Ortadoğu’da etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortadoğu’da etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mart 2017 Cuma

ORTADOĞU’DA KİTLE İMHA SİLAHLARININ YAYILMASI SORUNU



ARAP BAHARI SONRASI ARAP BAHARI SONRASI ORTADOĞU’DA KİTLE İMHA SİLAHLARININ YAYILMASI SORUNU 


Ortadoğu’da KİS yayılmasıyla ilgili alınan önlemlerin uzun bir geçmişi var. Bugün gelinen noktada 2012 yılındaki konferans belirli bir tarih belirlenmeden iptal edilince Ortadoğu’da KİS’in yayılması sorununun çözümü ile ilgili geriye bir tek ikili ya da çok taraflı alternatif görüşmeler yapılması çözümü kalmış görünüyor. Bu bağlamda, P5+1 ile İran arasındaki görüşmeler özellikle dikkat çekici. 

Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY 



2010 yılındaki Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) Gözden Geçirme Konferansı’nda alınan karar gereğince Ortadoğu 
Bölgesini Kitle İmha Silahlarından (KİS) ve bunları hedefe gönderecek araçlardan temizleyecek bir konferansın 2012 sonuna kadar toplanması gerekiyordu. 

Ancak toplantıya bir ay kala Arap Baharı sonrası bölgedeki istikrarsızlık gerekçe gösterilerek toplantı ABD’nin inisiyatifiyle askıya alındı ki bu durum Mısır gibi bazı Arap devletlerinin tepkisine neden oldu. Erteleme kararının ardından Rusya Federasyonu’nun Washington yönetimini ikna etme çabaları sonucu değiştir medi. Ertelemeye yönelik itirazların temel nedeni, Ortadoğu’da 1970’li yıllardan beri amaçlanmış olan KİS’ten arındırılmış bir “bölge” yaratılması fikrini besleyebilecek inisiyatiflerinden birinin daha başarısızlıkla sonuçlanması endişesiydi. Zaten Ortadoğu’daki KİS ve onları hedeflerine gönderecek araçlarının yok edilmesini hedefleyen 


konferansın iptalinin hemen arkasından Mısır’ın NPT Gözden Geçirme Konferansı Hazırlık toplantısını boykot etmiş olması, 2015 yılında toplanacak NPT Gözden Geçirme Konferansı’nın geleceği hakkında ciddi kaygıların duyulmasına sebep olmuştu. 

Dünden Bugüne Ortadoğu’da KİS Yayılması Sorununa İlişkin Alınan Önlemler Ortadoğu’da KİS yayılmasıyla ilgili alınan önlemlerin uzun bir geçmişi var. 
Bugün gelinen noktada 2012 yılındaki konferans belirli bir tarih belirlen
meden iptal edilince Ortadoğu’da KİS’in yayılması sorununun çözümü ile ilgili geriye bir tek ikili ya da çok taraflı alternatif görüşmeler yapılması çözümü 
kalmış görünüyor. 

< Suriye rejimi ile Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün (OPCW) gerçekleştirmiş olduğu Şam yönetiminin kimyasal silah stokunun 2014 senesi ortasına kadar yok edilmesi kararı uluslararası kamuoyuna zorlayıcı diplomasinin bir başarısı olarak yansıdı. >

Bu bağlamda, P5+1 ile İran arasındaki görüşmeler özellikle dikkat çekici. Kasım 2013 tarihinde gerçekleştirilen Cenevre görüşmeleri sonucunda 2002 senesinden beri ciddi bir sorun olan Tahran’ın nükleer programına çözüm bulmak üzere altı aylık geçici bir anlaşma imzalandı ve bu Geçici Anlaşma ile birlikte Ortadoğu’da nükleer silahların yayılmasının engellenmesi gayretleri için yeni bir umut kaynağı doğdu. Süresi 20 Temmuz’da dolacak Geçici Anlaşma’dan sonra Tahran yönetimi ve altı büyük güç arasında gerçekleştirilecek nihai anlaşma ve bunun mahiyeti doğrudan NPT rejiminin güvenilirliğini sınayacaktır. Nihai Anlaşma, KİS’lere yönelik girişimler dâhilindeki yolculuğun geleceğiyle ilgili ümitvar bir işaret olmasının ötesinde de önemli.

İran’ın tartışmalı uranyum zenginleştirilmesi mevzusunda bu anlaşma dâhilinde nasıl bir karara varılacağıyla ilişkili olarak alınacak karar bundan sonra NPT Anlaşması’nın nükleer statüde olmayan diğer üye devletlerinin 4. maddeden kaynaklanan barışçıl amaçlı nükleer enerji edinimi ile ilgili meşru talepleri 
için önemli olacak. 

Şimdi burada duralım ve bölgede KİS’in yayılması sorunuyla ilgili uluslararası toplumun almış olduğu yolun güzergâhına geri dönelim. Ortadoğu’da var olan KİS’in yayılmasının önlenmesi gayretleri içerisinde şimdiye kadar başlıca iki yöntem kullanılmış ve bu sayede iki ülkenin söz konusu silahlardan arındırılması gerçekleşmiştir: Bilindiği gibi ilk kez ABD’nin 2003 senesinde Irak’ta askeri kuvvet kullanmasısonucu Bağdat yönetiminin sahip olduğu KİS’ten nihai olarak arındırılması mümkün olmuştur. Aksine Libya’da 2003 senesinde Kaddafi yönetimi gönüllü olarak Trablus rejiminin tüm KİS’ten ve bunları hedeflerine gönderme araçlarından- arındırılması/temizlenmesini kabul etmiştir. Libya’da gerçekleşen tüm karışıklığa rağmen bu hedef 2013 senesinde yerine getirildi. Şimdi üçüncü bir yöntemin başarı olasılığını konuşma arifesindeyiz. İran’a karşı uygulanan politika, üçüncü ve önemli bir alternatif yöntem olarak karşımıza çıkan “zorlayıcı diplomasi” modeliydi. Bu modelin benimsenmesinin temel amacı ise altı aylık bir geçiş döneminden sonra 20 Temmuz 2014 tarihinde İran’la nihai ve kapsamlı bir anlaşma imzalayarak Tahran’ın tartışmalı nükleer programının olası bir silah kapasitesine dönüşmesinin kesin olarak engellenmesiydi. 

Zorlayıcı Diplomasi ve Suriye’de Kimyasal Silahların Yok Edilmesi 

KİS söz konusu olunca “zorlayıcı diplomasi”nin yakın dönemde somut olarak sonuç vermeye başladığı diğer bir örneği bulmak bizim için zor olmasa 
gerek. Suriye rejimi ile Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün (OPCW) gerçekleştirmiş olduğu Şam yönetiminin kimyasal silah stoğunun 2014 senesi 
ortasına kadar yok edilmesi kararı uluslararası kamuoyuna zorlayıcı diplomasinin bir başarısı olarak yansıdı. Haziran ayı başı itibariyle gerçekten de 
deklare edilmiş Suriye kimyasal stoğunun yaklaşık % 92’lik bir kısmı ülke dışına çıkarılarak yok edilmiştir. Bilindiği gibi, Suriye rejimi ile OPCW’nun arasında 
yapılmış olan anlaşmaya göre Şam yönetiminin tüm kimyasal silahlarını 30 Temmuz 2014 tarihine kadar yok edilmek üzere teslim etmesi gerekmekteydi. Suriye rejimi elinde kalan son 100 metre ton kimyasal silah stoğunu önce Şubat ayında sonra da en geç Nisan ayında teslim edeceğini taahhüt etmişti. 





OPCW Şam rejiminin geride kalan kimyasal silah stoğunu nihayet 23 Temmuz tarihinde yok edeceğini ilan etti. Ancak, Libya’da daha önce olduğu gibi anlaşmaların gerçekleşmesinden sonra bile Suriye rejiminin gizlemiş olduğu kimyasal silah stoğu bulunabilir. Tüm bunlara rağmen Ortadoğu’yu kimyasal silahlardan arındırma yolculuğunun geleceğiyle ilgili iyimser olmak için elimizde yeterince neden var. Bu noktada başka bir hususu dikkatimizden kaçırmamız da gerekmektedir. 

ABD ve Rusya Federasyonu’nun onay vermiş olduğu Şam rejimi ile OPCW arasında kimyasal silahlar konusunda yapılan anlaşma Suriye’deki 
balistik füzelerin (Scud B-C, M600 ve SS-21 füzeleri) yok edilmesi şartını içermemektedir. Dolayısıyla yolculuğumuz kimyasal silahlarla ilişkili olarak -Suriye özelinde - mutlu sonla dahi bitse ülkede devam eden iç savaş koşullarında radikal bir değişiklik olmadıkça Şam füzelerinin aralarında Türkiye’nin de bulunduğu komşuları için ciddi bir güvenlik sorunu olarak masada kalmaya devam edeceğini söylemek gereklidir. 

İran’ın Balistik Füze Sistemleri ve P5+1 Müzakereleri 

Ortadoğu’da balistik füzelere sahip olması sebebiyle ciddi bir güvenlik sorunu yaratan diğer ülke elbette İran. Tahran yönetimi altı aylık bir geçiş döneminin 
ardından P5+1’le imzalamayı planladığı nihai nükleer anlaşmada sahip olduğu balistik füze stoklarını kapsam dışında bırakma kararındadır. İran’ın ruhani lideri Ayetullah Ali Hamaney’e göre, Batılı güçlerin Tahran’la yaptıkları müzakerelerde İran balistik füze sistemlerini İran’ın nükleer programının bir parçası olarak algılayıp pazarlık konusu yapmak istemeleri kabul edilebilir bir şey değildir. İranlı yetkililerin bu konuyla ilgili itirazı, Tahran füze sistemlerinin tamamen İran’ın konvansiyonel kuvvetlerinin bir parçası olduğu noktasına dayanmaktadır. Viyana’daki son P5+1 müzakerelerinin perde arkasında İran balistik 
füze kabiliyetlerinin sınırlandırılmasını isteyen ABD’li yetkililer bu talepleri için BM Güvenlik Konseyi’nin 2010 senesi kararını temel almışlardı. Bu karar 
gereğince, Tahran yönetiminin nükleer bomba yapımında kullanılacak uranyum zenginleştirilmesi de dâhil her türlü faaliyetten kaçınması gerekmektedir. 
Buna İran’ın nükleer bomba taşıyabilecek kapasitede balistik füze geliştirmemesi de dâhildir. BM’nin son uzmanlar raporu, hâlihazırda İran’ın füze edinim 
sürecinde yasadışı yöntemlere itibar etmeyi bırakmış olmasına işaret etmekle birlikte Tahran’ın füze kabiliyetlerini geliştirmeye devam ettiğini iddia etmektedir. 

Konuyla ilgili uzmanlara göre, İran’ın nükleer programı hakkında uluslararası toplumun elindeki mevcut bilgi birikiminin aksine Tahran’ın füze yetenekleri 
hakkındaki belirsizlik (opaque) durumu devam etmektedir. Tahran’ın füze programını P5+1 programı dışında tutma kararlılığını Rusya Federasyonu da 
desteklemektedir. 20 Temmuz tarihinden önce bu konuyla ilgili herhangi bir açılım beklenmediğine göre; taraflar arasında nihai bir anlaşma yapabilmek 
için sürdürülen görüşmelerde ilerleme kaydetmek için Tahran nükleer programının nükleer silaha dönüşmeyecek bir şekilde anlaşma kapsamında kısıtlanması gerekmektedir. Bu, İran füze sorununun tehlike olarak algılanması konusunda da dolaylı bir iyileşme getirebilir, çünkü böyle bir anlaşma mevcut füze teknolojisine nükleer başlık konuşlandırma olasılığını bertaraf eder. 

 < Tahran yönetimi altı aylık bir geçiş döneminin ardından P5+1’le imzalamayı planladığı nihai nükleer anlaşmada sahip olduğu balistik füze stoklarını kapsam 
dışında bırakma kararındadır. İran’ın ruhani lideri Ayetullah Ali Hamaney’e göre, Batılı güçlerin Tahran’la yaptıkları müzakerelerde İran balistik füze sistemlerini İran’ın 
nükleer programının bir parçası olarak algılayıp pazarlık konusu yapmak istemeleri kabul edilebilir bir şey değildir. >

Gerçi bir önceki paragrafta vurguladığımız husus geçerliliğini koruyor: bu şekilde yapılacak bir anlaşma, mevziisi sürekli geliştirilmeye çalışılan İran füzelerinin konvansiyonel amaçlarla kullanılma riskini bertaraf etmiyor. P5+1-İran görüşmelerinde başka tıkanıklıklar da var: Öncelikle İran’ın uranyum 
zenginleştirme kapasitesinin %5 sınırı altında tutulması konusunda görüş ayrılıklarının yanında Tahran yönetiminin gelecek 10 yıl zarfında ne miktarda 
santrifüje sahip olması gerektiği henüz ortak bir cevap verilemeyen bir sorudur. Bu tartışmalı konuların nihai anlaşmada sonuçlandırılması için 20 Temmuz tarihi 
bugün için pek gerçekçi görünmemektedir. Bu nedenle taraflar şimdiden altı aylık uzatmadan bahsetmeye başladılar bile. 

Sonuç olarak Ortadoğu’da KİS’in yayılmasını önlemek için alınan tedbir ve inisiyatiflerin günümüzde yeni yöntemlerle devam ettiğini söyleyebiliriz 
ama KİS’in karmaşık yapısı, çözüm süreçlerini zorlamakta ve Suriye ile İran örneklerinde gördüğümüz gibi KİS için çok yönlü düşünmeyi, yoğun siyasi ve 
teknik çalışmayı gerektirmektedir. Bu çalışmayı “zorlayıcı diplomasi” yönteminin İran nükleer konusunu çözmede başarılı olup olamayacağını söylemek için 
daha erken olduğunu belirtebiliriz. 

Prof. Dr., Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY 
Yıldız Teknik Üniversitesi 


***



26 Haziran 2016 Pazar

Ortadoğu’da Bir Yeni Yenilgi: Süleyman Şah’tan Geri Çekilme



Ortadoğu’da Bir Yeni Yenilgi: Süleyman Şah’tan Geri Çekilme



Yazar: Ümit Özdağ
22 ŞUBAT 2015 PAZAR


AKP Hükümetinin Ortadoğu’da 2003’te Süleymaniye baskını ile başlayan mağlubiyet zinciri, Kerkük’ün KDP-KYB tarafından işgali, Kürdistan’ın kurulması, uçağımızın Akdeniz’de Suriye tarafından düşürülmesi, gümrük binalarımızın ve Reyhanlı bombalamasının hesabının sorulamaması, nihayet Ayn El Arap’ta ABD-PKK ittifakının galip gelmesinden sonra Süleyman Şah’ın Türbesinden Türk Ordusu’nun geri çekiliş ile yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Ege Denizi’nde 2004’de birçok Türk adasının Yunan ordusu tarafından işgal etmesinden sonra ikinci kez vatan toprakları savaşılmadan terk edilmiştir.
  
1921’de İstiklal Harbi devam ederken, Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Fransa ile yaptığı anlaşma çerçevesinde Türk toprağı kabul edilerek oluşturulan Süleyman Şah karakolu, 2015 Türkiyesi tarafından Türkiye sınırının 30 kilometre ötesinde iki terör örgütüne karşı korunamamıştır.  Ortadoğu’ya önderlik yapma, şekil verme iddiasını Osmanlıcılık iddiası ile sık sık dile getiren AKP Hükümetinin Osmanlı Hanedanının kurucusunun babasına veya bir Selçuklu beyine ait ait mezarı bir terör örgütüne karşı koruyamaması, tarihin acı bir cilvesi olarak kayda geçecektir. Türbenin AKP tarafından havaya uçurulması ise türbenin IŞİD tarafından havaya uçurulmasını engellemek için gerçekleştirilmiştir. Böylece AKP Hükümeti bir türbeyi havaya uçuran iktidar olarak tarihe geçecektir. Türk Ordusu’na “ Fatih Camii’ni havaya uçuracaklardı  ” kumpasının kurulmasına izin veren bir iktidarın düştüğü bu durum bir yandan da ilahi adaletin tecellisi olarak görülebilir.

Bütün bunlar kadar vahim olan husus ise Türkiye’nin tükenen caydırıcılık gücüdür. 


Bölgenin en büyük ordusuna sahip olan Türkiye, iki terör örgütünün Türk ordusunun bir birliğine saldırmasından korkarak, Türk toprağı olan bir bölgeden geri çekilmiştir. Yapılması gereken askerlerimizin geri çekilmesi değil, aksine mevcut asker sayısının arttırılması, ateş gücünün yükseltilmesi olmalıydı. Türkiye’den sadece 30 kilometre uzaklıkta olan bir bölgeye Türk Hava Kuvvetleri’nin ulaşma süresi 3 dakika ile sınırlıdır. Topçu ateşi derhal saldıran PKK/ IŞİD güçlerini ağır bir ateş altına alacaktı. Tank birlikleri 30 dakikada savaşarak bölgeye ulaşacaktır. Özel harp birliklerinin 20 dakikada bölgeye ulaşması için gereken önlemler alınmıştır. Saygı karakoluna bir saldırının başlamasından en çok 15 dakika sonra saldırı helikopterleri ve savaş uçakları tarafından saldıran unsurlar imha edilmeye başlanacaktır.  Bu geri çekilme, taktik planda 38 askerin yaşamını kurtarmış bir gösterilebilir ancak Türkiye’nin stratejik geri çekilmesi olarak yorumlanacağı için önümüzdeki dönemde caydırıcılığı tükenmiş bir Türkiye’ye karşı IŞİD ve PKK dışında Ortadoğu’daki değişik istihbarat örgütlerinin saldırı iştahını artırabilecektir. Ayrıca, bu geri çekilme, IŞİD ve PKK’yı bölgede güçlendirirken, Türkiye’nin desteklediği bütün grupları zayıflatmıştır.

Birçok kaynakta bir stratejik geri çekilme bazı kanallarda başarı olarak takdim edilmeye çalışılmaktadır. 

Bu çok alışılmadık bir husus değildir. Bakın İngilizler, Çanakkale savaşı sonrasındaki geri çekilmeleri ile ilgili neler yazmışlar: 

1)" Müttefik kuvvetlerinin çekilmedeki başarısı yadsınamaz; çekilme iyi planlanmış, hava koşulları beklendiği gibi gitmiştir. " 

2)" Büyük bir ustalıkla sürdürülen tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı, saat 03:20’de tamamlanmıştır. Otuzaltı bin asker, dört bin nakliye hayvanı - gemilere alınamayan yüzlerce at öldürülmüştü - 127 top ve iki bin ton ikmal malzemesinden taşınabilenler, gemilere yüklenmişti. Taşınamayan malzeme ise sahilde büyük yığınlar halinde ateşe verilmişti. "

3) " Mareşal Kitchener bile tahliyenin en iyimser tahminle 20.000 askerin canına mal olacağını sanmıştı. Oysa bir iki yaralının dışında, müttefikler hiçbir zayiat vermemişlerdi. Bozgun, İngilizlerin gözünde sürpriz bir başarı, umulmadık bir zafer olup çıkmıştı.Tahliye sonunda General Monro ile kurmay heyetine törenle şeref madalyaları verildi. "

Demek ki geri çekilmeleri zafer olarak sunmak mümkündür. Ancak şimdi IŞİD ve PKK, “Türkler ne acayip iyi geri çekildiler. Perişan olduk” mu diyorlardır yoksa zafer duyguları içinde kendi elimiz ile yıktığımız türbe kalıntıları üzerinde dolaşıyorlardır?


.