Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 3
Gümrük Birliği’ne Girsek mi?
1970’lerde Brejnev’in Detant politikası gereği yumuşayan Batı-Sovyet ilişkileri nedeniyle Türkiye’nin Sovyetler’e komşu olmasından kaynaklanan önemi azalmaya başladı. Petrol fiyatlarındaki yükselişle birlikte Avrupa ekonomisi krize girdi. Bu kriz nedeniyle de güvenlik Avrupa için artık bir numaralı öncelik değildi. Ekonomik sorunların önem kazandığı bu dönemde Türkiye-AB ilişkileri güvenlik temelinden çok, ekonomik ve siyasi temelde yürümeye başladı ve sorunlar baş gösterdi.
Sorunların en önemlisi Gümrük Birliği’ydi. Avrupa Topluluğu’yla imzalanan Ankara Anlaşması gereği oluşturulan Katma Protokol’de Türkiye’nin adım adım Gümrük Birliği’ne girmesi öngörülüyordu. Sanayi maddeleri için gümrük birliğine geçiş süresi 12 yıl olarak belirlenmişti. Tarım ürünleri içinse bu süre 22 yıldı.[22] Belirtilen süreler içinde gümrük vergileri kademeli olarak sıfıra indirilecektir.
Gümrük Birliği’ne geçişin bu kadar çabuk olması Türkiye’deki sanayicilerin önemli bir bölümünün tepkisine yol açtı. Türkiye’de sanayi henüz oluşma aşamasındaydı ve gümrük koruması olmadan gelişmesi mümkün değildi. Nitekim, Avrupa Topluluğu ile yakın ilişkileri her zaman desteklemiş olan İstanbul Ticaret Odası ve İktisadi Kalkınma Vakfı bile Katma Protokolü’ne karşı çıktılar.[23] Bürokrasi içinde de anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Dışişleri Bakanlığı Protokol’ü savunurken Devlet Planlama Teşkilatı kalkınmaya zarar verecek endişesiyle karşı çıkıyordu.
Bu tartışmalar nedeniyle Türkiye AT ile ilişkilerini askıya aldı ve 1978’de Ecevit hükümeti Gümrük Birliği için 5 yıllık ek süre istedi. Aynı dönemde, 1975’te AET için tam üyelik için başvuran Yunanistan’ın başvurusu 1981’de kabul edildi. Nitekim bugün de AB üyeliğini savunan kesimler Ecevit’in 78’de ek süre istemesini eleştiriyor ve Yunanistan’ın üye olabildiği bir dönemde Türkiye’nin AB tam üyeliği fırsatını kaçırdığını iddia ediyorlar.
“Avrupa Gümrük Birliği”
80’lerde, özellikle 12 Eylül sonrası iyileşen Türkiye-ABD ilişkileri nedeniyle AT, Türkiye’nin öncelikli dış politika seçeneği olmaktan çıkmıştı. AT de 12 Eylül sonrası Türkiye’de demokrasi olmadığı gerekçesiyle Türkiye ile olan ilişkilerini askıya almıştı. Ancak Özal dönemiyle birlikte AT ile olan ilişkiler iyileştirilmeye çalışıldı ve 1987’de Türkiye AT’ye tam üyelik için başvuruda bulundu.
Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte değişen dengeler nedeniyle de Türkiye’nin üyelik macerası 90’ların yarısına kadar bir duraklama yaşadı. Ancak AT, bu dönemde Kıbrıs ve insan hakları konusunda Türkiye üzerinde baskı oluşturmaya başladı. Türkiye’nin bu konularda direnmesi sonucunda da ilişkilerde bir gelişme sağlanamadı. 1995 yılına gelindiğinde AB, tam üyelik müzakerelerini tekrar başlattı. Ancak AB’nin isteği Türkiye’nin tam üye olması değil, öncelikle Gümrük Birliği’nin sağlanmasıydı.
6 Mart 1995 tarihinde Ortaklık Konseyi Kararı çerçevesinde AB ile Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 itibariyle gerçekleşti. 1838 Baltalimanı Anlaşması’ndan 158 yıl sonra gümrük kapıları Avrupa’ya tekrar tamamen açılmış oldu. Gümrük Birliği, AB’ye tam üyelik yolunda önemli bir basamak olarak açıklanıyordu. Ancak Türkiye’den önce AT’ye tam üyelik için aday olan ülkeler, önce AT’ye tam üye yapılmışlar, gümrük birliği ise sonraki 5-7 yıl içinde gerçekleştirilmişti.[24]
1996 yılındaki Gümrük Birliği tartışmalarında sanayiciler 70’lerde yaşanan tartışmalardakinden farklı tavır aldılar. 70’lerde Gümrük Birliği’ne karşı çıkan sanayiciler, 1996’da birliği savunur hale gelmişlerdi. Bunun nedeni, Türkiye sanayicisinde bu dönem içinde yaşanan değişimdi. 90’larda büyük sanayi işletmeleri dış sermayeyle girdikleri ortaklıklar sonucu Avrupa’yla bütünleşmeyi çoktan başlatmıştı bile. Bu açıdan Gümrük Birliği’ni hayata geçirmek Avrupa’yla daha fazla yatırım ortaklığı anlamına gelecekti. Gümrük Birliği’yle birlikte Türkiye’nin dış ticaret açığı ilk yıl %100 arttı.[25]
Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisinde yol açacağı zarar uzun vadede çok daha iyi anlaşılabilecek. Ancak, 2000 yılına geldiğimizde Türkiye pazarının yabancı tüketim malzemeleriyle dolduğunu görebiliyoruz. Bu dönemde ayrıca, AB ile dış ticaret açığı arttı ve Türkiye’nin dış ticareti AB’nin denetimine girdi.[26] Gümrük Birliği’yle birlikte Türkiye ekonomisi AB’nin güdümüne girdi. Avrupa Türkiye’den ekonomik olarak istediklerini zaten Gümrük Birliği’yle gerçekleştirdi. Ekonomik alanda Avrupa Birliği’ne Gümrük Birliği sayesinde girmiş olan Türkiye, siyasal anlamda AB tarafından ısrarla kabul edilmiyor. Bu reddedilmenin kökenlerinde tarihten gelen bir Türk düşmanlığı ve Avrupa’nın kendi kimliğine Türkiye’yi dahil etmeme isteği yatıyor.
3- Batı Ve Türkiye
Avrupa Kimliğinin Kökenleri
Ortaçağ’a kadar Avrupa, bir kimlik değil, salt coğrafi bir terimdi. Avrupa (Europe) kelimesi ilk olarak Yunan mitolojisinde ortaya çıkar. Europe, Fenike (bugünkü Lübnan) Kralı’nın kızıdır. Zeus, Europe’a aşık olur ve onu beyaz bir boğa kılığında ayartıp Girit’e kaçırır. Europe daha sonra bu adada kalacak ve Girit Kralı’yla evlenecektir.[27] Avrupa o dönem Ege’nin Batı yakasını tanımlar.
Roma’nın Akdeniz’e sahip olması ve Avrupa kıtasında yayılmasıyla birlikte Avrupa kavramı da kuzeyde Almanya, güneyde Akdeniz, doğuda İngiltere ve batıda Ege Denizi olmak üzere genişledi. MS 200’lü yıllarda Ruslar’ın tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte Ruslarla sınır olan Don Nehri, Avrupa’nın doğu sınırı oldu. Ama o dönemde Avrupa, hâlâ bir coğrafi terimdi. Romalılar için Avrupa’yı bir kimlik olarak kabul etmenin bir anlamı yoktu, çünkü onlar için Avrupalı değil Romalıydı.
Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesiyle birlikte Avrupa, ‘Hıristiyan ülkesi’ (Christendom) olarak tanımlanmaya başlandı. MS 376’da Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesiyle birlikte Katolik Hıristiyanlık Batı (Occident), Ortodoks Hıristiyanlık ise Doğu (Orient) olarak adlandırıldı.
Bu dönemden itibaren Avrupa’nın, tüm Doğu’dan (Doğu Avrupa dahil) tarihsel farklılaşması da başladı. Ama o dönemde bile yine Avrupa yoktu, Batı ve Doğu vardı. Batı ve Doğu kimlikleri ise din temeline dayanıyordu; Hıristiyan Batı ve Müslüman Doğu.
Batı, Doğu’ya karşı bir birlik oluşturmaktadır ama aynı zamanda Batı’nın içinde de farklılaşma başlamıştır. Bugün, gerçek Avrupa olarak kabul edilen Batı Avrupa, Doğu Avrupa’dan da ayrılmaya başladı. Doğu Avrupa o dönemde Osmanlıların ve Ruslar’ın kontrolündeydi. Ruslar da Doğu Avrupa’nın hâkimiyeti için Batı Avrupa ile çatışma içinde olduğundan Hıristiyan olmalarına rağmen Avrupa tanımının dışında kalıyordu. Öyle ki, Avrupa’nın coğrafi sınırı da Ruslar’ın Batı sınırı olan Don Nehri’yle tanımlanıyordu. Avrupa’nın doğuda Urallar’a kadar uzanan coğrafi tanımı ilk kez Petro döneminde Rus tarihçileri tarafından ortaya atılmıştı.
Doğu Avrupa ile Batı Avrupa arasındaki ayrım bugün bile devam ediyor. Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasının Komünist Blok dağılmasına rağmen uzaması bu ayrımın hâlâ sürdüğünü gösteriyor.
Batı kimliği ne olursa olsun Hıristiyan kimliğinden ayrı bir kimlik değildir. Hatta, tek başına bir Batı kimliğinden bahsedemeyiz. Batı demek Hıristiyan demektir artık. Doğu Roma’nın kaybettiği Anadolu ve Kudüs’ü tekrar ele geçirmek için düzenlenen Haçlı Seferleri işte bu Hıristiyan Batı kimliğinin oluşmasında büyük rol oynamıştır. Avrupa’nın hemen tüm milletlerinden toplanan askerler kutsal toprakları geri almak için Müslüman olan Araplar ve Türklerle savaşmıştır. Batı’yı birleştiren harç, o dönem haçlılıktır.
Gerçek Avrupa kimliğinin oluşması ise Aydınlanma sonucunda Hıristiyanlık kimliğinin geri plana çekilmesiyle başlar. 1500’lü yıllarda 500’ü aşkın siyasi birime[28] sahip olan Avrupa’da, bu sayı gitgide azalmaya ve ulus-devletler oluşmaya başladı. 1648 Westphalia ve 1713 Utrecht Anlaşmalarıyla birlikte artık Avrupa devletleri arasında ortak bir sistem oluşmaya başlamıştır. Aydınlanma’nın önderlerinden Voltaire bunu şöyle açıklar: “Avrupa, bazıları monarşik, bazıları karma, bazıları aristokratik, bazıları popüler, ama hepsi birbirleriyle bağlantılı olan devletlerden oluşan bir Büyük Cumhuriyet’tir. Farklı mezheplere bölünseler de, tamamı Hıristiyanlık temeline dayanır. Hepsi, dünyanın başka yerlerinde bilinmeyen, aynı kamu hukuku ve siyaseti prensiplerine sahiptir.” Burke, “Hiçbir Avrupalı Avrupa’nın hiçbir yerinde kendisini bir sürgün olarak hissedemez” der. Rousseau ise, “Bugün biz Fransızlar, Almanlar, İspanyollar ve hatta İngilizler bile yok. Sadece Avrupalılar var.” demektedir.[29]
Avrupa’da yaşanan laikleşme, ulus-devletleri ortaya çıkardığı gibi doğal olarak Kilise’nin etkisini de azalttı. Bu dönemde, her ne kadar Avrupa ülkeleri arasında şiddetli savaşlar yaşansa da, Avrupa kimliği yavaş yavaş oturmaya başladı. Kimliğin oluşmasının temel nedeni, Hıristiyanlığın toplumsal yaşamda ve siyasi mücadelelerde etkisini kaybetmesi nedeniyle insanların ve devletlerin dünyaya Hıristiyanlık değil, Avrupalılık penceresinden bakmasıdır. Artık Avrupa fikri Hıristiyanlıktan ayrı, kendine ait bir toplumsal, kültürel ve politik bir anlam kazanmıştır. Ancak yeni Avrupa eski Avrupa’dan çok farklı değildir. Delanty, “Yeni Avrupa, Hıristiyan Avrupa’nın laik biçimidir” der.[30]
Avrupa kimliğinin Aydınlanma Devrimi’nden sonra şekillenme dönemi hepimizin bildiği gibi demokrasi, cumhuriyet ve özgürlük düşüncelerinin hayata geçirildiği dönemdir. Avrupa kendi coğrafyasında aydınlanma sonrası uygarlaşmayı yaşarken, kendi dışındaki coğrafyaları bir bir sömürgeleştiriyordu. Hindistan, Amerika kıtası ve sonra Afrika derken Avrupa kendi coğrafyası dışındaki dünyayı (Rusya, Çin, Osmanlı ve İran hariç) adım adım sömürgeleştirdi. 1453’te İstanbul’un da düşmesi üzerine, Batı, artık Avrupa’nın iç kısımlarına çekilirken, çıkışı Doğu’da değil, okyanus ötesinde buldu. Amerika ve Hindistan sömürgeleştirilirken de ‘Fatihlerin’ elinde İncil vardı. Sömürgeleştirme bir bakıma Haçlı’nın devamıydı. Tüm Amerika kıtası bu dönem sömürgeleştirilirken bir taraftan da Hıristiyanlaştırıldı. Batı, kendi içinde Aydınlanma’yı yaşarken sömürgelere Aydınlanma’yı değil, zorbalığı götürüyordu. Ve oluşan Avrupa kimliğinin tek bir anlamı vardı: Sömürgecilik.
Avrupa, sömürgecilikten yarattığı sermaye birikimine dayanarak, Sanayi Devrimi’ne geçiyor ve biçim değiştiriyordu, 1900’lü yıllara gelindiğinde Avrupa artık sömürgeci değil, emperyalistti. Emperyalist bir kimlik kazanarak kendi içinde bir takım çatışmalar yaşamaya ve daha önce sömürgeleştirmediği Türkiye gibi ülkeleri de paylaşmak için uğraşmaya başladı. Türkiye açısından Avrupa’nın gerçekte bir tehdit olarak ortaya çıkması bu dönemdedir. Avrupa’nın emperyalizm öncesi sömürgecilik döneminde Türkiye’yi sömürgeleri arasına katmak gibi bir amacı yoktu, çünkü Türkiye sömürgeleşmeyecek kadar güçlüydü ve Avrupa’da hâlâ Batı için bir tehdit olarak kendini gösteriyordu. Bu açıdan Batı, Türkiye’yi sömürgeleştirmek yerine ilk önce Türkiye’nin gelişimini durdurup (Karlofça 1699) dünyanın diğer bakir alanlarını sömürmeye koyuldu.
Batı’nın Aydınlanmacı ve emperyalist kimliği, karşımıza ikili bir Batı kimliği koyuyor. Bu iki kimlik de aslında Batı’ya hangi pencereden baktığınıza bağlı. Bir Batı ülkesinden, yani Avrupa’dan Avrupa kimliğine baktığınızda gördükleriniz aydınlanmadır, demokrasidir, özgürlüktür. Ancak aynı Avrupa’ya bir de dışardan baktığınızda Avrupa yağmacıdır, sömürgecidir ve 1900’lü yıllardan itibaren de emperyalisttir.
Avrupa Kimliğinde Türk’ün Yeri
Avrupalılar için Türk kelimesi Müslüman sözcüğüyle eşanlamlıdır. Müslümanlaşan Avrupalı için ‘Türkleşti’ kelimesi kullanılır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Avrupa için tehdit oluşturmaya başlayan Türkler, Avrupa kimliğinin oluşmasında da önemli bir role sahiptir. Tarihçi Lord Acton “Modern tarih Osmanlı fetihlerinin baskısıyla başlar” demiştir.[31] Türkler, Avrupalıları Avrupa’ya tıkan bir düşmandır. Öyle ki İstanbul’un fethinden sonra Papa’nın “Şimdi gerçekten Avrupa’ya tıkıldık” dediği söylenir. Türkler daha da ileri gitmiş ve zamanla Avrupa’nın neredeyse yarısını işgal etmiştir. 1900’lü yıllara gelindiğinde bile Avrupa’nın dörtte biri Türk egemenliğindeydi. Bu nedenle Avrupalı olmak demek, 1900’lü yıllara kadar Türklere karşı olmayı da kapsıyordu. Avrupa’ya birkaç yüzyıl dünya hâkimiyetini sağlayan coğrafi keşiflerin başlamasında da Türklerin Doğu’dan yaptığı baskının önemli bir payı vardır. Ticaret yollarının ve sonunda İstanbul’un da Türklerin eline geçmesiyle Avrupalıların okyanuslara açılmaktan başka çaresi kalmamıştı.
Aydınlanma Dönemi’nde ‘İslam’ düşmanlık kavramıdır. Martin Luther’e göre İslam “İsa’nın karşısında bir şiddet hareketidir. O, doğru yola getirilemez çünkü akla ve mantığa kapalıdır, her ne kadar zor olsa da, ona ancak kılıçla karşı konulabilir.” Voltaire için Hz. Muhammet bir din zorbasıdır. Örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak laikleşmeyle birlikte Avrupa kimliği yerli yerine otururken diğer ulus ve dinlere karşı da bir aşağılama dönemi başlamış oluyordu. Örneğin Rousseau’ya göre Türkler, refah içindeki kültürlü ve uygar Arapları yenen barbarlardır. İdama mahkum olmuş olan Ütopya kitabının yazarı Thomas More’un da idam sehpasında dahi çevresindekilere Türk tehlikesinin hâlâ sürüp sürmediğini sorduğu söylenir.[32]
1800’lere gelindiğinde Avrupa, yüzyıllardır kıtasından atamadığı Türklerin artık eski gücünde olmadığını görmüş ve Türkleri kesin olarak yok etmek için planlar yapmaya başlamıştı. Artık ‘barbarlığın temsilcisi Türkleri’ uygarlığın beşiği olan Avrupa’dan atma şansı yakalanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türklerin Avrupa’daki gücü gittikçe azalır ve plan Sevr Anlaşması’yla sonuca ulaşır.
4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder