeler, Baas Rejimi’nin çekilmesi sonucu bölgede oluşan otorite boşluğundan yararlanarak önce Kerkük’e daha sonra Musul’a girmişlerdir. Türkiye’nin baştan beri büyük bir hassasiyetle Peşmergelerin girmemesini istediği bu iki Türk şehrine girmeleri, ayrıca bölgeye ve özellikle de Kerkük şehrine çok sayıda Peşmerge 
getirtererek yerleştirilmeleri, Kerkük’ü ilerde, muhtemel Federasyona dahil etmenin çabası içine girildiği şeklinde yorumlanmıştır.68 Bu konu Türk Dış Politikası’nın temel gündemi haline gelmiştir. ABD, PKK konusundan sonra Türkmenlerin yaşadığı bölgelere yapılan müdahaleler konusunda da pasifliğini korumuş, bölgedeki bu gelişmelere sessiz kalmıştır. ABD’nin bu umursamaz ve sessiz tutumu ikili ilişkilerin gerginleşmesine yol açmıştır. 

ABD’de, 1 Mart Tezkeresinin reddinin arkasından,“Kürtler güvenilir müttefik olduklarını gösterdi, ödülünü de alacaklar”69 şeklinde beyanatlar çıkması, ABD’nin bölgedeki istikrarı sağlama adına, daha çok peşmergelere bel bağladığını70 ortaya koymuştur. Irak’taki bütün grupların silahları Amerikan birlikleri tarafından toplanırken Peşmerge gruplarının silahlarına dokunulmamış ve bunların daha fazla silah temin etmelerine göz yumulmuştur. 

Ayrıca Irak’ta yapılan seçimlerin öncesinde yapılan anti demokratik politikaların belirli bir plan dahilinde gerçekleşmesi söz konusu olmuştur. Irak’ta yapılan genel seçimlerin meşruiyeti, temsil oranları ve katılım gibi nedenlerden dolayı tartışmalara neden olmuştur. Büyük tartışmalara neden olan seçimlerde Kuzey Irak’ta ancak %58-59 civarında bir katılım gözlenmiştir. Özellikle Kuzey Irak’taki Kerkük ve çevresinde yaşayan peşmerge gruplarının ABD askerleri ile birlikte, Irak’ın başka bölgelerinde yaşayan Kürt grupların bölgeye naklini gerçekleştir mesi, Sünni grupların bir kısmının seçimi protesto etmesine sebep olmuş ve böylece Kerkük seçimlerinden Kürt grupların büyük bir oy yüzdesi ile çıkması sağlanmıştır.71 Musul ve Süleymaniye’den Kerkük’e gidiş gelişin serbest olması sonucu buralarda oy kullananların tekrar Kerkük’te de oy kullanması Başbakan Erdoğan tarafından da eleştirilmiştir. Erdoğan yaptığı açıklamada; 

 < “Irak’a demokrasi getirmek iddiasında bulunanlar, bazı anti demokratik uygulamaları görmezden gelmişlerdir... Düzeni tesis etmekle yükümlü güçler… milletimizin büyük teessüf ile karşıladığı bazı gelişmelere gerekli duyarlılığı göstermemiştir.”72 > ifadelerini kullanmıştır. Türkiye, “hassasiyetleriniz dikkate alınacak ve endişelendiğiniz konuların ortaya çıkmasına izin verilmeyecektir” 
şeklindeki hala devam eden sözlü açıklamalar, sözlü garantiler ile oyalanmış tır.73 Ancak, ABD’nin Kuzey Irak’la ilgili Türkiye’nin endişelerini dikkate aldığı söylenemez. ABD, Peşmergelerin Kerkük’e girmelerine göz yummuştur. 
Bu konuda Türkiye’ye verilen sözlü garantiler durumu kurtarmaktan öte bir anlam taşımamıştır. 

F. Türkiye’nin İran ve Suriye İle Yakınlaşması 

Bu dönemde Türkiye, İran ve Suriye arasındaki yakınlaşmanın en büyük nedeni ABD’nin Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti kurulması girişimleridir. Bu durum, bu bölgeye sınırı olan İran’ın yanında Suriye’nin de tepki göstermesine neden olmuştur. Bu üç devlet arasındaki en üst düzeyde ziyaretler ve işbirliği, ABD’nin tepkilerine rağmen devam etmiştir. 

Türkiye-Suriye ilişkileri 2003 yılında yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretlerle önemli ivme kazanımlarına sahne olmuştur. Aslında ziyaretlerin temelde, Türkiye-Suriye ilişkilerinin geliştirilmesinden ziyade, Irak’ta giderek daha güçlü biçimde duyulan muhtemel bir savaşın ayak seslerinden kaynaklandığı söylenebilir. Irak’taki soruna barışçı bir çözüm bulunması için, Irak’a komşu olan Türkiye, Suriye, Ürdün, İran ve Suudi Arabistan ile Mısır dışişleri bakanlarının önce İstanbul’da ardından Suriye’nin başkenti Şam’da yaptıkları toplantılar, ikili temaslara da zemin hazırlamıştır. 

Ocak 2003’te Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Şara, uzun yıllardan sonra ilk üst düzey ziyaret için Türkiye’ye gelmiştir. Şara, Irak konusundaki görüşmelerin yanısıra, Devlet BaşkanıBeşşar Esad’ın mesajınıCumhurbaşkanıAhmet Necdet Sezer’e ileterek, iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi konusundaki temennilerini belirtmiştir. 

Bu karşılıklı ziyaretler sonucunda, 2003 Nisan ayı içinde, Suriye, Türkiye ve İran üçlü bir açıklama yaparak, kurulmak istenen Kürt devletinin engellenmesi konusunda ortak hareket ettiklerini açıklamışlardır.74 

Bu dönemde Suriye tarafından en üst düzeyde yapılan ziyaret, devlet başkanı Beşar Esad’ın Türkiye ziyareti75 olmuştur. 

Şam’ın dünya kamuoyu ve özellikle ABD tarafından yalnızlığa itildiği bir dönemde gerçekleşen bu ziyaret, Suriye’ye ambargo tehdidinde bulunan ABD tarafından hoş karşılanmamıştır.76 Daha sonrasında, Türkiye CumhurbaşkanıAhmet Necdet Sezer’in 2005 yılının Nisan ayında Suriye’ye iade ziyareti yapacağı şeklinde açıklamaları, ABD tarafından büyük tepki ile karşılanmıştır. Dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın: “Uluslararası camianın, BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararı gereği tamamen fikir birliğinde olmaları gerekir….Umarız Türkiye bu konuda uluslararası camia içinde yer alacaktır. Uluslararası camiaya 
uyup uymama konusu tamamen Türkiye’nin kendi kararıdır..” şeklindeki açıklamaları, ikili ilişkilerde yeni bir krizin çıkmasına yol açmıştır. Sezer’e yönelik “Suriye’ye gidecek misiniz?” sorusuna Sezer “Gideceğiz elbette..”77 diyerek bu konudaki kesin tavrını ortaya koymuştur. 

ABD’nin tepkisine neden olan Cumhurbaşkanı Sezer’in Suriye ziyareti 14-16 Nisan 2005 tarihleri ararsında gerçekleşmiştir. 

Türkiye’nin de çıkarlarına uygun olan bu ziyaret, uluslararası baskılar dolayısıyla zor günler geçiren Suriye yönetimini bir hayli memnun etmiştir. Halkın Sezer’e gittiği her yerde ilgi göstermesi, Devlet Başkanı Esat’ın Protokol kurallarını delerek, Sezeri uçağına kadar uğurlaması, ABD tarafından dikkatle izlenmesinin yanında Dünya kamuoyunda ve bölge ülkeleri nezdinde genelde Türkiye’nin itibarını daha da arttırdığı78 şeklinde yorumlanmıştır. 

Türkiye’nin İran ile yakınlaşması da ABD ile ilişkilerdeki diğer bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. ABD tarafından İran’a bir müdahalenin ihtimal dahilinde olduğu bu dönemde, Türkiye’nin konumunun nasıl olacağı sorusu en önemli sorudur. ABD, Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi gerginlik safhasında, kendi istediği istikamette hareket etmesini ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını istemiştir.79 ABD istihbaratının İran raporundan sonra, Bush Yönetimi döneminde bu ülkeye yönelik bir askeri harekât ihtimali oldukça azalmış, ama yok olmamıştır. Bush Yönetimi, ambargolar ve güç kullanma tehdidi olmazsa, İran’ın nükleer silah programına yine başlayacağını iddia ederek, bu ülkeye yönelik uluslararası baskının artarak devamına çalışmıştır.80 

Özellikle İran bu dönemde, üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin desteğini kazanmak istemiş, Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulayarak siyasi, askeri ve ekonomik alanda ilişkileri geliştirmeye çalışmıştır. İran, ABD’nin PKK’ya desteğinin, ABD-Türkiye ilişkilerini zedelediğini ve Türkiye’yi ABD’den uzaklaştırdığını görmüş ve bu konjonktürü iyi değerlendirmek istemiştir. İran, hem kendi topraklarında, hem de sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün uzantısı olan PEJAK terör örgütü ile mücadeleye girişmiş, teröre karşı Türkiye ile bir iletişim içinde olmaya özen göstermiştir. Çünkü: Irak’ın kuzeyindeki 
Kürt bölgesi oluşumunun ve bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin kendisine de tehdit olacağı düşüncesindedir. 

Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya cevap verdiğini, ancak bunu güven sorunu nedeniyle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür.81 

II. BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİNDE ABD’NİN TÜRKİYE’YE BİÇTİĞİ ROLLER 

Soğuk Savaş sonrasında da Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik önemini korumuştur. SSCB’nin dağılması ile ortaya çıkan Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ile ve Balkanlarla tarihi bağlarının olması, halkının çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle İslam ülkeleri ile ilişkilerinin olması82 gibi nedenlerle Türkiye’nin öneminin kaybolmadığı uluslararası platformlarda vurgulanmıştır. Hem ABD, hem de Türkiye stratejik ilişkilerini, Soğuk Savaş sonrası dönemde de devam ettirmek arzusunda olmuşlardır. ABD, Balkanlar, Doğu Avrupa ve Ortadoğu bölgelerinde Amerikan stratejik çıkarlarını korumada Türkiye’den faydalanmak, Türkiye’yi Amerikan ortak çıkarlarının tamamlayıcı bir unsuru olarak değerlendirmek eğiliminde olmuştur. Türkiye’nin Orta Asya ve Balkanlarla olan bağlantısı, ABD ile ilişkilerinin artmasını sağlamış ve genelde ortak bir yaklaşım sergilenmeye çalışılmıştır. 

ABD ayrıca Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası da Orta Asya ve Balkan ülkelerine iyi bir model olabileceğini vurgulamıştır.83 

Yani Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesinde de gündeme gelecek olan model kavramı ilk olarak soğuk savaş sonrasında gündeme gelmiştir. Türkiye’den, bölge devletlerini “aydınlatmak” için “ağabey”84 yaklaşımları içerisinde olması beklenmiştir. 

11 Eylül’de Washington ve New York kentlerine yönelik terör saldırılarının ardından, ABD’nin başlattığı uluslararası terörizmle küresel ölçekte mücadele etme politikası, bir kez daha Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumunu ön plana çıkarmıştır. ABD’nin yeni tehdit algılamalarında terör ilk sıraya yerleşirken, eskiden beri teröre destek veren ülkeler de haydut devletler olarak nitelen dirilerek bunlarla acımasızca mücadele edileceği açıklanmıştır. Ortadoğu’daki anti-demokratik rejimler, ve bu bölgeden ABD’ye ve müttefiklerine yönelen tehditler terörün başlıca nedeni olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla 
tehditler ortadan kaldırılacaksa bunun ancak bölge halklarının yönetim süreçlerine etkin katılımının sağlanacağı demokratik rejimlere geçilmesiyle mümkün olabileceği düşüncesi Amerikan akademik ve diplomatik çevrelerinde tartışılan bir konu olmuştur. 

ABD’nin, her konuya ve bölgeye kendisinin müdahale etmesi mümkün olamayacaktı. Ön gördüğü politika ve stratejileri uygulayabilmesi için, kendine yakın bölgesel güçlere destek vermesi ve bu güçlerle işbirliği yapması kaçınılmaz dı. Dolayısı ile daha sonrasında ortaya konan Büyük Ortadoğu Projesi’nde ABD, kendine destek verebilecek ortağı olarak gördüğü Türkiye üzerinde büyük bir baskı uygulamıştır. Ayrıca yine bu çerçevede, uygulamaya koyduğu BOP’un, mali ve askeri yükünün oldukça fazla olacağı ve zaman zaman da askeri müttefiklere gereksinim duyulacağı gerçeğinden hareketle konuyu değişik platform lara taşıma çabası içine girmiştir. 

BOP’un yükünün paylaştırılması konusundaki ilk adım, 2004 yılının Haziran ayında ABD’nin Georgia eyaletinde yapılan G-8 Zirvesi olmuştur. Zirveye aynı zamanda, BOP çerçevesinde yapılacak reformları konuşmak üzere Türkiye (demokratik ortak sıfatıyla) ve hedef ülkeler (bölgesel ortak sıfatıyla) davet edilmişlerdir. Bu davete Türkiye, Afganistan, Irak, Yemen, Ürdün, Bahreyn ve Cezayir olumlu yanıt vererek katılırken; başta Mısır, Suudi Arabistan ve Tunus olmak üzere birçok Arap ülkesi ise, “Arap-İsrail sorunu gibi kilit bölgesel konulara çözüm bulmadan reformların dayatılmaya çalışıldığı” gerekçesiyle olumsuz yanıt vererek katılmamışlardır. 

Zirve sonrasında BOP’un amaçları genel olarak benimsenmiş, uygulama esaslarını belirlemek üzere “Demokratik Yardım Diyalogu” adlı bir yapı oluşturulmuş ve Türkiye ile birlikte Yemen’e (Ortadoğu’yu temsilen) ve İtalya’ya (G-8’i temsilen) eş başkanlık verilmiştir. “Demokrasi Yardım Diyaloğu”, demokratikleşme çabalarına destek vermek amacıyla hükümet temsilcileri ile sivil toplum kuruluşlarını bir araya getirerek, deneyim paylaşımı dahil olmak üzere işbirliği ortamı sağlamayı 85 amaçlamıştır. 

BOP’un yükünün paylaştırılması konusundaki ikinci adım, 28-29 Haziran 2004’te İstanbul’da yapılan NATO zirvesi olmuştur. 

Zirve sonuç bildirisinde küresel terörizmin üstüne daha fazla gidileceği vurgulanmıştır. Zirvede alınmış olan “terörizmle uzun soluklu ve kesintisiz mücadele” kararındaki en önemli ayrıntı, teröristleri koruyan ülkelerin de hedef olarak alınabilmesidir. Ayrıca, terörle mücadelede salt şiddet kullanımının yeterli olmayacağı, sosyal ve ekonomik yöntemlerin de kullanılması, demokratikleşme ve sivilleşmeye ağırlık verilmesi gerektiği86 yaklaşımı benimsenmiştir. Özellikle bu zirvede ABD’nin Ortadoğu ile ilişkilerinde merkez ülke olarak Türkiye’yi ön plana çıkarmayı arzuladığı ve bu bölgeyi demokratikleştirme planları çerçevesin de aktif rol almasını istediği anlaşılmıştır. BOP çerçevesinde Türkiye’nin önünde iki önemli sorun ortaya çıkmıştır. Bunlar; bölgesel güvenlik ve diğer ülkelere model gösterilmesidir. Bu kapsamda ABD’nin Türkiye’ye, “ılımlı İslam ile model olma” ve “cephe ülkesi konumunda bulunma” rollerini biçtiği değerlendirilmiştir. 

Ayrıca BOP’ta hedef ülkelerin başında yer alan Irak, İran ve Suriye ile ilgili talepleri de gündeme gelmiştir. 

A. Ortadoğu İçin Model Ülke Türkiye, 

Ortadoğu ve Orta Asya için bir model olarak gösterme yönündeki ABD stratejisinin çabalarının gereği olarak, 2004’te yapılan G-8 zirvesine davet edilmiştir. Türkiye bu zirvede BOP’ta sivil girişimlere destek vermek ve Büyük Ortadoğu Projesii yönlendirebilmek amacıyla, G 8 Zirvesinde oluşturulan “Demokrasi Yardım Diyalogu”nun eş başkanlığını kabul etmiştir.87 Zirvede ABD 
Kongre üyesi Jane Herman’la beraber, Princeton Üniversitesi Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis tarafından dile getirilen ılımlı İslam ülkesi 88 kavramları ile Türkiye’nin bu projede ılımlı İslam için model ülke olarak görülmek istendiği görülmüştür. 

Bir çok Amerikalı bilimadamı ve politikacısı da bu yaklaşımı desteklemişlerdir. Benzer şekilde Samuel Huntington da Türkiye’nin, Batılı ülke olma ısrarından biraz vazgeçmesini diğer Müslüman ülkeler için bir model oluşturmayı benimsemesini istemiştir. 

   “Türkiye gerçekten Avrupa ile Asya, İslam ile laiklik.. vs arasında bölünmüş bir ülke. Bu bakımdan uygarlıklar arasında bir köprü olabilir...İslam dünyasında Türkiye liderlik rolü oynayabilecek eşsiz bir ülke...Eğer Türkiye bir Batılı ülke olma ısrarından biraz vazgeçer; modernleşme ve demokrasinin bir İslam ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye çok daha ağırlık verirse, bütün 
dünyaya ve İslam’a büyük bir model olur. Türkiye, işleyen bir demokrasiye sahip tek İslâm ülkesi. Demokrasinin mutlaka laik bir temele dayanması gerekmez, İslam ile demokrasi bağdaştırıla bilmeli. 

   Ilımlı İslamcılar eğer demokratik sürece katılıyor ve başarılı oluyorlarsa, iktidara gelmelerine izin verilmelidir. ...İnanıyorum ki Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslami bir anlayışla kalkınmayı ve demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse, bundan hem Türkiye, hem de dünya faydalanacaktır.”89 

ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz de CNNTürk’te 6 Mayıs 2003’te yayınlanan mülakatında “Bizim için Türkiye, o bölgede, özellikle bu dönemde çok önemli bir ülke. Nüfusunun çoğu Müslüman. Güçlü ve demokratik bir geleneğe 
sahip. Bu nedenlerle, olumluya götürmeye çalıştığımız bu bölgede, Türkiye çok iyi bir model olacaktır”90 sözleriyle, ABD’nin, Türkiye’yi, Ortadoğu için Müslüman demokrasi modeli olarak gördüğünü belirtmiştir. 

RAND Corporation tarafından hazırlanan ve Bush Yönetimine sunulan “Sivil, Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler (Civil Democratic Islam: Partners, Resources and Strategies)” adlı raporda da ılımlı İslam vurgusuna yerverilmiştir. İslam dünyası, “Laikler”, “Kökten dinciler”, “Gelenekselciler” ve “Ilımlılar” olmak üzere dört grup olarak nitelendirilmiştir. Dört yaklaşım içinde Ilımlı (Modernist) düşüncenin, modern demokratik toplumun değerlerine, ruhuna ve gelişim ile demokratik Islam’a geçişe en uygun olanı, modern eğitim ve değerler ile net bir Islam doktrini bilgisini birleştirebilmiş ve potansiyel liderlere 
sahip olduğu ifade edilmiştir. ABD’nin de Ilımlı İslamı desteklemesi gerektiği91 vurgulanmıştır. 

Graham Fuller de Türkiye’ de islamın kendini daha belirgin olarak göstermesi gerekliliğine vurgu yapmıştır. 

“Türkiye, bugün İslami düşünce ve eğilimler konusunda daha esnek olmalı. İran gibi olun demiyorum, ama İslam’ın özel yaşam ve kamu yaşamındaki rolü konusunda esnek olmak ve İslam’ın Türkiye’nin kültürel ve entelektüel mirasının önemli bir parçası olduğunu kabul etmek gerekir, katılaşmayı önlemek için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür.”92 

Frıedman da ABD’nin, ılımlı islam modelini oluştururken, diğer Müslüman ülkelerce benimsenmesi daha kolay olabilecek, laiklik öğesi zayıflatılmış bir demokrasi anlayışını ön plana çıkartması gerektiğini belirtmiştir. Bu itibarla, laikliğin yerini ılımlı Islam’a bıraktığı, demokratik bir Türkiye modelini Müslüman dünyasındaki ülkelere örnek gösterebilecektir.93 

B. Cephe Ülke 

ABD Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde, merkez ülke olarak Türkiye’yi ön plana çıkarmayı arzulamış ve planları çerçevesinde aktif rol almasını istemiştir. Bu strateji gereği olarak Amerikanın Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde Türkiye’ye biçtiği diğer bir rolün “cephe ülke” konumu olduğu sıkça üzerinde durulan bir konu olmuştur. Ortadoğu’ya model olarak sunulan Türkiye, söz konusu modelliğin ötesinde “Büyük Ortadoğu” bölgesinde doğrudan Amerikan dizaynlarının hayata geçirilmesinde rol alabilecek bir ülke olarak görülmek istenmiştir. 

Bu konuda yapılan çalışmalarda, Türkiye’nin bu bölgedeki ülkelerle ilişkileri, politik ve askeri gücü vurgulanmış, bölge hâkimiyeti için “stratejik üs” olarak değerlendirilmesi gereği üzerinde durulmuştur. 

BOP coğrafyası olarak tarif edilen bölgede tatbik edilecek operasyonların zorluğuna dikkat çeken Zbigniew Brzezinski de, “Hegamonik Bataklık” adlı makalesinde, ABD’nin Ortadoğu bölgesinde yalnız olmaması gereği üzerinde durmuştur. 

“….ABD büyük olabilir, ama her şeye de kadir değildir. Bölgenin patlamaya hazır potansiyeli ile başa çıkması için, kapsamlı ortak bir stratejiye ihtiyacı var. Ancak, başarılı olmuş Avrupa-Atlantik topluluğunun oluşumu deneyiminin gösterdiği gibi, karar alma sürecinde paylaşma olmaz ise, yükler de paylaşılamaz. ABD, ortaklarıyla ayrıntılı bir strateji biçimlendirerek, hegemonik bataklığa saplanmaktan kaçınabilir.”94 

ABD, Irak müdahalesi sonrasında, özellikle da ihtimal dahilinde olan İran ve Suriye üzerine yapılacak askeri operasyonlar için Türkiye’den yararlanmayı düşünmüştür. Cephe ülke olarak ABD’nin Türkiye’den birinci beklentisinin: Irak’ta yeni düzen oluşturulurken yardımcı olması, yani; “kırmızı çizgilerini” ileri sürerek, ABD’nin yönlendirdiği süreci yavaşlatmaması; bölgedeki kuvvetlerini, yine ABD’nin öngördüğü plan çerçevesinde çekmesi; Irak’ın kuzeyindeki etnik gruplara, ABD’nin onaylamadığı herhangi bir destek veya operasyonda bulunmaması olduğu söylenebilir. 

ABD’nin ikinci beklentisi ise; bundan sonra bölgede atacağı adımlara (İran’a müdahale vb.) Türkiye’nin tam destek olması, Türk hükümetinin demokratik mekanizmaların herhangi bir düzeyinde, ABD’nin isteklerine karşı çıkılmasını engelleyecek düzenlemelere gitmesi olmuştur. 95 Nükleer silahlara sahip olacak bir İran’ın bir tür bölgesel süper güç konumuna geleceği söylenebilir. 

ABD iç siyasetinin önde gelen isimleri olan Yeni Muhafazakarlar, İran’ın nükleer güç sahibi olmaması için gerekirse güç kullanılması gerektiği konusunda ısrar etmişlerdir. O dönemde Yeni Muhafazakarlar için, görüş farklılığının, askerî güç kullanmadan önce diplomasinin nereye kadar ve hangi şekilde kullanılacağı ile ilgili olduğu söylenebilir. 

ABD’nin bir diğer beklentisi Suriye’ye yapmakta olduğu baskı konusunda destek görmek istemesi olmuştur. ABD’nin Suriye üzerindeki baskısı devam etmektedir. Ancak Irak’tan aldığı dersten dolayı, mevcut yönetimin değişmesi halinde istikrarı sağlayabilecek bir rejim oluşturamayacağı inancıyla mevcut yönetimin ehlileştirilmesini ve bu süre içinde baskının sürdürülmesinin daha uygun olacağını değerlendiği söylenebilir. ABD yönetiminin bir diğer amacı da Suriye’yi İran’dan koparmak olmuştur. Perde arkasında yapılan gizli diplomasi ile olgunlaşan süreçten sonra Türkiye’nin arabuluculuğu ile sekiz yıldır görüşmeyen İsrail-Suriye görüşmeleri Mayıs 2008’den itibaren başlamıştır.96 Suriye, İran’dan koparılabilirse bunun Orta Doğu satrancında stratejik sonuçları olacağı söylenebilir. ABD’nin görüşmelerden ilk beklentisi İran-Suriye eksenini kırmak ve bunun uzantısı olan Hamas ve Hizbullah’a zarar verebilmektir. Bu görüşmeler sürecinde Suriye’nin, Hedef ülke olmaktan çıkacağına, Lübnan’da kaybettiği 
etki ve prestijinin tamamına değilse bile bir kısmına tekrar sahip olacağına ve Golan’ı hemen değilse bile makul bir süre sonunda geri alabileceğine ikna olması durumunda İran ile arasına mesafe koyabilmesi ihtimal dahilinde değerlen dirilmiştir.97 

Sonuç olarak, Türkiye için biçilen cephe ülkesi rolü ile ilgili Türk halkının ne düşündüğünü kısmen 1Mart Tezkeresi ile ortaya koyduğu söylenebilir. Şüphesiz Türkiye, içinde bulunduğu bölgede gerçekleştirilecek bir düzenlemenin dışında kalmak istememiştir. 

Bundan dolayı, BOP dahilinde de ABD ile belirli sınırların gözetildiği bir işbirliği yapmak istemiştir. Ancak, bu işbirliğinin içeriğinin belirlenmesinin sadece ABD’ye bırakılmasına izin vermemiştir. ABD tarafından Türkiye’ye biçildiği öngörülen 
her iki rolün de içeriği ABD tarafından tayin edilmiş, özveride bulunması gereken konular belirtilmiş, ancak buna karşılık nasıl bir fayda elde edileceği ortaya konmamıştır.98 

ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinde Türkiye’yi, kendisinin her isteğine cevap verecek stratejik bir ortak olarak görmesini ve Türkiye’ye sahip olduğu değerleri zedeleyici ‘ılımlı İslam’ gibi bir rol biçmesini stratejik bir hata olarak nitelendir mek gerekir. Aslında bu iki ülke bugüne kadar hiç stratejik ortak konumuna gelmemiştir, bundan sonra da geleceği beklenmemelidir. Stratejik Ortaklık, geniş bir alanda menfaatlerin ortak olmasını, ortak politikalar oluşturmayı ve ortak hareket etmeyi gerektirir. ABD’nin bu anlamda stratejik ortaklarının İngiltere, Kanada ve İsrail olduğu söylenebilir. Türkiye ve ABD, belirli sahalarda menfaatleri birleştiğinden ve iki ülke arasında “al-ver” ilişkisi olduğundan, yeri ve zamanı geldiğinde birlikte hareket etmiştir. Bu nedenle iki ülkenin Stratejik Müttefik olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. 

Stratejik Müttefiklik ilişkileri çerçevesinde, belirli sahalarda karşılıklı ve birbirine zarar vermeyecek isteklerde ve işbirliğinde bulunulması doğaldır.99 Ancak yük paylaşımı demek, hakimiyet paylaşımı da demek olduğundan, geleneksel ABD politikaları bu konuda da hep sınırlı paylaşımı esas almış; dolayısıyla kendi payını hep yüksek tutma gayreti içerisinde olmuştur.100 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

67 Taşkıran ve Çakmak, “Kuzey Irak’ta Türk-ABD…..”,s:77 
68 Taşkıran ve Çakmak, “Kuzey Irak’ta Türk-ABD……”,s:78 
69 Murat Yetkin, “Irak Krizinde Kürt ve Fas Faktörü”, Radikal, 28.03.2003. 
70 Laçiner, Irak Küresel Meydan….,s.198. 
71 Taşkıran ve Çakmak, “Kuzey Irak’ta Türk-ABD…..”,ss.77 
72 Taşkıran ve Çakmak, “Kuzey Irak’ta Türk-ABD…….”,s.78 
73 Taşkıran ve Çakmak, “Kuzey Irak’ta Türk-ABD…..”,s.78 
74 İHH, “Beşşar Esad Dönemi Suriye-Türkiye İlişkileri” 
    http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/besaresad/besaresad.html,erişim:22.10.2007 
75 Özlem Tür, “Türkiye ve Ortadoğu: Gerilimden İşbirliğine, Demokrasi Platformu, Sayı:4, Güz 2005, s.93. 
76 Salih Boztaş, “Türkiye’ye 40 Yıl Sonra Bir Suriye Lideri Gelecek”, Zaman Gazetesi, 01.01.2004. 
77 Süleyman Kurt, “Cumhurbaşkanı Sezer:Elbette Suriye’ye gideceğim”, Zaman Gazetesi, 17.03.2005. 
78 Kor, “ABD, Türkiye’den niçin…..”, s.31. 
79 Armagan Kuloglu, “ABD-İran Çatısmasının Askeri Sonuçları Ve Türkiye’ye Etkisi”, 12 Aralık 2007. Global Strateji Enstitüsü, Ankara 
     http://www.globalstrateji.org/TUR/Icerik_Detay.ASP?Icerik=1401; Erişim: 25.02.2008 
80 Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi, (ASAM), “2008 – Bakış”, Ocak 2008, Ankara s.19 
81 Kuloglu, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin…..”, s.5 
82 Jed C. Snyder, “Forum : The Greater Middle East- Turkey’s Role in the Greater Middle East”, Joint Forces Quarterly-JFQ, 1995 Autumn 
     Vol: 9, s.60, ayrıca bknz. Patricia Carley, Turkey’s Role in the Greater Middle East, A Conference Report United States Institute of Peace 
     Washington, DC, 20005, 
     http://www.usip.org/pubs/peaceworks/pwks1. pdf,  erişim.22.03.2008 
83 Uzgel, “ABD ve NATO…..”, s.253. 
84 Mustafa Aydın, “Global Değişim Ve GenişleyenTürk Dünyası:Türkler ve Türkiler” Ş.H.Çalış, İ.Dağı, R.Gözen (derl.), 
    Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, Liberte Yayınları, 2001, s.281 
85 Sea Island Summit 2004, www.g8.gc.ca ; 
     http://www.g8.gc.ca/sumdocs2004-en.asp, erişim: 20.12.2006 
86 İstanbulSummıt Specıal, Nato Revıew, May 2004 
     http://www.Nato.İnt/Docu/Review/2004/İstanbul/2004-İstanbul-E.Pdf., S.6, erişim:20.12.2006 
87 İnat ve Duran, “AKP Dış Politikası……”, s.31. 
88 Radikal Gazetesi “Ilımlı İslam Sözü Erdoğan’ı Kızdırdı”, 14/06/2004. 
89 Şahin Alpay; “Samuel P. Huntıngton İle Mülakat; Türkiye Islâm’ın Lideri Olmalı” Murat Yılmaz (Der.), Medeniyetler Çatışması, Vadi 
     Yayınları, Ankara 2000, s.105. 
90 Çağrı Erhan “Yeni Muhafazakarların Gözüyle Türkiye’nin Değişen Vizyonu” Görüş: Temmuz 2003, s.29, 
     http://www.tusiad.org/yayin/gorus/55/7.pdf, erişim:19.08.2007 
91 Cheryl Benard, “Civil Democratic…….” s.23 
92 Lütfi Kaleli, İrtica ve ABD Kıskacında Türkiye, s. 79, Alev Yay. 2003, Hikmet Çetinkaya “Ilımlı İslama Adım Adım”. 
    Cumhuriyet 30/09/2004 
93 L. Thomas Frıedman; “Turkey and the EU History.”, New York Times,12 Ocak 2003 
94 Zbigniew Brzezinski “Hegemonic Quicksand”, The National Interest, Winter 2003/04 .s.6, 
     http://www.kas.de/upload/dokumente/brzezinski.pdf,, 
   http://www.inthenationalinterest.com/Articles/Vol3Issue7/Vol3Issue7Brzezinski.html, erişim:22.12.2007 
95 Çağrı Erhan “Yeni Muhafazakarların Gözüyle Türkiye’nin Değişen Vizyonu” Görüş, Temmuz 2003, s.30, 
     http://www.tusiad.org/yayin/gorus/55/7.pdf,erişim:23.10.2006 
96 NTVMSNBC, “İsrail-Suriye Görüşmeleri YenidenBaşladı”, 16 Haziran 2008 
     http://www.ntvmsnbc.com/news/450110.asp,erişim: 16 Haziran 2008 
97 Sedat Laçiner, “İsrail - Suriye Görüşmeleri” 23 Mayıs 2008, Journal of Turkish Weekly, 
     http://www.turkishweekly.net/turkce/yazarlar.php?type=3&id=360, par.12,erişim:2 haziran 2008 
98 Armağan Kuloğlu, “ABD Güvenlik Staratejisinin Küresel Etkileri ve Türkiye AçısındanDeğerlendirilmesi”, Stratejik İnceleme, Ocak 2006. s.11 
99 Kuloğlu, “ABD Güvenlik….s.16 
100 Henry Kissenger, Years of Renewal, Easton Press, New York, 2000 s:244 

11. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYEYE YANSIMALARI., BÖLÜM 9

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYEYE YANSIMALARI., BÖLÜM 9






Üçüncü Bölüm 



ABD’NİN BÜYÜK ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYE 

I. 11 EYLÜL SONRASI ORTADOĞU’DAKİ GELİŞMELER BAĞLAMINDA TÜRK-ABD İLİŞKİLERİ 


Zaman zaman meydana gelen gerilimlere rağmen, Soğuk Savaş sürecinde Türk-Amerikan ilişkileri oldukça açık ve uyumlu olarak nitelendirilebilir. Bu dönemde, ABD ile Türkiye’nin güvenlik çıkarları büyük oranda örtüşüyordu ve ortak bir tehdide yönelikti. 

Bir başka deyişle, Türkiye’nin coğrafi konumu ve Silahlı Kuvvetleri, Sovyetleri ve Komünizm’i çevreleme politikasında ABD çıkarlarına katkıda bulunuyor; Türkiye de ABD desteğiyle Sovyetler Birliği’ne karşı bir NATO üyesi olarak kendini daha güvenli hissediyordu. Doğu Bloku’nun dağılması ile Soğuk Savaş döneminde var olan bir çok durum da değişmiştir.1 

   Dolayısı ile Türk-Amerikan ilişkileri de bu süreçten nasibini almıştır. 

Soğuk Savaş sonrasındaki süreçte, Türk-Amerikan ilişkileri üzerine yorumlar yapılırken; müttefik, stratejik müttefik, stratejik ortak, küçük ortak, taşeron, bölgesel rakip gibi kavram ve tanımlamalar kullanılmıştır. Gerçekte ise Türk Amerikan ilişkilerini bu tanımlamalardan herhangi birinin ifade edebildiğini söyleyebilmek çok güçtür. Bu ilişkileri açıklamada sorulması gereken en 
önemli soru, Amerika’nın Türkiye’yi nasıl gördüğüdür. Yani,o gün için ABD’den Türkiye’ye bakıldığında nasıl bir algılama söz konusudur? Bunun ortaya konması gerekmektedir. 

Amerikan dış politikasının belirlenmesinde lobilerin büyük etkisi vardır. Dış politika, hemen her zaman, değişik dünya görüşü, fikir, model, çıkar, kurumsal ve kişisel bakış açılarının çatışmasının sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu durum bir ölçüde Türkiye politikası için de geçerlidir. Tek bir Amerika ve Washington olmadığı gibi, tek bir Türkiye politikası da yoktur. Değişik devlet kurumları, etnik ve ekonomik çıkar grupları Türkiye’ye yönelik politikaları kendi çıkar ve tercihleri doğrultusunda yönlendirmek istemektedirler. Bunlarla birlikte genel olarak Amerika’nın Türkiye’ye bakışı şu şekilde özetlenebilir; Türkiye Amerika için 
her şeyden önce Ortadoğu Kafkaslar ve Balkanlar politikası için vazgeçilmez bir ülkedir. Ortadoğu için; Müslüman ülkelerin de örnek almasını isteyebileceği demokrat Müslüman bir modeldir. 

Ayrıca, Ortadoğu operasyonları için önemli işlevler gören İncirlik Üssü’ne sahiptir. Kafkaslardaki ve Balkanlardaki çıkarlarını korumak için hem coğrafi konumu hem de tarihsel bağları Amerika açısından önem arz etmektedir. Türkiye, ekonomik olarak Önemli sayılabilecek ve gelişme potansiyeli olan bir pazara ve finans piyasasına sahiptir. Askeri olarak Amerikan silahlarına ilgili 
ve önemli ölçüde bağımlı bir ordusu vardır ve stratejik ortaktır. İsrail’le olan sıkı askerî işbirliği nedeniyle de Yahudi lobisi açısından özen gösterilmesi gereken ve kaybedilmesine tahammül edilemeyecek bir ülkedir.2 

11 Eylül saldırıları sonrasında Amerika’nın Küresel terörle mücadeleye endekslenen dış politika anlayışı, terörden çok çekmiş olan Türkiye tarafından da anlayışla karşılanmıştır. Jeo ekonomik, Jeopolitik bir parçalanmışlık ve dünya’daki jeo kültürel yüzleşmenin merkezinde olan Türkiye3, 11 Eylül 2001 ABD’deki Dünya Ticaret Merkezine gerçekleşen saldırılarla başlayan yeni süreçten önemli ölçüde etkilenmiştir. ABD ile diyalog ve işbirliği, Türkiye’de 2001 yılına damgasını vuran ekonomik krizle birlikte artmış, Irak müdahalesi öncesi tezkere bunalımına kadar artarak devam etmiştir. 

11 Eylül saldırıları sonrasında Türkiye, üslerini ve hava sahasını ABD’nin Küresel Terörizmle Mücadelesine tam destek vermesinin 4 bir göstergesi olarak açmıştır. 11 Eylül 2001 saldırılarını İngiltere, İsrail ve Türkiye’ye yapılan saldırılar izlemiştir.5 Bu gelişmeler, bu ülkeleri uluslararası terörizme karşı ortak hareket etmeye sevk eden en önemli etken olmuştur. Türkiye’de Uluslararası Terörizme karşı aktif rol almak için, Afganistan müdahalesi sonrası ISAF’ ta yer almış ve ABD ile ilişkilerini bu bağlamda geliştirmenin yollarını aramıştır.“Türkiye’nin ABD’ye olan ihtiyacının, ABD’nin Türkiye’ye olan ihtiyacından daha fazla olduğu”6 yönündeki konseptin etkisiyle, Türkiye’nin ABD’ye yakınlaşması artmıştır. Bu yakınlaşmada, Türkiye’nin bulunduğu bölgede siyasal çekişmelerin yaşanması ve dünyanın yeni konjonktüründe Türkiye’nin yerinde politikalar üretememesi, dolayısı ile kendini ABD’ye muhtaç hissetmesi 7 temel etkenler olmuştur. 

İlişkiler Irak harekâtı öncesi yaşanan sert pazarlıklarla bir gerilim dönemine girmiştir. Sonrasında yaşanan 1 Mart tezkeresinin reddi, Türkmenler konusu, Süleymaniye krizi, Washington’un PKK konusundaki tavrı, Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddi tahribata neden olmuştur.8 Ankara Washington ile çok yakın bir elli yıl geçirdikten sonra, bazı önemli konularda farklı çıkar ve tercihlere 
sahip olduğunu fark etmiştir.9 Geçmiş dönemlere nazaran iki ülke arasında çıkar farklılıklarının ortaya çıktığı alanlarda artış meydana gelmiştir. 11 Eylül sonrası ABD ile ilişkilerde İncirlik Üssünün Kullanımı Sorunu, Anti Amerikanizm ve Türkiye’nin ABD’ye II. Körfez harekatında olumsuz tavrı, tezkere bunalımı, Çuval meselesi ve Türkiye’nin İran ve Suriye ile yakınlaşması, Kuzey Irak ve Musul-Kerkük, sorunları ön plana çımıştır. 

A. Türkiye’nin II. Körfez Harekatına Olumsuz Yaklaşımı 

Birinci Irak müdahalesinin vermiş olduğu tecrübe ile, Türk kamuoyunda Amerikanın II. Irak müdahalesine Büyük bir tepki olmuştur. Bu dönem de özellikle, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki durumun kontrol edilmesi gerektiği yönündeki hassasiyetlerini bildiren açıklamalara, ABD yönetimince kayda değer bir cevap verilmemiştir. Senelerdir devam eden terörist saldırılarda şehit edilen 
askerlerin etkisi ile ABD’ye büyük bir tepki oluşmuştur.10 

Anti Amerikanizmin giderek artmış ve yüzde 80 dolaylarına  çıkmıştır. 11
Bu durum Türk kamuoyunun her kesiminde geniş bir koalisyon oluşturmuş ve Türkiye’nin Irak’ta ABD’ye karşı olumsuz tavır takınması gerektiği yaklaşımını güçlendirmiştir.12 

ABD’nin Ortadoğu’ya müdahale konusunda dünya devletleri arasında farklı yaklaşımlar olmuştur. Özellikle bu bölgeyi Dünya liderliği için kilit bir bölge sayan Almanya, Amerikan politikalarına karşı şüpheciliği ile tanınan Fransa13, krizin savaşsız çözülmesi için aktif rol oynamaya çalışan Rusya14 ve ABD’nin petrol akışını kendi aleyhine kullanabileceğini sezen Çin, ABD’nin önderliğinde 
ırak’a karşı başlatılacak askeri harekata ve körfezdeki büyük askeri yığınağa karşı olduklarını belirtmişlerdir. 

Diğer taraftan ABD’nin, güvenlik kaygıları ve hegemonik düşünceler içinde dünyayı kontrol etme politikası çerçevesinde, sahip olduğu gücün de etkisi ile ortaya koyduğu ve uyguladığı koruyucu, önleyici, ön alıcı, tehdidi ortaya çıkmadan bertaraf etmeyi içeren güvenlik stratejilerinin15 uluslararası hukuk ile ne dereceye kadar uyum sağladığı hep tartışma konusu olmuştur. 

Türkiye, ABD’nin Irak müdahalesi öncesi, anahtar ülke16 konumuna gelmiştir. 
Hükümet bir taraftan bölgesel barışın sağlanması için bölgede aktif görüşmeler de bulunmuş, bir taraftan da çok sayıda Amerikan askerinin Türkiye sınırları içinde konuşlanmasını engellemeye çalışmıştır. Türkiye, hegemonyasını dünyanın her tarafındaki zenginliklerden istifade etmek üzere planlayan ABD 17 ile birlikte hukuksuz bir çatışmaya ortak olmak istememiştir. Krizin BM kararı doğrultusunda çözülmesini istemiştir. BM nezdinde ve uluslararası hukuk çerçevesinde bir çözümde buluşulması için büyük çaba harcamıştır. Bu amaçla dönemin Başbakanı Abdullah Gül 4-11 Ocak tarihleri arasında Irak’a komşu; Suriye, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran’dan oluşan beş devletin liderleri ile görüşerek önemli bir girişim başlatmıştır. Ayrıca Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, savaş seslerinin daha da arttığı bu dönemde 150 kişiden oluşan işadamı kafilesiyle 10 Ocak’ta Bağdat’a önemli bir ziyaret gerçekleştirmiştir.18  

Türkiye ayrıca İstanbul zirvesi düzenlenmesini sağlamıştır. 23 Ocak Tarihinde İstanbul’da gerçekleşen “Irak Konusunda Bölgesel Girişim Dışişleri Bakanlığı Toplantısı”, Irak sorununun barışçı yollardan çözülmesi için önemli bir aşama olarak belirginleşmiştir.19 Daha sonrasında ise savaşın başlaması ile bu çabalar boşa çıkmıştır.20 

B. Tezkere Bunalımı (1 Mart Tezkeresi) 

Tam adı: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık Tezkeresi”dir. 

25 Şubat 2003’de TBMM’ye sunulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri 1 Mart Tezkeresi öncesi ikili ilişkilerde, tarihten gelen özgüvenle hareket ederek, Türkiye’nin ABD tarafında olmadığı takdirde bazı fırsatlardan mahrum kalacağını21 ve muhtemel bir Irak operasyonunda Türk ekonomisinin zarar göreceğini vurgulamıştır. 

Böyle bir telkinle Türk tarafına altı milyar dolarlık hibe öncesi, 8.5 milyar dolarlık köprü kredi teklif edilmiş ve ABD, üstü örtülü bir şekilde “Türk sularında demir atan gemilerde bekleyen askerlerin konuşlandırılması” için Türk tarafının harekete geçmesini istemiştir. Teklif edilen altı milyar dolarlık hibe teklifinin ekonomide yapacağı iyileştirmelere dikkat çeken açıklamalar, bunun yanında Colin Powell’ın ekonomik yardımların IMF ile yapılan ekonomik istikrara bağlanacağı yönündeki vaatleri 22 ile Meclis ve Türk Kamu oyu yönlendirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca ABD Ankara büyük elçiliği, oylama öncesinde AKP’li milletvekillerini gruplar halinde davet ederek, tezkerenin geçmesi konusunda ikna etmeye çalışmıştır. 23 Barzani’nin de Meclis’teki Kürt kökenli milletvekillerini olumsuz oy vermek konusunda ikna etmeye çalıştığı iddiası ortaya atılmıştır. 
Barzani, Türkiye’nin Amerikan askerlerinin geçişine izin vermesi durumunda kuzey Irak’ta Türk askerinin konuşlanmasını engellemek istemiştir.24 

Tezkere ile TBMM’den, “Gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117’inci maddesine göre milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclise karşı sorumlu bulunan hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak’ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin Hükümet tarafından yapılmasına, Anayasanın 92’inci maddesi 
uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi”25 istenmiştir. Tezkerede, en fazla 62 bin yabancı askeri personelin 6 ay süreyle Türkiye’de bulunması öngörülmüştür. Yabancı kuvvetlerin hava unsurları 255 uçak ve 65 helikopteri aşamayacaktır. 

Yapılan oylamaya 533 milletvekili katılmış, 250 ret, 264 kabul, 19 çekimser oy kullanılmıştır. Ancak, Anayasa’nın 96. maddesinde öngörülen salt çoğunluğa ulaşılamadığı için, tezkere kabul edilmemiş sayılmıştır.26 

Tezkerenin reddedilmesinde beş temel faktörün, rol oynadığı söylenebilir: 

Bunların başında; AKP idarecilerinin neredeyse tamamının, uluslararası hukuka açıkça aykırı olan ve Güvenlik Konseyinde de herhangi bir onay alamayan bir müdahaleye imza atmak istememiş ve bu süreç için kayda değer bir çaba sergilememiş olmaları gelmektedir. 

İkinci olarak, Ana Muhalefet partisi CHP’nin ve Cumhurbaşkanı’nın ağır eleştirileri gelmektedir. 

Üçüncü önemli faktör olarak AKP tabanının yüzde 90’ının savaşa karşı olması gösterilebilir. Ayrıca, Türkiye’nin desteğinin ekonomik yardımlara bağlandığı yönündeki ağır ithamlar karşısında satılık bir ülkelerinin olmadığı tepkisinin ancak tezkerenin reddedilmesi ile ortaya konulabilineceğine olan inançta etkili olmuştur. Son olarak da Almanya, Fransa, Belçika’nın savaşa karşı çıkması 
ve Çin ile Rusya’yı yanına alan Fransa’nın konuyu güvenlik konseyine taşıyacağı yönündeki kararlı açıklamalarından da milletvekillerinin cesaret kazanması 27 etkili olmuş denebilir. 

Bu dönemde özellikle, 1 Mart Tezkeresinin reddedilmesinin ikili ilişkilerde dönüm noktası olduğu, bir çok kez dile getirilmiştir. 

Türk-ABD ilişkileri 1 Mart’ta TBMM’ye gelen ve reddedilen tezkere ile iyice soğumaya başlamıştır. Tezkere sonrası dönemi tanımlamak için;“hayır diyebilen Türkiye”,28 “Türkiye-ABD ilişkilerinde kriz dönemi”,29 “Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir rol ihtiyacı”,30 “Tam işbirliği döneminin bittiği”31 gibi, ikili ilişkilerde yeni bir dönemin başladığı sinyalleri ile dolu tanımlamalar kullanılmıştır.. 
Tezkerenin reddinden sonra, ABD, Türkiye’nin alışılagelindiği üzere “sadık bir müttefik” olmaktan çıkıp “aktif ve bağımsız” politikalar izlemesinden rahatsız olmuş ve Amerikan basını ve düşünce kuruluşlarının Türkiye aleyhtarı hareket etmesine 32 göz yummuştur. Tezkere’nin geçmemesinin oluşturacağı olumsuz etkilerden çekinen Türk hükümeti ve Başbakan Erdoğan, değişik platformlarda yaptıkları konuşmalarla gerilimi gidermeye çalışmışlardır.33 

Türkiye’de savaş öncesinde, çok sayıda stratejistin ‘Türkiye’nin yardımı olmadan işgalin gerçekleşemeyeceği’ şeklindeki öngörülerinin aksine, 1 Mart Tezkeresi reddedilmesine rağmen, ABD, Türkiye cephesini kullanmadan da Irak’a girebilmiş ve çok kısa sürede Bağdat’ı ele geçirmiştir. 

Bu gelişme Türkiye’nin stratejik önemini kaybettiği yorumlarına neden olmuştur. 

Eski Ankara büyük elçisi Mark Parris ve Türkiye uzmanı Ian Lesser de Irak’ın işgalinden sonra Türkiye’nin eski stratejik önemini kaybettiğini iddia etmişler dir.34 


C. Çuval Meselesi 

Çuval olayı veya çuval hadisesi, (The Hood Event) 4 Temmuz 2004 günü Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde bir binbaşı komutasında karargah kurmuş bulunan 11 Türk Silahlı Kuvvetleri mensubunun, Irak’taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan 173. Hava İndirme Tugayı’na bağlı askerlerce sürpriz bir baskın sonucu derdest edilmeleri ve başlarına çuval (kukuleta) geçirilmek suretiyle götürülüp 60 saat süresince alıkonularak sorguya çekilmeleri olayını tanımlamak için kullanılan terimdir. AKP’nin ABD ile ilişkileri onarmaya çalıştığı sıralarda, ABD için bayram olan 4 Temmuz 2004’te Amerikan askerlerinin Süleymaniye ’deki Özel Kuvvetlerin binasını basması Türkiye’de doğal olarak bir şok etkisi yaratmıştır.. Resmi tatil olduğu için özellikle seçildiği anlaşılan bu gün nedeniyle Türkiye, Washington’da görüşecek bir muhatap bulamamıştır. Gözaltına alınan 11 Türk subayı, ABD tarafından, terörist ve direnişçilere uygulanan standartla başlarına çuval geçirilmiş şekilde Bağdat’a götürülerek gözaltında tutulmuştur.    35 

Türk tarafının tepkisi sert olmuştur. Süleymaniye olaylarının hemen ardından Başbakan Tayyip Erdoğan “tamamen çirkin bir olay, müttefikine böyle bir davranışta bulunması hiçbir siyasi üslûpla ifade edilemez” sözleriyle ağır eleştiriler getirirken, Türk basını ve Genel Kurmay Başkanı da aynı şekilde ağır bir kriz ortamı havasını yansıtmışlardır.36 

Ama ABD ile iplerin koparılmamasına da özen gösterildiği söylenebilir. Nitekim,Genelkurmay Başkanı olaydan üç gün sonra Türkiye’deki görev süresi sona eren ABD büyükelçisiyle görüşmekte bir sakınca görmemiştir. 37 Tampa’daki CENTCOM karargahında görevli Türk subayı geri çağrılmış ama sonra tekrar görevinin başına dönmüştür. 

Uzgel’e göre; 50 yıl boyunca NATO içinde müttefik olan, kuzey Irak’ta 1990’ların başından beri ortak hareket eden Türkiye’ye yönelik bu muamele Türkiye’nin onurunu kırmayı hedeflemiştir. ABD bir müttefikinin kendisini günlerce oyalayıp, gemilerini İskenderun limanında bekletmesine ve sonunda reddedmesine yönelik tepkisini bir şekilde göstermiştir. Tezkere’nin ardından iki gazeteciyle yaptığı görüşmede dönemin Savunma Bakan yardımcısı Paul Wolfowitz kendisinden beklenen liderliği göstermediği için Silahlı Kuvvetleri suçlamıştır. Daha öncesinde Türkiye’nin kuzey Irak politikası 1996 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu tarafından Genelkurmay Başkanlığına devredilmiş, Genelkurmay da Özel Kuvvetleri görevlendirmişti.38 

Dolayısıyla, ABD 50 yıldır Türkiye’deki en önemli bağlantı noktası olan askerleri bir şekilde cezalandırmıştır. 

D. ABD Kuzey Irak ve PKK Kuzey Irak’taki, doksanlı yılların başındaki körfez savaşından bu yana oluşan boşluk, bu boşlukta konuşlanan PKK örgütü ve bu örgütün faaliyetleri, Türk –Amerikan ilişkilerinde hep sancılı bir konu olmuştur. 

Türkiye’nin daima mücadele içerisinde olduğu PKK sorunu, bir açıdan Irak’la bağlantılı olması nedeniyle ikili ilişkilerde önemli bir sorun olarak yerini korumuştur. Özellikle Kuzey Irak’ta konuşlanıp Türkiye’nin güvenliğini hedef alan saldırılar yapan bu terör örgütüne yönelik ABD tarafının gerekli tedbirleri almaktaki pasifliği, 39 siyasi ve askeri kanatta ikili ilişkilerin PKK sorunu halledilmeden iyi bir seviyeye yükselemeyeceği görüntüsünü hakim kılmıştır. 

ABD I.Körfez savaşını, Saddam Hüseyin’in Kuveyt müdahalesi sonrasında, BM desteğinde koalisyon güçlerini de yanına alarak gerçekleştirmişti. Ama bu müdahaleyi yarıda bırakmıştı. Orta Doğu politikasının ilk aşaması olarak kabul edebileceğimiz Birinci Irak Müdahalesinden sonra ABD kuzey Irak üzerinde temel belirleyici aktör haline gelmiştir. Kuzey Irak ve Kürt sorununa müdahil olmaya çalışan Almanya ve Fransa gibi Avrupalı aktörler büyük oranda devreden çıkmıştır.40 Barzani ve Talabani  ABD’nin bölgede dayandığı müttefikleri olurken kuzey Irak taki Kürt oluşumu giderek merkezden kopmuş ve fiili bir devlete dönüşmeye başlamıştır. Türkiye ise 1991-2003 arasında iktidara gelen bütün siyasal partilerin desteklediği Çekiç Güç aracılığıyla bölgenin askeri olarak korunmasını sağlarken, işgal sonrasında ticaret, yatırım, elektrik verme, 
petrolü işleme gibi yollarla 41 ekonomik olarak ayakta kalmasını sağlamıştır. 

Türkiye ikinci körfez harekatında PKK ve Kuzey Irak konusunu ABD ile pazarlık konusu etmiştir. Bunun üzerine, Özellikle Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik sınır ötesi operasyonlarına dikkat çeken ABD’li yetkililer, Türkiye’nin ancak kendi sınırları içinde PKK militanlarına karşı bir operasyon yürütebileceği, Irak sınırında bir operasyon yapamayacağı”42 şeklinde açıklamalar yapmışlardır. 

Bu açıklamalar Amerika’nın Kuzey Irak ve PKK konusunda Türkiye’nin taleplerine kayıtsız kalabileceği konusunda ipuçları vermiştir. Nitekim, Mart 2003’te Irak’ın işgalinden sonra, Irak’ın kuzeyinde oluşan otorite boşluğunu, ne Bağdat yönetimi, ne ABD ne de bölgedeki silahlı Peşmerge grupları yeterince doldurabilmişler dir. Bu boşluk PKK terör örgütünün güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. 43 ABD’nin PKK bağlamındaki uygulamaları tamamen yetersiz hale gelmiştir. PKK, Irak’taki varlığını ve faaliyetlerini oradaki Kürt gruplarının da yardımlarıyla güçlendirmiş ve çeşitlendirmiştir. 

2003 Irak’ın işgalinden itibaren Türkiye tekrar ABD yönetimine, Kuzey Irak’ta yuvalanan PKK terör örgütünün varlık ve faaliyetlerine son vermesi için sorumlu işgal kuvveti olarak çağrıda bulunmuştur. Terörle mücadelenin genel gerekleri, NATO müttefikliğinin gereği, PKK’nın terör örgütleri listesinde bulunması, PKK saldırılarının Türkiye’nin ulusal güvenliği için bir tehdit oluşturması, PKK’nın Irak’ın toprak bütünlüğü ve istikrarı açısından da bir tehlike olduğu gerekçelerini de ileri sürerek ABD’nin yardımını istemiştir.44 Türkiye Bütün ikili görüşmelerde PKK sorununu gündeme getirmiştir. Erdoğan’ın 2005’in Haziran ayında ABD Başkanı Bush ile yaptığı görüşmede de; artık Kuzey Irak’tan PKK militanlarının sızmasının önlenmesi isteğine karşılık, somut bir gelişme sinyali kamuoyuna yansımamıştır. ABD, Türkiye tarafını desteklediğini ifade etmekle beraber, bu yönde elle tutulur bir politikası söz konusu olmamıştır.45 Türkiye’nin PKK konusunda Amerika’dan o dönemdeki talepleri şu şekilde özetlenebilir: 
Irak’ta bulunduğu bilinen ve Interpol kırmızı bültenleriyle aranan teröristler Türkiye’ye teslim edilmelidir; PKK kampları kapatılmalıdır; PKK’ya Irak içinden ve dışından verilen her türlü destek kesilmelidir; Mahmur Kampı tasfiye edilmelidir; Bağdat Hükümeti ile Kuzey Irak’taki Kürt grupları PKK karşısında net bir tavır almalıdır. 46 

Sorun ABD dışişleri bakanı Rice’ın 26-27 Nisan 2006’da Ankara Ziyaretinde de ele alınmıştır. Son dönem Türkiye-ABD ilişkilerindeki kırılmalara yeni açılımlar getireceği beklenilen Rice’ın ziyaretinin büyük bölümünü, Irak ve PKK konusundaki görüşmeler teşkil etmiş ve ABD’nin Irak hükümetine atıfta bulunan ve sınır ötesi operasyona sıcak bakmayan tutumuna karşı Erdoğan; 

“Artık Ankara aksiyon istiyor.” sözleri ile konuşmanın artık pek bir anlam kalmadığını vurgulamıştır. Bu sert tepki üzerine Rice da PKK konusunda; “Bizim de artık sözden öteye geçmemiz gerektiğini biliyoruz…” 47 ifadelerini kullanarak ortamı yunuşatmak veya biraz daha zaman kazanmak amacını gütmüştür. Daha sonrasında da ABD söylem planında Türkiye’ye hak vermiş, PKK’ya karşı 
harekete geçeceğine dair çeşitli resmî açıklamalar yapmış ve vaatlerde bulunmuştur. Ancak bunların gereğini yapmamıştır. 

Üstelik ABD’nin önerisi üzerine kurulan, önce Türkiye-ABD-Irak arasındaki üçlü mekanizma ve daha sonra PKK’yla mücadele için atanan Özel Temsilciler (Başer-Rallston) mekanizması da bir sonuç vermemiştir.48 

ABD’nin K. Irak’taki PKK varlığı konusundaki sorumluluğunun şu nedenlerden kaynaklandığı söylenebilir; Türkiye’nin Nato müttefiki olması, ABD’nin global olarak teröre savaş açtığını iddia etmesi ve bu konuda Türkiye’nin başta Afganistan’da olmak üzere önemli ölçüde desteğini almış olması, K. Irak’ta işgalci güç olarak sorumluluk sahibi olması, Kuzey Iraklı Kürtler üzerinde etki sahibi olması, Türkiye’ye bu konuda somut adım atılacağını vaad etmiş olması, Türkiye’yi K. Irak’ta PKK’ya karşı askeri müdahaleden vazgeçirmeye yönelik ifadelerde bulunması, Öcalan’ın idam edilmemesi, eve dönüş yasası gibi adımlarda Washington’un telkinlerinin de rol oynamış olması.49 ABD, PKK konusunda hem yapabileceğinden hem de işgalci olarak sorumluluğu gereği yapması gerekenden çok daha geride bir görüntü vermiştir. Türkiye’nin tüm bu girişimlerine ve kararlaştırılan uluslararası terörizmde işbirliğine rağmen ABD, Kuzey Irak’taki PKK varlığına karşı hiçbir önlem almamıştır. PKK’ya karşı cılız, seyrek, muğlak ve örgütün çok ciddiye almadığı tehditlerle yetinmiştir. Teröristlerin, Kuzey Irak şehirlerinde bulunanlarını yakalayarak Türkiye’ye teslim etmemiştir. Türkiye’ye, Irak’ta PKK’ya karşı zamanı ve coğrafi sınırları çizilmiş bir operasyon yapma izni vermemiş, ciddi anlamda istihbarat paylaşmamış, örgütün lojistik, finansman, propaganda, eleman kazanma gibi faaliyetlerini engellemeye çalışmamıştır. 50 Kısaca ABD, Türkiye’nin dostluk ve güvenini istismar etmeyi en kolay seçenek olarak görmüştür. 

Bütün bu gelişmeler Amerika’nın PKK’ yı kullandığı izleniminin doğmasına neden olmuştur. ABD yetkililerinin PKK’yla Irak’ta temas halinde oldukları, hatta PKK’ya silah ve teçhizat verdiği şeklinde Türkiye’de yaygın bir kanaat oluşmuştur.. ABD’nin Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen Orta Doğu Projesi çerçevesinde Irak’ı parçalamak ve bağımsız bir Kürt devleti kurmak istediği ileri sürülmüştür. 51 ABD’nin PKK konusunda kabul edilemeyecek kadar gevşek tutumu 52 bu teorilerinin önemli derecede inandırıcı olmasını sağlamıştır. 

ABD’nin Türk tarafına bu bağlamda yaptığı açıklamalar ve gerekçeler de yeterli ve inandırıcı olmamıştır. ABD’li yetkililer yaptıkları savunmalarda; Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı bir operasyon yapacak askerî güce sahip olmadıkları, Kuzey Irak’taki istikrar ve güvenlik ortamının bozulmasını istemedikleri, PKK terörü meselesinin askerî olmayan yöntemlerle de çözümlenebileceği 53 gibi savlar ileri sürmüşlerdir. Bunların dışında ABD’nin PKK’ya kayıtsız kalmasının nedenleri de çok tartışılmıştır. Bir çok iddia ortaya atılmıştır. Bunlar şu şekilde özetlenebilir; 

a) ABD’nin aslında Irak’ta yeterince askeri yoktur. 
b) 1 Mart Tezkeresinin geçmemesi nedeniyle nedeniyle Türkiye’yi Cezalandırmak istemiştir. 
c) Kuzey Iraklı Kürt gruplarla arasını bozmaktan kaçınmaktadır. ABD, Kürtleri hep kendisine bağımlı olmaya mahkûm etmekte ve gerektiğinde bölgede kendisine karşı olan ülkeleri baskı altında tutmasına yardım edebilecek, İsrail üzerindeki baskıyı azaltabilecek bir araç olarak görmektedir. PKK’yı bölgede önemli bir araç olarak görmektedir. 54 PKK’yı Türkiye İran ve Suriye’ye karşı 
bir koz olarak kullanmak istemektedir. Ayrıca İran uzantısı olan PEJAK adlı terör örgütünü de Tahran’a karşı55 fiili olarak kullanmak istemektedir. 
d) PKK’ya karşı hareketi Türkiye’den gerçekten önemli bir şey (örneğin; İran?) isteyeceği zamana kadar bekletmeyi tercih etmektedir. 56 
e) ABD, Türkiye ve hatta Orta Doğu’daki Kürt sorununun kendi istediği şekilde evrilmesi için PKK’nın varlığını ve gücünü koruması gerektiğini düşünmektedir. ABD, bu kadar rahat hareket ederken, Türkiye’nin Irak’a müdahale etmeyi de göze alamayacağını hesaplamış 57 olabilir. Tüm bu teoriler Türk kamuoyunda yoğun olarak tartışılan konular olmuştur. 

ABD’nin PKK Politikasındaki Değişimin Başlaması 21 Ekim 2007 de Hakkari’nin Yüksekova İlçesi’nin Irak sınırındaki köyü yakınlarında gece, Kuzey Irak’tan gelen kalabalık PKK’lı gurubun, Komando Taburu’na saldırması sonucu 12 askerin şehit olduğu 16 askerin yaralandığı Dağlıca Baskını58 Türk kamuoyunu adeta ayaklandırmıştır. Bu saldırı, Türkiye’de zaten yüksek olan Amerikan karşıtlığını daha da artırmıştır. Genişletilmiş Irak’a Komşu Ülkeler Dışişleri Bakanları Toplantısı öncesinde Ankara’ya gelen ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a Dışişleri Bakanı Babacan, ‘’Sözün bittiği yerdeyiz. Artık aksiyon zamanıdır ’’.59  diyerek artık Türkiye’nin ABD’den herhangi bir mazeret duymak istemediğini açıkça ifade etmiştir. Terör eylemlerinin tırmanması ve kamuoyu tepkisinin artması ile hükümet, TSK’nın sınır ötesi operasyon yapabilmesi hususunda TBMM’den yetki almak için girişimlere başlamıştır. Irak’taki teröristleri bertaraf etmek amacıyla, Hükümete sınır ötesi operasyon için 1 yıl süreyle yetki verilmesini öngören tezkere, 526 milletvekilinin katıldığı oylamada 
19 red oyuna karşılık, 507 oyla kabul edilmiştir.60 

Başbakan Tayyip Erdoğan ile Başkan George Bush arasındaki 5 Kasım 2007 Beyaz Saray görüşmesi bu koşullarda gerçekleşmiştir. 

5 Kasım görüşmesinde Başkan Bush’un PKK’yı, Türkiye’nin, ABD’nin ve Irak’ın düşmanı ilan etmesi, ABD’nin tercihini Türkiye ve Irak’ın bütünlüğünden yana koyduğunun ve PKK nedeniyle Türkiye ile ilişkilerinin daha da sıkıntıya düşeceğini artık anladığının bir işareti olarak algılanmıştır.61 

5 Kasım 2007 tarihinde yapılan görüşmeden sonra sınır ötesi operasyon yetkisi hükümet tarafından Türk Silahlı Kuvvetlerine verilmiştir. 

TSK tarafından da sınır ötesi operasyon yetkisi, 16 Aralık 2007 tarihinden itibaren hava operasyonları ile kullanılmaya başlanmıştır. 

Operasyonlar, ABD ile sağlanan mutabakat çerçevesinde Türkiye, ABD ve Irak Genelkurmay ikinci Başkanlarının oluşturduğu üçlü mekanizmanın koordinatör lüğünde ve ABD ile yapılan istihbarat paylaşımının da desteği ile gerçekleştirilmiş tir. 

Bu ortamda yürütülmekte olan sınır ötesi operasyonların bir noktada, ABD’nin verdiği istihbarata bağlı olarak ve istihbaratın verildiği yere yapılabileceği seklinde bir algılama içine girilmiştir. Ancak daha sonra Türkiye’nin, ABD’ye bağımlı olmadan; ancak ABD’yi bilgilendirerek kendi inisiyatifi ile de hareket ettiği görülmüştür.62 

ABD’nin, PKK ile mücadele konusunda Türkiye’ye karşı takındığı tavır ve duruşta neden değişikliğe gittiği tartışılmıştır. 

Bunun birinci nedeni olarak, Türkiye’deki kamuoyu tepkisinin çok yükselmesi, hükümetin tedbir alma ve sonucunda da sınır ötesi operasyon yapma mecburiyetinde olduğunu ABD’ye net ve kararlı bir şekilde anlatması olduğu söylenebilir. ABD’nin de Türkiye’nin kendi inisiyatifi ile vereceği kararla operasyon yapmasının, kendisini de zor durumda bırakacağını düşünmesi63 ihtimal dahilindedir. İkinci olarak, Türkiye’ye karşı tavır almaya devam etmenin, artık ABD menfaatleri açısından katlanamayacağı ölçüde sonuçları olabileceğini görmüş olması olduğu söylenebilir. 

Ayrıca, ABD, Irak’ta arzu ettiği sonuca ulaşmakta sorunlarla karşılaşmaya devam etmekte, Irak’ta güç bulundurmakla Suriye ve özellikle İran üzerinde kurmayı düşündüğü baskıyı arzu ettiği şekilde gerçekleştirememiş ve bu konuda gittikçe 
sıkıntıya düşmüştür. Kendi iç kamuoyundaki olumsuzlukları da artmıştır. Dolayısı ile yeni muhafazakarların stratejilerinde kırılmalar meydana gelmeye başlamıştır. 

ABD’nin bu strateji değişikliği karşısında Türkiye’den bazı tavizler istediği de kulislerde tartışılmıştır. Bunlardan ilki, kendisi için stratejik öneme sahip olan kuzeydeki Kürt yönetimin, Türkiye tarafından kabullenilmesidir. Türkiye’nin Kuzey Irak Yönetimi ile iletişim içine girmesini ve bu yönetimi kabullenmesini istediğidir. İkinci olarak, bu mücadelenin ardından Türkiye’nin PKK ile siyasi alanda bir çözüme gitmesi gerektiği konusunda telkinlerde bulunduğu iddia edilmiştir. 

  Bu iddiada, her ne kadar Beyaz Saray Sözcüsü Dana Perino64 tarafından düzeltme yoluna gidilmişse de, Irak’taki Çok Uluslu Kuvvetler Komutan Yardımcısı ve Merkezi Kuvvetler Komutanının, PKK ile diyalog ve uzlaşma gerektiği yönündeki açıklamaları etkili olmuştur. Ayrıca, ABD’nin tutum değişikliği karşılığında; Türkiye’den NATO çerçevesinde Afganistan’a daha 
fazla asker göndermesi ve/veya Afganistan’daki birliğinin görev sahasını güneye ve güneydoğuya doğru genişleterek operasyonel olarak kullanılmasını istediği, ABD’nin oluşturmak istediği Füze Savunma Sistemi’nde Türkiye’de tesis kurulması talebini dile getirdiği ve ABD-İran gerginliğinde Türkiye’den daha fazla destek istediği65 iddialar arasında yer almıştır. 

PKK’ya karşı Ankara-Washington arasındaki istihbarat işbirliğinin ve PKK’nın tasfiyesine yönelik koordineli adımların somut olumlu sonuçlarının görülmeye başlaması ile, Türk ABD ilişkilerinin 2008 basından itibaren bir yumuşama dönemine girdiği söylenebilir. 66

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Ramazan Gözen, “Uluslararası İlişkiler Sonrası Çoğulculuk, Küreselleşme Ve 11 Eylül, Alfa Yayınları, İstanbul, 2004, s.2., 
Kemal Girgin ve Işık Biren, 21.Yüzyıl Perspektifinde Dünya Siyaseti, Okumuş Adam Yayınları, İstanbul, 2002, s.113. 
2 Şanlı Bahadır Koç, “11 Eylül Sonras Türk Dış Politikas 11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri: Eski Dostlar Mı Eskimeyen Dostlar Mı? 
Avrasya Dosyası, ilkbahar 2004, Cilt: 10, Say: 1, s.10 
3 Ahmet Davutoğlu, Küresel Bunalım: 11 Eylül Konuşmaları, Küre Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2005, s.142. 
4 Z.Tuba Kor, “Türk-Amerikan İlişkileri”, Fatma Sel Turhan (haz.) Küresel Güçler, Küre Yayınları, 2005, s.73. 
5 İdris Bal, 21.yy.’da Türk Dış Politikası, 2. Basım, Alfa yayınevi, İstanbul, 2004, s.154. 
6 Şanlı Bahadır Koç “11 Eylül’den Sonra…, s.11 
7 Gülten Kazgan, Natalya Ulçenka, Dünden Bugüne Türkiye ve Rusya: Politik, Ekonomik ve Kültürel İlişkiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi 
   Yayınları, İstanbul, 2003, s.173. 
8 Koç, “11 Eylül Sonrası…..,” s.13 
9 Koç, “11 Eylül Sonrası…..,” s.14 
10 Cemalettin Taşkıran ve Haydar Çakmak, “Kuzey Irak’ta Türk-ABD Politikaları ve PKK Faktörü”, Avrasya Dosyası: 
    ASAM Yayınları, Ankara, Yaz 2005, s.73. 
11 Mustafa Özel, “AK Parti ve Türk Siyasetinin Paradoksları”, Anlayış, Sayı:31, Aralık 2005, ss.22-25. 
12 Sedat Laçiner, Irak Küresel…., 2004.ss.155-156. 
13 Sedat Laçiner, “IrakKrizi: Ortadoğu’nunYenidenYapılandırılmasınınİlk Aşaması Mı?”, Stratejik Analiz, Cilt:3, Sayı:35, Mart 2003, ss.31–33 
14 Nazim Cafersoy, “Rusya Irak Krizinde Çıkarlarını Maksimize Etme Çabasında”, Stratejik Analiz, Cilt:3, Sayı:35, Mart 2003, ss.6-7. 
15 The National Security Strategy Of The UnitedStates Of America, September 2002. 
    http:/www.whitehouse.gov/nsc/nss.pdf,erişim;23.10.200, Ayrıca güvenlik stratejisi ilgili olarak bknz.The National Military Strategy 
    Of The United States Of America, 2004. 
    http://www.av.af.mil/av/awcgate/nms/nms2004.pdf, The National Defence Strategy Of The United States Of America, March 2005
    http://www.globalsecurity.org/military/library/policy/dod/nds-usa_mar2005.htm 
16 Thomas Seibert, “Ankara, Ülkede Daha Büyük Bir Amerikan Gücü İstemiyor” Nürnberger Nachrıchten Gazetesi, 21/01/2003, 
     Dış Basında Türkiye, BYEGM. 
17 Mehmet Zahir Sarıtaş, Yeni Dünyada Siyaset: Küreselleşmenin Siyasal Boyutu, Bilgi Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2005, s.170 
18 M. İbrahim Turhan, “Amerikan İmparatorluğunun İkinci İstasyonu Irak”, Anlayış, Sayı:1, Haziran 2003, s.42. 
19 Turhan, “Amerikan….., s.43. 
20 Gamze Güngörmüş Kona, ABD’nin Irak Operasyonu’nun Türk Basınında İki Yazar Tarafından Algılanış Biçimi, Okumuş Adam 
    yayınları, İstanbul ekim 2005, s.289. 
21 Çetin Güney, “AKP Dış Politika Anlayışı Bağlamında Türkiye ABD ilişkileri”, Avrasya Dosyası, Asam Yayınları, Ankara, s.48. 
22 Leyla Boulton, “ABD, Ekonomiyi Canlandırmak İçin 8.5 Milyar Dolar Kredi Teklif Etti”, Fınancıal Tımes, 27.02.2003, Dış Basında Türkiye, BYEGM. 
23 Ilhan Uzgel, Dış Politikada AKP: Stratejik Konumdan Stratejik Modele, Mülkiye Cilt: 30, Sayı:252, s.77 
24 Uzgel, “Dış Politikada….”, s.77 
25 1 Mart Tezkeresi Hakkında Daha Geniş Bilgi İçin Bknz: Douglas Feith, War and Decision: Inside the Pentagon 
     at the Dawn of the War on Terrorism, USA: Harper Collins Publishers, 2008 S.285, 339 
26 1 Mart Tezkeresi Hakkında Daha Geniş Bilgi İçin Bknz: Douglas Feith, War and Decision: Inside the Pentagon 
     at the Dawn of the War on Terrorism, USA: Harper Collins Publishers, 2008 S.285, 339 
27 İnat, Duran, “AKP Dış Politikası….” s.27. 
28 Şanlı Bahadır Koç, “Türkiye, ABD ve Irak Harekatı:Hayır Diyebilen Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt:3, Sayı:34, Şubat 2003, Ankara,ss.44 
29 E.Fuat Keyman, Değişen Dünya Dönüşen Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005.s.69. 
30 Laçiner, Irak Küresel Meydan…., s.69. 
31 Murat Yetkin “ABD Irak Savaşına Nevruz’da Başlamayı Planlamıştı”, Radikal Gazetesi, 21.03.2003. 
32 Z.Tuba Kor, “ABD Türkiye’den Niçin Rahatsız?” Anlayış, Sayı:25, Mayıs 2005,ss.30-31. 
33 Recep Tayyip Erdoğan, “My Country is Your Faithful Ally and Friend,” The Wall Street Journal, march 31, 2003. 
34 Ian Lesser, “Turkey, the United States and the Delusion of Geopolitics,” Survival, Bahar 2006, Aktaran; Uzgel, “Dış Politikada….,” s.78 
35 Uzgel, “Dış Politikada…...”, s.80 
36 Güney, “AK Parti’nin.......”, s.50. 
37 Murat Yetkin, Tezkere, Istanbul, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004, s. 193 
38 Fikret Bila, “ÖzelSiyaset Belgesi ve Rumsfeld,” Milliyet, 20 Temmuz 2003. 
39 İnat ve Duran, “AKP Dış Politikası…..”, s.28. 
40 Uzgel, “Dış Politikada…..”, s.77. 
41 Uzgel, “Dış Politikada……”, s.77. 
42 Taşkıran ve Çakmak, “Kuzey Irak’ta Türk-ABD…..”, s.73. 
43 Taşkıran ve Çakmak, “Kuzey Irak’ta Türk-ABD…..”, s.79 
44 O. Faruk Loğoğlu, “ABD ve PKK Terör Örgütü”, Stratejik Analiz, Aralık 2007, s:32 
45 Güney, “AK Parti’nin…..”, s.54. 
46 Loğoğlu, “ABD ve PKK…..”, s:32 
47 Yeni Şafak “Saldırırsanız İki Katı Yanıt Veririz”, 27.04.2006. 
48 Loğoğlu, “ABD ve PKK…..”, s:31 
49 Şanlı Bahadır Koç, “ABD ve PKK İlişkisi Üzerine Notlar” 23.11.2007, 
    http://turcopundit.blogspot.com/2007/11/abd-ve-pkk-ilikisi-zerinenotlar_23.html,erişim:03.01.2008 
50 Koç, “ABD ve PKK … . .”, s.4 
51 Loğoğlu, “ABD ve PKK….”, s.31 
52 Şanlı Bahadır Koç, Türk-Amerikan İlişkileri : İkinci Bahar Mı? Sonun Başlangıcı Mı? Stratejik Analiz, Haziran 2006, s.19-20-21 
53 Loğoğlu, “ABD ve PKK…....”, s.33 
54 Koç, Türk-Amerikan İlişkileri…...”, s.19 
55 Loğoğlu, “ABD ve PKK…...”, s.33 
56 Koç, Türk-Amerikan İlişkileri…...”, s.19 
57 Loğoğlu, “ABD ve PKK…...”, s.34 
58 Radikal Gazetesi “12 Askeri Şehit Eden PKK’lıların 32’si Öldürüldü, Irak’ta Sıcak Takip”, 22 Ekim 2007,
    http://Www.Radikal.Com.Tr/Haber.Php?Haberno=236460, erişim:21.03.2008 
59 Sabah Gazetesi, “Babacan: Artık Sözün Bittiği Yerdeyiz”, 2 Kasım 2007, Cuma 
60 CNN, Tezkereye Meclis Onayı,, 17 Ekim 2007
     http://www.cnnturk.com/turkıye/haber_detay.asp?pıd=318&haberıd=398189,erişim;02.17.2008 
61 Loğoğlu, “ABD ve PKK…...”, s.34 
62 Armagan Kuloglu, “Türk Silahlı Kuvvetleri’ninn İcra Ettigi Sınır Ötesi Operasyonlar Ve Sonrasındaki Gelişmeler”, 18 Mart 2008, Global 
    Strateji Enstitüsü,Ankara, s.2 
    http://www.globalstrateji.org/TUR/Icerik_Detay.ASP?Icerik=1401,erişim;25.03.2008 
63 Kuloglu, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin……”, s.3 
64 Milliyet, “Dana Perino; PKK İle Pazarlık Beklentimiz Yok”,07 Mart 2008. 
     http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=502709 
65 Kuloglu, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin…..”, s.4 
66 Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM), 2008 – Bakış, Ocak 2008, Ankara S.18 

10. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYEYE YANSIMALARI., BÖLÜM 8

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYEYE YANSIMALARI., BÖLÜM 8



ABD’nin İsrail ile olan özel ilişkisi, ABD karar alma mekanizmasındaki Yahudi etkisi ve ABD yönetiminin Orta Doğu’ya bakış açısındaki kendine özgülükler bilinmektedir. Yahudi lobileri Amerikan yönetimi üzerinde oldukça etkindir. ABD ile İsrail arasındaki organiğe yakın bağlar, Ortadoğu’da yalnızlaşan İsrail’e bu bölgede kalıcıdestek sağlanmasıaçısından çok önemlidir. Bush dönemi ABD 
yönetiminde de Yahudilerin büyük bir etkinliği vardı. Bush yönetiminin şahinler kanadının çoğunluğu Yahudilerden oluşmaktaydı. 


Eskiden olduğu gibi Bush döneminde de ABD, Orta Doğu’nun temel sorunu olan Filistin meselesinde izlediği politikalarda çoğunlukla İsrail’in lehine davranmıştır. Araplara göre de Arap-İsrail anlaşmazlığında ABD, her zaman İsrail’den yana bir politika izlemekte ve İsrail’i açık şekilde desteklemektedir. 

ABD dış politikasının İsrail’e fazla angaje olduğu iddiaları ve tartışmaları sadece Ortadoğu’da değil ABD içinde de tartışmalara neden olmaktadır. 

Bu tartışmalardan biri de 2006 yılında Chicago Üniversitesi’nden John Mearsheimer ve Harvard Üniversitesi’nden Stephen Walt’ın “İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Polikası” adlı çalışmaları olmuştur. 

Mearsheimer ve Walt, “İsrail lobisi” diye adlandırılan çevrelerin Amerika’nın Orta Doğu politikasını önemli ölçüde etkilediğini belirtmişlerdir. Amerika’da iyi örgütlenmiş durumdaki İsrail yanlılarının, Amerikan yasama ve yürütme organları tarafından alınan, İsrail’i ilgilendiren konulara ilişkin kararlar üzerinde 
etkili olduklarını iddia etmişler ve bu durumun ise her zaman Amerika’nın kendi çıkarlarına uygun olmadığını ve rasyonaliteden uzak olduğunu 67 savunmuşlardır. Stephen Walt ve John Mearsheimer kendilerini bu çalışmaya iten nedeni şu şekilde açıklamışlardır. 

“Bu konu üzerinde özellikle 11 Eylül’den sonra durmaya başladık. Diğer birçok Amerikalı gibi biz de Orta Doğu’ya ilişkin Amerikan politikasına yeni bir şekil vermek gerektiğini anlamıştık. Bu durum bizi Amerika içinde etkili olan ve Amerika’nın, dünyanın o bölgesinde kendi ulusal çıkarları yönünde adım atmasını zorlaştıran siyasi güçlere yöneltti.”68 

Mearsheimer ve Walt, “İsrail lobisi”ni, önemli bireyler ve İsrail yanlısı gruplardan oluşan, gevşek bağlarla birarada duran bir koalisyon olarak tanımlamaktadırlar. Ama bu kişi ve grupların hepsinin yahudi olduğunu söylemek de mümkün değildir. Stephen Walt’a göre, bu grupların başta geleni, Amerikan İsrail Kamu işleri Komitesidir. (The American-Israel Public Affairs Committee-AIPAC) Stephen Walt ve John Mearsheimer, lobinin başarı stratejileri üzerinde durmuşlar; kongre, yürütme, medya, araştırma kurumları, üniversite üzerindeki etkisini irdelemişler ayrıca, Bush ve Sharon’un Orta Dogu politikaları üzerindeki 
etkilerini gündeme taşımışlardır.69 

“AIPAC’in amacı, Amerika’nın İsrail’e olan desteğinin her zaman devam etmesini sağlamaktır. İsrail ne şekilde davranırsa davransın, Amerikan desteğinin ve her yıl milyarlarca doları bulan yardımın devam etmesini garanti altına almak için çalışıyorlar. 

Bunu yaparken, İsrail’i destekleyen Kongre adaylarına maddi destek sağlamak ve bu açıdan güvenilir bulmadıkları Kongre üyelerine ise para verilmesini önlemek gibi yöntemlere başvuruyorlar. Bu işi olağanüstü derecede başarıyla yapıyorlar. Paraları var, iyi örgütlenmiş durumdalar ve hiçbir şeye aldırmadan 
hareket ediyorlar.”70 

Profesör Walt bu çabanın sonucu olarak Amerika’nın her yıl İsrail’e 3 milyar dolara yakın yardım yaptığına değinerek, İsrail’in, Amerika’dan her yıl en çok yardım alan ülke olduğunu belirtmiştir. Amerika ayrıca İsrail’e, Filistinliler ve Orta Doğu’daki diğer taraflarla ilişkisinde diplomatik destek sağlamaktadır. 


New York Üniversitesi Tarih Profesörü Tony Judt, Mearshimer ve Walt’ın ileri sürdüğü görüşte gerçek payı olduğunu düşünmekle birlikte bir adım daha ileri giderek, İsrail yanlısı lobinin her girişiminin de İsrail’in çıkarlarına uygun olmadığını belirtmiştir. 

“Bu lobinin, kendi faaliyeti hakkında Amerika’da herkesin sessiz kalması yönündeki çabası, Amerika’nın resmen onaylamadığı, işgal altındaki topraklarda yahudi yerleşim yerleri kurulması gibi uygulamaların açıkça eleştirilmesini engelliyor. Bence bu Amerika için kötü. Çünkü Amerika’nın, uluslararası alanda İsrail’i ne olursa olsun desteklediği şeklinde izlenim yaratıyor. Bu aynı zamanda 
İsrail’in kendisi için de kötü. Kendi hükümetlerinin yaptığı birçok şeyi sert bir şekilde eleştiren birçok İsrailli var. Bunlar seslerini duyuramıyor, çünkü, kendilerine adeta “biz yapıyoruz, Amerika da onaylar görünüyor, içteki muhalifleri dikkate almamıza gerek yok” deniyor.”71 

Profesör Judt ayrıca, İsrail yanlısı lobiyi eleştirenlere yöneltilen sert sözlü saldırıların, bu konuların açıkça tartışılmasını engellediğini ifade etmiştir. 

“Mearshimer ve Walt’ın dile getirdiği konuların açıkça tartışılmamasının sebebi bu. Tartışacak olursanız, İsrail aleyhtarı olarak görülme tehlikeniz var. İsrail’in politikalarını eleştiriyorsanız, Yahudi aleyhtarı olmakla da suçlanıyorsunuz.”72 

Profesör Tony Judt ve diğer gözlemciler, Amerikan dış politikasını oluşturan farklı unsurlar üzerinde açık ve samimi tartışmanın, Amerikan demokrasisinin ayrılmaz parçası olduğunu belirtmektedirler. Dolayısı ile Profesör John Mearsheimer ve Stephen Walt’un, İsrail lobisiyle ilgili olarak başlattıkları tartışmanın kısa sürede kapanmayacağı daha uzun yıllar süreceği söylenebilir. 

Diğer taraftan yahudi lobileri bu etkinin abartıldığını ve var olan ilişkinin de Amerikan çıkarları ile örtüştüğünü belirtmişlerdir. 


           “Hegomanya Dünya Tarihi Kadar Eskidir.”73 



V-BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ’NE YAKLAŞIMLAR 

Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi, birçok platformda tartışılmış ve destekleyenlerin yanında ciddi oranda eleştirenler de bulunmuştur. Eleştirilerin bir bölümü projenin tümünü kapsarken, bir kısmı ise sadece bazı stratejileri üzerinde yoğunlaşmıştır. BOP’un uygulama yöntemi konusunda en önemli eleştrilerden biri de, Bush döneminde ABD dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlara karşı yeni liberal görüşü savunan Ronald Asmus ‘un Kenneth Pollack’tan gelmiştir. Görüşlerini birlikte kaleme aldıkları ve Washington Post gazetesinde, yayımlanan, “Ortadoğu’nun Neoliberal Açıdan Ele Alınışı”74 (The 
Neoliberal Take on the Middle East) başlıklı makalede açıklamışlardır. 

Bu makalede Asmus ve Pollack Yeni-Liberal çizginin ABD’ye bakış açısındaki, Muhafazakar çizgiden farklılıklarını ortaya koyarak eleştirilerini açıklamışlardır. Asmus ve Pollack’a göre; Gerek Yeni Muhafazakarlar gerekse Yeni Liberaller 
Ortadoğu’nun dönüştürülmesi gerektiği konusunda uzlaşmaktadırlar. 

Ama çözümler konusunda birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Ayrılma noktalarından birincisi, güç kullanımı konusudur. Yeni Muhafazakarlar, Ortadoğu’yu güç kullanımı ile dönüştürmeyi hedeflemektedirler. 

Neo liberaller demokratikleşmenin zor kullanarak sağlanacağı şeklindeki yaklaşıma karşı çıkmaktadırlar. 
Yeni Liberaller ise; siyasal çözümü tercih etmektedirler ve askeri saldırılara sadece en son çare olarak başvurulabilineceğini belirtmişlerdir.75 


ŞEKİL 3: 
BÜYÜK ORTADOĞU HARİTASI 

Kaynakça : Madeleine K. Albright, Vin Weber, Steven A. Cook, “In Sup-
port of Arab Democracy:Why and How”, Counsel on Fore-
ing Relations, CFR June 2005, Independent Task Force Re-
port No. 54 s.36,http://www.cfr.org/content/publications/at-
tachments/Arab_Democracy_TF.pdf  Erişim : 23.10.2007 

Asmus ve Pollack, Yeni Muhafazakarların ABD’yi bir imparatorluk olarak gördüklerini, ittifaklara çok değer vermediklerini ve yük olarak gördüklerini, kaydettikten sonra, sadece güce inanan Yeni Muhafazakarların Uluslararası kuralların, sadece kötüler için geçerli olduğuna inandıklarını ileri sürmüşlerdir. İkinci olarak Yeni Muhafazakarlar ulus inşası politikalarına destek vermemekte dirler. Oysa Yeni Liberaller ulus inşasını barışı kazanmak için stratejik bir araç olarak görmektedirler. 

Neo liberaller Orta Doğu’nun dönüştürülmesi ve projenin başarısı için, Arap-İsrail anlaşmazlığının kalıcı biçimde çözülmesini, olmazsa olmaz koşul olarak görmektedirler. Yeni Muhafazakarlar ise, Barış süreci konusunda kötümserdirler. 

Asmus ve Pollack, Soğuk Savaş döneminde NATO’nun SSCB ve diğer Varşova Paktı ülkesi üyelere uyguladığına benzer uzun vadeli ekonomik, siyasi, kültürel, ve askeri geniş stratejiyi Ortadoğu’ya karşı uygulamayı önermişlerdir.Böyle bir savaş Soğuk Savaş kadar uzun bir süreye yayılmış görülmektedir. 

Ortadoğu’daki dönüşümün sürekli, politik, ekonomik ve stratejik işbirliği sayesinde on yıllar alacağını, müttefikleri dışlamak yerine bunlarla bozulan ilişkilerin tamirini gerektireceğini belirtmişlerdir. 

‘’Ortadoğu’daki tehditlerin ortadan kaldırılabilmesi, ancak NATO’nun Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı uyguladığı gibi uzun soluklu ve kapsamlı bir proje ile mümkün olabilir. Ortadoğu, yeni muhafazakârların savunduğu gibi, güç kullanılarak dönüştürülemez, bu dönüşüm, ancak Avrupalı müttefiklerle 
de işbirliği yapılarak ve ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal boyutları da içeren kapsamlı bir projeyle mümkün olabilir… Amerika’nın sadece düşmanlarına korku salmasını değil, dostlarında da hayranlık uyandırmasını ve onların desteğini 
kazanmasını istiyoruz.”76 

Asmus ve Pollack’ın yaklaşımları BOP’u söylem boyutuyla etkilemiş olmakla birlikte, BOP’un geneline yine de, yeni muhafazakâr çizgi damgasını vurmuştur. Örneğin; Yeni liberallerin projenin başarısı için olmazsa olmaz koşul olarak gördükleri Arap-İsrail anlaşmazlığının kalıcı biçimde çözülmesi, yeni muhafaza kâr BOP versiyonunda göz ardı edilmiştir. Bunun temel nedeni; muhafazakâr çevrelerin Amerika’nın rekabet edilemez gücünü ana çıkış noktası olarak algılamalarıdır. 

Bush Doktrini’ne de ilham kaynağı olan bu görüşe göre ABD, büyük ekonomik ve askeri gücüne dayanarak dünyanın herhangi bir bölgesinde istediği dönüşümü yaptırabilir, kendine yönelik tüm tehditleri ortadan kaldırabilir, yeni 11 
Eylül’lerden korunmak için başka seçeneği de yoktur.77 ‘’Kuzey Afrika ve Genişletilmiş Ortadoğu Girişimi’’ adıyla sunulan, G-8’de tartışılan ve sonuç bildirgesine 12 madde halinde yansıyan projenin sonuç bildirgesinde yer alan ‘’projenin bölgeye dışarıdan empoze edilmeyeceğine’’ dair ifadeye rağmen pratikte tam tersi olmuştur. 


Fuat Keyman Projenin dayandığı muhafazakar ideolojinin güvenlik anlayışına dikkat çekmiş ve bu anlayışın uluslar arası ilişkilere yerleşmesinin sonuçlarını eleştirmiştir. Keyman’a göre; Ekonomik kalkınmanın demokrasi getireceği anlayışı üzerine kurulan II. Dünya savaşı sonrası düzen, 11 Eylül sonrası dünyada, ABD’nin tek taraflı ve savaş temelli dış politika anlayışıyla ciddi bir kırılma geçirmiştir. 

Bu kırılma, demokrasiyi ekonomik kalkınma ile değil de güvenlikle birlikte düşünen bir anlayışı, uluslararası ilişkilere yerleştirme girişimi ile gerçekleşmiş tir. Bush doktirini dediğimiz yeni muhafazakar ideoloji, terörizme karşı küresel mücadeleyi savaşa indirgemiş ve bu indirgemeyi de “güvenlik+demokrasi= barış” denklemiyle meşrulaştırmaya başlamıştır. Ekonomi-demokrasi ilişkisi yerine, güvenliksavaş-demokrasi ilişkisiyle dünyaya yaklaşan Bush yönetiminin, yeni muhafazakar ideolojisi bunun gereğini önce Afganistan’da, sonra da 
Irak’a karşı başlattığı savaş yoluyla yaşama geçirmiştir. Fakat her iki örnekte de sonuç olumsuzdur. Savaş demokrasi değil siyasal istikrarsızlık getirmiş, terörü engelleyen değil aksine pekiştiren bir ortamın ortaya çıkmasına neden olmuştur. 

Keyman “Büyük Ortadoğu Projesi” ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”ni de bu başarısızlıkların üstünü kapatmayı amaçlayan bir proje olarak değerlendirmiştir. 

“ …bir taraftan Irak ve Afganistan’da yaşanılan bu başarısızlığın üstünü kapatmaya çalışan bir girişim, diğer taraftan da güvenlik-demokrasi ilişkisini dünyanın siyasal açıdan en istikrarsız, demokrasi açısından en eksik; ama ekonomi açısından da en emperyalist duygulara en açık bölgesine yerleştirmeye çalışan bir projedir.”78 

Başkan Carter dönemi Ulusal Güvenlik Danışmanı, Amerikalı Stratejist Zbigniew Brzezinski de Bush yönetiminin uyguladığı politikaları çok başarısız bulmuştur. Brzezinski’ye göre Neo-Con’lar, bütün problemlerin üstesinden tek başlarına gelebileceklerini düşünmüşlerdir. Ancak zamanla gelişen olaylar bunun hiç de böyle kolay olmadığını göstermiştir. 

“ABD ‘dünyaya paranoyakça bakmak’ şeklinde tarif edilebileceğini düşündüğüm bir yaklaşımı en üst düzeyde hayata geçirmiştir. Bugün neredeyse tüm dünya ABD politikalarına karşıdır. Amerika’nın gücü tarihsel bir doruk noktası yaşıyor; 
siyasi duruşu ise dibe vurmuş durumdadır… ABD’nin bugün merkezi rolü, terörizme karşı savaşla tarif ediliyor. Ben bu tarifi, dünyanın ilk süper gücü ve samimiyetle idealist gelenekleri olan muazzam bir demokrasi açısından son derece dar ve aşırılıkçı bir dış politika vizyonunun ifadesi olarak görüyorum. İkincisi ise; ABD’nin bugün karşı karşıya kaldığı güven krizi ve yalıtılmışlık 
durumuna katkı yapan bir durum: Dünyaya dar bir açıdan bakmak, sürekli olarak körleştirici bir paniğe yol açan abartılmış bir korkuyu da besliyor.”79 

Brzezinski ise ABD stratejisindeki radikal değişikliği bir yol ayrımı olarak değerlendirmiştir. 

“Küreselleşmenin özü, birbirine küresel bağımlılıktır. Amerika bu gün, iki yoldan birini tercih etmek durumunda. Ya kendi egemen küresel gücünü yalnızca kendi güvenliği için kendi başına buyruk kullanacak, ya da ortak paylaşılan çıkarlara dayalı yeni bir küresel sistemi yaratmaya çalışacaktır.”80 

Brzezinski Bush yönetiminin uyguladığı politikaları başarısız bulmakla birlikte Bush yönetiminin başarılı olması için atması gereken adımlar konusunda da uyarılarda bulunmuş ve önerilerini şu şekilde sıralamıştır. Birinci olarak program Ortadoğu ülkeleri tarafından hazırlanmalıdır. Ülkelere sadece ne yapmaları 
gerektiğini söylemek etkili olmayacak ve yetersiz kalacaktır. Ortadoğu ülkeleri, dinsel ve kültürel geleneklerin küçümsendiğini hissederlerse, demokrasiye kucak açmayacaklardır. Bunun yanı sıra Avrupalılar işin içine tam anlamıyla katılmalıdır; planlanan işlerin tarifi ve neyi hedefleyeceği konusunda bölge ülkeleriyle kendi diyaloglarını sürdürmelidir. G-8 zirvesindeki muhtemel 
yaklaşım farklılıklarının üstesinden ancak bu şekilde gelinebilinecek tir. 

İkinci olarak; girişim kendi kendini yönetmekten kaynaklı siyasi itibar olmaksızın demokrasiden söz edilmeyeceği kabullenmelidir. II. Dünya savaşının ardından Almanlar siyasi itibarlarını nispeten kısa bir süre içinde geri kazanmışlardır ve bu itibar, Nazi sonrası dönemde demokratik kurumları canlandırmaları için onlara yardımcı olmuştur. Eğer Filistinlilere ve Iraklılara egemenlik tanıma çabalarıyla birleştirilebilirse, Arap demokrasisi çok daha başarılı olacak ve daha yaygın kabul görecektir. 

Aksi durumda demokrasi, Arap dünyasındaki bir çok çevre tarafından, süre giden yabancı egemenliğinin maskesi olarak algılanacaktır. 

Son olarak ABD, Ortadoğu’daki bir barış anlaşmasının özünü tarif etmeli ve ardından anlaşmayı hayata geçirmek için enerjik bir biçimde çalışmalıdır. Böyle yapmak, demokrasi girişiminin ardından yapıcı niyetlere yönelik daha güçlü bir güven sağlayacak ve bununla birlikte Ortadoğu ülkelerine, demokratik Batı ile samimi bir ortaklık için paylaşılan bir zemin olduğunu gösterecektir. 

Ortadoğu’nun dönüşümü, savaş sonrası Avrupa’nın restorasyonundan daha karmaşık bir süreç olacaktır. Ne de olsa sosyal restorasyon, tabiatı gereği, sosyal dönüşümden daha kolaydır. İslami geleneklere, dini inançlara ve kültürel alışkanlıklara, sabır ve saygıyla yaklaşmak gerekir. Ancak bunun ardından 
Ortadoğu’da demokrasinin zamanı gelecektir.”81 

Bir başka önemli eleştiri Joseph S. Nye Jr’a aittir. Nye, Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilmesinde en büyük handikaplardan biri olarak güven bunalımını görmüştür. Çünkü; bölge insanı Batı’ya güvenmemektedir. Amerika açısından güvensizlik, sadece bölge insanı ile sınırlı değildir. Avrupa’da da anti-Amerikanizm büyük bir patlama yapmış durumdadır. Artık Avrupalıların çoğunluğu, küresel yoksulluk mücadelesini, çevre sorunlarının çözülmesini 
ve barışın sürdürülmesini, Amerika’nın engellediğine inanmaktadırlar. Bölge insanının güven eksikliğinin temelinde, ABD’nin Filistin’e karşı açık olarak İsrail’e destek vermesi ve yapay gerekçelerle Irak’a müdahalede bulunmuş olması yatmaktadır. Bu anlaşmazlık, bir taraftan yöneticilerin eline, demokratik 
reformlara gidilmemesinin bahanesini verirken, diğer yandan da eylemci terör örgütlerinin kazanımını kolaylaştırmaktadır.82 

Büyük Ortadoğu Projesinin değerlendirilmesi ile ilgili olarak TESEV’in yapmış olduğu “Genişletilmiş Orta Doğu Ve Kuzey Afrika’da Demokratikleşme Tartışması: Türkiye’den Sivil Bir Tespit” adlı çalışmada Büyük Ortadoğu Projesine getirilen eleştirileri özetler nitelikte olmuştur. TESEV’in raporuna göre; Büyük Ortadoğu Projesi, bölgenin demokratikleşmesi önünde, amaçlananın 
aksine bir engel olmaya başlamıştır. ABD, Ortadoğu’da Anti-Amerikancılık dalgasından büyük zarar görmektedir.83 Iraklı tutukluların işkence görüntüleri bölgede Anti-Amerikancılığı daha önce görülmedik derecelere taşımıştır. Böyle bir ortam, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da (GODKA) meşru demokratikleşme tartışmalarını engellemektedir. Bölgedeki her demokratikleş me projesi BM Anayasası’nda belirtilen prensiplere ve uluslararası kabul edilmiş araçlara uygun olmalıdır. Her tür askeri müdahaleyi dışlamalıdır. GODKA bölgesine ilişkin girişimler uluslar arası terörizmin ilacı olarak demokratikleş meyi bölgede özgür bırakmak ve sürdürülebilir hale getirmek arzusuyla ortaya çıkmıştır. Bu şekilde algılanan bir demokratikleşmenin etkili bir araç olacağı, yoruma açık bir sorudur. Demokrasinin kargaşa ve kaostan yaratılabileceği önermesi asılsızdır. 

Bölgede demokratikleşme nihai istikrar amacını takip etmelidir. Bu sadece bölgesel ya da küresel bir çıkar değil, aynı zamanda asıl insani bir önceliktir. Demokratikleşme, bir ülkenin uyması gereken kriterler olarak tanımlanabilecek çıpalarla (referanslarla) desteklenmelidir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin siyasi kriterleri olan Kopenhag Kriterleri’ne adapte olma ve uyum sağlama deneyimi 
bu yöntemi başarıyla gösteren bir örnektir.84 

TESEV çalışmasında ayrıca Ortadoğunun demokratikleşebilmesi için bir yol haritası çizilmiştir. 

Filistin probleminin çözümünü gerektirir. Arap-İsrail uyuşmazlığı bölgedeki otoriter yapının sürmesi için gerçek neden olmayabilir. Fakat, militanlaşmanın parlamasına yardım etmektedir ve bölgedeki hükümetler tarafından reform yapmamak için bir bahane olarak kullanılmaktadır.85 

Büyük Ortadoğu Projesinin ve dolayısı ile Bush Doktrini’nin en büyük savunucularından biri Robert J. Lieber’dir. Yazmış olduğu “Amerikan Çağı: 21. Yüzyıl için Güç ve Strateji” (The American Era: Power and Strategy for the 21st Century)86 adlı kitabında Ortadoğu Projesini ve Bush doktrinini savunmuştur. Lieber’e göre; Bush Doktrini, ABD için kararlı ve geniş vizyonlu bir büyük 
strateji oluşturmaktadır. Aradan geçen beş yılı aşkın sürede bu doktrinin mantığı ve amacı hala desteklenmeyi hak etmektedir. 

Gerek dünyada, gerekse ABD içinde büyük ölçüde çarpıtılmasına karşın, Amerika’ya yönelik tehditler konusunda somut bilgilere dayalı bir teşhis getirdiği gibi, tehditlere karşı koymaya yönelik geniş kapsamlı önlemleri de içermektedir. Bunlar; Erken müdahale, askeri öncelik, yeni bir çok taraflılık (mümkün olan 
yerlerde), demokrasinin yayılması gibi kavramlardır. Kuşkusuz, bu politikanın uygulanmasında zorluklarla karşılaşılmakta ve bu zorluklar zaman zaman ciddi boyuta ulaşmaktadır. Ancak bütünsel haliyle bu strateji, yönetimi eleştirenlerin genellikle atladıkları bazı çağdaş gerçeklerin temelini kavramakta ve desteklen meyi hak etmektedir. 

Lieber, varsayımlarını üç temel nedene dayandırmaktadır: 

Birincisi; köktenci İslamcı terörizm ile kitle imha silahlarının karışımından 
oluşan, daha önce karşılaşılmamış bir tehditle karşı karşıya bulunulmasıdır. Soğuk Savaş döneminde geçerli olan dizginleme ve caydırıcılık doktrinleri, bugünkü tehdit karşısında artık geçerli değildir. Bunun sonucu olarak da erken davranmaya, hatta müdahaleyle önleyiciliği sağlayacak güç kullanımına hazır olunması zorunludur. İkincisi; BM, günümüzün en tehlikeli ve yıkıcı sorunları karşısında hemen her zaman etkisiz ve yetersiz kalmaktadır. Üçüncüsü; Amerika’nın kendine has gücü nedeniyle, diğer ülkeler kaçınılmaz biçimde onun öncülüğünü beklemek durumunda kalmaktadırlar. ABD, diğerleriyle işbirliği arayışına girebilir, girmelidir de, fakat öncülük etmediği takdirde başkalarının harekete geçmesi olasılığı yok denecek kadar azdır. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü ve hatta soykırımın önlenebilmesi diğer ülkeler tarafından güvence altına alınamazken, terörizm ve kitle imha silahlarının doğuracağı tehlikeler karşısında Amerika’nın aktif olarak konuyla ilgilenmesi ve hatta müdahale etmesi hiç de özür gerektiren bir olgu değildir.87 

Lieber’e göre; gelişmeler karmaşık olsa da, Amerikan politikası önemli başarılara imza atmıştır: Afganistan ve Irak’ta el Kaide ve diğer terörist gruplara devlet desteğinin önlenmesi ve yasaklanmaları, ciddi ve stratejik bir bölgesel tehdit yaratan Saddam tiranlığının devrilmesi, El Kaide şebekesinin hiç olmazsa bir kısmının etkisizleştirilmesi ve yok edilmesi, herhangi bir Ortadoğu ülkesindeki yönetimi devirerek denetimi ele almaya yönelik İslamcı hırsların engellenmesi, Libya’nın kitle imha silahları programlarından vazgeçirilmesi, A.Q. Han’ın Pakistan’da nükleer ağ kurmaya yönelik çalışmalarının engellenip durdurulması, bunların hepsi de Amerika Birleşik Devletleri’ne yönelik 11 Eylül sonrası bir saldırının önlenmesini sağlamıştır. 

Bush yönetimin Amerika’nın dünyadaki rolü ve etik sorumlulukları hakkındaki görüşü, anlaşılabilir bir çıkarsamaya dayanmaktadır. ABD’nin daha uzun bir süre dünyanın önder gücü olmayı sürdüreceği açıktır ve Bush’un sözleriyle “Batı ülkelerinin altmış yıl boyunca Orta Doğu’da özgürlüğün yokluğu karşısında 
sergilediği hoşgörü ve uyum sağlama çabasının, bize güvenliğimiz açısından bir katkısı olmamıştır.” Yapabilecek en iyi iş (Charles Krauthammer’in ünlü deyişine uygun olarak) “en gerekli yere müdahale” etmektir. Yani; Orta Doğu’ya.88 

Lieber, radikal muhalifler olarak nitelediği muhaliflerin odak noktası haline getirdikleri özellikle Irak’taki acılı ve maliyetli duruma da açıklık getirmektedir ve bütün bu kayıplara rağmen doktrinin sürdürülebilir bir politika olduğunu iddia etmiştir. 

“Lieber’e göre; Bush Doktrini’ne yönelik karşıtlığın temeli, doktrinin kendisinden değil, Bush’un başkanlığına yönelik köklü siyasal ve kültürel antipatiden kaynaklanmaktadır.”89 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

67 John J. Mearsheimer and Stephen M. Walt, “The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy”, March 2006 RWP06-011, 
     http://ksgnotes1.harvard.edu/Research/wpaper.nsf/rwp/RWP06-011/$File/rwp_06_011_walt.pdf,  Erişim:21.03.2007, s.3 
68 Mearsheimer ve Walt, The Israel Lobby…,s.4 
69 Mearsheimer ve Walt, The Israel Lobby…,,s.3 
70 Mearsheimer ve Walt, The Israel Lobby…,,s.9 
71 Amerika ‘İsrail Lobisi’ni Tartışıyor, Voice of America Washington 18/07/2006 
     http://www.voanews.com/turkish/archive/2006-07/2006-07 -18-voa14.cfm 
72 Amerika ‘İsrail Lobisi’ni Tartışıyor, Voice of America Washington 18/07/2006 
     http://www.voanews.com/turkish/archive/2006-07/2006-07 -18-voa14.cfm 
73 Zbigniew Brzezinski, Eski ABD Ulusal Güvenlik Teşkilatı Danışmanı 
74 Ronald D.Asmus ve Kenneth M.Pollack, “The Neoliberal Take on the Middle East”, The Washington Post, 22 june 2003, ayrıca: 
    http://www.brookings.edu/opinions/2003/0722middleeast_asmus.aspx, 19.03.2006 
75 Asmus ve.Pollack, “The Neoliberal….” par.3 
76 Asmus ve.Pollack, “The Neoliberal….”, par.4 
77 Erhan, Ortadaki Büyük Oyun….,par.13 
78 E. Fuat Keyman, “Nato Zirvesinde Türkiye Nasıl Öne Çıkabilir?”, Zaman Gazetesi, 26. 06. 2004, s. 18 
79 Radikal Gazetesi, “Zbigniew Brzezinski; Hataları Düzeltme Zamanı”, 11 Kasım 2003 
     http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=95058 
80 Zbigniew Brzezinski, The Choice: Global Domination or Global Leadership, Basic Boks, New York, 2004, s. 24 
81 Zbigniew Brzezinski, ” Büyük Ortadoğu’ya Dikkat” The Newyork Times, 08 Mart 2004; Aktaran: Radikal Gazetesi, 10 Mart 2004, 
    http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=109124 
82 Joseph S. Jr. Nye, “The Decline of America’s Soft Power”, Foreign Affairs, May/ June 2004, s.17-19 
    http://www.foreignaffairs.org/20040501facomment83303/joseph-s-nye-jr/the-decline-of-americas-soft-power.html, 02.03.2007 
83 Anti Amerikanizm Ve Ülkelerdeki Oranları İle İlgili Olarak Bknz. Pew Global Attitudes Project, A Year After Iraq War Mıstrust Of 
    Amerıca In Europe Ever Hıgher, Muslim Anger Persists A Nine-Country Survey 2004, 
    http://people-press.org/reports/pdf/206.pdf,  Erişim;22.09.2006 
84 Burak Akçapar, Mensur Akgün, Meliha Altunışık, Ayşe Kadıoğlu, “Genişletilmiş Orta Doğu Ve Kuzey Afrika’da Demokratikleşme 
    Tartışması: Türkiye’den Sivil Bir Tespit, İstanbul Çalışması,” TESEV, 25-27 Haziran 2004, 
    http://www.tesev.org.tr/eng/events/istanbulpaper3turkce.doc, Erişim;15 Ekim 2006 
85 Akçapar,Akgün,Altunışık ve Kadıoğlu, Genişletilmiş Orta Doğu……, s.6-12 
86 Robert J.Lieber, The American Era: Power and Strategy for the 21st Century, Cambridge University Press, New York, 2005 
87 Lieber, The American Era: Power…., s.21 
88 Lieber, The American Era: Power…., s.29 
89 Lieber, The American Era: Power…., s.45 


9. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***