Monroe Doktrini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Monroe Doktrini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2017 Salı

Birinci Dünya Savaşı bitmedi, Bitmeyecek

Birinci Dünya Savaşı bitmedi, Bitmeyecek


Prof. Dr. İbrahim Ethem Atnur: “ Birinci Dünya Savaşı bitmedi, Bitmeyecek ” 
Celil Güngör 

Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi ve Türk Tarih Kurumu Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. İbrahim Ethem Atnur ile I. Dünya Savaşı’na giden yolu, savaşın taraflarını, ilişkileri ile dolaylı ve doğrudan sonuçları üzerine bir konuşma yaptık. 

1.Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılındayız. Savaşa “Birinci Dünya” veya “Birinci Cihan” savaşı diyoruz. Sanki bundan önceki savaşları çok fazla savaştan saymıyoruz gibi. Bu savaşın “birinci” olarak nitelenmesinin dünya tarihindeki farklılığı, yeri, önemi nereden kaynaklanmaktadır? İsterseniz bu soru ile başlayalım. 

Savaş niye genel bir savaş oldu. Ondan önceki savaşlar önemsiz mi? Hayır tarih boyunca çok büyük savaşlar, çok kanın ve gözyaşının döküldüğü savaşlar, 
çok acıların yaşandığı savaşlar var ama bu dünya tarihinde en genel ilk savaş. Yani dünyada büyük devlet olarak düşündüğümüzün hepsinin savaşın içinde yeri var. İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya, Macaristan, Osmanlı devleti sonra Amerika, İtalya ve son dönemde Japonya. Bir de bunları sömürenlerin sömürgelerini katarsak dünyada başka devlet kalmaz. Bu saydığımız Osmanlı dâhil beş altı devlet dünyanın zaten tamamı demek. Bir de bunların sömürgeleri var. Osmanlının sömürgesi yok ama İngiltere zaten dünyanın dörtte birine sahip, diğer bir kısmına Fransa, bir kısmına Amerika, bir kısmına İspanya sahip. Ama İspanya girmiyor savaşa, zaten o dönemlerde büyük çaplı bir devlet değil. Dolayısıyla 

1. Dünya Savaşı dünyanın en büyük emperyalist devletlerinin sebep olduğu bir savaş ve bu yapısı gereği bir genel savaşa dönüşmüş. Bir de bu savaşta cephe kavramı değişmiş bir cephe yok, bir anda çok cephe var. Sadece Osmanlı için değil bütün ülkeler için birçok cephe söz konusu… 

Tabii, yani İngiltere ve Almanya savaşıyorlar. Almanya bir taraftan Rusya’yla savaşıyor. Bir taraftan Fransa’yla savaşıyor. Sonra bir taraftan Amerika ile 
savaşıyor. Sonra bakıyorsunuz Osmanlı Devleti bir taraftan Rusya’yla savaşıyor Kafkas cephesinde, bir taraftan Basra civarında Arabistan’da, Yemen civarında İngilizlerle savaşıyor. Geliyoruz Çanakkale’ye, Çanakkale’de yine İngilizlerle Fransızlarla savaşıyoruz. Galiçya’da yine müttefikleriyle savaşıyor yani bir anda bütün bağlaşıklarıyla Osmanlı karşı karşıya savaşıyor. Bunu İngiltere için de sayabiliriz Fransa için de. Burada cephe kavramı yok, 

Ne gibi bir zorunluluk oldu da savaş çıktı? 1914’te birden mi ortaya çıktı ya da bu yüzlerce yılın ya da onlarca yılın alttan alta bir takım sorunların birden patlaması mıydı? Nasıl bu kadar büyük güçler ve devletler bir anda bir savaşın içinde buldular kendilerini? 

Biliyorsunuz demin bir şey söyledim “patlama”, patlamanın olması için bir enerjinin birikmesi lazım. Ve savaşı da patlama olarak değerlendirirsek 
bu da bir enerji birikiminin sonucu oldu tabii. İşte ta 1880’lerden itibaren Almanya milli birliğini tamamlamış ama sömürgesi yok. Silahı var, ham-
madde üretiyor, güçlü bir sanayi kurmuş, satacak yeri yok. Diğer devletlerin kendi aralarında sömürgecilik anlamında emperyalizm anlamında bir 
mücadelesi var. Bu rekabet bir enerji birikimi sağlıyor. 

Temel motivasyon sömürgecilik mi? 

Tabiî temel saik sömürgecilik. Sömürgeye dayalı ve ekonomik açıdan istismara dayalı bir sistem. Siyasî açıdan istismara dayalı bir sistemin büyük devletler, emperyal devletler arsında yarattığı enerji birikimidir bu. Osmanlı aktör müdür? Değildir. Osmanlı zaten Balkan Savaşlarında yenilmiş. Kendini toparlayamamış. Balkan Savaşları Trablusgarp onu belini bükmüş.1. Dünya savaşı yaklaşırken bir aktör değil, diğerlerinin arasında kalmış. Bir de toprakları bu biriken enerjinin yutmak istediği en önemli alan. 

Bir de Petrol meselesi… 

Tabii ki. Yani o tarihlerde petrol biliniyor. Özellikle Ortadoğu petrolleri de İngiltere’nin, Amerika’nın, Almanya’nın, Rusya’nın hepsinin birden iştahını çekiyor. 

Yani Osmanlı iştah cezbedici bir coğrafyaya sahip. 
Bu hem iktisadi açıdan hem de coğrafi açıdan önemli. Hindistan’a giden yol İngiltere için öyle. Ruslar için Akdeniz’e giden bir yol. Yani hammadde satılacak, sömürülecek bir coğrafya. Fransa da petrol ve stratejik açıdan düşünüyor. 
Osmanlı devleti -belki sorunuzun dışına çıkacak ama- savaşa girmeli miydi girmemeli miydi? 

Girmeyebilir miydi? 

- Hiç şansı yok, sıfır şans, böyle bir şey yok. Çünkü paylaşma anlaşmaları zaten bu coğrafya üzerine yapılmış. Yani Rusya’yı savaşa çekmek için Ruslarla İngilizler ta 1912’de anlaşmışlar. Bakın şimdi I. Dünya Savaşı’nın tarihini yazmak zor. 

Yani dünya tarihi yazmak gibi bir şey… 

-Evet, çünkü her yere bakmak zorundasınız. Siz Rus Dışişleri Bakanlığı’nın faaliyetlerini bilmeden Rus Genel Kurmaylığının faaliyetlerini bilmeden 
bu soruya evet girmeyebilirdi diyebilirsiniz. Ama bugün Rus arşivleri açıktır. Meslektaşlarımız bu arşivlerden epeyce yararlanmaya başladı 90lı yıllardan 
sonra. Artık biliyoruz ki Rus Dışişlerinin savaşa girişinin en önemli sebebi İstanbul, Boğazlar ve Anadolu. Ve İngilizler de bunu bildikleri için 
burayı onlara sunmuşlar. Rusların savaştaki en büyük hedefi bu. 

Savaşa giren her büyük devletin motivasyonu farklı farklı galiba değil mi? 

Hedefleri farklı bunların zaten. Ruslar Akdeniz’e inmeyi ve Boğazlar’ı, İngilizler Ortadoğu’yu istiyor. 

Almanya ne istiyor, sömürgeleri çoğaltmak?... 

Almanlar bir taraftan Osmanlı coğrafyasına tam olarak hakim olmak istiyor, bir sömürge haline getirmek… Ama daha fazlası Osmanlı coğrafyası o kadar stratejik ki Osmanlı coğrafyası İngiltere’nin ve Fransa’nın sömürgelerinin boğazını sıkacak bir coğrafya. Onların sömürgelerini ellerinden alacak bir coğrafya. Avrupa içinde bir hesaplaşmanın da ucu. Tabii ki rekabetin alanı burası. Onun için Osmanlı aktör değil. 

Fransa’nın ve İtalya’nın hareket saiki nedir? 

Fransa Almanya’dan 1871 de darbeyi yemiş, Alsas Loren’i kaptırmış. Almanya müthiş bir enerji birikimi sağlamış, yani iktisadi açıdan, siyasi açıdan, askerî açıdan müthiş bir birikim sağlamış ve Fransa’nın tepesinde duruyor. Onun için Almanya’nın aleyhine kim varsa Fransa onlarla müttefik. Rusya dahil. İngilizleri sonra dâhil ediyor bu sisteme. Bir de tabii Almanya’yı rekabette saf dışı bırakmak istiyor Fransa. Bu savaşın sonunda bıraktı da zaten. Alsas Loren’i, Fransa’nın ekonomik açıdan en büyük, stratejik açıdan önemli coğrafyasını ele geçirdi. Fransa Almanya’yı iktisaden çökertmek istiyor bir de Ortadoğu var, Fransa Ortadoğu da yer almak istiyor. Hatta Fransa coğrafyası nereden başlıyor biliyor musunuz - yani Fransa’ya vaat edilen 1. Dünya savaşında anlaşmalar içerisinde - bugünkü İran’ın Batı Azerbaycan dediğimiz bölgeden yani doğu Anadolu’nun hemen doğusundan başlayıp Akdeniz’e iniyor. Oradan Musul Kerkük’ü içerisine katarak Akdeniz’e inen bir coğrafya. Suriye’yi de işin içine katıyor. Sonra Musul çevresini ve Irak’ı İngiltere aldı savaş sonunda 1919 anlaşmasıyla. Büyük bir coğrafya burası. Fransa da burayı istiyor 

İtalyanlar başta kararsızdılar ama onlar da sonra özellikle Kuzey Afrika diyeceğimiz coğrafyayı ve Anadolu’nun güneyini, Roma’yı ihya etmek istiyor. 
Tabii Osmanlı devleti de arada kalmış, kimse fikrini sormuyor. 

Şunu sormak istiyorum: Girmeyebilir miydi sorusuna öyle bir şansı yoktu diyoruz ya, o dönem girmeme şansımızın olmadığını biliyor muyduk? 

Şimdi Osmanlı devletinin bir hafızası var. Bir devlet var ortada. Osmanlı’yı öyle büyük aktör görmüyoruz ama yine de yıkılırken dünyanın altıncı ya da yedinci devletiydi. Yani o kadar büyük o kadar da muazzam, altıncı ya da yedinci devlet. Bir istihbaratı var. Enver Paşanın yani devletin istihbaratı var. Bunu kişilere indirgemememiz gerekir. O dönem evet liderlerden biri o. Ama devletin bir istihbaratı var. Bunlar ne döndüğünü ne olup bittiğini biliyorlar. 

Onun için de ilk askeri ittifakı İngiltere’ye teklif etmişler. Bugün artık bunlar biliniyor. Yani maalesef bir deli bir kuyuya taş atıyor, tarihte bunu çıkartamıyoruz. Ondan sonra kırk akıllı geliyor çıkartamıyor. Bu bilimsel bir söylem değil. İşte Enver Paşa Alman hayranıydı, götürdü Osmanlı yönetimini Almanların kucağına attı, yaktı, yıktı deniliyor, yok böyle bir şey. Yani hiç bilimsel bir şey değil. Bu Enver Paşayı sevmekle ya da sevmemekle ilgili bir şey değil. Bu dönemin Türk Alman, İngiliz, Fransız savaş kayıtlarıyla hiç örtüşmüyor çünkü. İlk askeri ittifak İngiltere’ye teklif ediliyor, İngiltere kabul etmemiş tabii, niye etsin. Çünkü hesabı kitabı var, Osmanlı devletinde Tanzimat’tan sonra özellikle devlet adamlarının bir kısmı Rus taraftarı, bir kısmı İngiliz taraftarıdır. Mesela Abdülhamit’in de ara ara kullandığı devlet adamları vardır. İşte Nedimov gibi. 

İsimleri o şekilde alalım değil mi? 

Tabi tabiî. Kimin ne olduğu, hangi devlete yakın olduğu mesela Kamil Paşa İngiliz taraftarıdır, Cemal Paşa Fransızlardan yana tavır koyan bu üçlünün 
paşasıdır. Rahmi bey -İzmir valisi ittihatçıların önemli adamlarından biri o da Fransızlardan yana tavır koyar. Yani demek istediğim şey şu: Bu askeri ittifak teklifini onlara iletenler de bu Osmanlı bürokrasisi içerisindeki güçlü asker ya da sivil o ülkeyle ilişkileri iyi olanlardır. Savaşa girme konusunda çok heveskâr olmadığını söyleyebilir miyiz Osmanlı’nın? 

-Kesinlikle. Yani Balkan Savaşları’ndan yeni çıkmışlar. İttihatçılar, yani o zamanki mevcut iktidar askeri yapıyı - bu balkan savaşlarından çok acı 
dersler çıkarmışlar- yeniden organize ediyorlar; orduyu ekonomiyi milli ekonomiyi. Yeni ordu, disiplinli orduyu falan yeni bir düzene koyuyorlar 
derken daha tam koyamadan savaş çıkıyor. Sonra da Almanlardan yardım alıyoruz. 

İngiltere reddetti ittifakı, Fransa reddetti sonunda bu üçlünün en güçlü adamı, en güçlü adamlarından biri diyorum. 

Talat Paşa nereye gitti? 

Yalta’ya - yani bugün Kırım diye bildiğimiz coğrafyanın önemli şehirlerinden bir tanesi-. Rus çarları yazın Yalta’ya giderlerdi. Talat Paşa da Yalta’ya gitti. Askerî ittifak teklif etti, onu da reddettiler. Şimdi ne yapsın Osmanlı Devleti? Şöyle denebilir tarafsız kalsın. Öyle bir şey yok. İran I. Dünya savaşında tarafsız kaldı ne oldu? İran perişan oldu. Türkler girdi, Ruslar girdi her üç devletin savaş alanı oldu. Bir de biz bir devletiz. Ülkemizi savaşmadan savaş alanı haline nasıl getiririz? Böyle bir şey kabul edilebilir mi? Onun için Almanya var. En son Almanya’nın teklifini işte 2 Ağustos 1914 de kabul ettiler. 2 milyar mark kadar bir para aldılar. Asker yedi aydır maaş alamamış. Para yok hemen subaylara maaş verdiler. Zaten İngilizler mesela artık Goben ve Breslav’ı özellikle batırmıyorlar. Bir İngiliz tarihçi bununla ilgili çok güzel bir kitap çıkardı. Goben ve Breslav’ı bir İngiliz gölü olan -bir dönem Türk gölü olan Akdeniz’de artık biliyorsunuz 19. yy da özellikle bir İngiliz gölü oldu.- bu İngiliz gölünde bayrak sallaya sallaya geliyor. Gelip Çanakkale boğazından giriyor. Yani İngiltere istiyor. 

Bunun farkında yani. 

İngilizler zaten donanmalarına emir vermişler batırmadan takip edin. Çünkü biliyorlar bunlar gidecek Osmanlı’ya sığınacak. Osmanlı’dan bunu isteyecekler. Savaş sebebi için bahane üretiyorlar. İngiliz donanmasına emir veriliyor. Takip edin ama batırmayın. Yoksa İngiliz donanması elinden kaçıracak Goben ve Bireslav’ı. Mümkün değil. Çünkü Kıbrıs İngiltere’nin elinde. Girit civarında çok büyük bir donanmaları var. Malta İngiltere’nin elinde ve büyük bir donanma üssü var. 

Böyle küçük bahanelere gerçekten ihtiyaç duyuluyor mu? Yoksa bunlar sonradan bakarak tertiplenmiş gerçekler mi? 

Yok, şimdi böyle bir şey, mesela bu odada gazı açıyoruz, dolduruyoruz dolduruyoruz. Bir şey yok ama bir küçük kibrit ihtiyaç oluyor, artık küçük bir 
kibrite çaktığınız zaman bina yanıyor, binayı da boşverin bazen koskoca şehirler yanıyor. Ama küçük bir kıvılcım bu. Fakat kıvılcımı şimdi çaksam bir anlamı var mı? Ama burası gazla dolu olursa o Avusturya veliahdının ölümü de böyle bir kıvılcım. Artık dünyayı o kara bulutlar, o gaz yüklü bulutlar kaplamış savaş çıktı çıkacak, sadece bahane arıyorlar. 

Peki, 1918’de savaş bittiğinde herkesin gazı inmiş miydi? Yani dünyada dengeler bir şekilde tamam artık dört yıl büyük bir yıkım oldu ama birtakım şeylerde oturdu denildi mi? Yoksa bir ara mı oldu? 

Hayır, günümüze kadar devam eden sorunlar ortaya çıktı. Çünkü galipler o Mehmet Âkif’in dediği gibi o “Tek dişi kalmış canavar”, öyle haksızca 
bölüşümler, öyle hukuksuzsa bölüşümler yaptı ki, günümüze kadar Arap dünyası kendine gelemedi mesela. 

Onun için mesele II. Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni de I. Dünya Savaşı’dır biliyorsunuz. Bu sefer de I. Dünya Savaşının biriktirdiği gazı -şimdi 
Türkler bir şekilde o gazı boşalttılar. Nasıl? Kurtuluş Savaşı ile. Çünkü I.Dünya Savaşından sonra Türklere bir gömlek giydirilmek istendi. 

Sevr Antlaşmasını dayattılar. 

Türkler Sevr’i attı. Belki daha çok Türklerle meskûn bir alanda Anadolu’da bir cumhuriyet kurdular. Dolayısıyla o gazı boşalttılar.- Almanlar atamadılar. Bulgarlar bunu yapamadı. İtalyanlar galip olmalarına rağmen sonunda istedikleri hiçbir şeyi elde edemediler. 

Dolayısıyla ne oldu? Biriktirdikleri gazı 1939’da çıkardılar. 
Yani Hitler I. Dünya Savaşının ürünüdür. 
Mussolini I.Dünya Savaşı sonrasını hak ettiklerini alamayan o birikimin ürünüdür. 
II.Dünya Savaşı bunu sonlandırdı mı? Hayır, halen devam ediyor. 


O zaman I.Dünya Savaşı hiç bitmedi herhalde. 

Bitmedi bakın işte Orta doğuda yaşananlara. Bitmedi bitmeyecek… İngilizler gelmiş bölgeye bir nizam vermiş Fransızlarla birlikte. Bütün temel dengeleri bozmuş, her kuyunun başına bir devlet koymuş. Suriye gibi bir devlet çıkmış. Bakıyorsunuz mantıken düşünüyorsunuz bütün Türkler bir araya gelir mi? Gelemez, çünkü Türkiye Cumhuriyeti nere Kırgızistan işte Doğu Türkistan nere yani Kazakistan nere fakat Arapların bir arada yaşamamaları için hiç bir sebep yok. Öyle değil mi? Araplar bir arada yaşayabilir. Ama bunu hangi el engellemiş, bunların arasına bu tefrikaları kim koymuş? Bunları yapay çizgilerle kim böyle paramparça etmiş? Osmanlı döneminde burada böyle bir huzur varken, bugün Lübnan kaynıyor, ya da İsrail’i getirdi. Osmanlılardan sonra oraya yerleştirildiler. Bakın orada bir çıban gibi etrafını ciddi anlamda rahatsız ediyor, parçalıyor, kana gözyaşına boğuyor. I. Dünya Savaşı sonuçları itibariyle halen bitmedi, devam ediyor bu coğrafyada özellikle. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin savaşa girmemesi gibi bir şansının olmadığı görülüyor. Bir tarafı Balkanlar, bir tarafı Kafkaslar, bir tarafı Ortadoğu. Yani dünyanın sacayağı, en stratejik bölgesi 
ve bütün kan gözyaşı hepsi bu civarda olmuş. 

Savaşın galipleri ve bu savaşının başlatıcılarının “Buraya nasıl girdik? Bu ateşi fitili nasıl ateşledik” diye pişmanlık duyduklarına ilişkin tarihte bir ize rastladınız mı? Yoksa hep böyle öngördükleri biçimde bir adım yukarıya doğru basamak basamak dünyanın tepesine çıkmaktan mutlu mu oldular? 

-Şimdi burada tabi günümüzde gördüğümüz gibi herkes birbirini suçluyor. İngilizler Almanları suçluyor, Almanlar Fransızları suçluyor, Fransızlar 
Almanları suçluyor. Almanlar Rusları suçluyor, Türkler Fransızları suçluyor. Tabii bir küçük özeleştirileri yok değil. Mesela konunun başına dönersek savaşa girmek zorundaydı Osmanlı Devleti ama savaşa erken girmeyebilirdi. Yani daha geç girebilirdi. Mesela Türk devlet adamları da bu konuyu kendi aralarında tartışmışlar. Bir özeleştiri yapmışlar. Savaşa daha geç girebilirdik, daha az zayiat verebilirdik, biraz daha toparlanabilirdik. Bu savaşın sonucunu değiştirir miydi? Çok zor. Çünkü bir kere 1917’de Amerika gibi, bir dev savaşa girdi. Galiplerin yanında yer aldı. İngiltere’yi içine düştüğü açmazdan, çıkmazdan kurtardı. 

Amerika’nın kendi kıtasının dışında ilk savaşı mıydı? 

Evet, ilk savaşıydı. 

Onun sebebi şöyle izah ediliyor: Almanlar İngiliz gemilerini batırınca Amerikalılar da ölüyor. Sonra da işte Amerika savaşa giriyor. Sonradan böyle güçlü bir şekilde giripte prensipler falan yayınlıyorlar. Nasıl olabiliyor? 

Şimdi: İngiltere’nin savaşın başından itibaren, daha savaş başlamadan yaptığı çok büyük propaganda var. İngiltere Amerika’da 1913’ten itibaren 
özellikle de Savaş döneminde çıkabilecek bir savaşa müdahale etmesi için Amerika’nın önemli yazarlarını satın almış. Önemli gazetelerine milyonlarca dolar para aktarmış. Ermeni meselesi bunun bir sonucu. Mavi Kitap neyin sonucu? Mavi Kitap bunun sonucu. Yalan yanlış bir sürü şeyi 
topluyorlar. Almanlarla ilgili de kitap çıkarıyorlar biliyorsunuz. Amerikan kamuoyunu etkileyip onları savaşa çekmek istiyorlar. Bugün İngilizler artık 
bunu inkâr etmiyor. Çünkü arşivleri dolu. Milyonlarca dolar para aktarmışlar Amerika’da propaganda için. Osmanlı ülkesinde de propaganda var. Ama asıl propagandayı Amerika’da yapıyorlar. Niye? Onu bir an önce savaşa dâhil etmek için. Çünkü biliyor ki bu Amerika bir güç biriktirdi orada. 

Hani deminden beri enerji biriktirdi diyoruz ya, müthiş bir sanayi var, müthiş bir insan gücü var. Ve artık birikmiş, bu gazın boşalması lâzım. 

Onu da kendi lehine kullanıyor. Ve I. Dünya Savaşı’nda bunu kullandı. Savaşın dengelerini alt üst etti. Aynı şeyi II. Dünya Savaşı’nda kullandı. 

Amerika’nın malum bir Monroe Doktrini var. O şu; Avrupa’ya diyor ki, -o zaman işte Avrupa’da büyük devletler var. Bir de Amerika var.- siz benim 
işlerime karışmayacaksınız. Yani Amerika kıtasına karışmayacaksınız. 

İçine çekilme politikası, infiratçılık da deniyor buna. ben de Avrupa’nın işlerine ve dünyanın geri kalanındaki işlerine karışmayacağım. Hiçbir işinize müdahale etmeyeceğim. Siyasi ekonomik hiçbir işe karışmayacağım. Onun için mesela I. Dünya Savaşı bittikten sonra Amerika tekrar kabuğuna çekildi. 

Ne zaman İngiltere çok zora düştü. II. Dünya savaşında, o zaman tekrar geldi savaşın içerisine girdi. O artık bir yola girmiş ve sonunda İngilizler 
hakikaten Churchill siyasi anlamda çok güçlü bir adam. Amerika’yı II. Dünya savaşına çekmeyi başardı. I. Dünya Savaşı’na çektikleri gibi. Bu savaşın 
dengesini değiştirdi tabi. Birinciyi de değiştirdi, ikinciyi de değiştirdi. 

Burada tabi zararlı çıkan Osmanlı devletidir. Koskoca bir coğrafyasını kaybetti. Belki Osmanlı’nın uzun vadede bu coğrafyayı elde tutması zordu. 
Yani Arap coğrafyasını. Çünkü artık Hristiyan coğrafya elinden gitmişti. Özellikle Anadolu kalmıştı. Araplarda da 1900’li yılların başından itibaren milliyetçilik ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu aslında Arap Müslüman bir devleti Hristiyanlarla birlikte yıkmalarından dolayı. Arkadan vurmaları tabii ki bizleri çok rahatsız etti. O açıdan sitem edilebilir. Ama Arapların da kendi devletlerini kurma hakları vardı. Onlar da bir gün kuracaklardı. 

I.Dünya Savaşı olmasaydı da bu bir şekilde olacaktı diyorsunuz… 

Olacaktı herhalde. Arnavutlar kendi devletlerini I.Dünya Savaşı olmadan kurdular ki Arnavutlar Osmanlı’ya en sadık Müslüman topluluğuydu. 
Mesela bizde İslamcılık politikası var. Osmanlının son dönemlerinde Türkçülük İslamcılık Batıcılık Osmanlıcılık falan. İslamcılığı bitiren en önemli öğelerinden biri Arnavutluk’un bağımsızlığını ilan etmesidir. Daha sonra da Arapların isyanlarıdır, yürümüyor. İşte Türkçülük Sarıkamışta çok büyük bir darbe yedi. Karlı dağları aşamadınız. Türkistan’a ulaşamadınız. Yani bu duygular bu siyasî yönelimler böyle darbe yiyor. Siz Bağdat’ta bir Türk çoğunluğu var diyemezsiniz. O dönem için Halep daha bir Türk yoğunluklu bir bölge ama Şam için bunu diyemezsiniz. Mekke için Medine için böyle bir şey söyleyemezsiniz. Ama galiplerin daha sonra Ortadoğuyu dizayn ederken yaptığı en büyük şeylerden bir tanesi İslam dünyasını aleyhine olan işlerden biri Filistin’de bir İsrail devleti kurmalarıydı. Yani ele geçirdikten sonra bu coğrafyaya müthiş bir Yahudi göçü başlattılar. Ondan önce Osmanlı bunu engellemek için her türlü çabayı, özellikle sultan Abdülhamit, ondan öncekiler ondan sonrakiler her türlü çabayı göstermişlerdi. Ama İngilizler kapıları bir açtılar 1917’den sonra Balfour Deklerasyonundan sonra işte bugünkü İsrail vücut buldu. 1948’de bir devlet olarak ortaya çıktı. Tabi o devletin kurulmasında -konuyu değiştirmeyelim ama- Hitlerin Nazileri kesmesi ve bir soykırıma uğratmasında Yahudilere karşı artık bir sempati, bir meşruiyeti kazandırdı. Onun için Ermeniler de II. Dünya Savaşı’nda bu Yahudilerin izlediği yolu takip etmeye başladı. Madem bu soykırımın mağdurları var onlara bir devlet bahşedildi o zaman ilk soykırımı biz yaşamıştık diye II. Dünya Savaşı’ndan sonra müthiş atağa geçiyorlar. 

Ermeniler deyince Amerika’da o dönemde Ermenilerin Türkiye’deki Ermenileri yönlendirdiğine dair görüşler var. 

Şöyle yönlendiriyorlar tabii silah açısından, ekonomik açıdan yönlendiriyorlar. Çünkü Ermenilerin Amerika’da teşkilatları var ve Amerika’nın şöyle bir özelliği var Ermeni teşkilatları açısından. Orada para çok. Amerika zengin bir kıta ve oradan para geliyor. Özellikle mesela misyonerleri var. 
Anadolu’daki Ermenileri kışkırtan büyük sebeplerden biri misyonerler. Biraz önce söylemiştim Amerika Avrupa kıtasıyla ve dünyanın geri kalanıyla 
ilgilenmedi fakat bu sefer misyonerleri vasıtasıyla ilgilendi. Yani diplomatıyla çok gitmedi, askeriyle çok gitmedi 

Amerikan vari bir yöntemle. 

Evet, misyonerini gönderdi. Amerika’da misyoner Amerika’nın hem iktisadî hem dinî açıdan temsilcisi hem de diplomatik açıdan. 

Hemde sivil gücü. 

Tabiî sivil gücü. Daha rahat operasyon yapabiliyorlar. Ermeniler de milliyetçilik duygusunu tadacaklardı. Araplardan Arnavutlardan ya da Sırplardan Yunanlılardan Ermenileri ayıran en büyük özellik neydi? Onlar hiçbir yerde çoğunluk oluşturmuyorlardı. Anadolu’da bir iki kasaba dışında çoğunluk değillerdi. En çok oldukları yer Bitlis yüzde 27 çıkıyor en fazla nüfusları. Yüzde 27’nin en kalabalık olduğu şehir de bile yüzde 77’ye nasıl tahakküm edebilir? 

Yani nasıl hâkim olabilir, böyle bir şey yok. Ama misyonerler onları bu havaya soktular bu arada İngiltere soktu Rusya soktu. Bu anlamda Ermenileri Bulgar örneği çok etkiledi. Çünkü Bulgaristan devlet olarak Rusya yardımıyla kurulurken Bulgarlar çoğunlukta değildi Türkler çoğunluktaydı yüzde 60’a yüzde 40’tı.Yeri gelip bazı şehirlerde yüzde 60 Bulgar yüzde 40 Türktü. Yani Rusya zorla orada bir devlet kurdurdu. 77-78 Osmanlı Rus harbinden sonra Türkleri, sürdüler, öldürdüler. Ermeniler bunu hep model almış, ama misyonerler de bu anlamda hem tetiklemişler hem bir takım fanatik duygulara itmişler. Tabiî bugün Ermeniler burada yoksa bunun sebeplerinden biri de Amerika’nın misyonerleridir. 



***

24 Şubat 2017 Cuma

İNGİLİZ OKULU PERSPEKTİFİNDEN ULUSLARARASI TOPLUM VE ENERJİ GÜVENLİĞİ: BÖLÜM 2



İNGİLİZ OKULU PERSPEKTİFİNDEN ULUSLARARASI TOPLUM VE ENERJİ GÜVENLİĞİ:  BÖLÜM 2




2. Uluslararası Toplumun Temel Kurumları ve Enerji Uluslararası Toplumun Temel Kurumları 

Uluslararası toplumun temel kurumları, tarihî gelisim sürecinde bulunabilir. Wight, bu kurumları, “diplomasi, ittifaklar ve garantiler, savas ve tarafsızlık” olarak ifade etmektedir.81 
Kısaca, diplomasi müzakere; ittifaklar ortak çıkarın etkinlestirilmesi; hakemlik (garantiler) devletler arasındaki küçük anlasmazlıkların çözümü; savas ise anlasmazlıkların nihai çözüm kurumudur. Bull ise uluslararası toplumun kurumlarını güçler dengesi, uluslararası hukuk, diplomasi, savas ve büyük güçler arasındaki denge olarak ifade etmektedir.82 

Alderson ve Hurrel’in dikkat çektiği gibi, genel güçler dengesi ve büyük güçler arasındaki denge, uluslararası toplum içinde salt militer kapasiteye dayalı bir güç mücadelesi olarak anlasılmamalıdır.83 İngiliz Okulu’nda güç, daha genis anlamda, “prestiji, otoriteyi ve mesruluğu” ifade eder. Bull, güçler dengesinin, yalnızca klasik anlamda askerî mücadeleden farklı sekilde, Vattel’in ifade ettiği biçimiyle, “kanunu kabul ettirebilme” kapasitesi olarak da tanımlanması gerektiğini belirtir.84 Güçler dengesi, uluslararası toplumun ve üyelerinin 
varlığını garanti altına almasının yanında, uluslararası toplumun diğer kurumlarının – diplomasi, savas, uluslararası hukuk ve büyük güçler arasındaki denge– isleyebilmesi için gereken düzeni sağlama islevini yerine getirir. Anarsik bir yapıyı barındıran uluslararası toplumdaki güç mücadelesi süreklidir; bu noktada Bull, Carr’la benzer sekilde “Sahip Olanlar ve Sahip Olmayanlar” [Haves and Have-Nots] arasındaki mücadelenin varlığını kabul eder.85 

Bu sürekli mücadele içinde uluslararası toplumun ve üye devletlerinin varlığı ve özgürlükleri önceliklidir. Wight’ın belirttiği gibi yayılmacılık, güçlerin doğasında vardır.86 
Buradan hareketle, hegemonya kavramı klasik anlamda, uluslararası sistemin ya da uluslararası toplumun varlığını tehdit eden, yayılmacı güç olarak anlasılır. 
Böyle bir güç karsısında, Avrupa uluslararası toplumunun anti–hegemon karakteristiği olan, güçler dengesi mekanizması gelistirilmistir. 
Buna Habsburglar’ın, XIV. Louis ya da Napolyon zamanında Fransa’nın karsılastığı anti–hegemonik toplumsal reaksiyonlar klâsik örnekler olarak verilebilir.87 

Uluslararası toplumun isleyisindeki bir diğer kurum olan büyük güçler, uluslararası düzenin sağlanması için; 
i) Genel güçler dengesini korumalı, 
ii) Kendi aralarında krizlerden kaçınmalı ya da bunları kontrol altında tutabilmeli, 
iii) Savasları sınırlandırmalı ya da kontrol altında tutmalıdırlar.88 

Büyük güçler, uluslararası toplumun geri kalanıyla olan iliskilerinde kendi nüfuzlarını kullanmak kaydıyla bu unsurları gerçeklestirerek, uluslararası toplumun güçlenmesini sağlar. Diğer yandan, büyük güçler, diğer üyelerin güçlerine ve bölgelerindeki iliskilerine de saygı göstermek zorundadır. Büyük güçlerin dikkat etmesi gereken bir baska husus, adil ve makul olan talepleri göz ardı etmemek ve ikincil büyük güçlere saygı göstererek onları büyük güçler klübüne tesvik etmek olmalıdır. Bu sekilde, devletler sisteminde olduğu gibi, uluslararası toplum içinde de sürekli bir güç mücadelesinin varlığı ve 
bunun doğallığı kabul edilmis olur. Vincent, Bull’un özel bir devletler grubuna sempati beslemediğine dikkat çeker; çünkü, güç mücadelesi sonunda büyük güçlerin değisebileceği kabul edilmektedir.89 Bu noktada, Watson, hegemonya kavramına klasik anlamından farklı bir anlam yükler.90 Bu anlamıyla hegemonya, Vattelci bir yaklasımla, bir sistem içinde, sistemin isleyisi hakkında, üye devletleri içislerinde tamamıyla bağımsız bırakarak, dıs iliskilerinde düzenleyici ve kural koyucu role sahip güç ya da yönetimdir. Bu gücün, tek bir devletten olusması sart değildir. Dolayısıyla, büyük güçlere, diğer üye devletler tarafından mesru olarak kabul gören bir hegemonik rol yüklenir. 

İngiliz Okulu, uluslararası hukukun “doğal hukuk” temelinde baslayıp, giderek plüralist bir yapıyla kurumsallastığı sonucuna ulasır. Uluslararası hukuk, “toplumsal sürecin sonucu”dur.91 Dolayısıyla uluslararası hukuk, uluslararası toplumun anarsik düzeninin körü körüne yapısının önüne geçen düzenleyici bir role sahiptir. Diğer yandan Bull, tüm ahlaki anlasmazlıkların bir tek referans noktasından uzlastırılabileceği dogmasına karsı çıkmaktadır. Kültürel olarak bölünmüs dünyada, ortak doğru, bireylerin ve grupların en temel ahlaki 
çıkarımlarda bile çatıstığı, aralarında rasyonel bir seçim yapma yolunun olmadığı bir alandır. Dolayısıyla, herkes için esit ya da ortak iyilik için çıkarım yapıla bilecek bir Grotiusçu doğal hukuk fikri benimsenmez. Bull’a göre, tarihsel süreçte, doğal hukuk asıl anlamından uzaklasmıs; Avrupalı devletler, Avrupalı olmayanlara karsı doğal hukuk yoluyla Hristiyanlığın mesajını yaymıstır.92 

Bull, Grotiusçu solidarist uluslararası hukukun yerine Oppenheimcı plüralist bir yaklasımla bir anlamda kendi açığını kapatmıs olur.93 Oppenheim’a göre, sadece devletler kuralları destekler; çünkü, uluslararası siyasette paylastıkları çıkarları vardır. Avrupa geleneğine bağlı olarak, adalet tanımlamaları benzerdir ve aynı medeniyet kavramı üzerine kurulu bir “devletler ailesi” olustururlar. Bu doğrultuda hukuk, devletlerin ortak iradesiyle var olmaktadır. Devletler de esit haklara sahip ve eylemlerinden sorumlu “egemen” devletlerdir.94 
Bull’a göre bireyler, uluslararası hukukun kisileri sayılmazlar. Oppenheim da devletlerin zaten bireyleri temsil ettiğini savunmaktadır.95 Uluslararası hukuk, devletlerin, varlığını kabul ederek, diğer siyasal aktörlerle iliskilerini düzenleyeceği taahhüdü altına girmis olduğu bağlayıcı kuralların bütünüdür ve aynı zamanda, uluslararası toplumun varlığının en önemli kanıtlarından biridir.96 

Uluslararası hukuk gibi diplomasi de, uluslararası toplumun üyeleri olan siyasal aktörleri arasındaki iliskilerin, barısçıl yollardan düzenlenme aracıdır ve uluslararası toplumun varlığının bir baska kanıtıdır.97 Diplomasiden anlasılması gereken, “İtalyan diplomasisi gibi oportünist ya da Britanya’nın geleneksel diplomasisi değil; Grotiusçu anlamda, güçler dengesine bağlı olarak tarafların materyal ve fiziksel olarak, iki tarafın esit sartlarda ve karsılıklı güvene dayanarak müzakere edilmesi”dir.98 

Diplomasinin sona erdiği yerde, savas kurumu devreye girer. Bu anlamda, İngiliz Okulu, savası, Clausewitz’in tanımladığı sekilde siyasetin, baska araçlarla devamı olarak görür.99 Savas, uluslararası toplumun var olmadığı anlamına gelmez. Buzan’ın dikkat çektiği gibi birçok toplum, “siddeti” (kurban etme ayinleri, savasçı kahraman kültürleri) ve “esitsizliği” (kölelik; etnik, dinî, sınıf ve cinsiyet ayrımcılığı) barındırmıstır. İngiliz Okulu, savasın Avrupa uluslararası toplumunun tarihi içinde var olduğunu ifade etmekte daha açıksözlü davranmaktadır. Dolayısıyla savas, uluslararası toplum içinde sınırlanması ve baskı altında tutulması gereken bir realite olarak yer alır. Bu açıdan savas, uluslararası hukukun güçlendirilmesini; güçler dengesinin korunmasını ve hukukî alanda adil düzenlemeler yapılmasını gerektiren bir itici güç anlamı tasır.100 Aynı zamanda savas, uluslararası sistemde belirleyici bir role sahiptir. Bull, savasın ve savas tehdidinin büyük ve küçük güçleri ittifaklara yönelttiğini, nüfuz bölgelerini, güç ve hegemonya dengelerini belirlediğini ifade eder.101 

Kültür, Medeniyet ve Geçmisin Mirası 

Çalısmanın buraya kadarki kısmında, İngiliz Okulu’nun kurucu düsünürleri ve basvurdukları metodoloji, uluslararası toplumun epistemolojisi, ontolojisi ve isleyisi tanıtılmıstır. Bull ve Watson’a göre, uluslararası toplum “tarihî bir perspektifle anlasılabilir”.102 Bu sebeple, çalısmanın bundan sonraki kısmında, devletlerin enerji ve enerji güvenliği politikalarının anlamlandırılabilmesi için tarihsel-yorumlayıcı bir metodoloji kullanılacaktır. 

İlk çağlardan itibaren, Avrupa merkezli uluslararası toplum, tarih içinde dünyanın kalanına yayılarak diğer uluslararası devletler sistemleriyle etkilesime geçmistir. Bu etkilesim sürecinde, Avrupa uluslararası toplumu gelismis olan teknolojisinin kendisine sağlamıs olduğu, öncelikle ticari ve daha sonra askerî üstünlükten istifade ederek, kendi medeniyetinin ve kültürünün üstünlüğü iddiasını da yayılmıs olduğu coğrafyalara tasımıstır. Bu üstünlük iddiası, yalnızca, kültürel olmakla kalmamıs, aynı zamanda etkilesime girilen devletler ve 
devletler sistemlerinin kurumlarını ve diplomatik kodlarını da sorgulamaya açmıs ve dönüstürme maksadını tasımıstır. Avrupa’nın askerî teknolojisi sürekli olarak yenilenirken dünyanın diğer bölgelerindeki devletlerin askerî yapıları kemiklesmistir. Avrupalı devletler ortak hareket ettiklerinde bir toplum olarak istedikleri sartları karsı tarafa kabul ettirebilmislerdir.103 

Avrupa uluslarararası toplumunun, XV. asırdan baslayarak dört yüz yıl boyunca dünyanın kalanına yayılması sürecinde, dünya üzerinde tek bir uluslararası sistem ya da toplumdan bahsedilmesi mümkün değildi; ancak, farklı bölgesel–uluslararası sistemler mevcuttu. Avrupalı devletlerin yayılması da farklı coğrafyalarda, bölgelere bağlı olarak değisen özellikler göstermis ve uluslararası toplumun kuralları ve kurumları etkilesimlere bağlı olarak yeniden sekillenmistir. Dört asır süren süreç sonunda, XIX. asrın sonunda ortaya çıkan küresel ölçekli siyasal yapı Avrupa uluslararası toplumu üzerinde sekillenmistir. Avrupa uluslararası toplumunun yayılma sürecinde etkilesime girdiği bu bölgesel uluslararası sistemler: Amerika Kıtası’nda Meksika ve Peru İmparatorlukları, Asya’da Arap–Müslüman ve Hint sistemlerinin yanında Çin uluslararası sistemidir. Afrika’da ise daha çok gelismemis ve ilkel siyasal yapılar bulunmaktaydı. 

Uluslararası sistemlerin birbiriyle ya da Avrupa uluslararası toplumunun diğer sistemlerle olan iliskisinin öncelikli olarak ticaret yoluyla basladığı görülmektedir. Bu dönemde Avrupalı devletler genel olarak doğal hukuka dayanarak her iki tarafın da esitliğine ve ticaret yapma özgürlüğüne vurgu yapmıstır. Bunun yanında Avrupalılar’ın bu yaklasımı kendi içinde, ticarî iliskilerini sürdürdükleri diğer topluluklara karsı –Müslüman devletler ya da Çin İmparatorluğu olsun– Helenler’in barbarlar nitelendirmelerine benzer bir sekilde “Hristiyanlar ve kâfirler” ya da “Avrupalılar ve Avrupalı olmayanlar” ayrımcılığını da barındırmıstır.104 Bu yaklasımın en çarpıcı örnekleri Latin Amerika’da conquista ve kıtanın Hristiyanlastırılmasında ve Müslüman devletler sistemleri ya da Çin’le olan iliskilerde görülmektedir. Dikkat çekilmesi gereken bir nokta, Avrupa uluslararası toplumunun yayılmasıyla es zamanlı olarak kendi içinde de evrilmesi ve bunun diğer devletler sistemleriyle olan iliskilerine yansımasıdır. Daha açık ifade etmek gerekirse, Avrupa uluslararası toplumunun yayılması tekbiçimli ve sistematik değildir; Avrupa uluslararası toplumunun kendi mekanizması ve kurumları da sürekli olarak yeniden sekillenmistir. 

Uluslararası Toplumun Amerika ile Etkilesimi; 

Avrupa uluslararası toplumunun, İspanyol ve Portekizli conquistadorların “ İnancılık ” (fideizm) iddiasıyla Aztek ve İnka İmparatorlukları’nı isgalleriyle baslayan105 Amerika Kıtası’na yayılması süreci, Kuzey Amerika ve Karayipler’in; Hollanda, Büyük Britanya ve Fransa arasındaki mücadele doğrultusunda kolonilestirilmesiyle sürmüs106, bu kıta, 1800’lere kadar merkantilist bir anlayısla, Avrupa’ya değerli maden sağlamak ve kıta içindeki savaslarla hegemonya mücadelesini finanse etmek amacıyla kullanılmıstır. Avrupalı devletlerden bağımsızlıklarını kazanan koloni devletler, öncelikli olarak Avrupalı güçlerin merkantilist sömürü sisteminden ve daha sonra güçler dengesi mekanizmasından çıkmak istemislerdir. 

Bağımsızlıklarını kazanan yeni devletler, Avrupalı kültür miraslarını sürdürmeye devam etmisler; özellikle Amerika Birlesik Devletleri, bir Batılı devlet olarak Avrupa uluslararası toplumunun yayılmasında rol almıstır. Bununla birlikte, Amerika Birlesik Devletleri’nin Avrupa ile olan kültürel bağı ve mirası, bu devletin Avrupa uluslararası toplumunun isleyisine hem ortak medeniyet ve aynı zamanda ortak çıkar temelinde katkıda bulunmasına vesile olmustur. Bu devletin, ticaret hacmini arttırması ve kıyılarını İngiltere ve Fransa 
donanmalarına karsı koruması için güçlü bir donanma kurması107; Amerika Kıtası’nda yayılırken Avrupalı güçlerin aralarındaki çatısmaları ve Avrupa güç dengesini sürekli takip etmesi; Louisiana’nın Napoléon Savasları sırasında Fransa’dan satın alınması108; 1819’da Transcontimental Anlasması’yla, Florida’nın İspanya’dan alınması; İspanya ve Portekiz krallıklarına karsı bağımsızlık mücadelelerini sürdüren Latin Amerika devletlerine, hiç vakit kaybetmeden elçilerini göndermesi109 ve Monroe Doktrini ile Avrupalı güçleri kıtadan uzak tutma niyetini belli etmesi, Amerika Birlesik Devletleri’nin zaman içinde küresel bir güç olmayı hedeflediğinin ve Wight’ın ifade ettiği gibi, güçlerin doğasının gereği olarak yayılmacı bir siyaset izleyeceğini açıkça göstermekteydi. Nitekim, 1895’te yeniden yorumlanan Monroe Doktrini doğrultusunda, Latin Amerika’daki Avrupalı kolonilesmesine karsı çıkmasına ek olarak ABD, kıtadaki tüm konularda söz hakkı olduğu öngörmüstür.110 1904 Venezüela Krizi sırasında Monroe Doktrini’nin açıkça ihlâl edilmesi sonrasında Theodore Roosevelt’in, Doktrinden çıkardığı sonuç, Karayipler ve Güney Amerika’da, ABD emperyalizminin sinyallerini vermektedir. Küba, Nikaragua, Haiti ve Dominik 
Cumhuriyeti’yle olan iliskileri bunun örneklerini teskil etmektedir.111 ABD, Çin’de “açık kapı” siyasetini savunarak, çıkar alanları söz konusu olduğunda hedeflerinden ödün vermeyeceğini göstermistir. 1898 Dspanyol Savası’ndan sonra da Pasifiğe yayılmıs; 1905’te 

Rusya’ya karsı Japonya’yı desteklemis ve savas sonunda barıs müzakereleri Washington’da gerçeklestirilmistir.112 Kolombiya, Panama Kanalı için ABD ile isbirliğine yanasmadığı zaman, bağımsız bir Panama devletinin kurulması sağlanmıstır. 1903’te imzalanan anlasma ile kanalın kontrolü ABD’ye bırakılmıs ve 1926’da kanal üzerindeki Amerikan kontrolü genisletilmistir.113 1945’ten sonra, Soğuk Savas boyunca ve bugün de Amerika bir hegemon güç olarak küresel hedeflerini sürdürmektedir. 

ABD’nin dıs siyaseti, XVIII. asırdan itibaren çıkarlarından ödün vermemesine ve kendi tanımlamalarının uluslararası toplum tarafından kabullenilmesine yönelik mücadelesine dayanmaktadır. ABD’nin, uluslararası sistem içindeki yerinin ve hedeflerinin tam olarak anlasılabilmesi önem arz etmektedir. Nitekim, ABD, günümüzde enerji konusunda kendi belirleyici yerinin ve hedeflerinin sorgulanması durumunda çıkalarından ödün vermeyeceğini açıkça göstermekedir. 

Uluslararası Toplumun Asya ile Etkilesimi; 

Avrupa uluslararası toplumunun Asya kıtasına doğru yayılması ise iki farklı yön izlemistir. Bunlardan ilki, Portekiz, İspanya, Hollanda, Büyük Britanya ve Fransa’nın donanmalarıyla öncelikli olarak ticaret amacıyla Asya uluslararası sistemleriyle etkilesime geçmeleridir. Diğer süreç ise, 1500’lerde Moğol–Tatar İmparatorluklarının çözülmesinden sonra ortaya çıkan güç bosluklarını, karadan Rusya ve Büyük Britanya’nın; bu iki devlete nazaran daha az ölçüde Fransa’nın doldurmasıyla gerçeklesmistir.114 

Latin Hristiyanlık Âlemi’nin bir üyesi olmayan Rusya, 1613’te Romanov Hanedanlığı’yla beraber Batılılasmaya baslamıstır. I. Petro döneminde Avrupa teknolojisi ve tekniklerini alan Rusya, Avrupa güçler dengesinin bir parçası olmus ve Batı’ya sırtını tekrar döndüğü 1917’ye kadar Avrupa uluslararası toplumunun Asya’nın içlerine yayılmasında önemli bir etkiye sahip olmustur.115 Osmanlı Dmparatorluğu, XVI. asırdan itibaren Avrupa uluslararası toplumu açısından önemli bir rol oynamıstır. Avrupalı devletler bu dönemde, Osmanlılar’ın gücünü hesaba katmaksızın hareket edememislerdir; ancak, daha önce değinildiği üzere Osmanlı Dmparatorluğu, XX. asrın basına kadar Avrupa uluslararası toplum unun bir parçası olmamıstır.116 

Osmanlı İmparatorluğu’yla iliskilerinden edindikleri tecrübeler sonucunda Avrupalı devletler, diğer medeniyetlerle olan iliskilerini öncelikli olarak “doğal hukuk” temelinde sekillendirmislerdir. Bu doğrultuda, evrensel ve karsılıklı olan, kaynağını Yunan ve Romalı Stoacılar’dan alan doğal hukuk, Romalılar’ın jus gentium uygulamasında olduğu gibi, inanıslar ya da gelenekler ne olursa olsun, savas, barıs ve yabancıların ikâmet hakları gibi konuları belirliyordu. Ancak, Amerikalı halklarla olan iliskilerde görüldüğü gibi doğal hukuk, vahsilerle ya da “barbarlar”la olan iliskilerde düzenleyici olarak görülmemistir.117 Doğal hukuk, zamanla anlamından uzaklasarak, Yunanlılar’ın köleler ve barbarlar ayrımına benzer sekilde, Amerikalı (ya da Afrikalı) yerlilere karsı Hristiyanlığın mesajının zorla yayılmasına dönmüstür. Avrupa uluslararası toplumu, diğer uluslararası sistemlerle olan iliskilerinde de “Avrupalı Hristiyan Klubü ve diğerleri” olarak algılanmaya baslanmıstır.118 Özetlemek gerekirse, Avrupalı devletlerin Asya uluslararası sistemleriyle olan iliskileri XIX. asra kadar karsılıklılık esasına dayanmıs, Amerikalı ve Afrikalı topluluklarla olan iliskilerinden farklı bir görünüm arz etmistir. Bu farklılıklar ve etkilesimin nitelikleri, günümüzde enerji zengini 
devletlerin dıs politikalarının anlamlandırılması için önemli emareler tasımaktadır. 

Avrupalı güçlerin Asya uluslararası sistemleriyle olan iliskileri karsılıklığa dayanırken, XIX. asırda bu özellik yerini güç kullanımına bırakmıstır. XIX. asırda Avrupa uluslararası toplumunun Asyalı uluslararası sistemlerle etkilesiminin en belirleyici yönü Çin ve Japonya’yla sürdürülen iliskilerde görülmektedir. 

XVIII. asrın sonuna gelindiğinde Asya Kıtası’nda; Avrupalı devletlerarası sistem, Müslüman devletler sistemi, Hint devletlerararası sistemi ve Çin devletlerarası sistemlerinden bahsetmek mümkündü.119 Avrupalı devletlererası sistem Avrasya’da ağırlıklı olarak Rusya, Britanya ve Fransa ile yerel siyasi devletlerden olusmaktaydı. Müslüman devletlerarası sistemi basta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere, İran ve Orta Asya’daki Buhara, Hive, Hokand ve diğer Afgan hanlıkları ve Arap prensliklerini kapsamaktaydı. Hint devletlerarası 
sistemi Moğol İmparatorluğu’nun çözülmesinden sonra ortaya çıkan Hindu, Müslüman ve Sikh devletlerinden olusmaktaydı. Çin devletlerarası sisteminin ise basta Çin İmparatorluğu olmak üzere Japonya’yı da kapsadığı kabul edilmektedir.120 Hint devletlerarası sistemi, 1798 ve 1818 yılları arasında Büyük Britanya’nın bölgede değisen siyaseti sonucunda ilk yıkılan olmustur. Müslüman devletlerarası sistemi ise varlığını Birinci Dünya Savası’nın sonuna kadar koruyabilmistir. Avrupalı güçlerin askerî gücü, yapıları kemiklemis ve teknolojileri kendilerine kıyasla ilkel olarak kabul edilebilecek bu siyasal yapılarla olan mücadeleleri sonucunda, XIX. asrın sonuna kadar bu devletlerin ve dolayısıyla devletlerarası sistemlerin yıkılmasıyla sonuçlanmıstır. Türkiye ve İran ise diğer devletlerden farklı olarak varlıklarını evrilerek korumayı basarmıstır. 

Çin’in uluslararası topluma girisi, pek çok yönüyle Avrupalı olmayan devletlerin katılımından farklılık arz etmektedir. Avrupalı güçlerin dünyanın kalanına yayılırken etkilesime geçtikleri uluslararası sistemlerdeki devletler, Avrupa medeniyetinden etkilenmis ya da isbirliğine razı olarak Avrupa uluslararası toplumunun birer üyesi olmuslardır. Bu devletlerden farklı olarak “Konfüçyusçu Milletler Ailesinin Orta Krallığı Çin” kendini zaten yeteri kadar gelismis bir medeniyet olarak görmekteydi ve Avrupalılar’ın kendi medeniyet standart larını zorla dayatmalarına sert bir direnis göstermistir.121 Batılı güçler açısından bakıldığında durum, Avrupa uluslararası toplumunun küresel ölçekte yayılmasıyken, kendi medeniyetinin standartları sorgulanan Çin açısından “asağılama ve zorlama” niteliği tasımaktadır. 

Japonya açısından da Batılılasma, Batılı güçlerin yabancılarla olan iliskilerinde kendi resmî yöntemlerini ve kurumlarını dayatmasını içermektedir.122 Japonya, Amiral Perry’nin 1853’te ülkeyi Batı’ya açmasından itibaren, geri döndürülemez bir Batılılasma sürecine girmistir. Avrupa uluslararası toplumuna girisinden sonra Japonya, Batılı kodları duraksamadan uygulamaya geçirmis ve bunu ilerlemenin anahtarı olarak kabul etmistir. 

Kendisine sunulan “ Esitsiz Anlasmaları ” Kore’nin önüne koymus ve güç siyaseti doğrultusunda yapılanmasını devam ettirmistir. 1894–1895 Çin ile Japonya Savası; 1901’de Boxer Ayaklanması sırasında Japonya’nın Avrupalı güçler ve ABD ile birlikte Çin’e müdahalesi; 1902’de Anglo–Japon ittifakı; 1904–1905 Rusya ile Japonya Savası ve 1910’da Kore’nin Japonya tarafından ilhâk edilmesi Japonya’nın, Batılı güçler tarafından artık bir büyük güç olarak kabul edildiğini göstermektedir.123 

Uluslararası toplumun XIX. asırda Asya’ya yayılması, birçok açıdan XX. asırdaki küresel uluslararası toplumun yapısı ve karsılasacağı sorunlara dair emareler tasımaktadır. 

Bunlardan ilki, Batı medeniyetinin standartlarının, Batılı olmayan medeniyetler tarafından nasıl algılandıkları, özellikle Çin’in kültürel yapısını korumak üzerine direnisinde ve Japonya’nın dönüsümünde görülmektedir. Avrupa uluslararası toplumunun, Batı medeniyetinin kültürel standartlarını yayıldıkları bölgelere tasıması ve emperyalist uygulamaları, Batılı olmayan toplumlarda “ Öteki ” ve dolayısıyla “asağılanma” algısını daha da arttırmıstır. 

Batı değerlerinin sorgulanmaya basladığı Çin’de görülen ayaklanmalar, Birinci Dünya Savası’ndan sonra artmıs, İkinci Dünya Savası’ndan sonra da Üçüncü Dünya’da benzer hareketlerin ortaya çıkmasıyla ve “dekolonizasyon”la sonuçlanmıstır. XX. asırda uluslararası toplumun bütünlesmesinin önündeki en önemli sorunun kültür farklılığı olduğu görülmektedir. Diğer yandan uluslararası topluma girdikten sonra güç siyasetini sürekli hâle getiren Japonya’nın, askerî alandaki basarısına rağmen “ırksal esitlik” talepleri redddedilmistir. Çinliler’le birlikte Japonlar da kendilerini “öteki” olarak görülmüs ve Batılı ile Batılı olmayan medeniyetler arasındaki ayrım keskinlesmistir. 

Uluslararası Toplumun Afrika ile Etkilesimi; 

1870’ten itibaren Avrupa uluslararası toplumunun dünyanın geri kalanına emperyalist yayılmacılığının hedefleri Uzakdoğu Asya ve sonra da Afrika olmustur. Bu süreç, sahip oldukları konumlarını korumaya çalısan Büyük Güçler’le (Have Powers) siyasî birliğini sonradan tamamlayan ve büyümelerini sürdürebilmek için kaynak arayısında olan diğer güçlerin (Have–Not Powers) mücadelesi seklinde devam etmistir. 

Öyle ki, 1880’den önce, Avrupalı güçlerle Afrikalı siyasî topluluklar arasında, Portekiz’in Angola ve Mozambik; Fransa’nın Senegal; Hollandalı ve Britanyalı denizcilerin Güney Afrika’da yapmıs olduğu kıyı saldırılarından ve birkaç kesif gezisinden baska bir iliski mevcut bulunmamaktaydı ve kapsayıcı bir diyalog kurulması da mümkün görünmemekteydi.124 Afrika’da hüküm süren siyasal yapılar da bir hükümet olmaksızın güce dayalı sekilde düzenlerini sürdüren topluluklardan olusmaktaydı. Genel olarak bakıldığında, Afrikalı siyasal toplulukların kendi aralarındaki iliskilerde ise ahde vefaya dayanan bir diplomatik geleneğin varlığından bahsedilebilmektedir. Ancak, tüm kıtaya yayılan bir Afrika 
uluslararası sistemi ya da toplumundan söz edilmesi de olanaksızdı. Avrupalı devletlerin Afrika’yla olan iliskisi Akdeniz seridindeki devletler sayılmadığı takdirde XVI. ve XIX. asırlar arasındaki dönemde köle ticaretine dayanmaktaydı.125 

Sahara’nın güneyinde kalan bölgeye Avrupa uluslararası toplumunun yayılması, 1876’da Belçika Kralı II. Léopold’ün kurmus olduğu “Afrika’nın İncelenmesi ve Afrika Uygarlığının Korunması için Uluslararası Derneği”nin çalısmalarıyla ve 1884’te Fransızlar’ın da Asağı Kongo havzasına bir sefer düzenlemesiyle devam etmistir. Bull, 1884–1885 Berlin 

Konferansları ve sonunda ortaya çıkan Berlin Nihaî Senedi’ni, Avrupa uluslararası toplumunun emperyal üstünlüklerini bir birlik içinde empoze etmelerinin sembolü olarak değerlendirmektedir.126 Konferansta, Afrika Kıtası’nın, Avrupalı devletlerin güçleriyle orantılı olarak Afrikalılar’a danısılmaksızın paylasılmasının yanında kolonici güçlerin sorumlulukları konusunda da fikirbirliği sağlanmıstır. Kolonilere karsı sorumluluk fikri, Berlin Nihaî Senedi’nden sonra 1889–1890 Brüksel Konferansı’nda, daha sonra Milletler Cemiyeti Kurucu Anlasması’nda Manda Sistemi ve Birlesmis Milletler’de Mütevelli Konseyi olarak evrilerek varlığını sürdürmüstür. Ayrıca, Berlin Nihaî Senedi, her ikisi de uygar devletler tarafından yapılan uluslararası hukukun alanı ile koloni hukuku alanını ayırmaktadır.127 Üzerinde anlasmaya varılan kararlar, Avrupa uluslararası toplumunun doğal hukuku ne sekilde yorumladığını bir kez daha ortaya koyması açısından önemlidir. Batılı güçlerin gelismemis topluluklara iki yönlü paternalist yaklasımı, “medeniyetin kendini genisletmek için mutlak hakkı olduğu yönündeki pozitif doktrin”e dayanmaktadır. İkinci olarak bu yaklasım, “barbarların hiçbir hakka sahip olmadığı” ve “sömürülebilecekler”ini öngörmektedir.128 Afrika, Avrupalılar tarafından Avustralya ya da diğer coğrafyalar gibi territorium nullius olarak görülmemis; bununla birlikte buradaki siyasal toplulukların mevcudiyetleri kabul edilmistir. Ancak, bu siyasal topluluklar egemen devlet statüsünde değerlendirilmemistir.129 Avrupa uluslararası toplumunun ayrımcılığa dayanan bu yaklasımı dekolonizasyon sürecinin sona ermesine kadar sürmüstür. 

Tüm küreyi kapsayan küresel bir uluslararası toplumun ortaya çıkması XIX. asrın sonunda mümkün olmustur. Afrika’nın da sisteme dâhil olmasıyla, XV. asırda baslayan, Avrupa uluslararası toplumunun tüm dünyaya yayılma süreci nihayetine ermistir. XX. asırda karsı karsıya kaldığı en önemli sorun, Batılı güçlerin kendi medeniyetlerinin standartlarını, Batılı olmayan medeniyetlere empoze etmesi sonucunda paylasılan “asağılanma” hissi “Batı’ya karsı ayaklanma”yla son bulmustur. Asyalı devletler gibi yeni kurulan Afrikalı 
devletler de medeniyet standartlarını tartısmıs ve Batı’ya karsı ayaklanan kampta yerlerini almıslardır. 

3. Uluslararası Toplumda Yeni Bir Diplomatik Enstrüman Olarak Enerji Daha önce değinildiği gibi İngiliz Okulu, disiplin içinde yapılan çalısmalarda bir analiz aracı olarak ilgi görmektedir ve bu ilginin artacağı düsünülmektedir. Giderek önem kazanan enerji ve enerji güvenliği alanları, Uluslararası İliskiler’in ajandasını zenginlestirmekle birlikte, bilimsel niteliği tartısmalı olan bu disiplin içinde yapılan çalısmalar açısından; kullanılan yöntemler ve yaklasım itibariyle, kuramdan uzaklasılması, analizden ziyade raporlamaya yaklasılması ve disiplini bir tür “ileri düzey gazetecilik”130 düzeyine götürme tehlikesini içermektedir. Dngiliz Okulu’nun, zengin yazınsal temelinin ve tarihsel, kültürel, felsefi ve kuramsal köklerinin yanı sıra, Realizm, Rasyonalizm ve Revolüsyonizm geleneklerinin üçüne de analiz imkânı veren eklektik yaklasım özelliği ve ayrıca, Okul’un, Uluslararası İliskiler yazınına en özgün katkısı olan, ilkçağlardan aldığı mirasla birlikte evrilerek gelisen uluslararası sistemin yapısının isleyisini anlamlandıran uluslararası toplum kavramının, enerji ve enerji güvenliği alanlarında istifade edilebilecek bir analiz aracı olduğu savunulmaktadır. Aynı zamanda, Dngiliz Okulu, uluslararası toplumun ontolojisini ilkçağlara 
kadar götürebilme niteliğiyle, enerji ve enerji güvenliği alanlarının kendilerini de sorunsallastırarak, disipline farklı perspektifler kazandırma kapasitesine haizdir. 

Çalısmanın son bölümünde, uluslararası toplumda devletlerin enerji ve enerji güvenliği politikaları, örnek olgular üzerinden analize tabi tutulacaktır. Bu olgulara geçilmeden önce, uluslararası toplumun, devletlerin politikaları üzerindeki dönüstürücü etkisine kısaca değinilmesinde fayda görülmektedir. 

Öncelikle, Avrupa uluslararası toplumunun, kürenin geri kalanına yayılırken yalnızca ticari ve askerî değil, kendi medeniyetinin üstünlüğü iddiasıyla gittiği ve bu durumun diğer devletler tarafından sorgulamayla ve direnisle karsılandığı görülmektedir. Bunun en önemli örneklerine Çin’de ve Japonya’da tanık olunmustur. Buna ek olarak, Rusya gibi büyük bir güç, kendi inisiyatifi doğrultusunda Avrupa uluslararası toplumunun bir parçası hâline gelmis ve 1613’ten sonra bu kültüre adapte olmus, uluslararası toplumun Asya’nın içlerine 
yayılmasında etkin bir rol oynamıs ve 1917’de gerçeklesen devrimden sonra yeniden, kendini ve çıkarlarını farklı tanımlamıstır. Bununla birlikte Rusya, bugün her devlet gibi, küresel olan bu yapının bir parçasıdır. Diğer yandan, Avrupa uluslararası toplumunun, etkilesime girdiği devlet sistemlerindeki mevcut kültürü ve diplomasi geleneklerini zorla dönüstürme arzusu Çin’de, Japonya’da, İran’da ve Afrikalı bazı devletlerde görüldüğü gibi bir tür “asağılanma” duygusu yaratmıstır. Japonya, uluslararası toplumun bir üyesi olduktan sonra, Batı 
medeniyetinin geleneklerini ne kadar iyi özümsediğini, izlediği güç siyaseti doğrultusunda 1904’te Kore’yi ve 1931 Mançurya’yı isgal ederek ve İkinci Dünya Savası’na katıldığı sırada göstermistir. Dolayısıyla, Batı medeniyetinin ötekilestirici ve sömürücü uygulamalarının benzerlerinin, uluslararası topluma üye olan devletler tarafından da kendilerinden daha güçsüz 
devletlere karsı uygulandığı görülmektedir. Osmanlı Devleti ise, uluslararası toplum ile olan etkilesiminde farklı bir nitelik arz etmistir. Avrupalı güçlerin askerî olarak üstünlük sağlayamadığı dönemde, uluslararası toplumun, Osmanlı Devleti’ne karsı daha çok karsılıklığa dayalı bir yönelim gösterdiği, bu devletin güç kaybettikten sonra Batılı gelenekleri benimsediği ve İran gibi evrilerek uluslararası toplumun bir üyesi olduğu görülmektedir. 

Bugüne bakılacak olunursa, enerjinin, uluslararası iliskilerde yeni bir diplomatik enstrüman ve güç unsuru hâline geldiği açıkça görülmektedir. Her ne kadar, güç’ler arasındaki mücadelenin Soğuk Savas boyunca ve sonrasında ekonomik rekabete dönüstüğü düsünülse de131, aktörler ister devletler olsun ister çokuluslu sirketler olsun, rekabetin yalnızca tek bir boyuttan ele alınması birçok perspektifi dısarıda bırakarak yapılan analizde göz ardı edilemeyecek bir eksiklik yaratma tehlikesi barındıracaktır. 

Bu çalısmada daha önce değinildiği gibi, İngiliz Okulu, her ne kadar ekonomik boyut açısından eksik de olsa, uluslararası toplumun kurumları ve isleyisi perspektifi, enerji ve enerji güvenliği alanlarında önemli bir analiz aracı sağlayabilmektedir. Buna göre, Rusya, İran, Azerbaycan, Türkmenistan, Suudi Arabistan, Libya gibi enerji zengini devletler enerji arzını, dıs politikada bazen önemli bir düzenleyici araç olarak kullanırken, enerji arzı ihtiyacında olan Avrupa Birliği ülkeleri ve büyümekte olan Çin gibi güç’lerin, enerji alanında 
öncelikle güvenlik arayısı ve dolayısıyla, düzen ve istikrar arayısında oldukları görülmektedir. 

İngiliz Okulu ve Enerji 

Birinci bölümünün sonunda değinildiği üzere, bu çalısmada İngiliz Okulu’nun kusursuz bir Uluslararası İliskiler kuramı olduğu savunulmamaktadır. Ancak, disipline, enerji ve enerji güvenliği alanlarında farklı bir analiz aracı sunarak farklı bir perspektif kazandırma potansiyeli olduğu savunulmaktadır. 

Uluslararası toplum, Realist paradigmanın, devletler arasındaki sürekli çatısma mantığına dayalı olan anarsi mantığından farklı olarak, isbirliği ve düzenlemelere dayanmaktadır. Buna göre, uluslararası toplum, nihayetinde üyeleleri devletler olan bir yapıdan mütesekkildir. Bull’un ifade ettiği gibi, devletler, bireylerin refahını en iyi sekilde koruyabilecek yapılardır ve Grotiusçu yaklasımla uyumlu olacak sekilde, uluslararası toplum son tahlilde yapısını magna communitas humani generise genisletmek amacını tasımaktadır. 

Bu doğrultuda, İngiliz Okulu perspektifinden, uluslararası toplumda enerji ve enerji güvenliği, sürekli olarak bir çatısmacı rekabete ve çıkarı maksimize etme mantığından uzak olarak isbirliğine dayanmaktadır. Uluslararası toplumun ontolojisinin ilk çağlara kadar götürülebildiği göz önünde bulundurularak ve ayrıca, enerji kavramının yalnızca fosil yakıtlara ve bunlara sahip devletlerin kaynakları doğrultusunda politikalarını belirlemesine indirgenilmemekle birlikte, insanlık tarihinin belki de en önemli ilk kesiflerinden biri olan enerji formu –ates’in , farklı topluluklar tarafından paylasıldığı bilinmektedir. Buna göre, kendileri ates yakmayı öğrenmeden önce, insanların yıldırım düsen yerlerdeki atesi paylastıkları ve sürekli etkilesim hâlinde oldukları düsünülmektedir.132 

Uluslararası toplumda isbirliği ile baslayan etkilesim, zamanla düzenlemelere ve geleneklere dönüsmektedir. Buradan hareketle, uluslararası toplumun birincil üyeleri olan devletlerin sahip oldukları enerji kaynaklarını, güçlerini maksimize etmek amacıyla salt birer enstrüman olarak kullanmadıklarının söylenmesi mümkündür. Ne var ki, uluslararası toplumda rekabetin ve çatısmanın da kaçınılmaz olduğu, ancak, her toplumda görülen bu unsurların, uluslararası toplumun varlığını ortadan kaldırmadığı daha önce tanıtlanmıstı. 

Buzan’ın ifade ettiği üzere, her toplum gibi, uluslararası toplum da “ Şiddet ”i ve “ Eşitsizliği ”, dolayısıyla ayrımcılığı da barındırmıstır. Örneğin, Avrupa uluslararası toplumunun Afrika Kıtası’ndaki devletlerle olan etkilesiminde, kölecilik üzerinden, sömürüsünü arttırdığı ve bir enerji formu olarak “insan”dan da faydalandığı unutulmamalıdır. Bu doğrultuda, güçlerin doğasında yayılma olduğu dikkate alınarak enerji zengini ülkelerin, sahip oldukları kaynakları birer enstrüman hâline getirmeleri de bir uluslararası toplumun varlığının aksini ve bu 
uluslararası toplumda isbirliğinin olmadığına yönelik bir ispat sunmamaktadır. Daha önce değinildiği gibi, her toplum gibi, özgün bir yapıya sahip olan uluslararası toplumun yapısı ve isleyisi de dönüsüme açıktır ve bireyleri olan devletleri ve politikalarını, dolayısıyla hem iç hem de dıs politika enstürüman larını da dönüstürmeye devam etmektedir. 

Enerji ve Enerji Güvenliği’nin Sorunsallastırılması 

Uluslararası toplumun isleyisinde Butterfield’ın ve Wight’ın, uluslararası toplumun bir ortak kültür temelinde sekillendiği savına farklı sekilde yaklasan Bull’un ve Watson’ın ifade ettiği gibi uluslararası toplum, özellikle 20. ve 21. yüzyıllarda “ortak çıkar” üzerinden islemektedir. Uluslararası toplumun isleyiş inde, Büyük Güçler’in ve Watson’ın formüle ettiği sekliyle hegemonyanın sorumluluğu perspektifinden, enerji ve enerji güvenliği alanlarında, devletlerin izlediği politikaların anlamlandırılması mümkün görünmektedir. Daha önce ifade 
edildiği gibi, uluslararası toplumda, “güçler dengesi” salt askerî kapasiteden çok prestiji, otoriteyi ve mesruluğu ifade etmektedir. Büyük Güçler’den beklenen, uluslararası toplumun ve üyelerinin varlığını garanti altına almak, daha sonra uluslararası toplumun kurumlarının isleyisi için mümkün olan düzeni sağlamaktır. Söz konusu, enerji ve enerji güvenliği olduğunda, Rusya ve Amerika Birlesik Devletleri gibi hem enerji zengini olan hem de kendilerinden düzenleyici rol üstlenmesi beklenen devletlerden, enerji bağımlısı diğer 
devletlerin beklentisinin, anarsik bir yapıyı barındıran, uluslararası toplumda, enerji güvenliğinin ve istikrarının sağlanması için gereken mümkün düzeni sağlamaları olduğu söylenebilir. Ancak, bununla birlikte, Avrupalı uluslararası toplumun tarihsel olarak yayılma sürecinde, sahip olduğu diplomatik geleneklerini ve normlarını dünyanın kalanına yaydığı düsünülürse, kendini Avrupalı Batı medeniyetinin bir parçası olarak görmeyen ve her güç gibi doğası gereği yayılmayı sürdüren Rusya’nın ve ayrıca, son dönemde bir büyük güç hâline gelen Çin’in, bu gelenekleri ve normları sorgulaması ve yeniden yorumlaması kaçınılmaz görünmektedir. Rusya’nın, Ukrayna’ya ve Gürcistan’a enerji akısını durdurması örneğinde, söz konusu duruma tanık olunduğunun söylenmesi mümkündür. 

Dıs politikasının önemli bir enstrümanı olan enerji ihracatını bir tehdit ve kendi lehine düzenleyici unsur olarak kullanmaktan çekinmeyen Rusya’nın, yakın ve hatta uzak gelecekte de benzer stratejiler izlemesi mümkün görünmektedir. Diğer yandan, daha önce değinildiği gibi, Avrupa medeniyeti içinde sekillenmis olan gelenek ve normlarının, diğer uluslararası devletler sistemlerini ve devletleri zorlayıcı ve dönüstürücü etkisi göz önünde bulundurulduğunda, enerji zengini diğer ülkeler, İran, Azerbaycan, Türkmenistan, Libya ve Venezüealla gibi 
devletlerin de benzer politikalara basvurması kaçınılmaz görünmektedir. Örneğin, 1973’te, gerçek bir kriz -yasanmıs ya da yasanmamıs olsa dahi -133 petrol zengini Arap ülkelerinin, Avrupa uluslararası toplumunun normlarına ve aynı zamanda ekonomik standartlarına karsı bir direnissel tepki gelistirdiğine açıkça tanık olunmustur. 

Enerji arz eden devletlerin izlediği politikalar karsısında, enerji talebinde olan Avrupa Birliği üyesi ve Türkiye gibi devletler de enerji güvenliklerini sağlamak ve bu doğrultuda, enerji ithal ettikleri kaynakları çesitlendirerek rekabetten faydalanmak ve istikrarı sürdürebilecekleri politikalar izlemek zorunda kalmaktadır. Nabucco Boru Hattı ve Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projeleri, Türkiye’nin enerji ithal ettiği kaynakları çesitlendirmek ve enerji güvenliğini sağlamak adına izlediği politikaların somut örneklerini 
teskil etmektedirler. Aynı sekilde, enerji bağımlılığı olan diğer tüm devletlerin, rekabet ve istikrar yaratıcı bir düzen arayısına yönelik çesitlilik sağlayabilecek politikalar izlemesi kaçınılmaz görünmektedir. Buna ek olarak, Mitchell’ın dikkat çektiği gibi, dünyadaki en büyük petrol ve doğalgaz ihraç eden devletlerin birçoğunun, kaynaklarının büyük bir payını kendi ülkelerinde tüketmekte ve uluslararası arza yönelik paylarını azalttığı göz önünde bulundurularak134 , enerji bağımlısı devletlerin izlediği politikaları ve yatırımlarını uzun 
vadeye yayma zorunluluğuna da dikkat çekilmesinde fayda görülmektedir. 

Son olarak, uluslararası toplumun temel aktörlerinin devletler olduğu, ancak tek baslarına olmadıkları da enerji ve enerji güvenliği alanlarında açıkça görülmektedir. Daha önce değinildiği gibi, Bull, yeni medievalism olarak adlandırdığı anlayısa göre, küresellesme ile birlikte devletin bir aktör olarak nüfuzunu kaybedeceği iddiasına açıkça karsı çıkmaktadır. 

Örneğin, Mitchell’in isabetli sekilde belirttiği gibi “petrol sirketleri hiçbir zaman petrol akıslarını veya kesintilerini kendi baslarına tekelleri altına alacak kadar güçlü” olmamıstır.135 
Bu sirketler, hem askerî hem de finansal dıs desteğe ihtiyaç duymaktadırlar. Bu nedenle de, petrol sirketleri, kendi çıkarlarını devletlerin stratejik çıkarlarıyla uyumlulastırmak durumunda kalmaktadırlar. 

Sonuç 

Bu çalısmada, hiçbir Uluslararası İliskiler kuramının tüm dünya siyasetini, hatta, çok kısa dönemsel bir süreci ya da alanı tek basına, eksiksiz sekilde çözüm lemesinin mümkün olmadığı unutulmadan, yine, kusursuz bir kuram olduğu iddia edilmeyen İngiliz Okulu ve İngiliz Okulu’nun Uluslararası İliskiler’e en önemli katkılarından olan uluslararası toplum kavramı, enerji ve enerji güvenliğinin anlamlandırılabilmesi amacıyla bir analiz aracı olarak sunulmustur. Çalısmada gözetilen gaye, özellikle Türkiye’de yapılan Uluslararası Dliskiler 
çalısmalarında eksikliği duyulan kuramsal analizlere bir katkı sağlanmasıdır. Uluslararası İliskiler disiplinin ajandasının güncel durumdaki enerji ve enerji güvenliği alanlarında yapılan analizlerde,  İngiliz Okulu’nun, önemli araçlar sunma potansiyeline sahip olduğu görülmektedir. 

Uluslararası toplum kavramı, uluslararası iliskileri, klasik güç iliskisine dayan dırarak salt anarsiye indirgeyen yaklasımları reddererek, devletlerin, diğer devletlerle olan iliskilerini salt militer kapasiteleri üzerinden düzenlemek yerine, isbirliğine yöneldiğini ortaya koymaktadır. Anarsik realite kabul edilmekle birlikte, bu yapıyı dizginleyen, devletler ailesini bir arada tutan ortak çıkar, uluslararası toplumun isleyisini sağlayan unsurdur. Uluslararası isbirliği, ekonomik–ticarî bağlılık, kültürel ve hümanist etkilesim, çatısmanın önüne 
geçilebilmesi için gereken zemini sağlamaktadır. 

Uluslararası toplumun temel aktörleri, süpheye yer olmaksızın, devletlerdir. Ancak, devletler uluslararası toplumun tek aktörleri değillerdir ve devletlerin nihaî amacı, bireylerin güvenlik ve refahını sağlamaktır. Bu açıdan, İngiliz Okulu, ahlaki normların önceliğini gözetmektedir. Kuram, bu sekilde uluslararası iliskilerde kültürün yerine ve sisteme olan etkilerine dikkat çekmektedir. 

İlk çağlardan aldığı mirasla birlikte kendi içinde sürekli olarak evrilerek dünyanın geri kalanına yayılan Avrupa uluslararası toplumu, 19. yüzyıldan sonra küresel bir yapı hâline gelmistir. Etkilesime geçtikleri diğer devletler sistemleri ve devletlere karsı yalnızca ticari ve askerî üstünlüğünü tasımayan ve diğer coğrafyalarda var olan medeniyetlerin kendi geleneklerini ve normlarını zorlayan ve dönüstüren uluslararası toplum, özellikle 20. yüzyıldan itibaren kendi kapasitelerini arttıran ve bu doğrultuda dıs politika enstrümanları arasına enerjiyi de katan diğer medeniyetler tarafından sorgulanmaya açılmıstır. Rusya, Çin, Libya, Venezüella ve İran gibi devletler kendi kültürlerinin ve geleneklerinin etkisiyle, özelikle Avrupalı–Batılı devletler tarafından elestirilen politikalar izlemektedir ve izlemeye de devam edeceklerdir. Enerji bağımlılığında olan Türkiye gibi devletlerin de enerji politikalarını güven ve istikrar temelinde sekillendirecek kaynaklar arayısında olması ve bu politikaları sürdürmeye devam etmesi kaçınılmaz görülmektedir. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI ;


80 Bull, “The Importance of Grotius”, Hugo Grotius and International Relations, Bull, Kingsbury ve Roberts (eds.), New York, Oxford Press, 1989, p. 73. 
81 Wight, Power Politics, p. 111-112. 
82 Bull, The Anarchical Society..., p. 97-194. 
83 Kai Alderson ve Andrew Hurrel, “Bull’s Conception of International Society”, Hedley Bull on International Society, K. Alderson ve A. Hurrel (eds.), Londra, Macmillan, 2000, p. 1-19. 
84 Bull, The Anarchical Society..., p. 99. 
85 Bull, “International Relations as an Academic Pursuit”. 
86 Wight, Power Politics, p. 144. 
87 Watson, The Evolution of..., p. 253-255. 
88 Bull, The Anarchical Society..., p. 199-220. 
89 Vincent, “Order in International Relations”. 
90 Watson, The Evolution of..., p. 4-13. 
91 Bull, The Anarchical Society..., p. 123. 
92 Bull, “The Emergence of a Universal International Society”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 117-126. 
93 Bull, “The Grotian Conception of International Society”. 
94 Mathias Schmoeckel, “Consent and Caution: Lassa Oppenheim and his Reaction to World War I”, Peace Treaties and International Law in European History: From the Late Middle Ages to World War One, Randall Lesaffer (ed.), New York, Cambridge University Press, 2004, p. 270-288. 
95 Ibid. 
96 Wight, Power Politics, p. 107; Bull, The Anarchical Society..., p. 101. 
97 Bull, The Anarchical Society..., p. 157. 
98 Wight, International Theory..., p. 180. 
99 Carl Von Clausewitz, Savas Üzerine, çev. Selma Koçak, İstanbul, Doruk Yayınları, 2011, p. 45. 
100 Bull, The Anarchical Society..., p. 181. 
101 Bull, The Anarchical Society..., p. 187. 
102 Bull ve Watson, The Expansion of..., p. 9. 
103 Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükselis ve Düsüsleri, çev. Birtane Karanakçı, 12. bs., İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, p. 42-58. 
104 Bull ve Watson, The Expansion ..., p. 6. 
105 Michael Donelan, “Spain and the Indies”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson 
(eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 75-85. 
106 Watson, The Evolution of..., p. 220. 
107 Edward J. Renehan Jr., The Monroe Doctrine: The Cornerstone of American Foreign Policy, New York, Chelsea House, 2007, p. 17-18. 
108 Norman Rich, Great Power Diplomacy: 1814–1914, New York, McGraw Hill, 1992, p. 12-15. 
109 Renehan Jr., a. e. , p. 62-75. 
110 Renehan Jr., a. e., p. 97. 
111 Renehan Jr., a. e., p. 99-104. 
112 Manfred Jonas, “American Isolationism and the Coming of the Second World War”, The Origins of the Second World War: An International Perspective, 
Frank McDonough (ed.), New York, Continuum, 2011, p. 429-445. 
113 Renehan Jr., a. e., p. 108. 
114 Watson, The Evoulution of..., p. 221-222; David Gillard, “British and Russian Relations with Asian Governments in the Nineteenth Century”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 87-98. 
115 Watson, “Russia and the European States System”. 
116 Watson, The Evolution of..., p. 216. 
117 Wight, International Theory..., p. 70-71. 
118 Bull, “The Emergence of a Universal International Society”. 
119 Gillard, a. e. 
120 Ibid. 
121 Gerrit W. Gong, “China’s Entry Into International Society”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 117-126. 
122 Suganami, “Japan’s Entry into International Society”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 185-200. 
123 Ibid. 
124 Bull, “European States and African Political Communities”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 99-114. 
125 Ibid. 
126 Bull, “European States and African Political Communities”. 
127 Heinhard Steiger, “Peace Treaties from Paris to Versailles”, Peace Treaties and International Law in 
European History: From the Late Middle Ages to World War One, Randall Lesaffer (ed.), New York, Cambridge University Press, 2004, p. 59-99. 
128 Wight, International Theory..., p. 49-75. 
129 Bull, “European States and African Political Communities”. 
130 Chris Brown, “Preface”, Understanding International Relations. 
131 Aslıhan P. Turan, “Hazar Havzası’nda Enerji Diplomasisi”, Bilge Strateji, Vol. 2, No. 2, 2010, p. 43-72. 
132 Isaac Asimov, Bilim ve Buluslar Tarihi, çev. Elif Topçugil, Ankara, Dmge Kitabevi, 2006, p. 13-16. 
133 Timothy Mitchell, Karbon Demokrasi: Petrol Çağında Siyasal İktidar, çev. Fırat Berksun, İstanbul, Açılım Kitap, 2014, p. 260-263. 
134 Mitchell, a. e., p. 346. 
135 Mitchell, a.e., p. 74. 


KAYNAKÇA 

Alderson, Kai ve Hurrel, Andrew, “Bull’s Conception of International Society”, 
Hedley Bull on International Society, K. Alderson ve A. Hurrel (eds.), Londra, Macmillan, 2000, p. 1-19. 
Asimov, Isaac, Bilim ve Buluslar Tarihi, çev. Elif Topçugil, Ankara, İmge Kitabevi, 2006. 
Brown, Chris, “World Society and the English School: An ‘International Society’”, European Journal of International Relations, Vol. 7, p. 423-441. 
Brown, Chris, Understanding International Relations, Londra, MacMillan, 1997. 
Bull, Hedley ve Watson, Adam, “Preface”, The Expansion of International Society, 
Bull ve Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985. 
Bull, Hedley, “European States and African Political Communities”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, 
Oxford University Press, 1985, p. 99-114. 
Bull, Hedley, “International Relations as an Academic Pursuit”, Australian Outlook, Vol. 26, No. 3, 1972, p. 251-265. 
Bull, Hedley, “International Theory: The Case for a Classical Approach”, World Politics, Vol. 18, No. 3, 1966, p. 361-377. 
Bull, Hedley, “Martin Wight and The Theory of International Relations: The Second Martin Wight Memorial Lecture”, British Journal of International Studies, 
Vol. 2, No. 2, 1976, p. 101-116. 
Bull, Hedley, “Society and Anarchy in International Relations”, Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of International Politics, H. Butterfield ve M. Wight 
(eds.), 3. bs., Londra, George Allen & Unwin Ltd., 1969, p. 35-50. 
Bull, Hedley, “The Emergence of a Universal International Society”, The Expansion of International Society, H. Bull, H. ve A. Watson (eds.), New York, 
Oxford University Press, 1985, p. 117-126. 
Bull, Hedley, “The European International Order”, Hedley Bull on International Society, K. Alderson ve A. Hurrel (eds.), Londra, Macmillan, 2000, p. 170-187. 
Bull, Hedley, “The Grotian Conception of International Society”, Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of International Politics, H. Butterfield ve M. Wight (eds.), 3. bs., Londra, George Allen & Unwin Ltd., 1969, p. 51-73. 
Bull, Hedley, “The Importance of Grotius”, Hugo Grotius and International Relations, 
Bull, Kingsbury ve Roberts (eds.), New York, Oxford Press, 1989, p. 65-94. 
Bull, Hedley, “Twenty Years’ Crisis: Thirty Years On”, International Journal, Vol. 24, No. 4, 1969, p. 625-638. 
Bull, Hedley, The Anarchical Society: A Study of Order in World Politics, New York, Columbia University Press, 1995. 
Butterfield, Herbert ve Wight, Martin, “Introduction”, Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of International Politics, H. Butterfield ve M. Wight (eds.), 3. bs., 
Londra, George Allen & Unwin Ltd., 1969, p. 6-13. 
Buzan, Barry, “From International System to International Society: Structural Realism and Regime Theory Meet the English School”, International Organization, Vol. 47, No. 3, 1993, p. 327-352. 
Buzan, Barry, “The English School: an underexploited resource in IR”, Review of International Studies, Vol. 27, 2001, p. 471-488. 
Buzan, Barry, From International to World Society?: English School Theory and the Social Structure of Globalisation, Cambridge, Cambridge University Press, 2004. 
Cox, Michael, “Sunus”, E. H. Carr, Yirmi Yıl Krizi: 1919–1939, çev. Can Cemgil, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, p. 1-48. 
Devlen, Balkan ve Özdamar, Özgür, “Uluslararası İliskilerde İngiliz Okulu Kuramı: Kökenleri, Kavramları ve Tartısmaları”, Uluslararası İliskiler, Vol. 7, Sayı 25, Bahar 2010, p. 43-68. 
Donelan, Michael, “Spain and the Indies”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 75-85. 
Dunne, Tim, Inventing International Society: A History of the English School, Londra, MacMillan, 1998. 
Gillard, David, “British and Russian Relations with Asian Governments in the Nineteenth Century”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), 
New York, Oxford University Press, 1985, p. 87-98. 
Gong, Gerrit W., “China’s Entry Into International Society”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, 
p. 117-126. 
Hofmann, Stanley, “International Society”, Order and Violence: Hedley Bull and International Relations, J. D. B. Miller ve R. J. Vincent (eds.), New York, Oxford University 
Press, 1990, p. 13-37. 
Hugo Grotius, Savas ve Barıs Hukuku, çev. Seha L. Meray, İstanbul, Say Yayınları, 2011. 
Jonas, Manfred, “American Isolationism and the Coming of the Second World War”, The Origins of the Second World War: An International Perspective, 
Frank McDonough (ed.), New York, Continuum, 2011, p. 429-445. 
Jones, Roy E., “The English School of International Relations: A Case for Closure”, Review of International Studies, Vol. 7, 1981, p. 1-13. 
Kennedy, Paul, Büyük Güçlerin Yükselis ve Düsüsleri, çev. Birtane Karanakçı, 12. bs., İstanbul, Türkiye İs Bankası Kültür Yayınları, 2008. 
Kingsbury, Benedict ve Roberts, Adam, “Grotian Thought in International Relations”, Hugo Grotius and International Relations, Bull, Kingsbury ve Roberts (eds.), 
New York, Oxford Press, 1989, p. 15-26. 
Knutsen, Torbjon L., Uluslararası Dliskiler Teorisi Tarihi, çev. Mehmet Özay, İstanbul, Açılım Kitap, 2006. 
Linklater, Andrew ve Suganami, Hidemi, The English School of International Relations: A Contemporary Reassessment, New York, Cambridge University Press, 2006. 
Little, Richard, “The English School’s Contribution to the Study of International Relations”, European Journal of International Relations, Vol. 6, 2000, p. 395-422. 
Mitchell, Timothy, Karbon Demokrasi: Petrol Çağında Siyasal Dktidar, çev. Fırat Berksun, İstanbul, Açılım Kitap, 2014. 
Naff, Thomas, “The Ottoman Empire and Europe”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 143-169. 
Renehan Jr., Edward J., The Monroe Doctrine: The Cornerstone of American Foreign Policy, New York, Chelsea House, 2007. 
Rich, Norman, Great Power Diplomacy: 1814–1914, New York, McGraw Hill, 1992. 
Schmoeckel, Mathias, “Consent and Caution: Lassa Oppenheim and his Reaction to World War I”, Peace Treaties and International Law in European History: From the Late 
Middle Ages to World War One, Randall Lesaffer (ed.), New York, Cambridge University Press, 2004, p. 270-288. 
Steiger, Heinhard, “Peace Treaties from Paris to Versailles”, Peace Treaties and International Law in European History: From the Late Middle Ages to World War One, 
Randall Lesaffer (ed.), New York, Cambridge University Press, 2004, p. 59-99. 
Suganami, Hidemi, “British Institutionalists, or the English School, 20 Years On”, International Relations, Vol. 17, 2003, p. 253-272. 
Suganami, Hidemi, “C.A.W. Manning and the Study of IR”, Review of International Studies, Vol. 27, 2001, p. 91-107. 
Suganami, Hidemi, “Japan’s Entry into International Society”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 
1985, p. 185-200. 
Turan, Aslıhan P., “Hazar Havzası’nda Enerji Diplomasisi”, Bilge Strateji, Vol. 2, No. 2, 2010, p. 43-72. 
Vincent, R. J., “Order in International Relations”, Order and Violence: Hedley Bull and International Relations, J. D. B. Miller ve R. J. Vincent (eds.), New York, Oxford University Press, 1990, p. 38-64. 
Von Clausewitz, Carl, Savas Üzerine, çev. Selma Koçak, İstanbul, Doruk Yayınları, 2011. 
Watson, Adam, “Russia and the European States System”, The Expansion of International Society, Bull, H. ve Watson, A. (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 61-74. 
Watson, Adam, The Evolution of International Society: A Comparative Historical Analysis, Londra, Routledge, 1992. 
Wight, Martin, “Western Values in International Relations”, Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of International Politics, H. Butterfield ve M. Wight (eds.), 3. bs., Londra, George Allen & Unwin Ltd., 1969, p. 89-131. 
Wight, Martin, International Theory: The Three Traditions, G. Wight ve B. E. Porter (eds.), New York, Holmes & Meier for the Royal Institute of International Affairs, 1992. 
Wight, Martin, Power Politics, H. Bull ve C. Holbraad (eds.), Londra, Continuum International Publishing Group Ltd., 2004. 
Wight, Martin, System of States, Leicester, Leicester University Press, 1977. 
Yurdusev, A. Nuri, “Uluslararası Şliskiler Öncesi”, Devlet Sistem ve Kimlik: Uluslararası İliskilerde Temel Yaklasımlar, Dağı, Eralp vd., 12. bs., İstanbul, İletisim Yay., 2010, p. 15-56. 



***