Sait Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sait Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Aralık 2018 Cumartesi

40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı İçin Notlar

40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı İçin Notlar


Sait Yılmaz  
03 Mart 2018

Yayınlandığı Kategori; Suriye

Suriye’nin kuzeyi, terör örgütü tarafından Güney Kürdistan olarak adlandırılıyor ve üç ayrı bölgeye ayrılıyor.

Terör örgütü tarafından verilen isimleri şu şekilde; en doğuda Rojova (Kamışlı veya Cezire), Kobani (Arap Pınarı) ve Afrin (Türkmen Dağı). Afrin’e Kürtler, tıpkı Doğu Anadolu sınırına yerleştirildikleri gibi Türkmenleri izole etmek için Yavuz Sultan Selim zamanında yerleştirilmiş. 1980’li yıllarda PKK’nın Suriye’deki yapılanmasına Rusya ve Esat ailesi yardım etmişti. Afrin sadece PKK’ya değil, Türkiye’ye saldıran pek çok terör örgütüne yataklık etti, militan yuvası oldu. 1988 yılında Suriye ile yapılan mutabakat sonrası bu teröristler yok olmadılar, yeraltına çekildiler. Suriye istihbaratı (Muhaberat), Öcalan ile yakın temas halinde idi. 2011 yılında iç savaş başlayınca Türkiye, ABD ile rejim muhalifleri tarafında olduğundan Esat rejimi, kendilerine sadık gördüğü PKK’ya Kürt bölgelerinde kontrolü sağlama, Türkiye’ye rahatsızlık vererek dikkatini dağıtmasını istedi. Nitekim Afrin bölgesinin sınırları, Esat ve Rusya’nın desteği ile genişledi. Ancak, 2014 yılında PKK terör örgütü, Kamışlı’da IŞİD karşısında yetersiz kalınca ve Esat’tan yardım alamayınca ABD’den yardım istedi ve o tarihten sonra Esat ve Rusya ile yolları ayrıldı. Böylece PKK, Kürt olmayan bölgelerde de hızla yayılmaya ve Suriye’nin kuzeyine başka ülkelerden militan ve Kürt nüfus taşıyarak demografiyi değiştirmeye başladı. Rusya’nın halen Türkiye’ye verdiği desteğin arkasında PKK’yı cezalandırarak yanına çekmeye mecbur bırakmak ve ABD’yi yalnız bırakmak var.

PKK terör örgütü için yoğun bir terör üs faaliyeti olan Afrin, İkinci Kandil olarak adlandırılıyor. Hemen karşısındaki İslahiye şehrimiz ile akrabalıkları çok. 250 bin nüfuslu Afrin’in nüfusu %40-50 Kürt, geri kalanı Arap ve Türkmen. 
Dinin inançları çok zayıf olan Afrin Kürtleri, on yıllarca PKK tarafından siyasallaştırılmış, ideolojik olarak sol eğilimli ve örgüt ile iç içe olmuş ve örgüte taban sağlamış. Bu yüzden TSK girdiği köyleri birkaç kişi dışında genellikle boş buluyor. Amanos ve Akdeniz bölgesindeki PKK faaliyetlerinin üs ihtiyaçları ve lojistiği buradan sağlanmış. Uzun zamandır terör örgütüne militan devşirmede önemli bir kaynak olmaya devam ediyor. Nitekim bölgeden devşirilenler ve yabancı savaşçılar ile birlikte PKK’nın toplam gücü 70 bine, Afrin’de ise 20 bin kişiye ulaşmış durumdadır. PKK, halkı çok önceden eğitmiş ve silahlandırmış. Halkın Afrin dışına çıkmasına engel oluyor ve çatışmalarda canlı kalkan olarak kullanıyor.

Nitekim ilk savunma hattının düşmesinden sonra halkı içeriye, şehir savunmasına çektiler. Fırat Kalkanı Harekâtı, Zeytin Dalı’na göre çok daha kolaydı. Çünkü bölge halkı dost ve arazi düz idi. Afrin’de ise arazi engebelik ve ağaçlık bölgeler görüşü azaltıyor, terör örgütünün gizlenmesini ve savunmasını kolaylaştırıyor. Diğer yandan Afrin bölgesinde yollar çok az ve kapasiteleri sınırlı. Harekâtın 40. Gününde ancak birinci aşama olan 10-12 km. derinlikteki ilk savunma hattı geçildi. Bundan sonra asıl savunma hattı ve şehirlerde çatışmalar sürecek. Şu ana kadar Afrin bölgesindeki 7 büyük kasabadan sadece biri temizlendi. Bundan sonra terör örgütü, aylardır hazırlık yaptığı tüneller, hendekler ve yeraltında savunmaya çalışacak yani IŞİD taktiğini izleyecek. ÖSO, harekâta destek anlamında çok işe yaramıyor. Faaliyetleri bölgeyi tanımaları ve dil bilmeleri nedeni ile daha çok kılavuzluk ve temizlenen bölgeleri tutmak ile ilgili. Bunun dışında TSK harekâtının yerel güçlerle yapıldığı imajı için gerekli bir güç olarak kullanılıyor. 

ABD’nin barış anlayışı savaşan taraflara merkezi gücün özerk bölgeler tarafından paylaşımını öngörüyor. Bunun için 1980’deki Taif Anlaşması ile yürürlüğe giren Lübnan modeli örnek gösteriliyor. Daha önce Türkiye’deki bölücü terör için barışçı yol haritası belirleyen David L. Philips, “How Syria Civil War Ends (Huffington Post) adlı makalesinde ABD’nin Suriye için barış planını özetliyor. Suriye’de de Aleviler, Sünniler ve Kürtlere verilecek bölgelerin kendi yönetimleri, ekonomileri ve kendilerine yetecek doğal kaynakları olmalıymış. Böylece çatışmalara kökten çözüm bulunurmuş. Devlet başkanı seçimlerle değişmeli, istikrar için güvenlik garantisi verilmeliymiş. Güvenlik garantisi verilince yerinden edilen kişiler de geri dönermiş. Uluslararası işbirliği için ABD, başhakem olmalı imiş.

ABD Başkanı’nın gücü ve etkisi dünyayı daha iyi yapmak için en önemli unsurmuş. Ama ülkenin yeniden inşası için başka ülkeler elini cebine atmalı imiş. Adalet, ülke yöneticilerine bırakılmamalı, insan hakları ve savaş suçları için geçişli adalet olmalıymış.  Geçişli adalet, Esat ve çevresindekilerin af taleplerini inceleyecek, devlet kurumlarından hesap soracak ve güvenlik yapılanmasında denge sağlayacakmış. Bunlar yapılırken Rusya ve İran devre dışı bırakılacak, Türkiye isteksiz de olsa kontrol ettiği bölgelerden çıkarılacakmış. Çünkü kalıcı bir barış için tüm yabancı güçler çekilmeli imiş. Bunun yerine BM Barış Gücü gelmeliymiş. 

Türkiye’nin Afrin’e el koyması PKK’nın çözülmesine ve büyük güç kaybına neden olabilir. Öte yandan, Türkiye; Esat rejimi,  RF ve İran ile Fırat’ın doğusu için işbirliği seçeneğini de kullanmalıdır.

Ancak, Esat-RF işbirliği, Türkiye’nin zamanı gelince bölgeden çıkacağını hesaplıyor. Rusya hala Afrin’i istiyor ve Kürt kartını ABD’nin elinde almayı hedefliyor. Öte yandan Esat-RF ile pek çok konuda aynı şekilde düşünmüyoruz. Suriye’nin ve Esat rejiminin geleceği, Kürtler, ÖSO ve Sünni gruplar hakkında farklı beklentilerimiz var. Türkiye’de Suriye’de Sünni, diğerleri ise Alevi yani Esatlı bir rejim istiyor. Suriye içinde iç savaş artık son dönemlerine girerken savaş sonrası için demografi ve mezhepsel düzenlemeler yapılıyor. Örneğin Esat rejiminin Doğu Guta başta olmak üzere kalan Sünni muhalif grupları Şam ve Humus etrafından temizlemeye çalışıyor.

İdlib ile ilgili gelişme, ÖSO (bölgedeki sözde ılımlı İslamcı militan grupların ittifakı) ile radikal El Nusra uzantılarının son günlerde bir ölüm-kalım çatışmasına başlaması oldu. Böylece İdlib’in uluslararası olarak düşman kabul edilen radikal İslamcı El Kaide’den temizlendiği savı kullanılacak. Artık pek çok etnik ve dini grup savaşın başlangıcındaki yerinde yaşayamayacak. Bölgedeki Türkmenler ise ne sahada var, ne masada. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Türkmenleri dışladık ve sembolik bir mevcut ile ÖSO’nun içindeler. Türkiye’de faaliyet gösteren Türkmen Meclisi ve Türkmen dernekleri dikkate alınmıyor. Astana Süreci’nde de yoklar. Yüzyıllardır olduğu gibi 1918’de Misak-ı Milli içinde iken bıraktığımız Türkmenler hala sahipsiz durumdalar. Hâlbuki Fırat Kalkanı bölgesi, bir Türkmen bölgesi haline kolaylıkla getirilebilir. İdlib ve Afrin’e Türkmenlerin dönüşü sağlanabilir. Suriye ile ilgili barış planı ve Anayasa taslağı içinde Türkmenlerin de hakları korunmalıdır. 

İdlib-Afrin-Fırat Kalkanı arasında Sünni Arap değil, Türkmen odaklı bir bölge kurulmalıdır. 

https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/40-gununde-afrin-ve-zeytin-dali-harekti-icin-notlar


***


31 Ağustos 2018 Cuma

SURİYE ÜZERİNE OYUNLAR TÜRKİYE VE AKP.,

SURİYE ÜZERİNE OYUNLAR TÜRKİYE VE AKP.,
























22 Haziran 2011 Çarşamba
Suriye Üzerine Oyunlar Türkiye ve AKP
Sait Yılmaz* tarafından yazıldı.

*Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü, 
 saityilmaz@beykent.edu.tr

Suriye’deki ayaklanma hareketleri, gerek ülke içinde devam eden silahlı şiddet hareketlerinin artması, gerekse Türkiye sınırına biriken göç dalgası ile 
birlikte kritik bir safhaya girmektedir.

Suriye'nin bugüne gelmesindeki olayların başlangıcını 2000 yılında Beşar Esad'ın iktidara geldiği döneme kadar geri götürmeliyiz. Londra'da göz doktoru eğitimi 
almış olan, modern eğilimli Beşar Esad daha iktidara gelir gelmez babası Hafız Esad'a göre daha esnek bir yönetim tarzı izleyeceğinin mesajlarını vermiş ve 
'Şam Baharı' olarak adlandırılan bu yeni dönem, o zamandan başlayarak Suriye sızmak isteyen Batılı istihbaratçıların iştahını kabartmış, muhalif gruplar bu 
dönemde hareketlenmeye başlamıştı. 2003 yılında başlayan Irak Savaşı sonrasındaki dönem Suriye üzerindeki oyunların ve muhalif hareketlerin daha da sistematik hale gelmeye başladığı gelişmelere sahne oldu. Mart 2011'de başlayan üçüncü dalga ise, Tunus'ta başlayan ve Libya'da kanlı bir biçimde devam eden Büyük Orta Doğu'yu dönüştürme projesinin önemli bir kavşağıdır. Bu projede Türk hükümeti olarak hareket eden iktidar partisi AKP'nin aldığı rol ve ABD'nin operasyon partisi[1] olma konumu özellikle Suriye sahnesinde belirginleşti. Bu makalede, bu rolün Suriye üzerindeki kapsamı ve olası sonuçları üzerinde duracağız.

Suriye'deki Resim..

Tıpkı Irak gibi Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparılan topraklar üzerinde kurulan 
ve sınırları cetvelle çizilen suni devletlerden biri olan Suriye, 1920-1946 
yılları arasında Fransa mandasında kaldı. 1947 yılından itibaren ülkeyi Alevi 
azınlığın iktidarı olarak adlandırılan Baas Partisi yönetmeye başladı. Irak'ta 
Saddam döneminde iktidardaki Baas Partisi Sünni'lerin elinde iken, Suriye'de ki 
Baas Partisi Şii'lerin elinde olagelmiştir. Yaklaşık 23 milyon olan bugünkü 
nüfusunun ancak %11-12'sini Aleviler, %67-70 ise Sünniler oluşturmaktadır. Diğer gruplar arasında İsmailliler %1,5, Dürziler %3-5, Hıristiyanlar %14-15 olarak dikkati çekmektedir. Suriye'deki Kürt nüfusu 300 bin ile 1,5 milyon arasında veren çeşitli kaynaklar bulunmaktadır. Golan, Lazkiye çevresi, Şam ve Halep'te önemli bir Türkmen nüfusu bulunmaktadır. Suriye demografisinin dikkati çeken yönü işsizlik ve özellikle Sünni Araplar ve Kürtler arasındaki yüksek nüfus artış hızıdır. Suriye'de 10-24 yaş arası gençler toplam nüfusun %36.3'ünü oluşturmaktadır. Kişi başına gelir 2.400 dolar civarındadır.

Mart 2011'de başlayan dalganın en önemli özelliği 1982 Hama olaylarından sonra muhalifler tarafından rejimi değiştirmek için şiddet olaylarına tekrar 
başvurulmasıdır. Üstelik Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kapatılması, olağanüstü halin kaldırılması, barışçıl gösteri hakkının yeniden düzenlenmesi gibi önemli muhalif isteklerini yerine getiren reform çabalarına rağmen şiddet olaylarının ve gösterilerin devam etmesi; bizzat Beşar Esad'ı hedef alan bir rejim değişikliği için düğmeye basıldığının göstergesi olarak kabul edilebilir. 
Bununla beraber, muhalefeti kimin temsil ettiği oldukça muğlaktır. Toplumun 
farklı kesimlerinden destek alıyor olsa da göstericilerin en çok iktidarı ele 
geçirmek isteyen Sünni Araplar arasından çıktığı ilk tespittir. Daha pragmatik 
davranmak isteyen Kürtler ise kontrollü davranarak, kendi haklarını geliştirecek 
her taraf ile anlaşma bekleyişindedirler. Sünni Arap iktidarından çekinen 
Hıristiyanlar da, Kürtler gibi bekle-gör politikası izlemektedirler. Dürzîler 
ise tarafsız kalmayı tercih etmektedirler. Esad'ın tek belirgin desteği 
Alevilerden gelmektedir. Beşar Esad iktidarının en güçlü yanı Ordu (özellikle 
üst kademeler) ve istihbaratı güçlü bir şekilde elinde tutmasıdır.

Der'a, Şam, Humus, Banyas, Rastan ve Bayda gibi yerlerde muhaliflerin etkin 
olduğu ve meydana gelen şiddet olaylarında onlarca eylemcinin öldürüldüğü ve 
binlercesinin tutuklandığı bildirilmektedir. Olaylar genellikle Türkiye sınırına 
uzak olmakla birlikte göçmen akımı özellikle Hatay'ı seçmektedir. Türkiye ile 
Suriye arasında 877 km. kara sınırı bulunmaktadır. Hatay bölgesinde sayıları gün geçtikçe artan göçmen sayısı ve Batının yakın ilgisi ister istemez bize Irak'ın kuzeyinde 1990'lı yıllarda meydana gelen gelişmeleri hatırlatıyor. Aynı kanserli bölgenin Türkiye-Suriye sınırında da yayılması ve hatta tüm Türkiye sınırlarını sarması yadsınamaz bir ihtimaldir. Söz konusu göçmen akınının neden Türkiye sınırlarına yakın bir yerde hem de aylar öncesinden yabancı basın bölgede yerleşerek hazırlandığı ve neden NGO'ların kapıda beklediği iyi sorgulanmalıdır. 
Türkiye ile Suriye arasındaki muhtemel bir Kürt kuşağının Irak'tan sonra Arap 
dünyası ile Türkiye'nin fiziki bağını tamamen koparacağı unutulmamalıdır.

Türkiye ne Yapmaya çalışıyor?

Haziran 2000 ayı içinde Hafız Esad'ın ölümü, 13 Haziran 2000 tarihinde 
Cumhurbaşkanı Sezer'in de bu cenaze törenine katılması ile Türkiye-Suriye 
ilişkileri düzelme yoluna girmiştir. 2003 yılından itibaren Suriye-Türkiye 
ilişkileri ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda olumlu noktalara gelmiştir. 2005 
yılında ABD'nin Suriye Muhalefet Lideri adayı olarak sunduğu Ferid Gadiri'nin 
Türkiye'ye gelişine zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer onay vermemişti. 
Ancak, AKP, iktidara geldiği günden beri devlet olarak değil devletin kimi 
unsurlarını yedeğine almış bir operasyon partisi olarak hareket etmektedir. Yani 
AKP'nin izlediği politikalar genellikle bir devlet politikası olmaktan uzaktır. 
Bugün Türkiye adına uygulanan politikalar iktidar partisinin bir kısım 
danışmanları ve onlara operasyonel olarak hizmet eden suni bir takım 
yapılanmalardan ibarettir. Daha açık olarak muhalefet, asker, devlet güvenlik 
kurumları ve dışişleri bakanlığının büyük kısmı hükümetin çevirdiği dolapların 
ne tam olarak farkındadır ve ne de destekçisidir. Bu Gazze'ye düzenlenen 
operasyonlar için de böyleydi, Libya için de böyle oldu, Suriye için de 
böyledir. Askerlerin hükümet uygulamalarına sağladığı destek yasak savma 
kabilinden, geçiştirme tedbirlerdir. NATO kapsamında Libya için gönderilen 
askeri destek dış kapının boşa dönen tokmağıdır.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun birkaç 
danışmanı ile oluşturduğu politikaların arkasında sanıldığı gibi yüzyıllık 
devlet kültürümüz değil, başka devletlerin yönlendirmeleri ya da hesapları 
vardır. 2003 yılı sonrasında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği'nin kötürüm 
hale getirilmesi ve Dışişleri Bakanlığı'nın by-pass edilmesi iç politikada 
olduğu gibi dış politikada da AKP hükümetine dış güçlerle birlikte bağımsız 
manevra alanı sağlamıştır. Bunun son adımı ise Ocak 2011'de Başbakanlık Kriz 
Merkezi Yönetmeliği'nin iptali olmuştur. AKP'nin Büyük Orta Doğu yönündeki 
niyetleri daha Irak Savaşı esnasında Irak'ın kuzeyindeki gelişmelere ulusal 
çıkarlar yerine, sözde daha büyük mercekten yani Orta Doğu penceresinden bakma motivasyonu ile başlamıştır. Bugün de ülke çıkarları yerine, din esaslı 
Kürtlerle ve Araplarla birlikte "Mezopotamya Vizyonu" AKP'nin başta Dışişleri 
Bakanı Davutoğlu olmak üzere hayali olmuştur[2]. Tıpkı Irak'ta olduğu gibi 
Suriye'de de Sünni Araplar üzerinden bir strateji izlenmektedir. Nitekim Sünni 
algı nedeni ile bugün Hatay ve Adana bölgesinde yaşayan Aleviler de Suriye'ye 
karşı olumsuz tutumdan etkilenmiş ve gösterilere başlamışlardır. Türkiye, 
gerçekten ülke çıkarları yönünde hareket etmiş olsa idi öncelikle Suriye'deki 
istikrarsızlığın kendi lehine olmadığı gerçeğinden hareket ederdi.

AKP, Batı hegemonya siyasetinin İslam dünyasındaki taşıyıcı unsurlarından birisi 
ve suç ortağı, Batılıların Büyük Orta Doğu Projesi için içten kolaylaştırıcı 
(facilitator) olarak seçtikleri ve imal ettikleri bir operasyon partisidir. 
Batılılar, Türkiye'den sonra Orta Doğu'nun diğer ülkelerini de bir bir 
dönüştürürken, yabancı basında, AKP'nin Türkiye'yi bölgesel güç yaptığı hatta 
Osmanlı İmparatorluğu'nun yeniden kurulabileceği pompalamaları yapılmaktadır[3]. 
Ancak, muhafazakârlığın milliyetçi vasfına sahip olmayan İslamcı AKP'nin uzak 
hayalinde Osmanlı değil, "Müslüman İmparatorluğu" bulunmaktadır. Şimdi AKP'nin Suriye'de çevirdiği dolapları gözden geçirelim;

- Batılı güçlerin AKP ile birlikte Suriye'yi tanıma ve yoklama döneminde 2011 
Mart'ına kadar Başbakan Erdoğan, Suriye'yi eleştirmediği gibi ona yaklaştı ve 
böylece oluşan güven ortamında vizeler kaldırıldı, geçişler kolaylaştı. Bu dönem 
boyunca Suriye ile ilişkilerin yegâne Türk tarafı AKP yöneticileri idi. 
Wikileaks belgelerinde AKP-Suriye yakınlaşmasının İran'ı bölgede yalnız bırakmak amacına matuf olduğunun AKP yöneticilerince itiraf edilmesi anlamlıdır. Bu kapsamda, İran-AKP yakınlaşmasının da başından beri samimi bir içerik taşımadığı, AKP'nin sık gördüğümüz iki yüzlülüğünün açık kanıtı oldu.

- Nisan 2011'den itibaren gösterilerin artması ile birlikte Erdoğan'ın söylemi 
birden değişmeye başladı. Dışişleri Bakanı, Başbakanın özel temsilcisi, MİT 
Müsteşarı ve bazen Başbakan doğrudan telefon görüşmesi ile Beşar Esad'ı 
reformlar (!) konusunda ikna dönemine girdi. Kaddafi gibi Esad'ın da pabucu 
kolay bırakmayacağının anlaşılması üzerine, Batılıların empoze ettiği Suriye 
karşıtı atmosfer içinde Erdoğan, Beşar Esad karşıtı bir duruş ile doğrudan 
Suriye halkına hitap etmeye başladı. Suriye'den Türkiye mülteci akını başlatıldı 
ve Türkiye kapılarını açtı.

- Suriye'deki çatışmalar devam ederken ülke televizyonu Sana News'de "gelişmiş silahlar taşıyan eylemcilerin üzerinde Türk pasaportları ve sim kartları 
çıktığı" haberi yer aldı. 14 Haziran 2011 günü ise Press TV, Türkiye'yi ABD ve 
İsrail ile birlikte silahlı gruplara lojistik ve teknik destek vermekle suçladı. 
Müteakiben, AKP-Şam ilişkileri çatışma dönemine girdi ve "daha fazla sessiz 
kalamayız" diyen Erdoğan, Suriye'deki muhalif gruplara İstanbul ve Ankara'da 
imkânlar tanımaya başladı. Suriye'den yeni talep "insani davranmıyor" gerekçesi ile Beşar'ın kardeşi Mahir'in feda edilmesi idi.

- Sırada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül vardı. Gül; "Suriye'yi günlük istihbaratla 
takip ediyoruz. Sivil-asker en kötü senaryolara karşı hazırlığımızı yapmış 
vaziyetteyiz" dedi. Gül, Beşar Esad'ın gayretlerine "yetmez" dedi ve isteklerini 
sıraladı. Gül'ün bahsettiği askeri seçeneklerin ne olduğu belli değil ama Kara 
Kuvvetleri Komutanı'nın Hatay bölgesine ziyareti bu kapsamda gönüllü bir desteği temsil etmiyor kanaatindeyiz. Kayda değer diğer bir tepki ise Cumhurbaşkanı danışmanları Erşat Hürmüzlü'nün "Suriye'de devrimlerin kaçınılmaz olduğu, BM'den Şam hükümeti aleyhine bir karar çıkarsa Türkiye'nin bu kararı destekleyeceğini ve ülkede barış isteniyorsa tek yolun demokrasi olduğu" açıklamasıdır.

Görüldüğü gibi Türkiye, bir anda demokrasi ve insan hakları şampiyonu olarak 
ortaya çıkmakta ve komşu bir ülkede rejimin değişmesi gerektiğini ifade etmekte, ülke yönetimine baskı yapmakta, böylece dolaylı olarak halkı isyana teşvik etmekte, muhalif grupları kendi ülkesinde toplamakta, akıl vermektedir. Türk televizyonlarındaki etki ajanlarına bakarsanız, Suriye'de demokratik, insan 
haklarına saygılı ve özgür bir toplumun gelişmesi tüm Orta Doğu'nun ve 
Türkiye'nin hayrınadır. Genel seçimler sonrası rahatlayan AKP, şimdi Suriye 
konusunda daha da aktif bir politika izlemektedir. AKP, Batı adına hem rejim 
değişikliklerini ucuza getirmek için hedef ülke liderleri üzerinde "ikna edici" 
rol üstlenmekte, hem de istedikleri fiziksel ve meşruiyet desteği sağlamaktadır. 
Sadece ülke içinde değil, dış politikada AKP, bir operasyon partisi niteliği 
kazanmıştır. Ancak, AKP'nin bu operasyonları ne planlayacak ne de uygulayacak 
bir beyin takımı ve kadrosu vardır. ABD-AB-AKP ilişkilerinin tam bir 
panoramasının çıkarılmasının sadece Türk ulusal güvenliği için değil, başta 
komşularımız olmak üzere uluslararası güvenlik için de önemli bir ihtiyaç haline 
geldiğini kaydetmeliyiz.

Sonuç Yerine..

Türkiye'nin komşusu olan bir ülke ile ilişkisi onun kendi iç dinamiklerine saygı 
göstererek, kendi dönüşümünün gerçekleşmesinde talep edilmesi halinde destek vermek ve işbirliği yapmak olmalı idi. Bugün ise Suriye'deki gerginliklerin nihayetinde ya Beşar Esad bir şekilde çatışmaları kontrol altına alarak, yönetimini devam ettirecek ya da bu çatışmalar bir süre daha devam ederek, mevcut iktidarın yer değiştireceği bir kaos ortamına girilecektir. Ortaya 
çıkacak sonuç hiç de bazılarının iddia ettiği gibi demokratik ve modern Suriye 
olmayacaktır. Esasen ne Batı, ne de Türkiye'nin hesapları bunun üzerine 
değildir. Batılılar ve özelde İsrail, Esad rejimini değiştirerek Batıya müzahir 
bir Suriye yönetimi ile İran'ı yalnız bırakma ve Büyük Orta Doğu'da bir kaleyi 
daha ele geçirme peşindedir. Ancak, her iki durumda da Türkiye kaybeden tarafta olacaktır. Beşar kazanırsa Türkiye, bir kuzudan bir aslan yaratarak gerçek bir düşman kazanacaktır. Artık, Beşar'ın Türkiye aleyhine her hareketi kendine göre meşru bir gerekçe taşıyacaktır. Beşar kaybederse, kazanan ABD, Fransa ve İsrail olacak, ortaya çıkan yeni kaotik rejimde Kürtlerin konumu Türkiye'nin başka bir baş ağrısı olacaktır. Kısaca, BOP'da sıra yavaş yavaş bize gelmektedir. Ulusal çıkar odaklı olmayan ve Batılılarla hareket eden bir yönetimin ülkeyi sürükleyeceği uçurum ancak bölünmedir. AKP+C, çok zayıf ve her an bozulabilecek iç ve dış dengeler üzerinde hareket etmektedir ve bugün gelinen aşamanın bir bozguna dönüşmesi çok zor değildir. Operasyon partileri, operasyonlar için vardır; günü gelince oyun biter, piyonlar torbaya girer.


[1] Operasyon Partisi kavramı Merdan Yanardağ'ın "Operasyon Partisi (Bir ABD Projesi Olarak AKP)" isimli kitabından esinlenerek kullanılmıştır.

[2] Gürkan Zengin: Hoca Türk Dış Politikası'nda "Davutoğlu Etkisi", İnkılap Kitabevi, (İstanbul, 2010), s.154.

[3] Newsweek: Osmanlı Canlanabilir, 14 Haziran 2011.


Uzman Hakkında

Sait Yılmaz
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
sait.yilmaz@yeditepe.edu.tr


Uzmanın Diğer Yazıları

  İsrail’in Kıyamet Senaryosu 
  Orta Doğu’da Kovboy Diplomasisi 
  ABD Çöküyor... 
  Türk-Yunan Savaşı Ne Zaman? 
  CIA ve Analiz 
  Ermenistan’da neler oluyor? 
  Suriye’de Şimdi Neler Olacak? 
  NATO-Rusya Savaşını Kim Kazanır? 
  Bizi Kim, Neden ve Nasıl Takip Ediyor? 
  Rus Suikast Kültürü 
  Sahipsiz Türkçülük ve Türk Dünyası 
  40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı İçin Notlar 
  Suriye’de Bir Çözüme Ne Kadar Yakınız? 
  Afrin Harekatı ve Türkiye’yi Bekleyenler 
  Savaş ve Kahramanlık Üzerine: Kimler Kahraman Olabilir? 
  Orta Doğu’da Rus Realizmi ve Türkiye 
  Rusya İle İlişkilerin Askeri Matematiği 
  Küresel Sermayenin Kudüs’teki İzleri ve Siyonist Plan 
  Kuzey Kafkasya’nın Çalınmış Savaşları 
  21. Yüzyılda İstihbarat 
  Afrika’da Terör ve Sessiz Savaşlar 
  Kuzey Kore Gerçekleri 
  Devlet Adamı ve Kriz Yönetimi 
  Post-Modern İstihbarat 
  Rusya Örtülü Operasyonlarının Dönüşümü 
  ABD-İran Savaş Senaryosu 
  Transatlantik ilişkiler ve Ortadoğu’nun NATO’su... 
  Ortadoğu’da İngiliz İstihbaratı; 1914-1918 
  Suriye'deki İç Savaşın Gerçek Yüzü ve Türkmenler 
  Gelecek 25 Yıl; Büyük Avrasya Projesi (BAP) 
  Türk-Yunan Sorunlarının Neresindeyiz? 
  (H)iç Güvenlik Paketi Bizleri Nasıl Etkileyecek, Hükümetin Hedefi Ne? 
  Ortadoğu’daki Kuzey Kore: Suudi Arabistan 
  Dünya Orduları 2015’e Nasıl Girdi? 
  Ermeni İddiaları ve Gerçekler 
  Aselsan Cinayetlerinin İzini Sürmek... 
  Küresel Terörün Geldiği Aşamayı Nasıl Okumalıyız? 
  Fransa’daki Terör Olaylarının Anlamı 
  2015'e Girerken Uluslararası Güvenlik Ortamı 
  Yükselen Güç Türkiye Masalı 


Copyright © 2018. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.

Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz 
tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

  
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye/2011/06/22/6207/suriye-uzerine-oyunlar-turkiye-ve-akp


***

28 Eylül 2017 Perşembe

KÜRTLER NEDEN DEVLET KURAMAZ

KÜRTLER NEDEN DEVLET KURAMAZ.,






Kürtler Neden Devlet Kuramaz
Dr. Sait Yılmaz 
KÜRTLER NEDEN DEVLET KURAMAZ?

Azerbaycanlı ünlü alim Prof. Dr. Firudun Ağasıoğlu, "Kürtler, Zağnos dağlarında oturan kabile, aşiretler topluluğudur. Yağma ve çapulla geçinirler. Konar-göçer bir halktır." diye yazar. Zaten Kürt kelimesinin anlamı da "Konar-göçer, göçebe yaşam tarzını" benimseyen topluluktur.

Bugün Kürtler, daha ziyade, Türkiye-İran-Irak üçgenindeki sınır boylarında yaşayan bir topluluktur. Bu tür sınır toplumlarına "Frontier" toplumlar denir. Frontier toplumlar, birden çok krallık, imparatorluk, cumhuriyet gibi merkezi yönetimlerini kurmuş toplumların sınırlarında yaşarlar. Ülkelerin sınırları, savaşlar, özel anlaşmalar gibi nedenlerle tarihin içinde değişikliğe uğrayabilir. Bu nedenle, sınır toplumları tarih içinde, aynı coğrafyada yaşamış olsalar da değişik ülkelere tabi olabilirler. Tıpkı Kürtler gibi. Bugün Kürtler, Türkiye, İran ve Irak, hatta Suriye devletlerine bağımlı olarak yaşamaktadırlar.

Türkiye gibi aralarında dil, tarih, ülkü ve hâkim etnik birlik gösteren ülkelere göre, sınır topluluklarının kökenleri hetorojendir (ayrı cinsten, ayrı kandan). Bunlar çeşitli etnik gruplara mensup aşiret, kabile ve boy halinde ya da topluluğu halinde yaşarlar. Bu yüzden devlet kuramazlar. Devlet sahibi olamazlar ve hakim etnik birlik oluşturamazlar. Mensubiyet ve kimlik hislerinden yoksun oldukları için, kolaylıkla başkalarının siyasi emellerine hizmet edecek oyunlara katılırlar. Bu yüzden, sınır toplumları oturdukları bölgelerde devamlı sorun çıkarırlar. Son yüz yıllık tarihe baktığımız zaman, sadece Türk devletine karşı çıkarılan on yedi Kürt isyanı olduğunu görebiliriz. Molla Mustafa Barzani'nin ve oğlu Mesut Barzani'nin Irak hükümetlerine karşı çıkardığı isyanları ve devamlı sorun çıkarmalarını da buna ekleyebiliriz.

Kürtlerin ortak bir dili yoktur

Kürt toplulukları hetorojen oldukları için, ortak bir dilleri yoktur. Hatta daha ileri giderek şunu da söyleyebiliriz: Kimin Kürt olduğu, kimin Kürt olmadığı, kimin Kürtçe konuştuğu, kimin konuşamadığı bile belli değildir. Aslında Zorani, Kurmançi ve Zaza lehçeleri dedikleri lehçeler arasında bir ortaklık olmadığı gibi, anlaşma sağlamak da mümkün değildir. Halbuki, iki ayrı devletleri olmalarına ve aralarında üç bin kilometreden fazla mesafe bulunmasına rağmen Azer lehçesi ile Anadolu lehçesinin ortak gramer kuralları olduğu gibi, bu lehçelerde anlaşmak da oldukça kolaydır. Çünkü, lehçeler farklı olsa da dil ortaktır ve Türkçedir. Kendilerine Kürt diyenlerin ortak bir dili yoktur ve Kürtçe diye bir dil bu yüzden hiç olmamıştır. Konuşulan dil, aşiretlerin, kabilelerin dilidir. Ulus dili değildir. Bunu, farklı lehçe dedikleri ile anlaşamamaları açık olarak gösterir.

Ulus olamayanların tarihleri de olmaz

Henüz millet olamayanların, dilleri olmayanların, devlet geleneği bulunmayanların, tarih boyunca, aşiret ve kabile olarak yaşayanların tarihleri olamaz. Çünkü, tarih yapmak için, millet olmak, medeniyet kurmak, dil, yazı, kültür yaratmak gerekir..

MİLENYUM YAYINLARI 

Bu kitap Kürtleri yok saymak ya da Türk propagandası yapmak amacı ile yazılmadı. Amacımız, Türkler ve Kürtler’in et ve tırnak gibi ayrılmaz bir bütün olduğunu ortaya koymak , birlikte yaşamanın hem en doğru hem de kaçınılmaz gerçek olduğunu ortaya koymaktır.

Türkler ile Kürtler arasında soy, dil, coğrafya, din ve inanç, kültür birliği bulunmaktadır. Ziya Gökalp’in 1922 yılında söylediği gibi; “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir, Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir.” Bu kitap, Kürt kardeşlerimize yeniden düşünme imkânı tanımak için, bölücüler tarafından propaganda amacıyla kullanılan iddiaların arka planını açıklamayı hedefliyor. Türk adını taşıyan bizlerin, kardeşlerimiz ve soydaşlarımız Kürtlerin son 150 yüzyıldır çeşitli dış güçler tarafından sürekli kandırılmaları karşısında ihmalimiz hatta onları tehlikeli görüşümüz, nihayetinde terörün de etkisi ile bizleri gittikçe daha fazla kutuplaştırdı. Bu kutuplaşma ve karşılıklı çekilen acılar daha fazla bizlere zarar vermeden bu gidişata dur demek, biz aydınların yapacağı akılcı çalışmalar ile mümkün olabilir. Tarih boyunca birlikte yaşamış ve aynı cephede savaşmış bizlerin her türlü bölücü düşünceden arınmamız için bu tür düşünceleri önce beyinlerden temizlememiz gereklidir. Bu kitap, Kürtleri yok saymak ya da Türk propagandası yapmak amacı ile yazılmadı. Amacımız, Türkler ve Kürtlerin et ve tırnak gibi ayrılmaz bir bütün olduğunu ortaya koymak, birlikte yaşamanın hem en doğru hem de kaçınılmaz bir gerçek olduğunu göstermektir. 

Yayın Tarihi 2011-03-11    
ISBN 9758773442    
Baskı Sayısı 1. Baskı    
Dil TÜRKÇE    
Sayfa Sayısı 424    
Cilt Tipi Karton Kapak    
Kağıt Cinsi Kitap Kağıdı    
Boyut 13.5 x 21.5 cm

***

   

14 Aralık 2016 Çarşamba

2014; Yeni Bir Dünya Düzeni’nin Başlangıcı


2014; Yeni Bir Dünya Düzeni’nin Başlangıcı




Yazar: Sait Yılmaz

Bundan tam 100 yıl önce Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kısa süre kala dünyada artık kalıcı barışın geldiğine, uluslararası sorunların büyük güçler arasında uluslararası hukuk yolu ile çözüleceğine dair yaygın bir kanaat vardı. 1914 yılına girerken ABD ve Avrupa’daki entelektüel kesim bu umutlarla birbirlerine kartpostal gönderiyorlardı. Ancak, Haziran 1914’de bir Sırp teröristin suikastı ile tetiklenen yeni kitlesel katliam türüne “Dünya Savaşı” adı verildi. Bugün 2014’ün başındayız ve büyük güçler arasında büyük bir savaş gene imkânsız görünüyor. Savaşların değişmez aktörlerinden Rusya, artık büyük bir güç değil, Avrupa’nın askeri gücü gittikçe konumuna göre daha da yetersiz hale geliyor. Savaş alanları olan Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika ise yerel savaşlarla meşgul iken, büyük savaş nerede saklı? Eğer birbirine rakip iki büyük güç arasında hızla artan bir rekabet varsa savaş kaçınılmaz hale geliyor. Bu rekabet küresel olarak tarihte 15 defa yaşanmış ve 11’i büyük bir savaşla bitmiştir[1]

   ABD ve Çin arasında, kaynak paylaşımında yaşanmakta olan sıfır toplamlı rekabet ve güvensizlik, başka ülkeleri de içine çekecek bir girdaba dönüşme ve büyük bir savaş potansiyeline sahiptir. Güney Çin Denizi’ndeki sorunlar nedeni çeşitli ülkelerin gemileri ile şimdilik köşe kapmaca oynarken, Doğu Çin Denizi’nde Çin’in tek taraflı olarak ilan ettiği hava sahası kontrol bölgesi her an bir Japon gemisinin batırılması ya da uçağının düşürülmesi ile sonuçlanabilir. 1914 yılında büyük güçler savaşa girerken aslında hiçbiri bunu istememiş ama mecbur kalmıştı. Geldiğimiz aşama, Soğuk Savaş Sonrası denilen dönemin sonudur, uluslararası ilişkiler grameri yeniden yazılmakta, yeni paradigmaya girilmektedir. 2014 ile birlikte, bu makalede ele alacağımız gibi, yeni bir dünya düzeni başlıyor ve buna uygun stratejiler geliştiriliyor.

2013; Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Sonu

Sovyetler Birliği’nin 25 Aralık 1991’de çöküşü ve Soğuk Savaş’ın sona erişi, uluslararası sistemde bazı hızlı değişimleri birlikte getirdi. 1991 yılı aynı zamanda: Japon mucizesinin sona erişini; Çin’in hızla büyüyen, ihracata dayalı bir ekonomi ile Japonya’nın yerini almaya başlamasını; Avrupa Birliği’ni kuran Maastricht Anlaşması’nın formüle edilmesini ve ABD liderliğindeki koalisyon gücünün Kuveyt’i Irak’tan kurtarmak için savaşa gidişini temsil ediyordu. Soğuk Savaş’ın bitişi uluslararası sistemde 500 yıldır devam eden Avrupa çağını bitirdi. Artık hiçbir Avrupa ülkesi ekonomik, askeri ya da siyasi olarak küresel ölçekte değildi. Soğuk Savaş sonrası dönemin üç belirgin özelliği; ABD’nin tek süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi (tek kutupluluk), düşük işçi ücretine dayalı küresel sanayi gelişiminin merkezi olarak Çin’inyükselişi ve entegre ekonomik güç olarak yeni bir Avrupa’nın yeniden doğuşu oldu. Soğuk Savaş sonrası dönem; 11 Eylül öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılmaktadır. Birinci dönemde ABD tartışmasız siyasi ve askeri hâkim güç iken daha çok ekonomiye odaklanmıştı. Amerikan kurumları içeride dönüşüm savaşında idi ve uzun süren barışın onlara göre olmadığı ortaya çıktı.11 Eylül 2001 ile birlikte Amerikan stratejik kültürü değişti çünkü düşman hem anavatanı hedef almış hem de konvansiyonel olmayan nitelikte idi. Böylece Soğuk Savaş’ın kurumları tekrar etkin hale gelmeye başladı. ABD, İslam dünyasını sivil ve askeri yöntemlerle dönüştürme işine girişti. Bu dönemde Avrupa, ekonomik olarak tökezledi ve siyasi olarak bölündü. Maastricht’te Avrupa Birliği’ne temel teşkil eden varsayımlar bugün geçerli değildir.
Soğuk Savaş, Amerika’nın dünya liderliğine meşruiyet sağlamış ve Özgür Dünya adı altında kendine uygun rejimleri kurmasına imkân vermiştir. Soğuk Savaş’ın bitişi ile baba Bush tarafından açıklanan Yeni Dünya Düzeni konsepti aslında 1930’ların Hitler’inden alıntı idi[2]. O dönemde başkan Roosevelt, bu konsepti ne yeni bir şey olduğu ne de bir düzen getirdiği sözleri ile eleştirmişti. 1990’larda ABD’ye doğrudan yönelik ne bir tehdit ne de bu tehdide yönelik bir strateji vardı. 11 Eylül 2001 sonrasında ise Irak ve Afganistan savaşlarına yaklaşık 2 trilyon dolar harcayan ABD, bu savaşlarda 6.000 kişi kaybetti. Soğuk Savaş Sonrası dönem biterken yeni düzenin ilk önemli özelliği ABD’nin stratejik ekseninin Ortadoğu’dan Asya-Pasifik’e kaymasıdır. Uluslararası ilişkilerde yeni bir döneme, yeni bir dünya düzenine giriyoruz. ABD, gücün bütün boyutlarında (siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve askeri) hala dünyanın hâkim gücü ancak gücünü dikkatli kullanmak zorundadır. Pek çok Amerikalı için Obama dönemi, Amerika’nın gücünün azaldığının belirgin hale geldiği bir safhadır. 17 trilyon dolar milli borcu olan, 363 milyonluk ABD’de halen yaklaşık 50 milyon kişi yiyecek kuponları ile yaşamaktadır. Wilsoncu idealizm ile ihtiyatlı realizm arasında gidip-gelen Obama doktrini, stratejik uyum, vizyon ve süreklilik bakımından zayıf kaldı. Afganistan’dan yakasını kurtarmaya çalışan ABD, küresel üstünlük ile küresel tek lider olma arasında nasıl bir konum edinebileceğini hesaplamaya çalışıyor.

Yüzyıllardır Avrupa’daki büyük güçler arasındaki göreceli güç eşitliği “güç dengesi” diye adlandırılan bir sistem ile anıldı. Kıtada çıkan savaşlar bu denge çekişmelerinin sonucu oldu. Kısaca, jeopolitik eşitlik Avrupa’da pek işe yaramadı. Hâlbuki 14 ile 19. yüzyıl arasında Doğu Asya’da tek hâkim gücün Çin olması, bu coğrafyaya uzun süreli bir istikrar getirdi. Uluslararası ilişkiler jargonunda tarihsel olarak Avrupa’daki güvenlik ortamı “anarşi”, diğeri ise “hiyerarşi” olarak adlandırıldı[3]. Tabii ki hiyerarşide eşitlik yoktur, birileri daha eşittir. Hayatımız boyunca insanların ve ülkelerin eşit olmasını savunurken, uluslararası ortamda eşitlik kaos getirmekte, zorbanın hakim olduğu hiyerarşide ise zorunlu bir barış yaşanmaktadır. Obama’nın seçimler esnasında kullandığı ana slogan “İleri” idi. Aslında “ilericilik”, 200 yıldan fazla bir süredir Sol düşüncenin “eşitlik” kavramından sonra en çok tercih ettiği olgudur. Nitekim ekonomik eşitlik pek çok kitleyi yanına çeken bir ideal olagelmiştir. Eşit paylaşım, Sosyalizmin temel argümanıdır. Eşitsizliğin aşırısı bugün ABD tarafından temsil edilen hegemonya demektir. Hegemonya, kendi barışına yani eşitsizliği sömürmeye meşruiyet ve rıza ister. İnsanlık tarihinde göreceli barış ve huzurun olduğu dönemler hep bir hegemon gücün ürünü olmuştur. Roma, İngiltere, Avusturya-Macaristan ya da Osmanlı İmparatorluğu, işgal ettikleri ya da hâkim oldukları yerleri sömürürken istikrar ve huzur da getirmişler, bunu istemişlerdir. Ancak hegemonya uygulaması 21. yüzyıla gelene kadar çok değişti. İşin içine yumuşak güç ve akıllı güç girdi. Özel askeri şirketler, askerlerin çoğu işini üstlendi. Gelişen teknoloji ve kitlesel medya, uluslararası kamuoyu desteği ve meşruiyet olgusunu öne çıkardı. Soğuk Savaş döneminde, bu meşruiyeti sağlamak için kurgulanan BM ve NATO gibi uluslararası kurumlar artık eskisi gibi işe yaramaz olmaya başladı. Örneğin, Çin, Doğu Çin Denizi’nde oldu-bittiler peşinde iken ne BM ne de NATO’nun esamesi okunmamaktadır.

ABD’nin Değişen Stratejisi

Obama iktidara gelirken Amerika’nın Avrupa ve İslam Dünyası ile ilişkilerini yeniden düzenleme sözü vermişti. Ama ikisini de yapamadı hatta Bush’un politikalarından çok az sapma gösterdi. Bunun nedeni, Obama’nın fikrini değiştirmesi değil, birçok şeyin gerçekte ABD başkanının elinde olmamasıdır. Başkana verilmiş gibi gözüken yetkiler abartılmıştır ve herkes onun her şeyi kontrol altında tuttuğunu, hatta dünyayı yönettiğini sanır. Amerikan başkanının dış politikayı dönüştürme gücü yoktur. Dış politikayı, zengin bir kesim tarafından yönetilen derin devletin belirlediği Amerikan çıkarları, dünyanın yapısı ve Amerikan gücünün sınırları belirler. Geriye başkan için bu çıkarları sağlayacak güvenlik politikaları ve stratejileri kalır. Ama ABD güvenlik politikası da yaklaşık yüzyıldır değişmemiştir. ABD güvenlik politikası, Realist bir anlayışla Doğu yarımküreden gelecek tehditlere karşı uluslararası sistemde gerekli güç dengesini sağlamaktan ibarettir. Başkanın stratejisi ise çatışmaları Batı yarımküreden ve özellikle Kuzey Amerika’dan uzak tutmaktan ibarettir. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı’na kadar yalnızcılık politikası gereği müdahalelerden uzak duran ABD, Soğuk Savaş ile birlikte aktif olarak sisteme katılınca, güç dengesini korumak için stratejiyi tersine çevirdi ve müdahaleler (aktif dengeleme) sürekli hale getirildi.

2008 yılında seçim kampanyası esnasında Obama, aktif dengelemeden vazgeçilerek güç dengesini sağlamanın bölgesel güçlere bırakılması yönünde ilk işaretleri verdi. Ancak, başta Afganistan olmak üzere ABD’nin devam eden askeri angajmanları nedeni ile bu stratejiye hemen geçilemedi. ABD’nin hegemonik gücünü kaybediyor olması anarşiyi de peşinden getirmektedir. ABD, son 20 yılda şunu öğrendi; askerler savaşları kazanmak için gerekli ama nihai sonucu almak için rıza edinmenin şartı olan olumlu Amerikan imajına katkıları olmamaktadır. Bu nedenle Obama,  yumuşak güç yanında “akıllı güce” geçti ve sert güç için bölgesel sorunlara minimum askeri müdahale anlamında “cerrahi vuruş (surgical strikes) doktrini”ni uygulamaya koydu. Arap hareketlerinin arkasında akıllı güç denendi. Askeri olarak Libya’da geriden idare eden ABD, Suriye’de yeni doktrin kapsamında hareket etti. Bu doktrin aynı zamanda Afrika’dan Moğolistan’a insansız hava araçları (drone) ve özel kuvvetler ile 10 yıldır “hedefli öldürme sistemi (targeted killing system)” adı altında yapılmakta olan terörle mücadelenin gerçekte ise rastgele insan avının da diğer bir uygulama alanı oldu. Şu anda CIA ve NSA tüm dünyada hedef arıyor, Amerikan özel kuvvetleri aramızda dolaşıyor, ABD özel askeri/istihbarat şirketleri müşterileri için komplolar hazırlıyor, Washington’daki Amerikan generalleri ise bulunan hedefleri sivil-asker-masum ayırt etmeksizin odalarındaki monitörden drone ile vurarak, ülkelerine hizmet etmenin gururunu yaşıyorlar. Şimdilerde ABD’nin elinde drone ve özel kuvvetlerden daha etkili ve ucuz başka bir oyuncak bulunmamaktadır.
Yeni ABD stratejisi, ekonomik nedenlerle olayları yönetmek yerine, kendi akışına bırakmayı ve sınırlı müdahaleyi öngörüyor. Strateji yönetmekten ziyade stabilize etmeyi hedefliyor. Bu gerçekte klasik anlamda olmasa da bir tür ‘yalnızcılık’ politikası olarak da görülebilir. Temel varsayım; dünyadaki gelişmeler kabul edilebilir olduğu sürece müsamaha etmek, ekonomiyi geliştirmeye bakmak. Rakipleri tarafından boyun eğme politikası izlemekle suçlanan Obama, orduyu küçültmekte, ekonomik yardımları sınırlamakta, sistemin kendi kendine dönmesine müsaade etmektedir[4]. Ruslar, bu stratejiyi çabuk fark ederek kendi çevrelerini dönüştürmeye başladılar. Ortadoğu’da Obama’nın İran’ın durdurma yerine dizginleme fikri de bu stratejinin ürünüdür. Suriye ise bölgesel güçlere dayanma stratejisinin en iyi örneği oldu. Esat’ın varlığı İran’ın bölgesel gücünün dengeleri bozmasına neden olan en önemli unsurdu. Obama’nın stratejisi muhalefete örtülü destek dışında müdahil olmamak ama problemin çözümünü taşeronlara bırakmaktı. Türkiye ve Suudi Arabistan, ABD’nin isteğini kendi ideolojik hevesleri ile birleştirerek Esat’ı devirme işini üzerlerine aldılar. Ancak, yeni strateji, gerektiğinde ABD müdahalesinin geç kalacağı ve bunun da çok pahalıya mal olabileceği eleştirisi aldı. Bu stratejinin hayata geçmesi için Obama, Pentagon ve ABD istihbaratı ile yeni kurguyu çalışmaktadır. Obama’nın stratejisi ne kadar devam edebilir, bilinmez. Biraz da yeni gelişmeler bunu belirleyecek. Jimmy Carter da başkan olduğunda dünya olaylarından uzak durmak niyetinde idi ama İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali bunu engelledi.

 2014’de Büyük Güçler ve Beklenen Gelişmeler

Petrole dayalı Amerikan ekonomisi ya elindeki petrolü ya da onu dışarıdan satın alacak parayı bitirecektir. Ancak durumun bu kadar kötü olmadığını gösteren gelişmeler var. Öncelikle yatay petrol kuyusu açma ve yer tabakalarının arasına girilmesi teknolojisinin geliştirilmesi daha önce keşfedilmemiş yeni petrol rezervlerinin ortaya çıkmasını sağladı. Amerika kendi keşfettiği bu teknoloji ile Suudi Arabistan, Venezüella ve Afrika’da yeni kaynaklar yaratma peşinde, bunun için de buraları karıştırma peşindedir. ABD’nin ikinci büyük güç çarpanı gene yeni geliştirdiği iPhone, Amazon, Facebook, Google gibi sosyal medya veya Microsoft yazılım teknolojileri olacaktır. Tüm dünyada Jeff Bezos, Bill Gates, Steve Jobs gibi yeni beyinler yakalama peşindedir[5]. Avrupa’nın ‘sınıf’, Hindistan’ın ‘kast’, Çin-Japonya-Kore’nin ‘ırk homojenliği’, Afrika’nın ‘kabilecilik’, Ortadoğu’nun ‘din muhafazakârlığı’ temeline karşı Amerika; yeni fikirler ve icatlar için geçmiş, ırk, yaş, din ayırımı yapmadan üstün zekâlılar toplumu yaratma peşindedir. Amerikalılara göre daha çok para kazanmak isteyen iş adamı, daha çok okunmak isteyen yayıncı ya da daha çok insana hitap eden eğlence dünyası sonunda Amerikan zenginliği ve gücüne hizmet etmektedir. Bu ırksız ve kozmopolitan düzende artık gençler devlet kademelerinde üst makamlara gelmek ya da milliyetçilik gibi ideolojiler peşine düşmek yerine Lockheed ya da Toyota’da iyi maaşı olan bir iş kapmak peşine düşeceklerdir. Bu sistemin gereği olarak da ulus-devlet anlayışı bitecek, artık hiçbir ülkede bağımsızlık ve egemenliğe düşkün milliyetçi ya da solcu liderler ve güçlü ordular barınamayacaktır.

Avrupa, egemenliği büyük ölçüde üye devletlere bırakarak üstüne kurduğu ekonomik entegrasyona dayalı birlik anlayışında başarısız oldu ve çözülüyor. 2008’de ortaya çıkan ülkelerin borç ve bankacılık krizi, Avrupa Birliği’nde finansal ve ekonomik krize yol açtı. İşsizlik hala pek çok ülkede %10’un üzerinde ve ekonomi geriliyor. Bu dönemde, AB içinde, genel olarak kabul edilebilir ve uygulanabilir politika üretme sorunu ortaya çıktı. Fransa son derece vasıfsız François Hollande’i başkan seçti. İngiltere batıyor, İtalya’da günü TV komedyenleri kurtarıyor. Avrupa’nın gerçek lideri olan Almanya’nın Angela Merkel’i ise Avrupa Birliği’nin söküklerini dikmeye çalışıyor. Avrupa, birlik öncesi ulus-devletlerin çoklu rekabet dönemine geri dönüyor.Ülkeler kendi çıkarları peşinde sıfır toplamlı bir yarışa girdiler. Zayıf ülkelere yapılacak yardımın yükünün paylaşılması kadar, ülke içinde bu yükün nasıl paylaşılacağı da sorun oldu. Böylece kriz ülkelerin içinde sınıf çatışmasına da dönüştü[6]. Avrupa’nın büyük bölümü de zayıf ülkelerden oluşmaktadır ve ekonomik entegrasyon zayıf ülkelere göre değildir. Bugün bu ülkelerin elindeki tek güç AB’nin dayatmaları karşısında egemenliklerini savunmaktır. Nitekim Macaristan, AB yapısını umursamadan daha egemen ve otoriter bir siyasi sistem kurmaya başladı. Ticari çıkarları nedeni ile Avrupa’nın bölünmesini istemeyen Almanya, diğer ülkelerin sistemde kalabilmesi için bütçelerini ve ekonomi politikalarını kontrol altına alıyor. Güney Kıbrıs önce Alman mallarını almayı reddederek karşı koydu ama sonunda egemenliğini Almanya’ya teslim etti. Şimdilerde Güney Kıbrıs’ın başından beri AB’ye hiç alınmaması gerektiği daha yüksek sesle mırıldanılmaya başlandı[7].

Yeni uluslararası sistemde üç ana ekonomik motor bulunmaktadır; ABD, Avrupa ve Çin. Çin ve Avrupa’nın ABD’yi dengeleyememekteki en büyük hataları gücü sadece ekonomik olarak algılamaları, siyasi ve askeri boyutunu ihmal etmeleri oldu. ABD, Sovyetler Birliği ile güç dengesini kendi lehine değiştirerek çökertmişti. Avrupa ve Çin ise sadece ekonomiye odaklanarak kendi kendilerini çökertme yolundalar. Böylece yeni bir çağa giriyoruz. Çin, ihracatın ağır baskı altında olduğu ve sosyal istikrarın tehlikeye girdiği bir dönemdedir. Çin’in temel problemi 1 milyardan fazla kişinin günde 6 dolardan az kazanmasıdır. Bunların çoğu 3 doların da altındadır. Çin, iç kesimlerdeki hayat standartlarını değiştirmek zorunda aksi takdirde büyük iç karışıklıklara gebedir. Çin, askeri olarak deniz kuvvetleri bakımından hassastır ve en büyük korkusu Amerikan ablukasıdır.Çin’in Kasım 2013’de Doğu Çin Denizi’nde Hava Savunma Kontrol Bölgesi ilan etmesi üzerine; ABD bunu ilk protesto eden ülke oldu ve bölgeye iki B-52 bombardıman uçağı gönderdi. Diğer ülkelerde ABD ile dayanışma içinde olduklarını göstermek için bu hava sahasını kullanmaya devam ettiler. Çin’e göre bu kontrol bölgesinin amacı ticari amaçlı olmayan uçaklara karşı savunma amaçlı bir tedbirdir. Çin Savunma Bakanlığı sözcüsü Geng Yansheng; “Çin’in ilgili hava sahasını etkin bir şekilde yönetecek ve kontrol edecek kabiliyete sahip olduğunu” açıkladı.
Enerji ihracına dayalı ekonomisi kötü giden Rusya’da iç huzursuzluklar devam ediyor. Enerji dışında madencilik, metal, inşaat, yiyecek gibi sektörleri ayağa kaldırmaya çalışan Rusya’nın kısa sürede sonuç alması beklenmiyor. Bir yandan Eski Sovyet çevresindeki konumunu güçlendirmeye çalışan Rusya, Ukrayna’yı en azından 2015 başkanlık seçimlerine kadar Batının elinden kurtardı. Rusya; Moldova ve Gürcistan’a siyasi ve askeri baskı yaparak AB ile yakınlaşmalarını engellemeye çalışıyor. Baltık ülkeleri, Rusya’nın etraflarında gittikçe saldırgan bir konuşlanma içine girmesinden oldukça rahatsız ve NATO garantisini sorguluyorlar. Rusya, Avrasya Birliği ile eski Sovyet Cumhuriyetlerini ekonomik olarak kendine bağlamak istemektedir. Ermenistan, Kırgızistan ve Tacikistan; önce ekonomik ve güvenlik bağlarını güçlendirerek, Rusya ile Gümrük Birliği’ne girmeyi, 2015’de ise Avrasya Birliği’nde olmayı planlıyorlar. Asya-Pasifik bölgesi ile ilişkilerini de enerji kartı üzerinden geliştirmek isteyen Rusya, bunun için gerekli altyapıyı geliştirmeye çalışıyor.

 2014’ü şekillendirecek 5 en önemli gelişme şu şekilde öngörülmektedir[8];
          
    - İran ve ABD arasındaki yumuşamanın devamlılığı;

İran’ın geliştirmeye çalıştığı nükleer program ile ilgili daha önceleri görüşmeyi bile kabul etmeyen ABD yönetimi, Obama ile diyalog kapısını açtı. İki ülke arasındaki 35 yıllık gerilim ilk defa normalleşme sürecine girdi ama ABD’deki İsrail lobisi başta AIPAC[9] olmak üzere sert bir şekilde bu diyaloga karşı çıktı. ABD-İran yumuşaması devam edecek olsa da iki ülkedeki iç dengeler durumu tersine çevirebilir. İran karşısında kendisini güçsüz ve cesaretsiz hisseden Suudi Arabistan, İran ile görüşmek yerine Arap koalisyonunu ona karşı güçlendirme yolunu seçti ancak bir sonuç alması beklenmiyor. Suudi Arabistan, 2014’de aktif mezhep politikalarına devam edecek, görüş ayrılıklarına rağmen ABD ile enerji ve askeri bağlarını sürdürecektir. Suriye’deki vekilli iç savaş sınırlı da olsa devam edecektir.
            - Avrupa’da milliyetçi ve aşırı partilerin yükselişi;

Ekonomik durgunluğun ve yüksek işsizliğin devam ettiği Avrupa’da bu yıl sosyal huzursuzluklar beklenmektedir. Mayıs 2014’de yapılacak Avrupa Parlamentosu ve 2014’ün sonunda yapılacak Avrupa Komisyonu seçimleri ile milliyetçi partilerin daha etkin konuma geleceği ve entegrasyon politikalarının daha da zora gireceği hesaplanmaktadır. 2014’de Yunanistan, Güney Kıbrıs, Portekiz ve Slovenya ekonomik olarak en sıkıntılı ülkeler olacaktır. Bu yıl, Avrupa’da bölücü faaliyetler için özel bir yıl olacaktır. Eylül’de İskoçya’da yapılacak bağımsızlık referandumundan İngiltere’nin baskısı ile önemli bir sonuç çıkması beklenmemektedir. Ancak durumun daha ciddi olduğu İspanya’da Katalanların referandum isteği Madrid yönetimi tarafından reddedilmektedir. Referandum yapılsa bile Katalanların arasındaki derin bölünme 2014’de bağımsızlık ilanını engelleyebilir.

            - Rusya ve Almanya’nın Doğu/Orta Avrupa ve enerji üzerine pazarlığı;

Avrupa Birliği, artık zorlayıcı güç olma özelliğini yitiriyor. Avrupa çözülürken, eski gücüne dönmeye çalışan Rusya, bulanık suda balık avlamayı seçiyor. Bunun için bir yandan doğal gaz kartını kullanırken, diğer yandan Macaristan ve Polonya’da metalürji tesisleri, Slovakya’da demiryolları satın alarak Avrupa’da siyasi etkisini artırmak istiyor.Orta Avrupa’ya ticaret yolu ile girmeye çalışan Rusya, buraların asıl sahibi olan Almanya ile Orta Avrupa, Ukrayna ve enerji konusunda pazarlık yapıyor. Amerikan gücünden memnun olmayan Almanya, Rusya’nın enerjisine o da Almanya’nın teknolojisine muhtaçtır. Alman-Rus yakınlaşması ABD’ye iki dünya savaşı arası dönemi hatırlatmaktadır. ABD, bu ikilinin arasındaki Polonya’ya güçlü destek vermektedir. 

            - Çin’in güç politikalarına dönüşü;

Çin, etrafındaki denizlerin kendi gölü olduğunu iddiasındadır. Çin, Asya-Pasifik’teki rolünü ABD aleyhine geliştirmeye devam etmekte ve geri adım atmamaktadır.Ekonomik mucizesi artık bir sona gelen Çin, askeri seçeneklerini geliştirmeye başladı.Çin’in küresel bir askeri güç projeksiyonu geliştirmesi ekonomisi iyi gitse bile çok zaman alacaktır. ABD’nin Asya-Pasifik’te 70 yıldır korumaya çalıştığı Amerikan barışı (Pax-Americana), Çin’in tek taraflı girişimleri ile tehdit edilmekte, Çin ile egemenlik sorunları olan Japonya da bu savaşın kaçınılmaz aktörü olarak gözükmektedir. Japon Başbakanı Abe, şimdilerde sadece ekonomiyi canlandırmak değil, orduyu da yeniden inşa etmek peşindedir.

            - Türkiye’de iç karışıklık ve ekonomik sıkıntı;

Türkiye, 17 Aralık 2013’de başlayan rüşvet ve yolsuzluk operasyonları sonrası ağır bir siyasi ve ekonomik kriz dönemine girmiştir. Erdoğan yönetimi, önceliğini iktidarının açıklarını kapatacak bir (E Tipi) hukuk sistemi ve kolluk yapılanmasına vermiştir. Büyük ölçüde yabancıların kontrolünde olan Türk ekonomisi de alarm çanları çalmaya başlamıştır. AB ve NAFTA tarafından istenmeyen Erdoğan’a Transatlantik Yatırım Ortaklığı, Avrasya Birliği ve Şangay İşbirliği Örgütü kapıları da kapatılmıştır. Erdoğan, yerel seçimlerden zayıflayarak çıkacaktır. PKK ve siyasi uzantıları ile yürütülen çözüm görüşmeleri sonucu ortaya çıkan silahlı eylemsizlik; kolluk güçlerinin elini-kolunu bağlamış, PKK/KCK Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da istediği de facto yönetimi hayata geçirmiştir. Bu nedenle, strateji değişikliğine giderek gerilla savaşı yerine, geniş halk ayaklanması ile kendi kaderini tayin hakkı yöntemini benimsemiştir. Bu yıl içinde bazı halk hareketleri ve silahlı eylemler görülecek olsa da, geniş kapsamlı ayaklanma genel seçimler sonrasını bekleyecektir.

Sonuç; Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcındayız…

2013 yılı ile birlikte Soğuk Savaş sonrası dönemin 11 Eylül 2001 ile belirlenen paradigmalarını bir kenara bırakıyor ve yeni bir dünya düzenine yelken açıyoruz. Çünkü artık içinde bulunduğumuz dönemi 11 Eylül sonrasının kuralları ile açıklama imkânı kalmadı. Yeni dönemin temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir;
- Stratejik büyük güç mücadelesinin Asya-Pasifik bölgesine kayması, başta Çin’in olmak üzere bölge ülkelerinin askeri kapasitelerini hızla geliştirmekte olması,
- ABD’nin aktif güç dengeleme stratejisini terk ederek, müdahaleleri bölgesel güçlere bırakması, Avrupa’dan uzaklaşarak yeni bölgesel müttefikler araması,
-  Dünyanın içinde bulunduğu ağır ekonomik kriz nedeni ile müdahalelerin sivil güç-istihbarat işbirlikleri, cerrahi askeri operasyon niteline dönüşmesi,
- Soğuk Savaş’ın uluslararası güvenlik kurumlarının (NATO, BM vb.) işlevlerini kaybetmeleri, bölgesel güçlerin ve güvenlik çözümlerinin öne çıkmaya başlaması.

Yeni dünya düzeninde güç dengesinin nasıl bir şekil alacağını ABD-Çin rekabeti kadar; Rusya, AB ve Japonya’nın toparlanma gayretleri belirleyecektir. Gidişat çok kutupluluğa doğru olup, bugünkü 1+4 (ABD + Çin, RF, AB, Japonya) dengesi; 0+5 veya 2+3’e dönüşebilir.

     Türkiye’nin bulunduğu Ortadoğu bölgesine dönecek olursak, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi beklenen sonucu vermedi; Mısır, Suriye ve Irak yoldan çıktı. Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan’daki ABD onaylı liderler de kendi özel gündemlerinin peşine düştüler. Şimdi asıl sorun Ortadoğu’daki yeni durumda taşların yerine nasıl oturacağıdır.Esat kalacak ve ülkedeki seçimleri yönlendirmeye çalışacaktır. Suriye’ye sokulan cihatçı El Kaide, Lübnan’da ki yerli cihatçıları takviye ederek Hizbullah’ı iki cephede savaşmaya zorlayacak, sonuçta Lübnan da karışacaktır. Mısır ordusu, bahar aylarındaki seçimde Selefilerin kazanması için çalışacak ve Sina Yarımadasından içeriye doğru cihatçı (Sünni terörist ya da çakma El Kaide) tehdidi artacaktır. İç politikası gibi on yıllık Osmanlıcı ve mezhepçi dış politikası iflas eden Türkiye, ABD’ye yakınlaşarak bölgesel güç konumunu takviye eden İran’a karşı Türkiye, denge arama peşindedir. Tüm komşuları gibi Irak merkezi yönetimi ile de arası bozuk olan Türkiye gene Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi liderine sarılmakta ve buradaki enerji kartını oynamaya çalışmaktadır. Irak ise, bölünme sürecinde oldukça ilerledi. Ortadoğu haritasında Irak’ın kuzeyinden başlayan bir yırtılma beklenmektedir. Bu yırtılmadan Türkiye de nasibini alabilir. Jeopolitiğin evrimi döngüseldir. Büyük güçler doğar, yükselir, düşer ve yok olur. Hatta yok olurken, tıpkı Osmanlı’nın Türkiye’yi doğurması gibi yavrular ve imparatorluk genlerini de aktarırlar. Ancak yanlış ellerdeki Türkiye bugün doğum sancıları çekmektedir.
             
KAYNAKÇA;

[1]Graham Allison: 2014: Good Year for a Great War?, The National Interest, (Jan 1, 2014).

[2]Conrad Black: A New World Order, The National Interest, (March 14, 2013).

[3]Robert D. Kaplan:Anarchy and Hegemony, Stratfor, (April 17, 2013).

[4]George Friedman: The State of the World: Explaining U.S. Strategy, Stratfor, (February 28, 2012).
[5]Victor Davis Hanson: America’s Big Fat Advantage, National Interest, (March 21, 2013).

[6]George Friedman: Europe in 2013: A Year of Decision, Stratfor, (January 3, 2013).

[7]George Friedman: Beyond the Post-Cold War World, Stratfor, (April 2, 2013).

[8]Stratfor Global Intelligence, 27 December 2013.

ABD’NİN İRAN OYUNU


ABD’NİN İRAN OYUNU

Yazar: Sait Yılmaz
22 ŞUBAT 2010 PAZARTESİ


ABD; Çin, Rusya Federasyonu ve AB ülkeleri ile telekonferans yöntemi ile yeni yaptırımları görüşürken, Suudi Kralı Faysal'ı da yakın markaja aldı. 2006, 2007 ve 2008 yılında BM Güvenlik Konseyi'nde (BMGK) ABD baskısı ile alınan kararlar kapsamında, zaten pek çok ekonomik ve ticari yaptırım süreç içinde İran'a uygulanmaktadır. Gelinen aşama bunların daha da sertleştirilmesi için bu kararın önündeki en büyük engel olarak görülen ve İran ile dostluğu bir zaruret olan Çin'in ikna edilmesi gibi gözüküyor. Bunun için de Suudi kartı devreye sokulmaya çalışılıyor. Konu sadece nükleer diplomasi olmanın ötesinde ABD tarafından uzun zamandır kurgulanmakta olan kriz yönetiminin ve psikolojik savaşın bir parçasıdır. Bu makalede; ABD'nin İran oyununu ya da oyun içinde oyunları sorgulayarak, Türkiye için buradan çıkarılması gereken dersleri ve yapmamız gerekenleri sorgulayacağız.

ABD'nin İran Oyunu; ABD ve İran ne yapmak istiyor?

1979 İran Devrimi'nden bugüne ABD-İran ilişkileri oldukça çalkantılı dönemlerden geçti ve bugüne kadar iki ülkenin sık sık birbirlerini savaş ile tehdit etmeleri ve bunun emarelerini her fırsatta vermeleri alışılageldik bir durum oldu. Konu ne İran'ın demokratik bir ülke olup olmaması, ne terör silahını kullanması, ne de son zamanlarda nükleer silahlara sahip olma tehlikesidir. İran, nükleer silah tehdidinden vazgeçse de öncesinde olduğu gibi ABD'nin İran ile ilgili hevesleri devam edecektir. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın gülücükler dağıtan pozu ile dünya ülkelerini İran'a karşı ortak eyleme çağıran tavrı göründüğü kadar masum ve insani değildir. ABD, İran petrollerini ve güneydeki Hürmüz Boğazını kontrol etmeyi gözüne kestirmiştir. Gerisi teferruattır yani gerekçesi zaten bulunacaktır. On yıllardır ABD, İran'a bir müdahale için gerekli uluslararası kamuoyunu bilincini ve kendisine meşruiyet sağlayacak argumanları sıcak tutmakta ve bunun için sahip olduğu imkânlar ile Şer Ekseni'nin bir parçası olan İran imajını canlı tutmaktadır.

Peki, ABD'ye tam da istediği gibi bu argümanları veren İran ne yapmaktadır? Tabii ki Ahmedinejad olmasa da ABD onun yerine başka bir Ahmedinejad getirecektir. Tıpkı Irak'ta ki Saddam gibi adamlar olmalı ki ABD müdahale edebilsin. ABD'nin on yıllardır sürdürdüğü bu krizi tırmandırma ve müdahale planının farkında olan İran gibi ülkelerin ABD gibi büyük konvansiyonel kuvvetler karşısında başvurabileceği ancak iki silah bulunmaktadır. Bunlar konvansiyonel tehdidin menzilinin altında ve üstünde kalan terör ve nükleer silahlara başvurmaktır. İşte tam da asimetrik tehdit ve güç dengesi dediğimiz şey budur. ABD, müdahale için kapıya geldiğinde yani güneyden İran'ı kuşattığında büyük bir hava akını ve füze savaşı başlayacaktır. ABD, İran'a karadan girerse büyük zayiat vereceğinin ve yenileceğinin farkındadır. Bu füze savaşının gereği olarak 'füze kalkanı" projesi geliştirildi ve yerleştirilmeye çalışılıyor. İran'ın nükleer silahı kimi vuracaktır; tabii ki İsrail'i. İran'ın bu caydırıcı gücü edinme gayreti İsrail kadar ABD'deki Yahudi lobisi ve onlarla ayakta kalabilen ABD yönetimini endişelendirmektedir.

Gelinen aşamada ABD, İran'ın uranyumu % 20 zenginleştirme kararından sonra bu aşamada daha da etkili ve sert yaptırımlar arayışındadır. Peki, ABD hangi yaptırımların peşindedir? Hillary Clinton'a göre; sıradan insanlar zarar görmeyecek hem ekonomik izolasyon olacak, hem de insanlar zarar görmeyecek (kimi kandırdığını sanıyorsa), ama İran hükümeti ve özellikle de İran devrim muhafızları hedef alınacaktır. Bunu Türkiye, örneğin Irak'ın kuzeyine planlasa ABD hemen Türkiye'nin tutumunun demokratik olmadığını ve bize teröristlerle görüşmeler yapılması gerektiğini, söylerdi. ABD'nin şu aşamadaki hedefi, askeri, ekonomik ve enerji yaptırımları ile İran'ın enerji ve ithalatı ve ihracatını dizginleyerek, İran ekonomisine zarar vermektir. Muhtemelen ABD, bunu Irak Savaşı öncesi olduğu gibi bilgisayar oyunları ile bol bol oynamıştır ve vereceği zararı hesap etmiştir. Ancak ABD istihbaratı hesap yapmakta iyi olmakla birlikte, sosyal ve kültürel istihbaratta oldukça zayıftır. Eğer sürpriz bir askeri operasyonla İran'a zarar vereceğini ve caydıracağını düşünüyorsa, gene çok fena yanılıyor.

Çin'in Enerji Denklemi ve ABD

Yeni yaptırım kararının BMGK'dan çıkması için Çin'in evet demesi lazım. Gelinen aşamada Rusya bu işe ikna edilmiş gözüküyor. İran, Çin'in 32 milyar dolarlık ticaret ortağı, bundan da önemlisi Çin'in ekonomik büyümesi için en uygun enerji ihracatçısı ülkedir. İşte bu aşamada, ABD, sözde Çin'in İran'a bağımlılığını azaltmak için Suudi Arabistan'ı devreye sokarak, bu ülkenin garantisi karşısında BMGK'da "evet" oyu istiyor. Ancak Çin için işler, ABD'nin basına yansıttığının ötesinde, bu kadar basit değildir. Çin, Hürmüz Boğazını kontrol eden ABD nedeni ile zaten Araplar yerine coğrafi yakınlık da göz önüne alınarak İran'ı enerji alanında ithalatçı ülke seçmiştir. ABD'nin diğer yandan Çin Denizi'ne gelen enerji yolu üzerindeki Malakka Boğazı'nı tutuyor olması Çin'i ikinci defa bir boğumla karşı karşıya bıraktığından Çin ulusal güvenlik stratejisi yıllardır Orta Asya üzerinden Orta Doğu'ya ulaşacak bir stratejiye yönelmiştir. Bu nedenle, Çin-Rusya Federasyonu-İran işbirliği bu stratejinin temeline yerleşmiştir. Irak'ın bölünmesi ile güneyde kurulacak Şii Devleti aynı zamanda Çin'in yolunu Arabistan'a ulaştıracak yegâne formül olarak görülmektedir.

Hem güneydeki deniz yolları üzerinde ABD tarafından kuşatılan, hem Tayvan sorunu ile hemen ötesinde ABD kaynaklı büyük bir tehdit hisseden ve tüm savunma gayretlerini ABD ile olası bir hesaplaşma için geliştiren Çin'in bir günde ABD dostu olup, İran'ı da bir kalemde silmesi beklenemez. Çin'in endişeleri ABD'nin finosu Suudi garantisi ile giderilemez. Her ne kadar öne çıkmasa da Rusya'nın da bu denklemin bir parçası olduğu ve şimdilik aldıkları ile yetindiği unutulmamalıdır. Üstelik ABD yakın zamanda Tayvan'a 6.4 milyar dolarlık silah satarak ve Dalay Lama ile görüşerek ne kadar dost (!) olduğunu hatırlattı ya da aba altından sopa gösterdi. Korkunun ecele faydası yoktur. Bugün İran'ın başına gelecekler yarın Çin'in başına da gelecektir. Amerika'daki think-tank merkezlerinin on yıldır orta vadede İran'a müdahale, uzun vadede Çin'i bertaraf etme üzerine senaryolar çalıştığını biliyoruz. Pek çok yerde İran-ABD ve Çin-ABD'de savaşlarının kapsamı da bu çalışmalarda yer aldı[1].

Şimdilik Çin hem oyalıyor, hem de pazarlığı yüksek tutuyor. Bir yandan İran'ın güneydoğusundaki doğal gaz yatakları için İran ile anlaşma yaptı, diğer yandan ABD'ye, "İşi diplomasi ile çözelim, sabır!" diyor. Çin, ABD'nin garantisine ve hele Suudi pasına pek güvenmiyor. Gelinen aşamada Çin önemli bir test safhasındadır; ya bugüne kadar uluslararası kamuoyu önünde zar zor sağladığı prestijini ve uzun vadeli çıkarlarını korumak için ABD'ye hayır diyecek, ya da kısa vadede durumu kurtarmak için ABD'ye evet deyip, bir gün sıranın kendisine gelmesini bekleyecektir. Görüldüğü gibi ülkelerin dostu yoktur, çıkarları vardır. ABD ve Rusya bölge politikaları için gizliden gizliye nasıl anlaştı ise Çin de belki bir yerde anlaşacaktır. Ama mutlaka Çin bunu ABD'ye pahalıya satacaktır. Buraya kadar olanlardan ders alması gereken ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Türkiye, tıpkı karanlık Suudi rejimi gibi ABD'nin bir işareti ile hareket eden ve kendi çıkarlarını unutmuş bir ülke konumundadır.

Türkiye; Almadan Veren Ülke

Suudi Arabistan'ın gülünç durumuna bakalım. ABD işaret veriyor, Suudi Arabistan yapıyor. Hedef başka bir Müslüman ülke, peki nerede İslam birliği hayali kuranlar? Hâlbuki bu ülke, Orta Doğu'nun en demokrasi dışı, barbar rejimine sahiptir. Peki, neden kimse Suudi Krallığı'ndan demokrasi istemez. Çünkü söz konusu olan ABD çıkarları ise geride kalan her şey lafta kalmıştır. Orta Doğu ve enerji kaynakları söz konusu olduğunda önemli olan o ülkenin ABD vesayeti altında olmasıdır. Şimdi Türkiye'nin bu krizdeki durumunu özetleyelim. Amerikalıların tam da Türkiye'nin ve Suudilerin müttefikliğine uyan bir atasözü vardır; "Oltadaki balık, yem istemez." Türkiye de Suudi Arabistan gibi almadan veren, işaret edilen bir ülkedir. Körfez ve Irak Savaşı'nda kaybettiklerimizden ya da telafi edemediklerimizden bahsetmiyorum. Türkiye'nin ele geçirildiğinden, kendi çıkarlarını koruyamayacak şekilde bir tuzağa düşürüldüğünden dem vuruyorum.

ABD tarafından Türkiye'nin iç ve dış parametreleri öylesine ele geçirilmiş ki Türkiye, çantada keklik bir ülke konumuna getirilmiştir. Örneğin İran ile ilgili ABD istekleri karşısında da yıllardır olduğu gibi Türkiye'ye pratikte değeri olmayan, sadece Türk kamuoyunu uyutan vaatler sunulmakta ama bu kartlar hiç kapanmamaktadır. 

Nedir bu kartlar; Ermeni Soykırım Yasasının ABD Senatosu'ndan geçmemesi, PKK'ya karşı destek sözü, Türkiye'nin AB üyeliğinin desteklendiği, Kıbrıs'ta (Rum tarafından açıktan desteklenmeyerek) barışçı bir çözümün desteklendiği gibi sözden öteye gitmeyen, pratikte bir değeri olmayan vaatler. Peki, İran ile ilişkilerimiz bozulursa neler kaybederiz? Nabucco, İran gazı olmadan yürümez ve bu ülke ile yaptığımız gaz anlaşmaları da biter. Irak'ın kuzeyi ile ilgili Türkiye-İran-Suriye anlaşması çöker. Orta Asya Cumhuriyetlerine Türkiye'den giden TIR yolu kapanır. ABD, bunları telafi eder mi? Hiç sanmıyoruz. Üstelik halen uygulanan yaptırımlar gereği İran ile iş yapacak firmalara 20 milyon dolar sınırı getirilmişken ve AB ülkeleri, Çin ve Rusya bu sınıra uymuyorken, Türkiye'ye engel konulmaktadır.

Türkiye'nin çıkarları nedir ve nasıl korumalıdır? Türkiye ile İran arasında bazı siyasi sorunlar vardır ama bunlar İran'a yani komşu bir ülkeye karşı bir düşmanca eylemi desteklememizi gerektirecek şeyler değildir. ABD bu coğrafyadan bir gün tamamen gidecek, İran'daki rejim de bir gün değişecektir ama bizim İran halkı ile tarih önünde hesaplaşmamızda başımız dik olmalıdır. Üstelik İran'ın bölünmesi ya da kaosa girmesinin bize hiç faydası yoktur. Olsa olsa Büyük Kürdistan hayali kuranların vardır. İran'ın batı sınırındaki 7 milyonluk Kürt eyaleti ile birleşmek ve İran'ın kaynaklarını tıpkı Irak'ta olduğu gibi ele geçirmek isteyenlerin çıkarı vardır. Türkiye'nin çıkarı statükonun korunması ve güçlü devlet yapıları içinde bölgesel güvenliğin teröre ve bölücü hareketlere imkân vermeyecek şekilde geliştirilmesidir. Ama bir İran müdahalesi kaçınılmaz olursa da Türkiye kendi çıkarlarını koruyacak ve telafi edecek fırsatları kendi yaratmalı ve kullanmalı, yani proaktif olmalıdır.

Sonuç

Sonuç olarak, ABD ve İran denkleminde devam eden süreç bir kriz yönetim sürecidir. Dünyayı yönettiğini sanan tek hegemon güç yani ABD, "hedef ülke" belirliyor, diğer ülkelere ne yapması gerektiğini söylüyor, ikna için başka ülkeleri zorluyor. ABD'nin uzun zamandır devam eden İran'a karşı kriz yönetiminde hem yaptırımlar sertleştirilerek İran ile ilgili gündem sıcak tutuluyor, hem de uluslararası ortam İran'a karşı bir müdahaleye hazırlanıyor. Bu müdahalenin sadece zamanını bilmiyoruz. Ama dikkat edilmesi gereken husus şudur; İran hedef olarak seçilmiştir, müdahale için zaman kollanmaktadır, krizi isteyen İran değil ABD'dir. İran'a müdahale veya İran'ın anarşi içine girmesi Türkiye'nin yararına değildir. Türkiye olarak önce yakamızı sıkan ABD boyunduruğundan kurtulmalıyız. Türkiye, artık Hamas'a, sözde İslam dünyasına sahip çıkacağına kendi çıkarlarına sahip çıkmalı, önceliğini Irak'ın kuzeyindeki oluşumu yok etmeye vermeli, İran'da dahil diğer ülkelere vereceği her desteği pahalıya satmalıdır. Görüldüğü gibi ülkelerin dostu değil çıkarları vardır.

 KAYNAKÇA;

* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Danışma Kurulu Üyesi; BÜSAM Müdürü;

[1] Bkz: Sait Yılmaz, Ulusal Savunma Strateji, Teknoloji, Savaş, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2008, s. 545-549.



...


8 Haziran 2016 Çarşamba

DEMOKRASİ VE GÜVENLİK



DEMOKRASİ VE GÜVENLİK

Yazar: Sait Yılmaz
[*] 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Danışma Kurulu Üyesi; BÜSAM Müdürü.


Basında sık sık izlendiği gibi tüm bölücü istekler demokrasi adına yapılmakta, ülke güvenliği ile ilgili ne kadar çivi varsa demokrasi adına sökülmeye çalışılmaktadır. Bütün bu girişimlerin tek tek bireylerin özgür düşünce ve isteklerinden kaynakladığını düşünmek de bizler için büyük saflık olur.
Ülkemiz içten ve dıştan çeşitli propaganda ve baskı ağları ile örülmüş, bölücü bir senaryonun aktörleri; ülke içi işbirlikçileri ile birlikte, önüne çıkan her engeli 'demokrasi' söylemi ile aşmayı bir yöntem haline getirmiştir. Bu makalenin amacı demokrasinin sadece ucu açık -yani gelişen ve pek çok modeli ile, bir yönetim biçimi olduğunu size hatırlatmak kadar bir dış müdahale yöntemi olarak kullanıldığını da işaretlemektir. Bunu yaparken son bölümde Türkiye'nin yaşadığı dönem ve terörle mücadelede ihtiyacımız olan güvenlik anlayışı ile ilgili çıkarımlar da ortaya koyacağız.

Demokrasi Bir Çözüm müdür?

Demokrasinin tanımı konusunda ortak bir anlayışa varılamamıştır. Kimilerine göre iktidara gelmek için adil bir seçim yapılarak halkın oyuna başvurulmuş olması yeterlidir (minimalci düşünce). Demokrasi, serbest ve adil rekabetin bulunduğu, düzenli aralıklarla yapılan seçimler vasıtası ile bir iktidarın oluşturulduğu sistem içinde halkın idaresini esas alan bir yönetim biçimi olarak tanımlanabilir[1]. Bugün dünyada kaç çeşit demokrasi olduğu ve bunların nasıl sınıflandırılabileceği siyaset bilimcileri ve araştırmacılar arasında uzun süredir devam eden bir tartışma konusudur. Yapılan bir çalışmaya göre 1997 yılında dünyada 550 tip demokrasi belirlenmişti[2]. Demokrasi kavramı ile ilgili olarak batılı bilim adamlarının çalışmaları demokrasinin ucu açık şekilde gelişmekte olan bir olgu olduğu sonucuna varmıştır. Demokrasinin üç ayrı şekilde özgürlükleri kullanmak için bir vasıta olduğu kabul görmektedir; serbest ve adil seçimler, kendi kaderini tayin hakkı, bireysel seçimler doğrultusunda kendini idare etmek.
Demokrasilerin en popüler iki genel kategorisini seçim (electoral) demokrasisi ve liberal demokrasi oluşturmaktadır. Seçim demokrasisinde düzenli, rekabete açık, çok partili seçimlerle yasama ve yürütme organlarının seçildiği sivil ve anayasal bir sistem söz konusudur. Seçimleri temel alan bu minimalci kriterlerin yeterliliği pek çok kez tartışma yaratmaktadır. Liberal demokrasi ise mülkiyet haklarının garanti altına alındığı bağımsız, rekabetçi ve liberal bir ekonominin varlığı ile ortaya çıkmaktadır. Böylece demokrasi ve ekonomi arasında oluşan bağ söz konusu özgürlüklerin serbest ekonomi anlayışı ile birlikte gelişmesinin önünü açmıştır. Kuramsal olarak demokrasiye üç temel eleştiri yöneltilmiştir. Bunlar sırası ile (1) Demokrasinin çoğunluğun tiranlığına yol açtığı; (2) Bilgisizliği taçlandırdığı; (3) Aslında bir oligarşinin örtülü yönetimine sahte bir görünüm kazandırdığıdır. Olumlu eleştirenler ise; insan onurunu yücelttiğini, sürekli bir yurttaşlık eğitimi verdiğini ve böylece insanlığın daha geniş bir uygarlık düzeyine ulaşmasına katkıda bulunduğunu ifade etmektedir.
Demokratik ideallerin mantık sınırını zorladığında çelişki oluşturdukları genel kabul gören bir anlayıştır. Bu ideallerin temelinde yer alan özgürlük ve eşitlik genellikle çatışmaktadır[3]. Bir ülkenin ayrılıkçı akımlara karşı silahlı veya bazı özgürlükleri kısıtlayıcı tedbirler getirmesi onun küresel demokrasi kriterlerine uyum derecesini aşağıya çekerken akla şu soru gelmektedir; Demokrasilerin isyancılara ve teröristlere karşı kendini koruma hakkı yok mudur? Çoğunluk yönetmelidir ama azınlık direnebilmelidir fakat yönetim veya azınlık aşırıya kaçacak olursa, öbürü ortadan kalkmaktadır. Birey kutsaldır fakat yönetim topluluğun yani kamunun çıkarlarını gözetmelidir. Seçim için oy isteriz ama muhalefete hoşgörü gözetilmelidir. Bu tür çelişkilerin listesi uzayıp gider. Bu yüzden vurguladıkları idealler ve kullandıkları kurumlar açısından demokrasiler iki kategoriye ayrılır. Birinci kategorideki demokrasi tonu açısından özgürlükçüdür ve havası bireycidir. Azınlıkları koruma açısından çok titizdir, çoğunluk yönetimini sınırlayacak kurumlar oluşturulur. Birey özgürlüğü devlet alanı daraltılarak yorumlanır. Bu ülkeler arasında ABD, Kanada ve İsviçre sayılabilir. İkinci kategorideki demokrasi; eşitliğe doğrudur ve egemen olan çoğunluktur, toplumsal yönelimlidir. Yönetimin güçlerini yoğunlaştırır ve mekanizmasını merkezileştirir. Böyle demokrasiler gerçekten güçlü bir devlet yaratırlar. Devlet eşitleyici olduğu için etkinliği çok geniş bir alana ulaşmalıdır. Bu tür demokrasiye Danimarka ve Yeni Zelanda örnek verilebilir.

Müdahale Yöntemi Olarak Demokrasi

Demokratik sistemlerin zayıf ve düzenli olmadığı, ekonomik anlamda gelişmemiş ülkelerde; demokrasinin ve demokratik hakların gündeme getirilmesi, azınlık haklarını, farklı kimliklerin kendilerini ifade edebilmelerini ve kültürlerini koruma isteklerini ilgili ülkelerin siyasal sorunlarının arasına sokmaktadır. Bu ülkelerde, genellikle etnik ve dinsel ayrılıkçı hareketler kendilerine geniş destek bulabilmekte olduklarından devletin de yumuşak karnını oluşturmaktadırlar. Kendilerine avantajlar sağlamak isteyen ülkeler bu durumdan azami ölçüde istifade etmenin yollarını aramaktadırlar. Demokrasi geliştirmeyi dış politikasının merkezine koyan Amerikalılara göre; modern uluslararası sistem henüz çok yenidir ve devletler yeni durumlara alışıp, ilişkilerine yeni bir düzen vermeyi düşünmeye fırsat bulamamışlardır. Dünyaya gerçek çok-köklü demokrasi modelini sunmak için dünyadaki hiçbir ülke, tüm kusurlarına karşın, Amerika kadar iyi donanmış değildir.
Eski ABD Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi G.John Ikenberry'e göre[4]; "Amerikan tek kutuplu dünya düzeni; demokrasi düşüncesi ve hükümetlerarası kuruluşların karmaşık ağı etrafında organize edilmiştir ve Amerikan sisteminin bu özellikleri hegemonik gücünün (ülkeleri) değiştirmek ve susturmak için manifestosudur." Ikenberry'e göre; açık demokrasi sahibi ülkeler güç kullanmaya daha az istekli olacaklarından Amerika için daha az endişe edilir olacaklar ve kurumsal ağ ile geçirgenlik sağlayacaklardır. Nitekim Amerikan demokrasi geliştirme anlayışı, elit tabakanın kontrolündeki politik sistemlerin emniyetini ve istikrarını değil, sivil topluma nüfuz etmeyi ve geniş halk kitlelerini harekete geçirecek yerel elitleri ve mekanizmaları kontrol altında bulundurmayı hedeflemektedir.
Demokrasi geliştirme, Amerikan müdahale sistemine operatif yöntemler sağlamıştır.Demokrasi projesi eylem planının stratejisi, ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren bir örgütlenme sağlamak böylece, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurmaktır. Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler gösterse de, ana program değişmemektedir. İçine sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir "medyatik" ve "entelektüel" yedek güç oluşumu ile, "manifacturing public perception" denilen "kamu-oyunun algılama dizgesini üretme" sürecinde, ülke insanlarının, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünceleri, ya da eylem planlarını, bizzat kendi kurumlarının, kendi beyinlerinin ürünüymüş gibi algılayıp, uygulamaya geçmeleri sağlanmaktadır. Sonuç olarak, demokrasi; etnik ve dinsel ayırımlar temelinde toplumsal ve siyasal alanda istikrarsızlıklar ve krizler yaratmak için ideolojik yönlendirmeleri de kapsayan bir müdahale aracıdır.

Tehdit Altındaki Ulus-Devlet ve Güvenlik

Ulusal güvenlik kavramının, devletin sınırları içerisinde kalan bireyleri kapsayacak şekilde iç güvenliği, diğer yandan devlete karşı dışarıdan gelebilecek tehlikelere yönelik dış güvenliği kapsadığı genel kabul görmektedir. Bununla beraber, ulusal güvenlik bir bütündür, bu ayırım daha çok güvenliğe yönelik tehditlerin kaynağını işaret etmek içindir. İktidarların başlıca görevi, ulusal güvenlik çerçevesinde; devletin hayati ve diğer çıkarlarının korunması ve kollanmasıdır. Devletlerin zayıflığının önemli bir boyutu, devletlerin kimliklerini gösteren rollerini yeterince yerine getirememekten oluşur. Nitekim bugün Türkiye'nin yaşadığı sorunların temelinde de kimlik sorunu yatmakla birlikte, bu sadece bize has bir sorun değildir. Seksenli yılların başında dünyadaki bütün devletlerin % 27'sinde etnik ulusal grup tüm halkın % 95'ini veya fazlasına sahipti. Bütün devletlerin % 38'inde ise tüm halkın % 60-95 arası aynı gruba düşüyordu ve diğer devletlerin % 10'unda halkın % 40-60 arasında büyük bir grup vardı. Devletlerin %13'ünde iki büyük grup halkın %65 ve 95'ini teşkil ediyordu ve devletler dünyasının % 12'sinde tüm halkın % 34 ve 97'si arasına düşen üç grup bulunmaktaydı[5].

Ortak bir ulusal kimlik yaratmak devlet tarafından başarılamazsa, etnik köken; kimliğinin en önemli kaynağı haline dönüşmektedir. Böylece iç savaş ve devletin yıkılış tehlikesi ortaya çıkmaktadır. İç savaş tehdidi altında olan bu devletler ulus-devlet kimliği sorununu aşamayarak hem kendi halkı için, hem de uluslararası ilişkiler için tehlikenin kaynağı olmaktadır. Eğer etnik yapıdan kaynaklanan baskı ve eylem devamlılık arz ediyorsa, aynı devlette birlikte yaşayabilmek için en azından üç şarttan birinin olması gerekir;

- Kuvvetli bir devlet gücü,
- Uyumlu canlı bir ideoloji veya
- Bireylere hoşgörülü bir tutum uygulanması veya "(kendi) dünyasında insanca yaşama hakkı". Şayet bu üçlü yoksa ayrılıkçılık en azından geçici bir süre tek çözüm olabilmektedir[6]. Doğru çözüm ise ortak bir kimliği kullanacak milliyetçi bir ideolojinin tüm vatandaşlar tarafından benimsenmesidir.

Kuvvetli bir devlet gücü ile uyum sağlayacak yegane ideoloji tüm vatandaşları aynı kimlik altında toplayacak milliyetçiliktir. Milliyetçiliği sulandırmak için geliştirilen alt-kültür ve alt-kimlik tezlerine rağmen 21. yüzyılda da milliyetçilik hem güç mücadelelerinin hem de ulus-devletin en önemli ivmesidir. Milliyetçilik, temelinde ulus-devlet düşüncesi ve ulusal kimlik kavramına dayanmaktadır. Amerikan, İngiliz, Fransız veya Alman politikalarını kendi kimlik, ırk ve din değerlerinden ve bir bütün olarak ulus olma bilinci ve üstünlük anlayışından ayrı tutmak mümkün değildir. Avrupa Birliği tarafından pompalanan milliyetçilik ve ulus-devlet karşıtı post-modern değerler ise teorik olarak kaos içinde bir dünyayı temsil eden bizler için uydurulmuş elbisedir. Bunu daha iyi test etmenin yolu bu güçlerin ulusal çıkarları söz konusu olduğunda demokrasi, insan hakları, kişi özgürlükleri, azınlık hakları, uluslararası hukuk gibi değerleri ne kadar dikkate aldıklarını gözlemlemektir.

Türkiye'nin Gündemi; Demokrasi ve Güvenlik Çelişkisi

Son aylarda özellikle hükümetin 'demokratik açılım' adını verdiği siyasi gelişmeler; siyasi yollardan bölücülüğü görev edinmiş DTP'nin gerçek konumu hakkında pek çok detayı belirginleştirdi. Görüldü ki, DTP; PKK terör örgütünün elebaşısı Öcalan'a bağlıdır ve onun ağzı ile hareket etmektedir. Bu aynı zamanda sözde demokrasi adına bölücüler ile hükümet arasında aracılığa soyunan DTP'nin ne İmralı'ya ne de Kandil'e sözünün geçmediğinin, tamamen bir PKK siyasi uzantısı olduğunun göstergesi oldu. DTP'nin söylemlerinden anlaşıldı ki; dertleri halk veya demokrasi değil Öcalan'ın rahatıdır, kendi statülerini Öcalan'ın varlığı ile devam ettirilebilmektir. Demokrasi peşinde bölücülük yapan DTP iki temel şey istemekteydi;

- Kürt kimliğinin anayasaya sokup özerklik istemek ve
- Öcalan'ın serbest kalması,

Unutulmamalıdır ki bunlar sadece bulunulan aşamanın istekleridir. Öcalan serbest kalınca ve Kürt kimliği tanınınca asıl bundan sonra terörün ve isteklerin ardı kesilmeyecektir. Görüldüğü gibi terörle mücadelede teröristle ve onun siyasi uzantıları ile pazarlık yapılması en önemli hatadır. Terörle mücadelenin temelinde; asla taviz vermeden sonuna kadar mücadele kararlılığının sürdürülmesi yatmaktadır. Demokratik açılım projesinin en önemli hatası; terörle mücadele ederken yanlış bir zamanlama teröristlere cesaret verecek şekilde gündeme getirilmesidir. Açılımın yöntem sorunu yanında hazırlık ve alt-yapısının hiç olmaması da diğer eksiklikleridir. Türkiye, teröristle muhatap olmuş, sanki taviz vermeye mecbur, zayıf taraf durumuna düşmüştür. Açılımın bir sonucu olarak terörle mücadelede güvenlik güçlerinin motivasyon kaybına uğraması ise en büyük risktir. Tek fayda gelinen aşamada bölücü maskelerin bir kere daha düşmüş olmasıdır. Buradan alınması gereken ilk ders, terörle mücadele siyasi yollardan bir şey yapacağım diye zamansız ve hazırlıksız işlere kalkışılmaması, terörün sadece silahlı gücünün değil siyasi uzantılarının da kararlılıkla yok edilmesi gerektiğidir.

Terörle siyasi yollardan mücadele demek; güvenlik güçlerinin ihtiyacı olan siyasi kolaylıkların sağlanması yani onların mücadelesine destek olacak iç ve dış tedbirlerin geliştirilmesi, diğer yandan terör örgütü ve siyasi uzantılarının önlerinin kesilmesidir. Bugün DTP içindekiler kadar terör örgütü elebaşısı ve diğer örgüt mensuplarının hepsinin hayali bir gün devlet tarafından tanınmak ve kendilerini kahraman yapacak statüye siyasi yollardan kavuşmaktır. Bu idealin yok edilmesi terörle mücadelenin temelinde olmalı, halka umut veren bölücü terör sözcülüğüne soyunanlar değil devlet olmalıdır. Öte yandan son dönemdeki gelişmeler terörle mücadelede dikkatimiz Irak'ın kuzeyinden bilinçli olarak uzaklaştırılmıştır. ABD ile son yapılan görüşmeler de sözde yeni yöntemler diye gündeme gelen hususlar tıpkı istihbarat desteği vaadi gibi Türk Silahlı Kuvvetleri'ni Irak'ın kuzeyinden uzak tutmak için uydurulmuş modellerdir. Türkiye askeri ile Irak'ın kuzeyine girmeden oradaki hasta bölgeyi temizlemek kadar, Irak'ın kuzeyinde kendine yakın bir müzahir bölge oluşturmadan Irak'tan gelen tehdidin biteceğini ummak ülke yöneticilerinin en büyük vebali olacaktır.


Sonuç

Sonuç olarak terörle mücadeleye kalındığı yerden ve daha kararlılıkla devam edilmeli, teröristlerin olduğu kadar siyasi destekçilerinin de umutları kırılmalıdır. Bunun için dış güçlerden icazet alarak değil, öncelikle kendi gücümüzle terörün hakkından gelmek esas olmalı, gözler sadece terörün batağına değil, diğer ulusal çıkarlarımızın da önünde engel unsurlar bulunduran Irak'ın kuzeyine çevrilmelidir. Bu kapsamda, siyasi güç öncelikle güvenlik güçlerinin mücadelesinin yanında olacak tedbirlerin peşinde olmalıdır. Demokrasi olgusunun; ülkemizin içindeki etki ajanı tabakasının bölücü istekleri desteklemek için sık sık başvurduğu çerçeve bir konsept kılıfı olduğu da unutulmamalıdır. Demokrasi ve güvenlik karşı karşıya geldiğinde tıpkı Batılı ülkelerde olduğu gibi her zaman önceliği güvenlik almalıdır. Çünkü güvenlik olmadan yani ulus-devlet var olmadan demokrasi de yaşayamaz, gelişemez.


_________________________

[1] Robert A. DAHL: "Democracy and Its Critics", Yale University Press, (New Haven, 1989), 88-89.
[2]David COLLIER and Steven LEVITSKY: "Democracy With Adjectives: Conceptual Innovation İn Comparative Research", World Politics 49, No.3, (1997), 430-451.
[3] Leslie LIPSON: Demokratik Uygarlık, Çev. H.GÜLALP, T.ALKAN, Türkiye İş Bankası Yayınları, (Ankara, 1984), 488.
[4] G.John IKENBERRY: Strategic Reactions To American Preeminence: Great Power Politics In The Age of Unipolarity, Georgetown University Press, (Washington DC, Dec 2004), 8.
[5] Gunner P.NIELSSON: States and Nation Groups: A Global Tasonomy, Devletleri ve Millet Grupları. Küresel Sınıflandırma, Ronald Rogowski (Yayınlayan) New Nationalisms of the Developed West, Gelişmiş Batının Yeni Milliyetçiliği. James Rosenau: Turbulence in World Politics. A Theory of Change and Continuity, Dünya Politikalarında Çalkantı / Kriz. Değişim ve Devamlılık Teorisi, New York, 1990, s. 406 .
[6] Pierre HASSNER: Milli Devlet-Milliyetçilik-Kimlik Tespiti, Der. Karl KAISER- Hans-Peter SCHWARZ: Yeni Yüzyılda Yeni Dünya Politikası, Çev. Müjdat KAYAYERLİ, Simenis Yayınları, (Ankara, 2005), 94.
http://www.21yyte.org/ sitesinden 08.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


..