Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2020 Pazartesi

NATO Zirvesi ve Türkiye: Varşova’da ne oldu?

NATO Zirvesi ve Türkiye: Varşova’da ne oldu?


Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY*

* Prof. Dr., Bölüm Başkanı Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, YTÜ, BİLGESAM Başkan 
Yardımcısı. E-posta: nursinguney@bilgesam.org
1 Bilge Strateji, Cilt 8, Sayı 15, Güz 2016, ss.1-5

NATO Varşova Zirvesi’nde İttifak’ın doğu ve güney kanatlarına yönelik yeni 
tehdit algılamaları karşısında hem müttefiklerinin güvenlik endişelerini yatıştırmak hem de olası devlet ve devlet dışı kaynaklı tehditleri bertaraf etmek 
için örgütün caydırıcılık mekanizmalarını kuvvetlendirme kararı aldı. 

Bu bağlamda İttifak, Doğu ve Orta Avrupa ile Baltıklarda ortaya çıkan ciddi Rus 
tehdidi karşısında ilgisini şimdilik Doğu’ya yöneltmiş durumda.

Soğuk Savaş sonrası dönemde uzun bir süre NATO, Moskova’nın ikna edilebilir 
olduğu inancıyla hareket etmişti. Rusya’nın zayıf ve Batı ile ilişkilerinde 
uyumlu olduğu konusunda sahip olunan inancın verdiği özgüvenle, Brüksel 
Soğuk Savaş dönemi NATO stratejisinin bir parçası olarak bilinen İleri 
Savunma (Forward Defense) konseptini, Avrupa topraklarında yerleştirmiş 
olduğu askeri varlığı kaldırmak suretiyle terk etmişti.

Avrupa başkentlerindeki hâkim inanca göre, Kıta Avrupası bir daha Rusya 
kaynaklı herhangi bir konvansiyonel veya konvansiyonel olmayan askeri saldırıyla karşı karşıya kalmayacaktı. Bu algıyla uyumlu bir biçimde NATO yeni 
bir Rusya politikası, adından da niteliğinin tahmin edilebileceğiRusya’ya Öncelik 
(Russia First) politikasını geliştirdi. Bu politika sadece NATO-Rusya 
ilişkilerini diyalog ve işbirliği çerçevesinde tanımlamak için kullanılmıyordu, 
aynı zamanda daha büyük bir güvenlik algılamasının parçasıydı. Bu algılama 
yüzünden Avrupa devletlerinin çoğu Soğuk Savaş’ın sona erdiği yıldan 
Ukrayna krizi patlak verene kadar, İttifak sınırları dışından kendilerine yönelik 
herhangi bir devlet ya da devlet dışı güvenlik tehditli olmayacağı varsayımıyla 
hareket edecek ve Avrupa’yı bir barış alanı olarak tanımlayacaklardı.

Barışın Avrupası algısı, 2015’te Ukrayna kriziyle radikal bir biçimde değişecekti. 
Öncellikle Doğu ve Orta Avrupa ile Baltık ülkeleri, Rusya’nın sahip 
olduğu yeni alan kontrol kapasitelerini, Varşova Zirvesi’nde sık sık zikredilen 
ünlü Anti-Access/Area Denial (A2/AD) askeri kuvvetlerini ve bu kuvvetlerle 
birlikte Moskova’nın elinin güçlenebileceğini gördüler. Zira Rusya A2/AD 
olarak anılan askeri kapasitesi ile kendisi için stratejik önemde kabul ettiği 
alanlara jeopolitik rakibi olarak algıladığı Batılıların ve tabii ki NATO’nun 
erişimini durdurmak istemiş ve bugün de bunu coğrafi olarak birçok noktada 
başarmıştı. Ukrayna krizinin arkasında yatan askeri mantık, Rusya’nın A2/
AD gibi kuvvetlerini, taktik nükleer savaş stratejisi ve melez savaş tecrübesiyle 
birleştirilebileceğini gösteriyordu.

“Rusya tehdidi sonucu, Soğuk Savaş sonrası ilk kez NATO üyelerinden bazılarına 
İttifak üyesi ülke askerlerinin konuşlandırılması kararı alındı.”

İşte tam da bu nedenle, söz konusu ülkeler Rus tehdidinin ciddi ve acil olduğu 
kanısına vardılar. Ve bu durumun mutlaka bir şekilde ele alınması gerektiğini 
düşünerek İttifak’a caydırıcılık konusunda tedbir alınması yönünde talepte 
bulundular.

Soğuk Savaş sonrası bir ilk

Sonuçta bu çağrılar Varşova NATO Zirvesi’nde karşılığını buldu ve Soğuk 
Savaş sonrası ilk kez NATO üyelerinden bazılarına İttifak üyesi ülke askerlerinin 
konuşlandırılması kararı alındı. Çok yakında Polonya 1000 Amerikan 
askerini, Baltık ülkelerinden Letonya Kanada, Estonya İngiliz ve Litvanya 
Alman askerlerini topraklarında ağırlayacak.

Ortaya çıkan tablo Soğuk Savaş günlerini hatırlatmakla beraber, NATO bugün 
eskisinden çok daha karmaşık bir tehdit ve risk sarmalı ile karşı karşıya.

Yine de NATO Varşova Zirvesi’nde, Doğu ve Orta Avrupa ülkeleriyle Baltıkların 
algıladıkları yeni Rus tehdidi önceliklerden ilki oldu. NATO, bu öncelik 
sıralamasıyla, Rusya’nın tüm kapasitesiyle oluşturduğu tehdit ve riske karşı 
yukarıda bahsettiğimiz yeni uygulamalarıyla artık müttefiklerinegüvenlik teminatı (assurance) vermekte olduğu noktadan somut olarak caydırıcılık (deterrence) vesavunma (defence) tedbirlerini doğrudan devreye soktuğu bir 
aşamaya geçti.

Bu arada, İttifak Moskova ile ilişkiler bahis konusu olduğunda diyalog kapısını 
aralık bırakmayı da ihmal etmedi. Ancak diyalog mekanizmasının işlerlik 
kazanması için bir koşulun yerine getirilmesi de şarttı. Buna göre, Moskova 
ileride uluslararası toplumun saygın bir aktörü olarak üzerine düşen yükümlülüklerini yerine getirdiği zaman NATO da Rusya ile askıya alınan ilişkilerini canlandıracaktı.

‘Güvenliğin bölünmezliği’ ilkesi ve Türkiye

Teminattan caydırıcılığa geçiş, NATO’nun Soğuk Savaş sonrası tarihi için 
önemli bir adım. İşin karmaşıklaştığı noktayı anlayabilmemiz için NATO 
Varşova Zirve Bildirisi’nde dikkat çeken diğer bir noktayı zikretmemiz lazım. 
Bu da, bildiride güvenliğin bölünmezliği ilkesinin yer almış olmasıdır. 

Bu prensibin uygulanması halinde, İttifak içinde kanatlar arasında bir ayrım 
yapılmayacak ve böylece olası tehditler karşısında müttefiklerin güvenlikleri 
doğu kanatta olduğu gibi garanti altına alınmış olacaktı. Bu husus bir güney 
kanat ülkesi olan Türkiye için oldukça önemlidir.

Bilindiği üzere Türkiye son beş senedir Suriye ve Irak sınırından kendisine 
yönelen yumuşak ve sert güvenlik tehditlerini çoğunlukla kendi imkânlarıyla 
bertaraf etmeye çalışan bir İttifak üyesiydi. Bu bağlamda bugüne kadar, 
NATO bildirisinde de tehditler arasında yer alan güney kanada yönelik terörizm, 
mülteci sorunu, balistik füzelerin yayılması vb. riskler konusunda 
Ankara müttefiklerinden beklediği desteği maalesef tam olarak alamadı.

NATO ile Türkiye arasında yine de sınırlı bir işbirliği gerçekleşti ve Suriye 
krizi nedeniyle Washington Anlaşması’nın 4. Maddesi Türkiye’nin talebi üzerine işletildi. Sonuç, Patriot füze bataryalarının Türkiye’de konuşlandırılmasıydı. Türkiye’nin güneyine süreli olarak yerleştirilen NATO Alman ve ABD Patriot’larının işlevi, güneyden, Esad rejiminden gelebilecek olası füze saldırılarını caydırmaktı.

“Varşova’daki zirvede odak doğu kanadıydı, caydırıcılığın güçlenmesi güvenliğin 
bölünmez bütünlüğü çerçevesinde ele alındı ama güney kanada yönelik 
tedbirler bu kanadın maruz kaldığı sorunları çözmekten şimdilik hâlâ 
uzak kalmaya devam ediyor.”

Patriot’ların geri çekilmesinden sonra güneyden gelebilecek tehditlerin caydırılması için NATO gemilerindeki füze savunma yeteneğine ve yine Türkiye’de konuşlanmış İspanyol Patriot’larına güvenildi. Oysa Ankara’nın pek çok sefer altını çizdiği bir gerçek vardı: Suriye’de süregiden iç savaşın karmaşık 
yapısı nedeniyle, Suriye rejimi kaynaklı füze saldırılarını durdurmak için 
yerleştirilen füze karşıtı bataryalar, son beş sene zarfında buradan Türkiye’ye 
yönelen konvansiyonel saldırıları engelleyememişti. Hepimiz Katyuşa füze 
saldırılarını, top ateşlerini ve tabii ki Türk jetinin düşürülmesi hadisesini 
hatırlıyoruz.

NATO caydırıcılığındaki zafiyettin bir başka tecellisi, Rusya’nın Türkiye ve 
NATO hava sahasını ihtarlara rağmen ihlal etmeye devam etmesiydi. Nitekim 
24 Kasım’da Türkiye’nin uygulamakta olduğu angajman kuralları sonucu bu 
ihlalleri yapan Rus jetlerinden biri Türk Hava Kuvvetleri tarafından düşürülmüş, 
bu olay sonrası işin ciddiyetinin farkına varan NATO, bir süredir göndermeyi planladığı ama gönderimini ertelediği AWACS’ları caydırıcılığı tesis etmek üzere hızla Türkiye’de yönlendirmişti.

AWACS kararının anlamı ne?

Doğu ve güney kanatlarda farklı nedenlerle yaşanan caydırıcılık zafiyeti ve 
teminat boşlukları gölgesinde gerçekleşen Varşova Zirvesi’nde AWACS erken 
uyarı sistemleriyle ilgili alınan karar aslında çok önemli.

Varşova Zirvesi’nde alınan kararlar doğrultusunda Türkiye ve uluslararası 
hava sahasında DAİŞ’le mücadelede, AWACS erken uyarı ve gözlem 
uçaklarının görevlendirilmesi, yani gerçekleşecek ihlallere karşı bu uçakların 
Irak ve Suriye hava sahasını izleyecek olmasının neden önemli olduğunu 
açıklayalım.

Her şeyden önce DAİŞ’le mücadelede müttefikler arası gerekli istihbarat 
işbirliğinin sağlanması, terörizmle mücadele konusunda en gerekli 
hususlardan biriydi ve bu noktada AWACS’lar katkı sağlayabilir.

İkinci olarak değinilmesi gereken mesele, Suriye’deki Rus varlığı ile ilgili. 
Bilindiği gibi Rusya’nın Suriye’de olgunlaştırmış olduğu A2/AD kuvvet 
yapısı, Batı’nın/ NATO’nun Ortadoğu bölgesine erişimini engelleyebilecek 
hale gelmiş durumda ve bu bağlamda NATO caydırıcılığı bir zafiyet ile karşı 
karşıya.

AWACS’ların İttifak’ın güney kanadındaki varlığının bu zafiyet karşısında 
olumlu bir etki yapması beklenebilir; çünkü Rusya artık hava sahası müdahalelerinde bulunduğunda doğrudan NATO tarafından gözleneceğini bilecek ve bundan imtina edecektir.

Alınan kararlar ne kadar etkili olabilir?

Görüldüğü ve beklendiği gibi Varşova Zirvesi İttifak’ın doğu kanadındaki 
caydırıcılığı güçlendirirken güney kanadı için de, doğu kanat kadar açık ve 
güçlü olmasa da, bir şeyler söylüyor.

“Bir güney kanat ülkesi olarak Türkiye’nin Suriye odaklı güvenlik problemlerinin 
Varşova Zirvesi kararları sonrasında da, bu kararlara rağmen maalesef 
bir süre daha devam etmesi öngörülebilir.”

Bu açıdan en önemli ifadelerden biri Varşova Zirvesi Sonuç Bildirisi’nde yer 
alan ve güney kanada yönelik İttifak’ın, sınırlarının ötesinin bir an evvel istikrara kavuşturulması yönündeki ifadesi. Ancak, NATO bunu Türkiye’nin talep ettiği gibi güvenli bir bölge yaratmak yoluyla değil, bölgedeki Irak, Ürdün gibi kimi ülkelerin askeri kapasitelerinin eğitilmesi ve askeri teçhizatlarının 
desteklenmesi aracılığıyla yapmak istiyor.

Oysa bugün terör ve mülteci krizi gibi önemli güvenlik sorunlarının kaynağı 
konumundaki Suriye’den yayılan şiddeti NATO’nun tercih ettiği araçlarla 
yatıştırmak pek mümkün görünmüyor. Bu yüzden, bir güney kanat ülkesi 
olarak Türkiye’nin Suriye odaklı güvenlik problemlerinin Varşova Zirvesi 
kararları sonrasında da, bu kararlara rağmen maalesef bir süre daha devam 
etmesi öngörülebilir.

Kısaca, Varşova’daki zirvede odak doğu kanadıydı, caydırıcılığın güçlenmesi 
güvenliğin bölünmez bütünlüğü çerçevesinde ele alındı ama güney kanada 
yönelik tedbirler bu kanadın maruz kaldığı sorunları çözmekten şimdilik hâlâ 
uzak kalmaya devam ediyor.

Zirve’de kabul edilen kararlara baktığımızda, Türkiye’yi memnun etmeyen 
başka bir konu daha var. İttifak, yaptığı terör ve terörizm tanımı için sadece 
DAİŞ, El-Nusra gibi radikal grupları referans almış durumda. Oysa Türkiye 
uzun bir süredir güney kanat ülkesi olarak da çok boyutlu terörizm tehdidi 
altında. Bu bağlamda, maalesef, PKK ve PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD 
ile ilgili meşru beklentileri Zirve’de görmezden gelindi.

NATO yetkilileri Varşova Zirvesi’ni değerlendirirlerken belirli konularda 
müttefiklerin duydukları şüphenin de farkındalar. Bu yüzden şunu vurguluyorlar; 

İttifak’ın bu Zirve’de caydırıcılıkla ilgili aldığı kararlar, NATO’nun 
2015 krizleri sonrasında girdiği yeni başlayan bir adaptasyon sürecinin parçası. 
NATO yeni güvensizliklerle nasıl başa çıkacağını ve müttefiklerini nasıl 
ikna edeceğini bulmaya çalışıyor, dolayısıyla caydırıcılığın güçlenmesi konusu 
Varşova’da alınan kararlarla sınırlı kalmayacak.

Buradan hareketle bundan sonraki diğer NATO toplantılarında Türkiye, güney 
kanatla ilgili taleplerini sıklıkla dile getirerek diplomasinin önüne çıkaracağı 
fırsatları kendi lehine döndürmeye çalışacaktır.

Umudumuz ve beklentimiz, İttifak’ın doğuya gösterdiği özen ve hassasiyeti, 
kendi kabul ettiği güvenliğin bölünmezliği ilkesi doğrultusunda güney kanata 
da yansıtması.

Bu yazı 13.07.2016 tarihinde Al Jazeera Turk’te yayımlanmıştır.


***

7 Aralık 2019 Cumartesi

Akdenizde Yeni bir Enerji İşbirliği mi doğuyor

Akdenizde Yeni bir Enerji İşbirliği mi doğuyor.,



Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY,

15 Temmuz 2016


Umut edilen, 6 yıl süren uyuşmazlık ve gerginlik döneminin ardından iki taraf arasında yeni bir yakınlaşma ve işbirliği sürecinin başlaması. 

Ki gerçekten de Tel-Aviv ve Ankara hükümetlerinin kendi siyasi iradeleri sonucunda gelinen bugünkü aşama iki ülke arası ilişkiler bakımından önemli bir dönüm noktasıdır. Konuyu takip eden meraklı okuyucuların bildiği gibi; İsrail- Türkiye yakınlaşmasını hızlandıran sahada vukuu bulan jeopolitik değişiklikler ve bu değişikliklerin yaratmış olduğu farklı güvenlik sorunlarının varlığıydı. Sözün özü, günümüz Ortadoğu’sunun devlet ve devlet-dışı aktörleri arasında kurulan ittifakların hızla değiştiği istikrarsız ve kaygan zemininde Türkiye ve İsrail mevcut reel politik koşullar karşısında aralarındaki ilişkiyi onarma yolunu tercih ettiler.

Normalleşmenin Ötesi,

Tabii taraflar arasında restorasyon dönemi olarak da anılan bu süreçten başka beklentiler de var. Merkezi güvenlik sorunları yanında ekonomik ilişkiler ve bu ilişkilerin stratejik etkisinin yeniden değerlendirileceği bir sürece girdiğimiz aşikâr. Bu bağlamda da Doğu Akdeniz’de son on yılda keşfedilmiş olan doğalgaz rezervleri iki başkent arasında hayata geçirilebilecek olası işbirliği alanlarından biri olmaya uzun süredir adaydı. Neden olmasın, deniyor: Gelecekte, iki ülke arasında inşa edilecek bir boru hattıyla İsrail doğalgazının yanı sıra Akdeniz havzasında bulunan diğer doğalgaz kaynaklarından (örneğin Mısır gazı, Kıbrıs gazı vb.) gelecek arz, Avrupa’nın uzun süredir hissettiği enerji darboğazına merhem olabilir. Bu olasılığın gerçekleşmesi halinde, yani Akdeniz’deki keşfedilmiş gaz potansiyelinin Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu gaz talebi yönünde kullanılması durumunda bugünkü enerji jeopolitik denkleminin değişmesi beklenebilir. İsrail-Türkiye Mutabakatının açabileceği bu pencere hem Avrupa ve Ortadoğu’nun kesiştiği Akdeniz’de enerji arz ve talep güvenliğinin kimi ülkeler adına güçlenmesine neden olur, hem de bu güvenlik algısının odağına Türkiye’yi oturtur. Çünkü Akdeniz’de yeni doğalgaz enerji rezervlerine sahip ülkelerle (İsrail ve Mısır gibi)  bu gaz potansiyelini Avrupa’da talep eden ülkeler arasında Türkiye transit bir geçiş ülkesi olarak pekâlâ bir köprü rolü oynayabilir. Bu rolü küçümsememek gerekir. Arzla talep arasında kurulabilecek böyle bir köprü, yani doğal gaz enerji nakil hatları aracılığıyla üretici ve tüketici vasıftaki ülkeler arasında kazan-kazan niteliğinde tesis edilecek ilişkiler, Ortadoğu bölgesinde hüküm süren istikrarsızlık ve çatışma sarmalı içinde, en azından Akdeniz havzasında, yeni enerji bazlı istikrar adacıkları yaratılabilir.   Enerji Politikaları ve bölgesel istikrar ilişkisi üzerinde uzun süredir yazıp çizen uzmanlardan Prof. Dr. Brenda Scheffer’ın Foreign Policy dergisinin bir sayısında (27 Haziran 2016 tarihli sayı) dillendirdiği iddia şuydu: Doğu Akdeniz’de 2009’dan itibaren keşfedilen gaz potansiyeli Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesiyle ilintili sorunların çözümüne önemli bir katkı sağlamıyor. Bu iddianın bir sloganı bile var: Boru Hatları Barış Getirmez!  Bir paragraf önce söylediklerimize karşıt bir argüman, ters bir iddia gibi duruyor ilk okuduğumuzda. Bir daha düşünelim: Acaba doğal gaz taşıyan boru hatlarının inşa edilmesini mümkün kılan barış, daha fazla barışı tetikler mi? Aslında, Tel-Aviv- Ankara ilişkisinin normalleşmesiyle eş anlı olarak İsrail doğalgazının Türkiye üzerinden enerji piyasalarına ulaştırılması fikrinin yeniden düşünülmeye başlaması bize bu konuda ipucu veriyor. Ankara-Tel Aviv ilişkisinin restorasyonu Scheffer’in iddia ettiği ‘’boru hatları barışı tesis etmez ama tesis edilen bir barış durumu olası boru hatlarının oluşum fikrini hızlandırır’’ düşüncesini destekliyor. İtiraf edelim barış olasılığı ve jeopolitiğin kesiştiği çok örnek yok, Doğu Akdeniz bu açıdan farklı ve ümitvar olmamıza imkân sağlayan bir örnek olabilir.

Önümüzdeki senaryo şu: 28 Haziran Mutabakatının önünü açtığı İsrail’den Türkiye’ye Akdeniz’den döşenecek boru hattı vasıtasıyla 30 milyar metreküp İsrail gazı Mersin’e getirilecek. Bu gazın 10 milyar metreküpünün Türkiye’ye ayrılmasından sonra geriye kalanı Avrupa’ya transfer edilecek ve böylece hem Türkiye’nin hem de Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu Rus gazına alternatif olabilecek yeni bir ek kaynak ve yeni bir güzergâh yaratılmış olacak. 

Tel Aviv’in olayın matematiğini bildiğini varsayabiliriz, çünkü İsrail İstanbul Başkonsolosu Shai Cohen de, İsrail Devlet Başkanı Netanyahu da İsrail gazının taşınması konusunda ortaya çıkan alternatif geçiş güzergâhları içinde en iyisinin Türkiye güzergâhı olduğunu bildiklerini gösteren açıklamalar yaptı. Başkonsolos’un ifadelerinden öğrendiğimiz kadarıyla, konuyla ilgili özel sektör fizibilite çalışmaları İsrail’de çoktan tamamlandı. Nitekim gene Başkonsolos’un ifadesine göre, İsrail gazının Türkiye’ye ithalatı konusunda Türk firmalarından Turcas-Enerjisa, Zorlu ve Enka gibi özel firmalar bir süredir fiyat, güzergâh vb konularda pazarlıklarını sürdürmekteler. Leviathen bölgesindeki İsrail gazının Türkiye’ye tedariki dışında var olan bir başka seçenekte de, Kıbrıs adası açıklarında bulunan gazın İsrail gazıyla birleştirilerek Türkiye aracılığıyla piyasalara iletilmesi. Her halükarda olaya Ankara açısından bakanların altını çizdiği bir husus çok önemli: Eğer gelecekte İsrail/Doğu Akdeniz gazı Akdeniz’den bir boru hattı döşenerek önce Türkiye’ye ve oradan da Avrupa’ya iletilebilirse bölgesel doğal gaz piyasası bu yeni durumdan etkilenecek. Daha anlaşılır şekilde ifade edelim; Türkiye’nin gelecekte İsrail ve daha sonra Irak gibi yeni kaynaklardan gaz temin etmesi doğal olarak Ankara’nın Rusya ve İran gibi gaz tedarikçileri karşısındaki pazarlık gücünü artırabilecek. Ortadoğu’daki karmaşık güvenlik sorunlarını, bunların Türkiye’ye ve Türkiye ekonomisine etkisini düşünürsek bu pazarlık gücü artışı hiç de yabana atılmayacak bir artı Ankara açısından.

Kıbrıs fazla direnemez

Ancak her güzel senaryoda birkaç karanlık sayfa olması gibi burada da bazı olumsuzluklar söz konusu: Öncelikle İsrail gazının piyasalarla buluşması önünde hâlihazırda mevcut birçok engel var. Bugün İsrail’deki regülasyon meselesinin halledilmiş olması olumlu bir gelişme ancak Kıbrıs meselesinin çözülmemiş olması olası boru hatlarının önünde ciddi bir zorluk olarak durmaya devam ediyor. Bilindiği üzere, İsrail ile Türkiye arasında inşa edilecek en az maliyetli boru hattının geçiş güzergâhı Güney Kıbrıs Cumhuriyeti’nin münhasır ekonomik bölgesinden geçiyor. Uluslararası deniz mevzuatına göre, Güney Kıbrıs’ın söz konusu bu boru hattının geçişini engellemesi mümkün değil ama çeşitli bahaneler öne sürmek suretiyle bu güzergâhı geciktirme ihtimali de var. Yine de kimi çevrelere göre olumsuz düşünmek için sebep yok. Özellikle bazı Amerikalı enerji uzmanları Güney Kıbrıs’ın ayak direme etkisini sınırlı görüyor. Onlara göre esas önemli husus; İsrail ile Türkiye arasında varılan normalleşme mutabakatı ertesinde Tel-Aviv ile Ankara’nın İsrail gazını Akdeniz’den boru hattıyla Türkiye’ye iletmeye karar vermeleri. Zira böyle önemli bir kararlılık ve duruş karşısında Güney Kıbrıs’ın fazla bir direnme gücü olmayacaktır. Kıbrıs adasında kalıcı barış sağlanmasının ve Kıbrıs sorununun çözümünün Avrupa enerji güvenliği açısından taşıdığı önem de tam burada. Tekrar edelim: Kıbrıs adasında sağlanacak kalıcı bir barış kuşkusuz İsrail doğal gazının hem Türkiye ve Avrupa’ya iletilmesinin önünü açacak hem de ileride Akdeniz’de bulunacak diğer yeni doğalgaz rezervlerinin bölge piyasalarına ulaştırılmasını kolaylaştıracaktır.

Olasılıkların olabilirliği artıkça stratejilerini gözden geçirmek zorunda kalacak iki başkent daha var: Moskova ve Tahran. Bilindiği gibi Rusya uzun süredir Avrupa gaz tedarikinin patronu, İran ise bu piyasadan pay alabilmek için ticari bir diplomasi atağında. İşi de çok kolay değil, zira düşünmesi gereken sadece Rusya yok. Kapıda bir de Katar bekliyor. Malum, İran ve Katar uzun bir süredir özellikle Körfez gazını Avrupa’ya ulaştırma konusunda, yani Suriye üzerinden Akdeniz çıkışlı bir boru hattı konusunda kıyasıya rekabet içeresindeler. Destekledikleri boru hatları kamuoyuna Şii boru hattı ve Arap boru hattı olarak yansımıştı, ancak beşinci yılında taş üstüne taş bırakmayan Suriye iç savaşı her iki boru hattı projesinin de önünü tıkadı. Bunlara ilaveten Rusya’nın Eylül 2015’te Esad rejimine vermiş olduğu askeri destek sonucu güçlendirdiği Tartus ve Lazkiye üstlerini ve Suriye’deki Rus varlığını hatırlatalım. Kısaca Suriye çıkışlı olası doğal gaz boru hatlarının önündeki rekabet Eylül 2015’den itibaren fiilen Rusya’nın gölgesinde, ama mücadeleden yorgun bir Rusya’nın gölgesinde, sürüyor.

Günümüz koşullarında Akdeniz’de hesabını doğru yapan bir İsrail ve Türkiye var. Tel-Aviv ihraç için ayırdığı gazın bir miktarını Türkiye gibi büyük ve istikrarlı bir pazara-ve mümkünse buradan Avrupa’ya- yöneltmek; bu suretle de ileride Doğu Akdeniz-Avrupa gaz bağlantısında kendisine rakip olabilecek Mısır (Zohr Doğalgaz yatakları nedeniyle) ve İran’ı (Güney Pars Doğalgaz Yatakları nedeniyle) şimdiden bertaraf etmek istiyor. Ayrıca İsrail’in hâlihazırda Ürdün ve Mısır gibi ülkelere tedarik etmekte olduğu gaz miktarı Ortadoğu enerji piyasası içinde bir Ankara alternatifi kadar cazip görünmüyor. Türkiye’nin ise Rusya’dan gaz tedarik ettiği Batı hattı ve Mavi akım gaz anlaşmalarının süreleri 2020’lere doğru sona erecek, bu yüzden Ankara’nın kaynak çeşitlendirmesine gitmesi oldukça rasyonel bir davranış. Zaten Ankara ile Tel-Aviv arasında bir enerji anlaşması olması halinde İsrail gazının Türkiye’ye iletilmesinin mümkün olacağı en erken tarih olarak 2020 telaffuz ediliyor. Yukarıda zikrettiğimiz İsrail gazının tedarik edilmesi durumunda Ankara’nın Irak ve İran karşısında artacak pazarlık gücü, bu açıdan, Ankara-Moskova enerji ilişkisi açısından da geçerli olacak. İşin özü gaz da olsa, jeoekonomi çok ilginç yakınlaşma olasılıkları da önümüze serse kapıyı Türkiye-İsrail normalleşmesi açtı. Bakalım jeopolitiğin tetiklediği bu jeoekonomik kapıdan hangi aktörler geçebilecek.

Bu yazı 02.07.2016 tarihinde Star Gazetesinde yayımlanmıştır.

http://haber.star.com.tr/acikgorus/akdenizde-yeni-bir-enerji-isbirligi-mi-doguyor/haber-1122753

http://www.bilgesam.org/incele/2487/-akdeniz-de-yeni-bir-enerji-isbirligi-mi-doguyor-/#.XdwUHJMzYdU


***

22 Kasım 2017 Çarşamba

Türkiye-ABD İlişkilerinde İhtiyatlı İyimserlik Dönemi

Türkiye-ABD İlişkilerinde İhtiyatlı İyimserlik Dönemi,


Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY*
* Prof. Dr., Bölüm Başkanı Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, YTÜ, BİLGESAM Başkan Yardımcısı. 
E-posta: nursinguney@bilgesam.org


ABD-Türkiye ilişkilerinde kısa dönemli iyimserliğimizi uzun döneme taşımanın iki kilit noktası var: İlki, Astana sürecinin işlemesidir. Bu sürecin işlemesinde
Türkiye-Rusya ilişkilerindeki olumlu atmosfer ve Fırat Kalkanı’ndaki askeri başarı önemlidir. İkinci nokta Türkiye-ABD ilişkilerinin mihenk taşı; Washington’ın, güvenli bölge ve Suriye’nin güvenli hale getirilmesinde PYD’ye yapılan yatırımdan vazgeçmesidir.

Obama Yönetimi’nin Orta Doğu politikasının ki Trump ve ekibinin benimsediği söylem ve seçim zaferleri bu politikanın bir felaket olduğunu sürekli
ABD kamuoyuna hatırlatıyor- bedelini en ağır biçimde ödeyenlerden biri olan Ankara ile Washington DC’nin arası uzun süredir soğuktu. Türkiye-ABD
ilişkileri güven ve güvensizliğin iç içe geçtiği bir tarihe sahip olduğundan, rahatlıkla söyleyebiliriz. Yine “işte öyle bir dönemden” geçiyorduk. Bu dönemi
sağ salim, hatta stratejik elini güçlendirerek atlatmanın yolunu da Türkiye bulmuş gözüküyordu: Rusya ile ilişkileri iyileştirip ABD’yi dengele, dostların
sayısı arttır, diplomatik pazarlıklarda etkili ol, Suriye’de defacto güvenli bölgeyi askeri başarı üzerinden kur ve koru. Tüm bu selamete rağmen Ortadoğu özelinde, dünya genelinde ciddi bir mücadele sürüp gitmekte. Bu nedenle Trump yönetimi iş başına gelip, ilk 20 günlük icraatları sonrası ABD içerisinde bir kavgayı ateşlediklerinde, ateşlemek için de Obama’nın malum siyasi eserlerini hallaç pamuğu gibi savurduklarında Ankara Washington’da neler oluyor sorusunu sormaya başladı. Nihayetinde Erdoğan ve Trump arasında Suriye odaklı ve terörizmle mücadele stratejisine yönelik bir telefon görüşmesi gerçekleşti. Bu görüşme kadar önemli başka bir gelişme de stratejileri sahada kurgulayacak figürlerden birinin CIA Başkanı Mike Pompeo’nun Türkiye-ABD İlişkilerinde İhtiyatlı İyimserlik Dönemi Ankara ziyaretiydi. Batılı liderlerin birer ikişer Ankara ile temas kurması, uzun bir aradan sonra siyasi diyaloğun hem de bölgesel güvenlik meseleleri üzerinden yeniden başlaması Türkiye’de iki farklı pencereden yorumlandı.
Bir pencereden bakanlar Batı-Türkiye ama özellikle Trump ABD’si ile Ankara arasında ilişkilerin yeniden stratejik bir derinlik kazanacağını söyleyen
iyimser görüşün penceresi. Diğer pencereden bakanlarsa Ankara’yı ve bizleri uyarıyorlar. İhtiyat, ihtiyat, daha fazla ihtiyat. Bu değerlendirmemizde, biz ise
ortada bir konum benimseyeceğiz ve kısa dönemde ABD-Türkiye ilişkileriyle ilgili ihtiyatlı bir iyimserlik içinde olabileceğimizi söyleyeceğiz. Nedenlerini
açıklayalım.

İhtiyatlı olalım, Çünkü Washington DC’nin Ortadoğu’da icraat ve icraatsızlığı ile yapabileceklerine karşı ihtiyatlı olmak için Ankara’nın hem Türkiye-ABD 
ilişkilerinin kendi yaşanmışlıklarından hem de bugün ABD’nin içinde olduğu durumdan kaynaklanan sebepleri var. ABD’nin bir müttefiki olarak Türkiye’yi tehditlere karşı koruma, savunma teknolojisi yönünden destekleme, Batı güvenliği için önemli bir aktör olan Türkiye’ye bu rolü üzerinden gerekli diplomatik saygı ile davranma konusunda hep eksikleri oldu. Her seferinde de Türkiye, kendi kendini korumak, kendi milli savunma sanayini geliştirmek ve kendi diplomatik oyununu kurmak durumunda kaldı. Obama yönetimleri dönemi bu tarihin adeta bir özeti gibiydi. Çünkü Obama -aslında farklı bir solukmuş
gibi görünürken, bu bakımdan doktrinleri heyecan yaratırken, uygulamalarıyla ABD’nin 1989 sonrası benimsediği liberal hegemonyacı anlayışın bir
parçası olduğunu gösterdi. Nitekim Ortadoğu’da bölgesel güçlerin bir düzen anlayışı geliştirmesinin önüne set konuldu, devlet dışı örgütlerle işbirliği yapıldı,
vekalet savaşları bölge ve bölge dışı aktör ve rakiplerin güçsüzleşmesi için seyredildi, bölgede savaşın içerisinde hep tutulacak ama diğerlerini de
hep yoracak bir güç olarak İran desteklendi, nihayetinde vekalet savaşları içerisinde de PYD/PKK silahlandırıldı. 

Kısaca 1991, 2003, 2013’ün yan yana okunabileceği bir çizgiden bahsediyoruz. Bu çizginin stratejik aklının hala ABD kurumlarında yaşadığı da bir gerçek. Amerika liberal hegemonyanın kurumlarına çok yatırım yaptı, maliyetini de üstlendi. Bugün bu yatırım maliyet denkleminden emin olunmayabilir ki Trump seçimleri kazandı  ama liberal hegemonyanın yararından hiç şüphesi olmayanlar da var. Trump’ın müesses nizam (the establishment) ile kavgası bu açıdan elbette ki önemli. Son dönemdeki ABD içi tartışmalar ise şunu gösteriyor Trump’ın duruşu net, tavrı kesin ama zaferinin üzerinde bulutlar dolaşıyor. Hatta Obama yönetimini eleştirip Trump’ı, bu yönetimin dış politikasını izlememesi konusunda cesaretlendirenler art arda ikaz sinyalleri gönderiyorlar: “Bu kadar dik, bu kadar yıkıcı olma, stratejik amacını belirlemeden müesses nizama bu kadar sert saldırma”. Sözün özü, ABD içi kavganın geleceği ve Trump’ın elinin
gelecekte ne kadar serbest olabileceği belirsiz.

Ankara bu hususları elbette dikkate alıyor, dikkate almaya da devam edecek ama iyimser olmak için de yeterince sebep var. İlk olarak Trump 
reddimiras yapmakla kalmadı, Obama mirasının değersiz olduğunu da ilan etti.

15 Temmuz başarısız darbe girişiminin ardından Ankara’ya yolladığı destek mesajının gücü bu duruşuyla daha da arttı. En önemlisi son 1-2 haftada
ortaya çıkan tablo: Ortadoğu ile ilgili muhafazakâr klişelere (mültecilerin yasaklanması vb) sarılmış görülen Trump yönetimi Suriye konusuna ilgi göstermeye, bu ilginin bir parçası olarak da Ankara’nın Suriye’nin geleceği hakkında sözlerine -yani Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması- çağrısına
kulak vermeye başladı. Nitekim Nisan ayına Obama yönetimi tarafından ertelenmiş olan Rakka operasyonu gündeme alındı ve bu operasyonda ABD’ye
Türkiye’nin de katkıda bulunabileceği dillendirildi. Rakka’da DAEŞ karşıtı koalisyona Ankara’nın destek sağlayabileceği ilk kez söylenilmiyor, ilk kez
önerilmiyor ama ilk kez ciddi bir muhatap buluyor. Hatırlayalım, Ankara’nın benzeri teklifine hayır diyen Obama yönetimi, PYD’yi Suriye’de kara gücü
olarak ilan etmişti. Üstelik DAEŞ terörünün bizzat hedefi olan Türkiye’yi PYD/PKK karşısında diplomatik alanda da sıkıştırmak için sınır güvenliğine
yönelik suçlamalar kullanılmıştı. Şu anda Washington DC’de, Pentegon, Savunma Bakanlığı, Beyaz Saray üçgeninde bu söylemin yerine çok farklı bir
söylem benimsenmeye başlandı. Öncelikle ABD’leri Ankara’yı Al-Bab’daki başarısı için kutladı. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinin DAEŞ’den temizlenmesi
noktasındaki askeri kabiliyet ve kontrolünün övülmesinden donra yapılan açıklama çok daha önemli ve ilginç. Washington, Ankara’nın sağladığı
sınır kontrolü sayesinde Suriye’de sıkışan DAEŞ militanlarının Batı’ya geçişinin önemli ölçüde azaldığını vurguladılar. Bu iki vurgu- Ankara bunları
20 günde başaramayacağına göre- hem Obama yönetimleri altında Türkiye karşıtı benimsenen söylemin haksızlığının ortaya dökülmesi anlamına geliyordu,
hem de Türkiye-ABD ilişkileri için bir fırsat kapısını Suriye üzerinden açıverdi. Kapının aralığından ilk görünen Rakka operasyonunda olası bir işbirliği.

Rakka’nın ötesi güvenli bölge

Suriye’nin kontrolü açısından, bu arada toprak bütünlüğü açısından Al Bab’daki mücadelenin çok önemli olduğu defalarca yazılıp çizildi. Al Bab
operasyonunun doğası, ÖSO birliklerinin kapasitesinin sınanması vb açılardan da da Al-Bab’daki askeri başarı çok önemliydi. Rakka operasyonu ise
hem sembolik hem de stratejik bir öneme sahip olacak. Rakka, bilindiği gibi, DAEŞ’in başkenti olarak DAEŞ’in Suriye’deki varlığı açısından bir sembol.
Bu sembol indirilirken, Suriye’nin toprak bütünlüğünün garanti altına alınması, yani çeşitli terörist unsurların kara gücü haline getirilerek DAEŞ’le mücadele üzerinden meşrulaştırılmaması çok önemli. Bu konuda Türkiye Rakka’da işbirliği önerme cesaretini kendinde buluyor çünkü hem kendi kapasitesi, hem de ÖSO’yu kontrol altında tutma becerisiyle Al Bab’da DAEŞ’in yenilebileceğini küresel ve bölgesel aktörlere göstermiş oldu. Bu noktada Ankara PYD’nin PKK ile organik bağını gösteren delilleri CIA başkanının Türkiye-ABD İlişkilerinde İhtiyatlı İyimserlik Dönemi önüne koyarak konunun Ankara ve ABD için de kazan-kazan noktasıyla sonuçlanabileceğini gösteriyor. Ankara’nın ümit ettiği bir gelişme daha böylece gerçekleşebilir. Türkiye olası Rakka operasyonuna destek veren tek güç olmak istemiyor, koalisyonun yerel Arap unsurlarıyla beraber hareket etmek istiyor. Böylece Astana süreci bölgesel zeminde daha da kuvvetlenir. Rakka operasyonunun elbette bir ötesi var ve ABD-Türkiye işbirliği kapısının açılan aralığından Rakka’nın ötesine bakıldığında karşımıza, güvenli bölge planları çıkıyor.

Bilindiği gibi Trump, yönetimi devralır almaz Pentegon’a Suriye’de olası güvenli bölge planları üzerinde çalışması için emir verdi. Pentegon’un tek planla
yetinmeyeceği muhakkak. Bir gerçeklik de şu anda Türkiye’nin kendi askeri gücü ile bizzat kurduğu ve koruduğu terörden arındırılmış bir defacto güvenli bölgeye  sahip olduğu. Eğer ABD planlarıyla Türkiye’nin sahada askeri ve diplomatik imkân ve kabiliyetlerini kullanarak sağladığı güvenli bölge modelleri örtüşür se iki aktörün ilişkilerinin geleceği açık olacaktır. Bu olasılık bugün dillendirildiği için iyimseriz ama kısa dönemde bu işbirliğinin önü ne kadar açıksa uzun dönemde bu işbirliğine karşı çeşitli faktörlerin ortaya çıkma olasılığı o kadar yüksek.

Uzun dönemde ihtimaller

Önümüzdeki günlerde Trump yönetiminin Ankara’nın önerilerini ciddiye alma şansı var, çünkü Ankara Al Bab’da söylediğini yapabildi. Zaten
Trump’da iktidara geldiğinde terörizmle mücadelede gücü kendinden menkul devlet dışı aktörler yerine devletlerle işbirliği yapmak kararlılığında olduğunu
göstermişti. Hatta sadece devlet-devlet işbirliği değil, güçlü liderler arasında gerçekleşecek işbirliklerini önemsediği biliniyor. Üstelik Rusya ile iyi iliş-
kiler kurmaktan bahseden Trump ekibinin Astana sürecinde inisiyatifi Türkiye-Rusya yakınlaşmasına kaptıran Obama’dan hiç hoşlanmadıklarını bu
yazının çeşitli yerlerinde vurguladık. Avrupa güvenliği gibi ABD için sembolik önemde bir meselede dahi sert bir tutum takınıp Avrupa’yı Avrupalılara
havale eden Trump yönetimi altında hareket eden Trans-Atlantik bürokrasisi Batı ile Ankara arasında yapıcı (konstructivist) bir diyalog kurmayı tercih
edebilir. Aktörler birbirlerine jest yaparlar, kimlikler ve buna bağlı çıkarlar yeniden tanımlanıverir, hele ki Suriye’de DAEŞ’e karşı askeri başarı kazanılıyorsa. 

Uzun dönemde ise bu iyimserliği gölgeleyebilecek bazı belirsizlikler var. Yazımızın ilk satırlarında vurguladık; Trump ve müesses nizam arası savaş
bitmedi. ABD’de ve ABD güvenlik bürokrasisinde sonunda PKK/PYD’ye yatırım yapan liberal hegemonyacı, önemli, etkili figürler hala var. Avrupalılar 
Trump ABD’si ile nasıl baş edeceklerini bilemediklerinden Trump’ı Avrupa güvenliğinin en önemli sorunu olarak tanımlamaya başladılar. Kısaca Batı
cephesinin ikiye-üçe bölünmesi katlanılmaz hale gelirse Trump karşıtı politikalar güçlenebilir. Daha önemlisi, Trump ekibinin Türkiye-Rusya yakınlaş-
masının Obama ABD’sini dengeleme olduğunu anladıkları muhakkak ve bu konuda bir şey yapmak istiyorlar ama ABD-Rusya ilişkilerinin geleceğini de 
Rusya’nın küresel çıkarları için atacağı adımların ciddiyeti belirleyecek yani Akdeniz’de, Pasifik’te, Çin ve İran ile ilişkilerde Moskova’nın alacağı tavır önem kazanacak.

Bugün kısa dönemli iyimserliğimizi uzun döneme taşımanın iki kilit noktası var görünüyor: İlk nokta, Astana sürecinin işlemesidir. Bu sürecin işlemesinde
Türkiye-Rusya ilişkilerindeki olumlu atmosfer ne kadar etkiliyse Ankara’nın Suriye’de Fırat Kalkanı özelinde askeri başarı sağlaması da o kadar önemlidir.
İkinci nokta Türkiye-ABD ilişkilerinin mihenk taşı; Washington DC’nin güvenli bölge ve Suriye’nin güvenli hale getirilmesinde PYD’ye yapılan yatırımdan
ciddi bir biçimde vazgeçmesi. Umuyoruz bu iki noktada da olumlu gelişmeler olur, zor bir sürecin neticesinde sonunda daha güvenli bir sınır ötesine sahip oluruz. O güne kadar tüm iyimserliğimize rağmen askeri kabiliyetlerle sahada, diplomatik kabiliyetlerle masada olan ve gerektiğinde kendi savunmasını kendi araçlarıyla üstlenebilecek bir ülke olmak zorundayız.

Bu yazı 11.02.2017 tarihinde Star Gazetesinde yaymlanmıştır.


http://bilgestrateji.com/makale/BS2017-1/Turkiye-ABD-Iliskilerinde-Ihtiyatli-Iyimserlik-Donemi.pdf


***

3 Mart 2017 Cuma

ORTADOĞU’DA KİTLE İMHA SİLAHLARININ YAYILMASI SORUNU



ARAP BAHARI SONRASI ARAP BAHARI SONRASI ORTADOĞU’DA KİTLE İMHA SİLAHLARININ YAYILMASI SORUNU 


Ortadoğu’da KİS yayılmasıyla ilgili alınan önlemlerin uzun bir geçmişi var. Bugün gelinen noktada 2012 yılındaki konferans belirli bir tarih belirlenmeden iptal edilince Ortadoğu’da KİS’in yayılması sorununun çözümü ile ilgili geriye bir tek ikili ya da çok taraflı alternatif görüşmeler yapılması çözümü kalmış görünüyor. Bu bağlamda, P5+1 ile İran arasındaki görüşmeler özellikle dikkat çekici. 

Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY 



2010 yılındaki Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) Gözden Geçirme Konferansı’nda alınan karar gereğince Ortadoğu 
Bölgesini Kitle İmha Silahlarından (KİS) ve bunları hedefe gönderecek araçlardan temizleyecek bir konferansın 2012 sonuna kadar toplanması gerekiyordu. 

Ancak toplantıya bir ay kala Arap Baharı sonrası bölgedeki istikrarsızlık gerekçe gösterilerek toplantı ABD’nin inisiyatifiyle askıya alındı ki bu durum Mısır gibi bazı Arap devletlerinin tepkisine neden oldu. Erteleme kararının ardından Rusya Federasyonu’nun Washington yönetimini ikna etme çabaları sonucu değiştir medi. Ertelemeye yönelik itirazların temel nedeni, Ortadoğu’da 1970’li yıllardan beri amaçlanmış olan KİS’ten arındırılmış bir “bölge” yaratılması fikrini besleyebilecek inisiyatiflerinden birinin daha başarısızlıkla sonuçlanması endişesiydi. Zaten Ortadoğu’daki KİS ve onları hedeflerine gönderecek araçlarının yok edilmesini hedefleyen 


konferansın iptalinin hemen arkasından Mısır’ın NPT Gözden Geçirme Konferansı Hazırlık toplantısını boykot etmiş olması, 2015 yılında toplanacak NPT Gözden Geçirme Konferansı’nın geleceği hakkında ciddi kaygıların duyulmasına sebep olmuştu. 

Dünden Bugüne Ortadoğu’da KİS Yayılması Sorununa İlişkin Alınan Önlemler Ortadoğu’da KİS yayılmasıyla ilgili alınan önlemlerin uzun bir geçmişi var. 
Bugün gelinen noktada 2012 yılındaki konferans belirli bir tarih belirlen
meden iptal edilince Ortadoğu’da KİS’in yayılması sorununun çözümü ile ilgili geriye bir tek ikili ya da çok taraflı alternatif görüşmeler yapılması çözümü 
kalmış görünüyor. 

< Suriye rejimi ile Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün (OPCW) gerçekleştirmiş olduğu Şam yönetiminin kimyasal silah stokunun 2014 senesi ortasına kadar yok edilmesi kararı uluslararası kamuoyuna zorlayıcı diplomasinin bir başarısı olarak yansıdı. >

Bu bağlamda, P5+1 ile İran arasındaki görüşmeler özellikle dikkat çekici. Kasım 2013 tarihinde gerçekleştirilen Cenevre görüşmeleri sonucunda 2002 senesinden beri ciddi bir sorun olan Tahran’ın nükleer programına çözüm bulmak üzere altı aylık geçici bir anlaşma imzalandı ve bu Geçici Anlaşma ile birlikte Ortadoğu’da nükleer silahların yayılmasının engellenmesi gayretleri için yeni bir umut kaynağı doğdu. Süresi 20 Temmuz’da dolacak Geçici Anlaşma’dan sonra Tahran yönetimi ve altı büyük güç arasında gerçekleştirilecek nihai anlaşma ve bunun mahiyeti doğrudan NPT rejiminin güvenilirliğini sınayacaktır. Nihai Anlaşma, KİS’lere yönelik girişimler dâhilindeki yolculuğun geleceğiyle ilgili ümitvar bir işaret olmasının ötesinde de önemli.

İran’ın tartışmalı uranyum zenginleştirilmesi mevzusunda bu anlaşma dâhilinde nasıl bir karara varılacağıyla ilişkili olarak alınacak karar bundan sonra NPT Anlaşması’nın nükleer statüde olmayan diğer üye devletlerinin 4. maddeden kaynaklanan barışçıl amaçlı nükleer enerji edinimi ile ilgili meşru talepleri 
için önemli olacak. 

Şimdi burada duralım ve bölgede KİS’in yayılması sorunuyla ilgili uluslararası toplumun almış olduğu yolun güzergâhına geri dönelim. Ortadoğu’da var olan KİS’in yayılmasının önlenmesi gayretleri içerisinde şimdiye kadar başlıca iki yöntem kullanılmış ve bu sayede iki ülkenin söz konusu silahlardan arındırılması gerçekleşmiştir: Bilindiği gibi ilk kez ABD’nin 2003 senesinde Irak’ta askeri kuvvet kullanmasısonucu Bağdat yönetiminin sahip olduğu KİS’ten nihai olarak arındırılması mümkün olmuştur. Aksine Libya’da 2003 senesinde Kaddafi yönetimi gönüllü olarak Trablus rejiminin tüm KİS’ten ve bunları hedeflerine gönderme araçlarından- arındırılması/temizlenmesini kabul etmiştir. Libya’da gerçekleşen tüm karışıklığa rağmen bu hedef 2013 senesinde yerine getirildi. Şimdi üçüncü bir yöntemin başarı olasılığını konuşma arifesindeyiz. İran’a karşı uygulanan politika, üçüncü ve önemli bir alternatif yöntem olarak karşımıza çıkan “zorlayıcı diplomasi” modeliydi. Bu modelin benimsenmesinin temel amacı ise altı aylık bir geçiş döneminden sonra 20 Temmuz 2014 tarihinde İran’la nihai ve kapsamlı bir anlaşma imzalayarak Tahran’ın tartışmalı nükleer programının olası bir silah kapasitesine dönüşmesinin kesin olarak engellenmesiydi. 

Zorlayıcı Diplomasi ve Suriye’de Kimyasal Silahların Yok Edilmesi 

KİS söz konusu olunca “zorlayıcı diplomasi”nin yakın dönemde somut olarak sonuç vermeye başladığı diğer bir örneği bulmak bizim için zor olmasa 
gerek. Suriye rejimi ile Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün (OPCW) gerçekleştirmiş olduğu Şam yönetiminin kimyasal silah stoğunun 2014 senesi 
ortasına kadar yok edilmesi kararı uluslararası kamuoyuna zorlayıcı diplomasinin bir başarısı olarak yansıdı. Haziran ayı başı itibariyle gerçekten de 
deklare edilmiş Suriye kimyasal stoğunun yaklaşık % 92’lik bir kısmı ülke dışına çıkarılarak yok edilmiştir. Bilindiği gibi, Suriye rejimi ile OPCW’nun arasında 
yapılmış olan anlaşmaya göre Şam yönetiminin tüm kimyasal silahlarını 30 Temmuz 2014 tarihine kadar yok edilmek üzere teslim etmesi gerekmekteydi. Suriye rejimi elinde kalan son 100 metre ton kimyasal silah stoğunu önce Şubat ayında sonra da en geç Nisan ayında teslim edeceğini taahhüt etmişti. 





OPCW Şam rejiminin geride kalan kimyasal silah stoğunu nihayet 23 Temmuz tarihinde yok edeceğini ilan etti. Ancak, Libya’da daha önce olduğu gibi anlaşmaların gerçekleşmesinden sonra bile Suriye rejiminin gizlemiş olduğu kimyasal silah stoğu bulunabilir. Tüm bunlara rağmen Ortadoğu’yu kimyasal silahlardan arındırma yolculuğunun geleceğiyle ilgili iyimser olmak için elimizde yeterince neden var. Bu noktada başka bir hususu dikkatimizden kaçırmamız da gerekmektedir. 

ABD ve Rusya Federasyonu’nun onay vermiş olduğu Şam rejimi ile OPCW arasında kimyasal silahlar konusunda yapılan anlaşma Suriye’deki 
balistik füzelerin (Scud B-C, M600 ve SS-21 füzeleri) yok edilmesi şartını içermemektedir. Dolayısıyla yolculuğumuz kimyasal silahlarla ilişkili olarak -Suriye özelinde - mutlu sonla dahi bitse ülkede devam eden iç savaş koşullarında radikal bir değişiklik olmadıkça Şam füzelerinin aralarında Türkiye’nin de bulunduğu komşuları için ciddi bir güvenlik sorunu olarak masada kalmaya devam edeceğini söylemek gereklidir. 

İran’ın Balistik Füze Sistemleri ve P5+1 Müzakereleri 

Ortadoğu’da balistik füzelere sahip olması sebebiyle ciddi bir güvenlik sorunu yaratan diğer ülke elbette İran. Tahran yönetimi altı aylık bir geçiş döneminin 
ardından P5+1’le imzalamayı planladığı nihai nükleer anlaşmada sahip olduğu balistik füze stoklarını kapsam dışında bırakma kararındadır. İran’ın ruhani lideri Ayetullah Ali Hamaney’e göre, Batılı güçlerin Tahran’la yaptıkları müzakerelerde İran balistik füze sistemlerini İran’ın nükleer programının bir parçası olarak algılayıp pazarlık konusu yapmak istemeleri kabul edilebilir bir şey değildir. İranlı yetkililerin bu konuyla ilgili itirazı, Tahran füze sistemlerinin tamamen İran’ın konvansiyonel kuvvetlerinin bir parçası olduğu noktasına dayanmaktadır. Viyana’daki son P5+1 müzakerelerinin perde arkasında İran balistik 
füze kabiliyetlerinin sınırlandırılmasını isteyen ABD’li yetkililer bu talepleri için BM Güvenlik Konseyi’nin 2010 senesi kararını temel almışlardı. Bu karar 
gereğince, Tahran yönetiminin nükleer bomba yapımında kullanılacak uranyum zenginleştirilmesi de dâhil her türlü faaliyetten kaçınması gerekmektedir. 
Buna İran’ın nükleer bomba taşıyabilecek kapasitede balistik füze geliştirmemesi de dâhildir. BM’nin son uzmanlar raporu, hâlihazırda İran’ın füze edinim 
sürecinde yasadışı yöntemlere itibar etmeyi bırakmış olmasına işaret etmekle birlikte Tahran’ın füze kabiliyetlerini geliştirmeye devam ettiğini iddia etmektedir. 

Konuyla ilgili uzmanlara göre, İran’ın nükleer programı hakkında uluslararası toplumun elindeki mevcut bilgi birikiminin aksine Tahran’ın füze yetenekleri 
hakkındaki belirsizlik (opaque) durumu devam etmektedir. Tahran’ın füze programını P5+1 programı dışında tutma kararlılığını Rusya Federasyonu da 
desteklemektedir. 20 Temmuz tarihinden önce bu konuyla ilgili herhangi bir açılım beklenmediğine göre; taraflar arasında nihai bir anlaşma yapabilmek 
için sürdürülen görüşmelerde ilerleme kaydetmek için Tahran nükleer programının nükleer silaha dönüşmeyecek bir şekilde anlaşma kapsamında kısıtlanması gerekmektedir. Bu, İran füze sorununun tehlike olarak algılanması konusunda da dolaylı bir iyileşme getirebilir, çünkü böyle bir anlaşma mevcut füze teknolojisine nükleer başlık konuşlandırma olasılığını bertaraf eder. 

 < Tahran yönetimi altı aylık bir geçiş döneminin ardından P5+1’le imzalamayı planladığı nihai nükleer anlaşmada sahip olduğu balistik füze stoklarını kapsam 
dışında bırakma kararındadır. İran’ın ruhani lideri Ayetullah Ali Hamaney’e göre, Batılı güçlerin Tahran’la yaptıkları müzakerelerde İran balistik füze sistemlerini İran’ın 
nükleer programının bir parçası olarak algılayıp pazarlık konusu yapmak istemeleri kabul edilebilir bir şey değildir. >

Gerçi bir önceki paragrafta vurguladığımız husus geçerliliğini koruyor: bu şekilde yapılacak bir anlaşma, mevziisi sürekli geliştirilmeye çalışılan İran füzelerinin konvansiyonel amaçlarla kullanılma riskini bertaraf etmiyor. P5+1-İran görüşmelerinde başka tıkanıklıklar da var: Öncelikle İran’ın uranyum 
zenginleştirme kapasitesinin %5 sınırı altında tutulması konusunda görüş ayrılıklarının yanında Tahran yönetiminin gelecek 10 yıl zarfında ne miktarda 
santrifüje sahip olması gerektiği henüz ortak bir cevap verilemeyen bir sorudur. Bu tartışmalı konuların nihai anlaşmada sonuçlandırılması için 20 Temmuz tarihi 
bugün için pek gerçekçi görünmemektedir. Bu nedenle taraflar şimdiden altı aylık uzatmadan bahsetmeye başladılar bile. 

Sonuç olarak Ortadoğu’da KİS’in yayılmasını önlemek için alınan tedbir ve inisiyatiflerin günümüzde yeni yöntemlerle devam ettiğini söyleyebiliriz 
ama KİS’in karmaşık yapısı, çözüm süreçlerini zorlamakta ve Suriye ile İran örneklerinde gördüğümüz gibi KİS için çok yönlü düşünmeyi, yoğun siyasi ve 
teknik çalışmayı gerektirmektedir. Bu çalışmayı “zorlayıcı diplomasi” yönteminin İran nükleer konusunu çözmede başarılı olup olamayacağını söylemek için 
daha erken olduğunu belirtebiliriz. 

Prof. Dr., Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY 
Yıldız Teknik Üniversitesi 


***



10 Şubat 2017 Cuma

NATO Zirvesi ve Türkiye: Varşova’da ne oldu?



NATO Zirvesi ve Türkiye: Varşova’da ne oldu?




Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY*
* Prof. Dr., Bölüm Başkanı Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, YTÜ, BİLGESAM Başkan Yardımcısı. E-posta: nursinguney@bilgesam.org
Bilge Strateji, Cilt 8, Sayı 15, Güz 2016




NATO Varşova Zirvesi’nde İttifak’ın doğu ve güney kanatlarına yönelik yeni tehdit algılamaları karşısında hem müttefiklerinin güvenlik endişelerini yatıştırmak hem de olası devlet ve devlet dışı kaynaklı tehditleri bertaraf etmek için örgütün caydırıcılık mekanizmalarını kuvvetlendirme kararı aldı. 
Bu bağlamda İttifak, Doğu ve Orta Avrupa ile Baltıklarda ortaya çıkan ciddi Rus tehdidi karşısında ilgisini şimdilik Doğu’ya yöneltmiş durumda.

Soğuk Savaş sonrası dönemde uzun bir süre NATO, Moskova’nın ikna edilebilir olduğu inancıyla hareket etmişti. Rusya’nın zayıf ve Batı ile ilişkilerinde 
uyumlu olduğu konusunda sahip olunan inancın verdiği özgüvenle, Brüksel Soğuk Savaş dönemi NATO stratejisinin bir parçası olarak bilinen İleri 
Savunma (Forward Defense) konseptini, Avrupa topraklarında yerleştirmiş olduğu askeri varlığı kaldırmak suretiyle terk etmişti.

Avrupa başkentlerindeki hâkim inanca göre, Kıta Avrupası bir daha Rusya kaynaklı herhangi bir konvansiyonel veya konvansiyonel olmayan askeri saldırıyla karşı karşıya kalmayacaktı. Bu algıyla uyumlu bir biçimde NATO yeni bir Rusya politikası, adından da niteliğinin tahmin edilebileceğiRusya’ya Öncelik 
(Russia First) politikasını geliştirdi. Bu politika sadece NATO-Rusya ilişkilerini diyalog ve işbirliği çerçevesinde tanımlamak için kullanılmıyordu, aynı zamanda daha büyük bir güvenlik algılamasının parçasıydı. Bu algılama yüzünden Avrupa devletlerinin çoğu Soğuk Savaş’ın sona erdiği yıldan Ukrayna krizi patlak verene kadar, İttifak sınırları dışından kendilerine yönelik herhangi bir devlet ya da devlet dışı güvenlik tehditli olmayacağı varsayımıyla hareket edecek ve Avrupa’yı bir barış alanı olarak tanımlayacaklardı.

NATO Zirvesi ve Türkiye: Varşova’da ne oldu?

Barışın Avrupası algısı, 2015’te Ukrayna kriziyle radikal bir biçimde değişecekti. 

Öncellikle Doğu ve Orta Avrupa ile Baltık ülkeleri, Rusya’nın sahip olduğu yeni alan kontrol kapasitelerini, Varşova Zirvesi’nde sık sık zikredilen ünlü Anti-Access/Area Denial (A2/AD) askeri kuvvetlerini ve bu kuvvetlerle birlikte Moskova’nın elinin güçlenebileceğini gördüler. Zira Rusya A2/AD olarak anılan askeri kapasitesi ile kendisi için stratejik önemde kabul ettiği alanlara jeopolitik rakibi olarak algıladığı Batılıların ve tabii ki NATO’nun erişimini durdurmak istemiş ve bugün de bunu coğrafi olarak birçok noktada başarmıştı. Ukrayna krizinin arkasında yatan askeri mantık, Rusya’nın A2/AD gibi kuvvetlerini, taktik nükleer savaş stratejisi ve melez savaş tecrübesiyle birleştirilebileceğini gösteriyordu.

“ Rusya tehdidi sonucu, Soğuk Savaş sonrası ilk kez NATO üyelerinden bazılarına İttifak üyesi ülke askerlerinin konuşlandırılması kararı alındı.”

İşte tam da bu nedenle, söz konusu ülkeler Rus tehdidinin ciddi ve acil olduğu kanısına vardılar. Ve bu durumun mutlaka bir şekilde ele alınması gerektiğini 
düşünerek İttifak’a caydırıcılık konusunda tedbir alınması yönünde talepte bulundular.

Soğuk Savaş sonrası bir ilk

Sonuçta bu çağrılar Varşova NATO Zirvesi’nde karşılığını buldu ve Soğuk Savaş sonrası ilk kez NATO üyelerinden bazılarına İttifak üyesi ülke askerlerinin 
konuşlandırılması kararı alındı. Çok yakında Polonya 1000 Amerikan askerini, Baltık ülkelerinden Letonya Kanada, Estonya İngiliz ve Litvanya 
Alman askerlerini topraklarında ağırlayacak.

Ortaya çıkan tablo Soğuk Savaş günlerini hatırlatmakla beraber, NATO bugün eskisinden çok daha karmaşık bir tehdit ve risk sarmalı ile karşı karşıya.

Yine de NATO Varşova Zirvesi’nde, Doğu ve Orta Avrupa ülkeleriyle Baltıkların algıladıkları yeni Rus tehdidi önceliklerden ilki oldu. NATO, bu öncelik 
sıralamasıyla, Rusya’nın tüm kapasitesiyle oluşturduğu tehdit ve riske karşı yukarıda bahsettiğimiz yeni uygulamalarıyla artık müttefiklerinegüvenlik teminatı (assurance) vermekte olduğu noktadan somut olarak caydırıcılık (deterrence) vesavunma (defence) tedbirlerini doğrudan devreye soktuğu bir 
aşamaya geçti.

Bu arada, İttifak Moskova ile ilişkiler bahis konusu olduğunda diyalog kapısını aralık bırakmayı da ihmal etmedi. Ancak diyalog mekanizmasının işlerlik 
kazanması için bir koşulun yerine getirilmesi de şarttı. Buna göre, Moskova ileride uluslararası toplumun saygın bir aktörü olarak üzerine düşen yükümlülüklerini yerine getirdiği zaman NATO da Rusya ile askıya alınan ilişkilerini canlandıracaktı.


‘ Güvenliğin Bölünmezliği ’ ilkesi ve Türkiye

Teminattan caydırıcılığa geçiş, NATO’nun Soğuk Savaş sonrası tarihi için önemli bir adım. İşin karmaşıklaştığı noktayı anlayabilmemiz için NATO Varşova Zirve Bildirisi’nde dikkat çeken diğer bir noktayı zikretmemiz lazım. Bu da, bildiride güvenliğin bölünmezliği ilkesinin yer almış olmasıdır. 
Bu prensibin uygulanması halinde, İttifak içinde kanatlar arasında bir ayrım yapılmayacak ve böylece olası tehditler karşısında müttefiklerin güvenlikleri 
doğu kanatta olduğu gibi garanti altına alınmış olacaktı. Bu husus bir güney kanat ülkesi olan Türkiye için oldukça önemlidir.

Bilindiği üzere Türkiye son beş senedir Suriye ve Irak sınırından kendisine yönelen yumuşak ve sert güvenlik tehditlerini çoğunlukla kendi imkânlarıyla 
bertaraf etmeye çalışan bir İttifak üyesiydi. Bu bağlamda bugüne kadar, NATO bildirisinde de tehditler arasında yer alan güney kanada yönelik terörizm, 
mülteci sorunu, balistik füzelerin yayılması vb. riskler konusunda Ankara müttefiklerinden beklediği desteği maalesef tam olarak alamadı.

NATO ile Türkiye arasında yine de sınırlı bir işbirliği gerçekleşti ve Suriye krizi nedeniyle Washington Anlaşması’nın 4. Maddesi Türkiye’nin talebi üzerine işletildi. Sonuç, Patriot füze bataryalarının Türkiye’de konuşlandırılmasıydı. Türkiye’nin güneyine süreli olarak yerleştirilen NATO Alman ve ABD Patriot’larının işlevi, güneyden, Esad rejiminden gelebilecek olası füze saldırılarını caydırmaktı.

“Varşova’daki zirvede odak doğu kanadıydı, caydırıcılığın güçlenmesi güvenliğin bölünmez bütünlüğü çerçevesinde ele alındı ama güney kanada yönelik 
tedbirler bu kanadın maruz kaldığı sorunları çözmekten şimdilik hâlâ uzak kalmaya devam ediyor.”

Patriot’ların geri çekilmesinden sonra güneyden gelebilecek tehditlerin caydırılması için NATO gemilerindeki füze savunma yeteneğine ve yine Türkiye’de konuşlanmış İspanyol Patriot’larına güvenildi. Oysa Ankara’nın pek çok sefer altını çizdiği bir gerçek vardı: Suriye’de süregiden iç savaşın karmaşık 
yapısı nedeniyle, Suriye rejimi kaynaklı füze saldırılarını durdurmak için yerleştirilen füze karşıtı bataryalar, son beş sene zarfında buradan Türkiye’ye 
yönelen konvansiyonel saldırıları engelleyememişti. Hepimiz Katyuşa füze saldırılarını, top ateşlerini ve tabii ki Türk jetinin düşürülmesi hadisesini 
hatırlıyoruz.

NATO caydırıcılığındaki zafiyettin bir başka tecellisi, Rusya’nın Türkiye ve NATO hava sahasını ihtarlara rağmen ihlal etmeye devam etmesiydi. Nitekim 
24 Kasım’da Türkiye’nin uygulamakta olduğu angajman kuralları sonucu bu ihlalleri yapan Rus jetlerinden biri Türk Hava Kuvvetleri tarafından düşürülmüş, 
bu olay sonrası işin ciddiyetinin farkına varan NATO, bir süredir göndermeyi planladığı ama gönderimini ertelediği AWACS’ları caydırıcılığı 
tesis etmek üzere hızla Türkiye’de yönlendirmişti.


NATO Zirvesi ve Türkiye: Varşova’da ne oldu?

AWACS Kararının Anlamı ne?

Doğu ve güney kanatlarda farklı nedenlerle yaşanan caydırıcılık zafiyeti ve teminat boşlukları gölgesinde gerçekleşen Varşova Zirvesi’nde AWACS erken 
uyarı sistemleriyle ilgili alınan karar aslında çok önemli.

Varşova Zirvesi’nde alınan kararlar doğrultusunda Türkiye ve uluslararası hava sahasında DAİŞ’le mücadelede, AWACS erken uyarı ve gözlem uçaklarının görevlendirilmesi, yani gerçekleşecek ihlallere karşı bu uçakların Irak ve Suriye hava sahasını izleyecek olmasının neden önemli olduğunu açıklayalım.

Her şeyden önce DAİŞ’le mücadelede müttefikler arası gerekli istihbarat işbirliğinin sağlanması, terörizmle mücadele konusunda en gerekli 
hususlardan biriydi ve bu noktada AWACS’lar katkı sağlayabilir.

İkinci olarak değinilmesi gereken mesele, Suriye’deki Rus varlığı ile ilgili. Bilindiği gibi Rusya’nın Suriye’de olgunlaştırmış olduğu A2/AD kuvvet 
yapısı, Batı’nın/ NATO’nun Ortadoğu bölgesine erişimini engelleyebilecek hale gelmiş durumda ve bu bağlamda NATO caydırıcılığı bir zafiyet ile karşı karşıya.

AWACS’ların İttifak’ın güney kanadındaki varlığının bu zafiyet karşısında olumlu bir etki yapması beklenebilir; çünkü Rusya artık hava sahası müdahalelerinde 
bulunduğunda doğrudan NATO tarafından gözleneceğini bilecek ve bundan imtina edecektir.

Alınan kararlar ne kadar etkili olabilir?

Görüldüğü ve beklendiği gibi Varşova Zirvesi İttifak’ın doğu kanadındaki caydırıcılığı güçlendirirken güney kanadı için de, doğu kanat kadar açık ve 
güçlü olmasa da, bir şeyler söylüyor.

“Bir güney kanat ülkesi olarak Türkiye’nin Suriye odaklı güvenlik problemlerinin Varşova Zirvesi kararları sonrasında da, bu kararlara rağmen maalesef 
bir süre daha devam etmesi öngörülebilir.”

Bu açıdan en önemli ifadelerden biri Varşova Zirvesi Sonuç Bildirisi’nde yer alan ve güney kanada yönelik İttifak’ın, sınırlarının ötesinin bir an evvel istikrara 
kavuşturulması yönündeki ifadesi. Ancak, NATO bunu Türkiye’nin talep ettiği gibi güvenli bir bölge yaratmak yoluyla değil, bölgedeki Irak, Ürdün gibi kimi ülkelerin askeri kapasitelerinin eğitilmesi ve askeri teçhizatlarının desteklenmesi aracılığıyla yapmak istiyor.

Oysa bugün terör ve mülteci krizi gibi önemli güvenlik sorunlarının kaynağı konumundaki Suriye’den yayılan şiddeti NATO’nun tercih ettiği araçlarla 
yatıştırmak pek mümkün görünmüyor. Bu yüzden, bir güney kanat ülkesi olarak Türkiye’nin Suriye odaklı güvenlik problemlerinin Varşova Zirvesi kararları sonrasında da, bu kararlara rağmen maalesef bir süre daha devam etmesi öngörülebilir.

Kısaca, Varşova’daki zirvede odak doğu kanadıydı, caydırıcılığın güçlenmesi güvenliğin bölünmez bütünlüğü çerçevesinde ele alındı ama güney kanada 
yönelik tedbirler bu kanadın maruz kaldığı sorunları çözmekten şimdilik hâlâ uzak kalmaya devam ediyor.

Zirve’de kabul edilen kararlara baktığımızda, Türkiye’yi memnun etmeyen başka bir konu daha var. İttifak, yaptığı terör ve terörizm tanımı için sadece DAİŞ, El-Nusra gibi radikal grupları referans almış durumda. Oysa Türkiye uzun bir süredir güney kanat ülkesi olarak da çok boyutlu terörizm tehdidi altında. Bu bağlamda, maalesef, PKK ve PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD ile ilgili meşru beklentileri Zirve’de görmezden gelindi.

NATO yetkilileri Varşova Zirvesi’ni değerlendirirlerken belirli konularda müttefiklerin duydukları şüphenin de farkındalar. Bu yüzden şunu vurguluyorlar; İttifak’ın bu Zirve’de caydırıcılıkla ilgili aldığı kararlar, NATO’nun 2015 krizleri sonrasında girdiği yeni başlayan bir adaptasyon sürecinin parçası. 
NATO yeni güvensizliklerle nasıl başa çıkacağını ve müttefiklerini nasıl ikna edeceğini bulmaya çalışıyor, dolayısıyla caydırıcılığın güçlenmesi konusu 
Varşova’da alınan kararlarla sınırlı kalmayacak.

Buradan hareketle bundan sonraki diğer NATO toplantılarında Türkiye, güney kanatla ilgili taleplerini sıklıkla dile getirerek diplomasinin önüne çıkaracağı 
fırsatları kendi lehine döndürmeye çalışacaktır.

Umudumuz ve beklentimiz, İttifak’ın doğuya gösterdiği özen ve hassasiyeti, kendi kabul ettiğigüvenliğin bölünmezliği ilkesi doğrultusunda güney kanata da yansıtması.

Bu yazı 13.07.2016 tarihinde Al Jazeera Turk’te yayımlanmıştır.




***