27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 20
Bu asırda, "İttihat Terakki"nin komitacılık metotlarının uygulanamayacağını onlara anımsattım. O yöntemlerle ittihatçıların sonuçta başarılı olamadığım söyledim.
Kendilerinin de benzeri yöntemlerle bir yere varamayacaklarını örnekleriyle
açıkladım.
Bir başka kez, "Gölge İktidar" olmanın sakıncaları üzerinde tartıştım. Tarihten
örnekler verdim. "Bab-ı Ali Baskınından", "Silahlı Kuvvetler Birliği" örgütünden söz ettim. Bu yolların denenmiş olduğunu ve olumlu sonuç alınmadığını, yinelenmesinde yarar olmayacağım anımsattım. Yine bir kez, bu uygulamada insanları hangi ölçüye göre gözaltına aldıklarını sordum.
Bu anlayışla olayların altından kalkılamayacağını anımsatıp, 27 Mayıs'ın yanılgılarından söz edip sorunun siyasal ve ekonomik olduğunu ortaya koymak istedim.
Yanıtları: "Büyük kaçakçıların, vergi kaçakçılarının da hesaplarını görecekleri"
şeklinde idi.
Bu konuşmalarla, karşımdakilerin kültür düzeyi ve dünya görüşlerini bir ölçüde de olsa öğrenmek olanağını bulmuştum.
29 Temmuz 1972 günü Bay Yüzbaşı odama geldi. Elinde bir tomar kağıt vardı, bunlar imzalamam gereken sözde Emniyet ifadeleriydi.
İki tip sorgu hazırlanmıştı anımsadığıma göre: Birinci tertip 36 sayfa idi ve 6 kopya çıkarılmıştı, 36x6=216 imzayı okumadan attım. (41)
İkinci tertip, 14 sayfa idi ve yine 6 kopya olarak hazırlanmıştı. 14x6=84 imza da
bunlara atmıştım.
Sorgu zabıtlarının altında, Komiser: İbrahim Tuncer ve Polis Memuru: Orhan Özmen imzalarını okumuştum.
Kalem kağıt bulunmadığı için ve orada anı yazılamayacağı için bu anlattıklarımın
tümünü belleğime yerleştirip, sonra ceza ve tutukevine gelince, sıcağı sıcağına
tuttuğum günceye aktarmıştım.
Bu bölümde çok önemli tarihi bir açıklama yapmakla da kendimi görevli sayıyorum. Alınan bu ifadelerin iki tertibe ayrılmasında elbette bir amaç var: di. Bir kısmı (14 sayfalık olanı) savcının iddianamesinde malzeme olarak kullanıldı. Ya diğer kısmı, yani (36 sayfalık) tam metin niçin huzurunuza getirilmedi? Getirilmedi çünkü ilk aşamada Temmuz ve Ağustos ayları içinde yapılması düşünülen iktidar kavgası için Ankara'da etkili çevrelerde ve politika kulislerinde şantaj malzemesi olarak kullanıldı.
Düşünülen bir başka husus ta: 12 Mart'ın radikal varsayılan kanadına Türk Silahlı Kuvvetleri içinden temizlenmesi zamanı geldiğinde, bu ifadelerden yararlanmaktı. Bu nedenle de, Savcının iddianamesinde bir boşluk açıkça göze çarpmaktadır.
Cunta'dan söz ediyor, fakat cuntacıları huzurunuza getirmiyor... Bu gerçek dahi
savlarımızın doğruluğunu kanıtlayıcı niteliktedir. Yargılama bir bütün olup "Yasa
önünde eşitlik" ilkesi çiğnenemez.
12 Mart öncesindeki iktidarın, olaylara egemen olmak yeteneğini yitirmesi ve
Parlamento'nun Hükümeti denetlemekte yeterli olamaması karşısında, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Anayasal görevini yapmak için, hiyerarşik bir Örgütlenme içinde olduğu basma kadar yansımış bulunuyordu.
Böyle bir müdahale beklenirken, "Muhtırasal yan müdahale" ile yetinildi ve Türk
Silahlı Kuvvetleri içindeki prensip anlaşmazlıkları nedeni ile bazıları emekli edildi ve bu arada da geniş ölçüde atamalar yapıldı.
Benden alman ifadelerde, emekli olan ve atanan bu kişiler üzerinde de duruldu.
Düşünülen ilerde onların da hesabını görmekti.
Bu dava bir başlangıçtır. Eğer koşullar elverirse Gürler, Batur ve Kayacan ile 9 Martçı olarak bilinen tüm muvazzaf ve emekli subaylar bizimle yargılamaya alınacaktır.
Bu amaçla iddianamede, Celil Gürkan'la dostluk ilişkilerim ustalıkla işlenmeye
çalışılmıştır. Bu suretle benim adım, çeşitli olaylara bulaştırılıp, Celil Gürkan'la
irtibatım hakkında belirti (karine) yaratılıp, 12 Mart'tan önce Gürkan'la hiyerarşi içinde çalışmalarda bulunan tüm Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının hesabı görülmek istenmektedir.(42)
Oynamak istenen büyük oyun budur.
Tarihe hesap vermek zorunluluğu yanında, tarihsel görevimi yapmak için bu
açıklamayı yapmaya zorunlu hissetim kendimi. (43)
29 Temmuz günü önüme konulanları imzaladıktan sonra, Bay Yüzbaşı bir isteğim
olup olmadığım sordu. Ne cins olursa olsun kitap istedim.
Biraz sonra üç kitap geldi.
1. TBMM'nin 50 yılı (15 sayfa),
2. Barzani Dosyası (175 sayfa),
3. Sovyet Rusya'da Tarım İşçilerinin 50. Yılı (175 sayfa, Robert Conquist). (44)
Kitapları yutar gibi okudum, sonunda kitapsız kaldım.
30 Temmuz 1972 günü, iki tertip halinde olan Emniyet ifadelerinin(!) teybe
okunmasına ayrılmıştı. Günlerden Pazar'dı ama burada gerektiğinde süresiz
çalışılırdı.
Bu görev bir gün sürdü. Hayatımın en sıkıntılı anlarından biri olarak bu günü de
unutamayacağım...
36+14=50 sayfanın okunması ve teybe kaydedilmesi oldukça zaman almıştı.
Teybin ve bantların saklandığı oda, zemin katta, kapının tam karşısındaydı. Yerden 1m. yükseklikte bir oda. 5–6 mermer merdivenden sonra bir hole, buradan da ikinci bir hole giriliyordu. Bu hol büyük bir salon şeklindeydi. Merdivenin karşısındaki bu
odanın büyüklüğü, 2.5x2 m. olabilirdi. Girince sol köşesinde, küçük bir masa
üzerinde, Amerikan malı Revere marka bir teyp, 5 inçlik(45) bantlar ve bu bantların saklandığı, girince sağ köşede gürgen ağacından yapılma dolaplar vardı.
Okuyabilmem için zorunlu olarak gözlerim açıldı.
Bu fasıl, öğleden önce Bay Sfenks, öğleden sonra Bay Yüzbaşı gözetiminde
sürdürüldü. Zaman zaman çay ve ıhlamur ikram ettiler.
Akşama doğru teybe okuma işi bitti. Bay Yüzbaşı bir aydan beri hava, güneş yüzü görmediğim için beni bahçeye çıkaracağından söz etti. Prangalı ayaklarımla 30 adım attığımı anımsıyorum. Demek ki 30x45=13.5m. idi bu salon. Sonra bir basamak indim, birkaç adım daha attım, gözlerimi kapatan bantların altından 5–6 eski mermer merdiven gördüm. Bu anda, işim bittiğinden "Kaçarken vurulmuştur" diyebilmek için bahçeye çıkarıldığıma dair bir duyguya kapılmıştım. Toprakta 50 adım atıp eski bir bahçe masasının yanındaki, eski bir sandalyeye oturtuldum. Bay Yüzbaşı'nın yanında teyp odasında gördüğüm bir ikinci şahıs da bizimle beraberdi. Bay Yüzbaşı sormadan, beyaz peynir, ekmek ve çay ısmarladı benim için.
Açık hava tabii bir başka idi ama ben nedense kuşkulanmıştım. Getirilenleri yiyip
içtikten sonra, gözlerim kapalı bulunduğu için rahatsız olduğumu ve mümkünse içeri götürülme mi istedim. Odama çıkarıldım.
Kuşkum dağılmıştı.
31 Temmuz 1972 gününden daha önce söz etmiştim.
3. kattaki birkaç olayı daha anlatmazsam, işkence köşkündeki
Bir gecede yanımdaki 5 no'lu odada yatan (Ben 4 numaralı odadaydım) Rafet
Kaplangı rahatsızlanmıştı. Köşke gelirken yanında getirdiği kalp ilaçlarını istiyordu. (46)
Mehmet'e özellikle geceleri dert anlatmak olanaklı değildi. Kaplangı'nın yalvaran sesi karşısında nöbetçi er, taş gibi duyarsızdı; Rafet'in ısrarına içerlemiş bağırıyordu:
-"Ölürsen ne olacakmış. Senin gibi kaç komünist burada geberdi." Doğru muydu,
yanlış mıydı bilinmezdi. Fakat Mehmet böyle konuşuyordu.
Bir başka gün akşam yoklamasında bir adam geldi odama. Korkunç bir tipti. Babasını verseniz gözünü kırpmadan kesecek türden... Gözüme yiyecekmiş gibi kinle bakıyordu.
İnsan azmanı, katmer göbekli, kemeri göbeğinin altında kaybolan, tabancalı asık
suratlı, yuvarlak çehreli, 35 yaşlarında, siyah saçlı bir adamdı...
Hangi filmci görse, kötü adam rolleri için duraksamadan tutardı herifi...
Ertesi gün sabah erken saatlerde, sağımdaki solumdaki odalarda kalanlar tuvalete çıkmak istiyorlardı. O kadar üstelemişler di ki, artık Mehmet dayanamamıştı. Tabii oda anahtarı nöbetçi olan görevli kişide idi. Görevli dün akşamki kişiydi. Uykudan kaldırıldığına sinirlenmişti. Uzun süre ağza alınmayacak küfürler ettikten sonra, oda kapılarım tek tek açıp içerdekileri tuvalete götürdü. Bu arada benim odamı da açmıştı. Böyle bir gereksinmem olmadığını söyledim. Buna da içerledi. Kapıyı bir çarpışı vardı ki görülmeye değerdi. Küfür ettiği kişilerden biri babası yaşındaki Mareşal Fevzi Çakmak'ın yeğeni eski Emniyet Teftiş Kurulu Başkanı Adnan Çakmak'tı.
O gün sorgulanmaya götürüldüğümde, bu olayı çok ağır bir dille sorgulayıcılara
anlattım. Bay Binbaşı özür diledi ve bu herifi yanımda payladı.
Bir başka gün, bir soru sormak için Bay Binbaşı odama gelmişti. Zamanı varsa
oturmasını ve beni dilemesini kendisinden istedim. Oturdu:
27 Mayıs'tan sonraki olayların kısa bir eleştirisini yaptım, 12 yıl
önce benim de binbaşı olduğumu, 11 yıl önce ise Yarbay rütbesi ile "Silahlı Kuvvetler Birliği" içinde etken bir üye olarak bulunduğumu, vurduğu yerden ses getiren bu örgütün, sonradan birbirlerini sehpalara götürecek kadar dağıldığını ve bu tip örgütlenmelerle bir yere ulaşılamayacağını açıkladım.
Türkiye'nin sosyal ve ekonomik alanda yeni oluşumlar içinde, kendi düzenini
bulmanın doğum sancılan içinde bulunduğunu, sosyal gruplar ve sınıfların öz
çıkarlarını korumak için örgütlendiklerini ve demokratik bir düzen içinde bunun doğal olduğunu, oysa kendilerinin sürdürmeye çalıştığı baskı ve sömürü düzeninin, günün birinde korktuklarını başlarına getirecek oluşumu hızlandırmaktan başka bir sonuç vermeyeceğini" anlatmaya çalıştım. Sözüme devamla:
"12 sene önce ben de binbaşıydım. Bugün ülkemde ve elinizde, sizin deyiminizle,
esir olarak bulunduruluyorum. Eğer gerçekten Binbaşı iseniz, siz benim geçmişim olduğunuz gibi bende sizin geleceğiniz olabilirim.
Eğer kendi geleceğinize ve insanlığa saygınız varsa bu kadar acımasız olmayınız.
Yarın benim gördüğümden daha çoğunu görmeyeceğinize size hiç kimse güvence veremez. Bugün sizleri yüreklendirenler, bir anda sizi yapa yalnız bırakabilirler."
"Adnan Menderes ve arkadaşları asıldı, bir şey değişmedi. Sonra arkadaşlarım Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ı astılar, yine hiç bir şey değişmedi. Şimdi de gençleri asıyorsunuz. Bir şey değişmeyecektir. Gencini asan toplum, suçludur bence... Bu toplum, tüm bireyleri ile utanmalı ve bu sosyal hastalıkların çaresini başka yöntemlerde aramalıdır."
"Ülkedeki sıkıntı yapısaldır; yapı değişmeden hiçbir şey değişmez. Eğer Türkiye
bugün, dünden iyiye gitseydi, o zaman asılanlar içinde en yakın arkadaşım Fethi
Gürcan olduğu halde, hiç sıkıntı duymaz O, kendini vatanına adamıştı diye
düşünürdüm."
"Kraldan ziyade kral taraftarı olmayınız. Eğer dinlerseniz benim size önerilerim
bunlar..."
Bay Binbaşı gitmişti.
Konuşmadan etkilenip etkilenmediğini bilmem olanaksız. Çünkü gözlerim yine
kapalıydı.
1 Ağustos 1972 günü saat 10.00 sıralarında tıraş olmam istendi. Sonra elbiselerim ve eşyalarım getirildi. Hani o ilk gün çıkardığım elbiseler, ceketimin içine konulmuş kollarından düğümlenmişti. Ceket ve eşyalar tümden küflenmiş, kırış kırış olmuştu.
Eşyalarım içinde ikinci bir paket olduğunu fark ettim. Bunun benim olmadığını açıklamama karşın onlar direndiler. Gerçekten de içinde çamaşırlarım vardı. Ne yoldan, nasıl buraya ulaştığını daha sonraları öğrenecektim. Ama gereksinmem olmasına karşın bana bunları vermemişler, üstelik isteğim üzerine paramla çamaşır almışlardı.
Çift Kaplan marka... (47)
Sonra Bay Yüzbaşı içeri girip, alman paramın hesabını verdi. Bazı giderlerim
olmuştu. Ellerim kelepçelendi. Aşağıya indirildim. Bay Albay beni bekliyordu. Sesinde sahte bir yumuşaklık sezinlemiştim:
-"Şimdi seni Selimiye'ye gönderiyoruz. İnşallah oradan kurtulursun. Şunu unutma ki çıksan dahi elimizden kurtulamazsın. Kıpırdadığın anda seni vururuz. Burada verdiğin ifadeleri Savcılıkta inkar etmeyeceksin. Kontrgerilla uyumuyor. Bu memleketi kimseye bırakmayacağız. Sana karşı kötü muamelemiz oldu ise bizi bağışla, hepsini Vatanım ve Bayrağım için yapıyorum."
Evet, Bay Albay'ın vatanı ve bayrağına sanki biz hizmet vermemiştik. Ancak Bay
Albay'ın faşist görüşlerine göre vatan görevi yapılabilirdi. Başka türlü düşünenler
haindi.
-"İstersen evine telefon edebilirsin."
Peki, dedim. Bir komşu telefonundan Selimiye'ye götürüldüğümü eve duyurdum.
Şunu da söyleyeyim ki, İşkence Köşkü'nde kaldığım süre içinde 2 satırlık 2 tane
sağlık haberine ilişkin mektubun evime gönderilmesine de yardımcı olunmuştu. Bunu özellikle postahaneyi saptamak için istemiştim. Adamlar gerçekten uyanıktılar. İlkini Şişli'den postaya vermişler, ikincisini ise hiç göndermemişlerdi. Evimde arama yapanlardan birisi burada görevliydi ve bana karşı sürekli düşmanca bir tutum içinde bulundu...
Gözler bağlı, eller kelepçeliydi. Bir station wagon arabaya bindirildim.
Birinci sırada şoför oturuyordu.
İkinci sırada bir sivil memur ve sorgulaması biten bir Hava Harp Okulu öğrencisi,
üçüncü sırada bir sivil memur ve ben vardım.
Arabanın yanlan açık ve pencereli idi. Tabii gözleri bağlı insanların dışardan
görülmesini istemiyorlardı. Bu nedenle sıralara yatıp, başlarımızı sivil memurların bacaklarının üstüne koymamız emredildi. Görevli kişiyi rahatsız etmemek için başımı dizine tam yaslamayıp bütün yükü boynuma verdim. Yattığım yerden ve kapalı gözlerin altından çok az görebiliyordum. Birkaç dakika bir bahçe içinden geçtik, sonra araba durdu. Sağda taştan örülme bir nöbetçi kulübesi gördüm. Büyücek bir kulübeydi bu. Sonra nöbetçi demir kapıları açtı. Demek ki bu köşk oldukça büyük bir bahçe içinde bulunuyordu. Bazı sokaklar ve bahçeli evler arasından geçtik. Dışarıda güneşli bir gün vardı. Göz bantlarının altından görünen evler, bahçeler, ağaçlar ve çiçekler, gerçek bir renk uyumu içinde tatlı bir rüya gibi görünüyorlardı.
Sonra arabanın Göztepe-Ankara asfaltı üzerinde olduğunun farkına vardım. Biraz
sonra Göztepe kavşağından sola sapıp, Ankara asfaltına girdik. Araba içinde yatmış olduğumuz için, dışardan küçük arabalar tarafından görünmüyorduk. Ama ara sıra yanımızdan kamyon ve otobüsler geçiyordu. Kucağa yatırılmış elleri kelepçeli, gözleri bağlı insanları gördüklerinde her halde şaşkına dönüyor olmalıydılar.
Arabamız Selimiye Kışlası'nın deniz tarafına bakan kapısından içeri girip, sola saptı ve sağ yapıp durdu. Oturmamıza izin verildi. Gözlerimiz açıldı. Önümdeki Hava Harp Okulu öğrencisini görünce kendimi unutmuştum. Benim evladım olabilirdi ancak. 30 yıl önce, ben de Harp Okulu öğrencisi idim çünkü... Ne büyük vatan sevgisi ve hizmet anlayışı içinde bulunuyorduk. Bu çocuk, bizden ayrımlı (farklı) olamazdı. Ağır bir işkencenin izleriyle 10 yaş ihtiyarlamıştı. Yanındaki memur, 20–25 yaşlarında ve onun kuşağından biri idi. İlginç bir üzgü (dram) yaşanıyordu. Görevli memurun Harbiyeliye acımış olduğu her tavrından belliydi. Bir sigara verdi ve nereli olduğunu sordu. Akhisarlıyım diye yanıt verdi. Kumral Harbiydi... Memur, esmer, ufak tefek, terbiyeli bir insan evladı idi. Çocuğu aldılar götürdüler. Zavallı o kadar bitkin, yorgun ve şaşkındı ki arkada birisinin bulunduğunun farkına bile varmamıştı belki de... Veya korkudan bakamamıştı.
Benim yanımdaki sivil memur da aynı yaşlarda gösteriyordu. Karadenizli olduğu
anlaşılıyordu. O da insan yanları olan bir çocuktu. Boynumun ağrımaması için,
başımı bacağının üstüne koymamı birkaç defa içtenlikle istemişti, yolda gelirken.
Fakat tek kelime konuşmamıştı. Selimiye Kışlası'nın Harem'e bakan yüzünde
9x6 m. boyutunda bir koğuşa yerleştirdiler beni. Marmara, Topkapı Sarayı ve Haliç ağzı bir şahane kartpostal gibi görünüyordu... Burada tek başıma üç gün kaldım. Bu suretle 3/4 Temmuz 1972'den, 1 Ağustos 1972'ye kadar süren gözaltı süresi bitmişti. (48)
DR. TURHAN TEMUÇİN'İN MEKTUBU(*)
Ankara, 12. A.1911
Sayın Turhan,
Ortak bir savaş veriyoruz. Bunda kimsenin payı ne eksik, ne fazla. Ama bu savaş
sırasında size yapılanlar, size yapılan alçaklıklar hepimizinkinden fazla.
Çocuklarımıza, alçaklardan arınmış, katillerden, soygunculardan, sahtekârlardan,
vatan satıcılarından kurtulmuş bir ülke sağlayabilirsek, ne güzel!
Kavgamız bunun için.
Dostluğunuz, benim için bir onurdur. Büyük mücadelenizden yararlandım,
yazdıklarınızı hep yeni bir şeyler öğrenerek izliyorum.
Size, yaşamınızı adadığınız kavganızda, ortak kavgamızda basanlar diler, saygılar ve devrimci selamlar sunarım.
(*) Dr. Turhan Temuçin
Sn. Turhan Temuçin'in 16 Mart 1977 gün ve 236 sayılı "7 Gün" dergisinde yayınlanan "Yanlış Hesaplar" başlıklı yazısında benim de ismim geçiyor ve kadirşinaslık gösteriliyordu.
"Ne yiğit Emil Galip Sandalcı'nın yanık tabanlarının acısı aklımızdan çıktı ne Talat Turhan'ın çağımızınyüz karası olan işkenceleri". Bu yazı üzerine, Sn. Temuçin'e bir teşekkür mektubu gönderdim. Sn. yazar cevap vermek nezaketini gösterdiler. Bu mektup odur...
BU BÖLÜM DİPNOTLARI.,
41. Gerek daktiloyla yazılan bu ifade, gerekse el yazısıyla açıkladığım koşullar altında yazdırılanlar tüm istemlerimize karşın mahkemeye getirilmedi.
42. Nitekim bizlerden on bir ay sonra Gen. Celil Gürkan ve altı arkadaşı Ziverbey İşkence Köşkü'nde gözaltına alınmıştır. Ancak bir hafta sonra bir güç onları serbest bırakınca "Bomba Davası" üstümüzde kaldı...
43. Daha sonraki tarihlerde Bomba Davası'nı açıkladığım boyut içinde sürdürme girişimlerine tanık olduk. Ancak tertibi düzenleyen Sağ Cunta amacını gerçekleştiremedi.
44. Bu tarihten 13 yıl sonra yazılan Gn. Celil Gürkan'ın anılarından (12 Mart'a Beş Kala, s. 83) aynı kitabın kendilerine de verildiğini öğreniyoruz. "Türkçe kitap da, "Rusya'da iflas eden Kolhoz teşkilatı" gibi bir ad taşıyordu. 27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/24
45. İngiliz uzunluk ölçü birimi, bir inç, 2.54cm. anılarım eksik kalır.
46. Gerçekten de Rafet Kaplangı kalp hastası idi. Yaşadığı olumsuz olaylar hastalığını artırdı. Cezaevinden çıkınca Hollanda by-pass ameliyatı olmasına karşın vefat etti...
- Ayrıntılı bilgi için bkz: Sırrı Öztürk, 12 Mart 1971'den Portreler C. I, Sorun Yayınları, 6. Baskı, 1999, s. 348–353.
47. Bu konuda gerekli açıklama Bomba Davası-Savunma 2- adlı kitabımın Ek-6'da-ki Merhum Em. Kür. Albay Faruk Ateşdağlı'nın Beşiktaş 3. Noteri tarafından 16 Temmuz 1974 günü alınan ifadesinde yapılmaktadır.
48. Bu işkence güncesini yazıp mahkemeye verip belgeleyerek insanlık onuruna sahip çıkmıştım. O günden beri 28 yıl geçti. Hiçbir şey değişmedi. Ülkemiz bir yandan sistematik işkencecilik suçlamasıyla AİHM’de astronomik rakamlara ulaşan rakamlarda tazminat ödemeye mahkûm edilirken diğer yandan
tüm dünyada insan haklan ihlalciliği sabıkasıyla suçlanıp AB kapısında bekletiliyor... Gerçekten de zamanın Adalet Bakanı Oltan Sungurlu'nun dediği gibi; "İşkence yapan vatan hainidir!" (Yeniyüzyıl, 21 Aralık 1997).
21 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder