Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 5
ABD’nin Buyruğu: Atatürk’ün Dış Politikasını Terk Edin
Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sözüyle somutlaşan diğer ülkelerin içişlerine karışmama ve dışarıda macera aramama ilkesi en azından devlet kademelerinin belli bir kısmında hâlâ geçerliliğini koruyor. Ancak, bu ilke adım adım göz ardı edilmeye başlandı. Bu ilkenin göz ardı edilmesi, şüphesiz en çok ABD’nin işine geliyor. Türkiye gibi bir gücü ‘koçbaşı’ gibi Adriyatik’ten Çin’e kadar olan istikrarsız bölgede kullanabilmek ABD için göz ardı edilemeyecek bir avantaj. Zaten bu nedenle ABD, Atatürk’ün maceracılığa karşı çıkan dış politikasına karşı ideolojik anlamda da mücadele veriyor. Örneğin CIA’nin Ortadoğu Masası şefi Graham Fuller bir yazısında şöyle buyuruyor: “1. Dünya Savaşı’nın ardından gelen yıllarda modern Türk devletinin kurucusu ve Türklerin atası Mustafa Kemal Atatürk’ün hürmet edilen ve köklü dış politika mirasının fiilen iptal edilmesi nedeniyle, Türkiye’de Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’da yeni bir rol üstlenilmesi kolayca kabul görmemiştir. Yeni cumhuriyet eski çok uluslu, çok mezhepli Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğduğu için, Atatürk yurttaşlarını dış politikada etnik veya din bağlarına dayalı her tür toprak talebinden kaçınmaları ve modern sınırları içindeki yeni Türk ulus devletinin kalkınması ve korunmasına odaklanmaları konusunda uyarmıştır. (...) Şüphesiz o dönem açısından Atatürk’ün genel vizyonu mantıklıydı ve bu vizyon bazı istisnalar dışında Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar büyük ölçüde izlenmiştir. (...)Türki Cumhuriyetlerin Sovyetler Birliği’nden bağımsızlıklarını kazanmaları ve Balkanlar’da yeni etnik politikanın doğması, bu güçlü mirasın revize edilmesine yol açmıştır. (...) Türkiye’nin oldukça yorucu ve talepkâr bir döneme girdiğine şüphe bulunmamaktadır. Atatürkçülüğün eski dış politika kaynakları ve Türklerin üç kuşaktır tanıdığı dünya artık değişmiştir.”[41]
Fuller, açıkça Türkiye’nin Atatürk’ün gösterdiği yolu değil, ABD’nin gösterdiği yolu izlemesi gerektiğini söylüyor. Tabii bunu yaparken Atatürk karşıtı gözükmemek için de elinden geleni yapıyor. Bilinen ‘dünya artık değişti’ bahanesiyle tüm ilkelerden taviz verilmesi isteniyor. Evet, dünya değişmiştir, ABD artık bu dünyanın jandarması olmuştur, Türkiye’ye önerilen ise en önde savaşacak basit bir jandarma eri olmaktır.
Balkanlaştırma Politikası
Balkanlar’da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte ortaya çıkan irili ufaklı devletlerde Türk ve/veya Müslüman nüfus oranı önemli orandadır. Özellikle bu toprakların bir dönem Osmanlı sınırında olması nedeniyle, örneğin Bosna’da çoğunluk %43 ile Müslümanlardan oluşmaktadır, ayrıca Kosova’da 2 milyon, Makedonya’da ise 500 bin Müslüman bulunmaktadır.[42] Bu bölgede Türkiye’nin etkin olması Avrupa’dan çok ABD’nin isteği, çünkü Avrupa ülkeleri zaten bu bölgede daha etkin olmak için bir mücadele içinde. ABD ise, Türkiye üzerinden bölgede etkin olmayı planlıyor.
Avrupa ile ABD’nin bölgede ortak bir düşmanı var: Sırplar. Sırpların Ortodoks olması bu düşmanlıktaki baş neden sayılabilir. Din bağı nedeniyle Rusya’nın Sırplar üzerinde büyük bir etkisi bulunuyor. Rusya’nın Sovyet dönemindeki gibi tekrar Doğu Avrupa’da etkin olmasını istemeyen Avrupa ve ABD, Sırplarla diğer uluslar arasındaki savaşlarda hep diğer ulusları destekledi. Ancak Avrupa ülkeleri ile ABD bu noktada birbiriyle ayrı da düştü. Avrupalılar Türkiye’nin Balkanlar’a müdahale etmesini çok hoş karşılamadı, çünkü Türkiye’nin güçsüzleştirilmesi stratejisine çok ters düşecek bir gelişme olacaktı. Bunun yerine Katolik Hırvatlara destek vermek ilk adım oldu Avrupa açısından. ABD de Türkiye ile birlikte Bosna’yı destekledi. Bosna’nın yalnız bırakılmasıyla birlikte hem Türkiye’nin hem de ABD’nin bölgede daha etkin olması üzerine Avrupa ülkeleri Bosna’ya da yardım eli uzatmak zorunda kaldı. [43]
Tanzimat’tan Kozmopolitizm’e Sömürge Aydınları
İnsan hakları, azınlık hakları gibi temel kavramlar, uluslarüstü bir kimlikle Batı’nın denetimine sokulurken, ulusal kalan her kurum Batı’nın dünya hâkimiyeti önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Ulus-devlet ekonomik ve siyasal açıdan emperyalizmden kısmen bağımsız kalabilen ve geleceğini kendi belirleyebilen devletler bu engelin en somutlaşmış hali. Batı’nın hâkimiyet isteğine ulus-devletlerin bir refleksle direnmesi nedeniyle Batı, ulus-devletleri kökten ortadan kaldırmak için bu direnci içten kıracak kozmopolit ideolojiyi öne çıkardı.
Demokrasi, insan hakları ve azınlık hakları gibi temel kavramlar ve özgürlük kavramı uluslar üstüne çıkarılarak kozmopolitleştirilirken ulus-devletler de aynı şekilde kozmopolitleştirilerek güçsüzleştirilmek isteniyor. Yüzölçümü, nüfusu ve potansiyeli bakımından dünyanın en güçlü ulus-devletlerinden biri olan Türkiye de bu ideolojik saldırıdan payına düşeni alıyor. Türkiye üzerinde uluslararası ‘tarafsız’ hakem kuruluşların gözetiminde bir demokratikleşme ve ilerleme anlayışını savunmak, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını Batı’dan gelecek demokrasi için feda etmek hatta kendi ulusal kimliğini demokrasinin engeli olarak görmek ama aynı zamanda Batı’nın ulusal kimliğine hayran olmak günümüz kozmopolit aydınının karakteri.
Türkiye’de kozmopolitizmin hem sağ hem de sol siyaset arenasında büyük etkisi bulunuyor. Siyasi yelpazenin bu iki farklı kutbunda kozmopolitizm günlük politikaya farklı şekillerde uyarlanıyor.
Türkiye 1970’lerde Gümrük Birliği’ne sokulmak istendiğinde büyük sanayiciler dahil toplumun pek çok kesiminde büyük tepkiler doğmuştu. Türkiye’nin büyük burjuvazisi, henüz gümrük duvarları olmadan kendi ekonomik geleceğini kurabilecek durumda değildi. Ancak 90’lara geldiğimizde ekonomik yatırım açısından Avrupa sermayesiyle birlikte pek çok ortaklığa giren ve artık ‘büyüyen’ Türk büyük burjuvazisi için gümrük birliği bir engel olmaktan çıktı. Büyük sermaye açısından paranın Türkiye’de mi Avrupa’da mı kazanıldığının, ya da Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kazanılıp kazanılmadığının pek bir önemi yok. Çünkü büyük sermaye, ulusal değil sınıfsal bakıyor olaya.
Büyük sermayenin kozmopolitizmi, bu çevrelerin temsilcisi olan DYP ve özellikle ANAP’ta kendini gösteriyor. Kasım ayında açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi’ndeki Kıbrıs ve Kürt sorunu hakkındaki maddeler tüm Türkiye’de büyük tepki toplarken Mesut Yılmaz’ın Katılım Ortaklığı Belgesi’nin bir ev ödevi olduğunu belirtmesi ve AB’ye üyeliğin Diyarbakır’dan geçtiğini savunması[44] AB’ye üye olan diğer ülkelerin de Türkiye gibi siyasi sorunları olduğunu söyleyerek AB’ye üyeliğin bu ülkelerin bölünmesine ve rejimlerinin tehlikeye girmesine neden olmadığını savunması bu açıdan anlamlıdır. Kısacası kozmopolit sağ, büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda ulusal çıkarların göz ardı edilmesi oluyor. Bu çevre, Kıbrıs’ın Türkiye açısından aslında ekonomik bir yük olduğu, Güneydoğu’ya devletin yaptığı yatırımların o bölgeden elde edilen vergiden yüksek olduğunu savunarak da ulusu ve vatanı değil, kendini düşünüyor.
Kozmopolit sol, insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kavramları uluslararası hale getirerek ancak ve ancak Avrupa sayesinde ulaşılabilecek hedefler olarak tanımlıyor. Ancak, hem Türkiye tarihinden, hem de genel dünya tarihinden bildiğimiz gibi Batı’dan ne insan hakları ne de demokrasi geliyor. Tersine özgürlüklerin yaşanması Batı’ya karşı çıkıldığı oranda mümkün oluyor. Kozmopolit sol işte bu özgürlüklerin Batı’ya karşı mücadele edilerek kazanılabileceği ve yaşanabileceği gerçeğinin göz ardı edilmesini sağlıyor. Aynı şekilde, özgürlüklerin yaşanmasının ve demokrasi mücadelesinin ancak ve ancak halkın örgütlü gücüyle olacağı gerçeği de bu mücadele Batı’nın baskısına devredilerek atlanmış oluyor.
Son tahlilde kozmopolit sol, özgürlük ve demokrasi mücadelesini halktan koparıp Batı’ya teslim ederek, Batı karşıtı milliyetçiliği özgürlük ve demokrasi düşmanlığına vardıran faşizmin güçlenmesine neden oluyor. Ayrıca özgürlük ve demokrasi mücadelesini Batı’ya devredip halkın yürüteceği bir mücadele olmaktan çıkartarak hiçbir zaman yaşanamayacak ütopyalar haline dönüştürüyor.
AB’nin Alternatifi Faşizm Mi?
MHP’nin başını çektiği milliyetçi sağ, özellikle Katılım Ortaklığı Belgesi’nin açıklanmasından sonra AB’ye karşı çıkmaya başladı. Bu karşı çıkışın temelinde Kürt Sorunu ve Kıbrıs’tan kaynaklanan geleneksel milliyetçi reaksiyon yatıyor. Türkiye’nin bölünmesini en son isteyecek çevrelerden olan MHP, bu açılardan AB’ye karşı çıkarken AB karşıtlığı çerçevesinde Türk milliyetçiliğini (hatta Türk ırkçılığını) fikirsel ve eylemsel alanda örgütlüyor. MHP’nin AB karşıtlığının yarattığı bir diğer sonuç da, AB’nin kendi argümanları haline soktuğu insan hakları, demokrasi gibi temel özgürlüklerin de karşısına dikilmesi.
MHP’nin yarattığı bu ideolojik temel, AB karşıtlığının hangi çerçevede yürütülmesi gerektiğini de gösteriyor. AB’nin Türkiye üzerindeki emellerine karşı olmak, AB’nin Türkiye için gösterdiği hedeflere de karşı olmak anlamına gelmemeli. Bağımsızlıkçı tavır, sırf AB istiyor diye insan hakları ihlallerini kabul etmek, demokrasiye karşı olmak veya özgürlük düşmanı olmak anlamına gelmemeli. Bu açıdan Türkiye tarihinde önemli bir birikim ve olumlu bir geçmişim de var. Atatürk döneminde Türkiye yüzlerce yıllık tarihi boyunca ilk kez Batı’yı karşısına almış olduğu halde hiçbir şekilde çağdaş değerlere karşı çıkmadı. ‘Batı’ya rağmen Batılaşma’ da diyebileceğimiz bir şekilde, Batı’da ortaya çıkan çağdaş değerleri Türkiye’ye uyarlamaktan çekinilmedi.
Avrupa’nın siyasi yaptırımlarını değerlendirirken unutmamamız gereken nokta uygarlığın hiçbir ulusun ya da topluluğun mülkiyetinde olmadığı gerçeğidir. Uygarlık dünya tarihi boyunca çeşitli toplumların önderliğinde gelişmiştir. Bu toplum bazen Doğu bazen de Batı olmuştur. Ancak emperyalizm döneminden sonra teknoloji ve bilimde kendi tekelini yaratan Batı, en azından bu tekel sürdüğü sürece, kendi önderliği dışında bir uygarlık seçeneği bırakmamış ve bu şekilde dünya hâkimiyetini geliştirirken tekelinde tuttuğu uygarlığı kullanmaktan çekinmemiştir. Ancak hiçbir demokrasi ve özgürlük anlayışı Batı’nın tekelinde olamaz. Uygarlaşmak Batı’nın kölesi olmak anlamına gelmediği gibi ancak ve ancak Batı’ya karşı uygarlığın tekelini ortadan kaldırma mücadelesi verilerek gerçekleştirilebilecektir.
AB’ye Direnenler
Vural Savaş’ın, Katılım Ortaklığı Belgesi’ni Lozan’ın intikamı olarak nitelendirmesi Atatürkçü çevrenin Batı’ya bakışını yansıtması açısından önemli. Atatürk’ün mirası, Atatürkçü çevrenin Batı dayatmalarına karşı direnmesinde önemli bir çıkış noktası.
Ancak Atatürkçü çevrelerin yaşadığı en önemli çelişki Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışının Batıcılık olarak yorumlanması. Halbuki Atatürk dış politika anlayışı gereği yüzünü Batı’dan çevirip Doğu’ya yönelmişti. Atatürk devrimleri ise şekilsel olarak Batı’ya benzese de, Atatürk bu devrimleri Batı’nın güdümüne girmeden gerçekleştirmişti. Çağdaşlaşmacılık ile Batıcılık arasındaki temel ayrım da zaten buydu. Atatürk devrimlerin çıkış noktasını Batı olarak değil, Türkiye halkı olarak görmüştü ve bu nedenle başarılı olmuştu. Atatürk’ün Batı’nın bir parçası olma gibi bir hedefi yoktu. Atatürk döneminde Türkiye, Batı’nın oluşturduğu hiçbir ittifaka katılmadı.
Ab ve ABD Kıskacında Türkiye
AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi’yle ve Nice Toplantısı’nda Türkiye’nin 2010 yılına kadar AB’nin üye olamayacağını açıklamasıyla birlikte Avrupa’dan dışlanan Türkiye’nin önünde bu defa da ABD’ye yaslanma tehlikesi çıkıyor.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi tüm Avrupa’yı karşısında bulan Osmanlı kendine güvenemediği için Amerikan Mandası dışında bir kurtuluş yolu göremiyordu. Ancak Atatürk önderliğindeki Bağımsızlık Savaşı’yla birlikte Türkiye’nin önündeki diğer seçenek hayata geçirilebildi.
AB’nin Türkiye’yi dışlamasından sonra ABD’ye yakınlaşma 90’lardan itibaren dünyada oluşmaya başlayan yeni kutuplaşmayı da gösteriyor. Soğuk Savaş döneminde Batı tarafından dışlanan ülke soluğu Sovyetler’in yanında alırdı. Bugün ise seçenek ya AB ya da ABD gibi görünüyor. Ancak AB ile ABD arasındaki çatışma henüz çok görünür ve keskin değil, çünkü Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni jeopolitik henüz bu iki kutup tarafından tam anlamıyla değerlendirilmiş değil. 2000’li yılların başında görünen şu ki hem AB, hem de ABD hakimiyet alanı açısından önemli bir genişleme yaşıyor. Bu genişleme en azından bir süre için iki kutup arasında kararlaştırılmış görünüyor. Doğu Avrupa AB’nin hakimiyet alanına bırakılmışken, Orta Asya ve Orta Doğu ABD’nin hakimiyet alanı olarak belirlenmiş. AB ile ABD arasında son 20 yılda yaşanan en önemli çatışma da Yugoslavya’da gerçekleşti. Eski Yugoslavya topraklarında ‘türetilen’ yeni devletlerin tümü henüz hiçbir kutup tarafından hakimiyet altına alınabilmiş değil.
İki kutup arasındaki çatışma bir süre daha pek büyümeden gelişecek gibi görünüyor. Çünkü, bölüşülmüş alanlarda tam hakimiyet henüz sağlanmış değil. AB, Doğu Avrupa’ya doğru çok temkinli ve yavaş bir şekilde genişliyor. AB her ne kadar ABD karşısında ekonomik ve siyasal bir kutup olarak durmak istese de daha kendi içinde tam birlik sağlayamamış Avrupa, ani bir genişlemeyle elindeki mevcut birliğe de zarar vermek istemiyor. ABD ise, AB’nin gelişimini izlerken şimdilik çok fazla müdahale etmek istemiyor. Avrupa’nın NATO’dan bağımsız kendi ordu gücünü oluşturacak adımı atmasıyla AB-ABD karşıtlığı oldukça yüzeye çıkmış oldu. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın ilk defa ABD’nin kontrolünden çıkma adımı anlamında önem taşıyor. Türkiye de tam bu noktada Avrupa ordusundan dışlanarak ABD’nin daha fazla yanına itilmiş oluyor.
Türkiye Ne Yapmalı?
Türkiye’nin önündeki soru ise bu iki kutuptan hangisini seçeceği olmamalı. Kutupların ikisi de Türkiye için dışa bağımlılık, sömürgeleşmek ve Sevr sonrasında olduğu gibi parçalanmak sonucunu yaratacak. Türkiye kendi seçeneğini oluşturmak zorunda. Türkiye Batı için bir müttefik olmaktan ziyade tarih boyunca Avrupa’dan uzak tutulması gereken bir düşman olmuştur. Avrupa devletlerinin emperyalistleştiği 1900’lü yıllardan itibaren de Türkiye, Avrupa’nın paylaşmak istediği bir ülkedir. Bu nedenle Türkiye tüm tarihi boyunca Batı’dan uzak kaldığı sürece ilerlemiş, Batı’ya yaklaştığı sürece de parçalanmış ve ekonomisi yıkıma uğramıştır. Batı, güvenlik, ekonomik ve siyasi gelecek açısından Türkiye’nin tek alternatifi değildir. Çaresiz bir şekilde Batı’ya dayanma çizgisi 2000 yılında Türkiye’yi ekonomisi IMF’den gelecek yardıma muhtaç hale getirmiştir.
Türkiye, yüzünü Doğu’ya çevirerek Doğu ülkeleriyle ve komşularıyla dostluk ilişkileri kurmalı ve bir Doğu seçeneğinin yaratılmasında üzerine düşeni yapmalıdır.
Dipnotlar:
1- MÜDERRİSOĞLU Alptekin, Kurtuluş Savaşı Mali Kaynakları, Kastaş Yayınları, 1988, sf. 32
2- AKŞİN Aptülahat, Atatürk’ün Dış politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurum Yayınları, 1991, sf. 123
3- SANDER Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi Yayınları, 1998, sf. 75
4- SOYSAL İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sf. 264
5- KEPENEK Yakup ve YENTÜRK Nurhan, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, 1997, sf. 56
6- SOYSAL İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sf. 447 ve 582
7- Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne giriş görüşmelerinin ayrıntısı için bkz. AKŞİN Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurum Yayınları, 1991, sf. 169-176
8- Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanların etkisi için bkz. ORTAYLI İlber, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İletişim Yayınevi, 1998
9- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1. Cilt, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, 1945, sf. 309
10- TUNÇKANAT Haydar, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, 1970, sf.23. Milli Birlik Komitesi üyelerinden Emekli Albay Haydar Tunçkanat’ın bu kitabı ABD ile yapılan anlaşma metinlerini yorumlayarak sunuyor. Bu değerli çalışma Türkiye’nin ikili anlaşmalarla adım adım nasıl ABD’nin güdümüne girdiğini gösteriyor.
11- BAĞCI Hüseyin, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Kitapevi, 1990, sf.9
12- TUNÇKANAT Haydar, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, 1970, sf. 192
13- AVCIOĞLU Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1976, sf. 1607
14- age sf. 1609
15- KOÇAK Cemil, Siyasal Tarih (1923-1950), Türkiye Tarihi, 4. Cilt, Cem Yayınları, 1997, sf. 173
16- Cumhuriyet, 24 Aralık 1950
17- ARMAOĞLU Fahir, Belgelerle Türk Amerikan Münasebetleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, sf. 252
18- ÖZDEMİR Hikmet, Siyasal Tarih (1960-1980), Türkiye Tarihi, 4. Cilt, Cem Yayınları, 1997, sf. 249
19- age sf. 250
20- ŞAHİN Haluk, Gece Gelen Mektup, Cep Kitapları, 1987, sf. 119
21- age sf. 89
22- KARLUK Rıdvan, Avrupa Birliği ve Türkiye, İMKB Yayınları, 1996, sf. 408
23- ERALP Atila, Soğuk Savaştan Bugüne Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Türkiye ve Avrupa, İmge Kitapevi, 1997, 95
24- KARLUK Rıdvan, Gümrük Birliği Dönemecinde Türkiye, Turhan Kitapevi, 1997, sf. 74
25- age sf. 363
26- MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, Çağdaş Yayınları, 1998, sf. 66
27- GRİMAL Pierre, Mitoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları, 1997, sf. 191
28- BLOCH Marc, Feodal Toplum, Opus Yayınları, 1998, sf. 665
29- Avrupa kimliğinin oluşumunda aydınlanma filozoflarının görüşleri için bkz. YURDUSEV Nuri, Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği, Türkiye ve Avrupa, İmge Kitapevi, 1997, sf. 46-49
30- age sf. 42
31- age sf. 61
32- age sf. 64-65
33- TUNAYA Tarık Zafer, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, Arba Yayınları, 1994, sf. 141
34- AYDOĞAN Metin, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye, Otopsi Yayınları, 1999, sf. 823
35- AVCIOĞLU Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1976, sf. 1614
36- Milliyet, 5 Kasım 2000
37- KABAALİOĞLU Haluk, Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 1997, sf. 350
38- Avrupa Birliği Türkiye Temsilciliği, http://www.eureptr.org.tr
39- Dışişleri Eski Bakanı İlter Türkmen’den aktaran Muzaffer İlhan Erdost, Edebiyat ve Eleştiri, Eylül-Ekim 2000, sayı 51.
40- Cumhuriyet, 28 Temmuz 1999
41- LESSER Ian ve FULLER Graham, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu, Alfa Yayınları, 2000, sf. 230
42- age sf. 186
43- age sf. 199
44- Cumhuriyet, 20 Ekim 2000
http://turksolu.com.tr/ileri/02/erdem2.htm