3 Aralık 2018 Pazartesi

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 17

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 17


  İlk önce arka üstü yatmayı denedim, gözlerimi yumdum. 

Bütün geçmişimi düşündüm bir şerit gibi, bir noktada takıldım kaldım. Evdeki korkunç arama sahnesine... Hadi ben çekiyordum, daha da çekecektim. Bir kısım insanlar kendi iktidar yollarında beni engel görmüşlerdi; onların kimliksiz ve kişiliksiz liklerin den, ahlâksızlıkların dan ve hırsızlıklarından her yerde söz ediyordum. Onlar beni hasım sayıyorlardı, icabıma bakacaklardı. Demokratik hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti sınırlan içinde ve Erenköy'deki eski, ahşap, 3 katlı bir köşkte... Peki, o manzaranın korkunçluğunu benimle beraber yaşayanlar ne yapıyorlardı şimdi? Bu vahşet onlara gösterilmeden gözaltına alınamaz mıydım? Elbette olurdu, bir davet yetmez miydi, benim yetkili mercilere başvurmamı söyleseler, olmaz mıydı? Fakat bu sahne de, onlarca yazılmış bir senaryonun sadece bir bölümü idi. (1)
Beni bu daldığım hayalden, kapıya vurulan madeni bir eşyanın gürültüsü uzaklaştırdı.
Dışarıdaki ses, yüzümü kapıya dönmemi emrediyordu. Zorunlu olarak sol yanıma döndüm. Sol ayağım karyolaya bağlı idi ve sol tarafa dönmüştüm. Bakın Savcıya bir malzeme daha... Bir adamın solcu olduğunun bundan büyük bir kanıtı olur mu?
Sıra odayı incelemeye gelmişti. Aslında bir kısmını daha önce söyledim. Rutubetli idi, hem de çok. Tahminen 2.5x3.5 m boyutunda ve 2.5m kadar yükseklikte idi. İçersinde bir somya, bir komedin, bir şifoniyer, 3 koltuk vardı. Hep eski cinsten görülmeye değer hani... Köşk eski olmasına eskiydi ama besbelli bir zamanlar umur da görmüştü.
Şimdi işkence hane olarak kullanılıyordu. Zaten eşyalarla içinde olanın ilgisi
olamazdı. Çünkü biliyorsunuz ayağımdan bağlanmıştım. Yattığım yerin tam
karşısında bir pencere vardı. Sıkı sıkı perdelenmişti. Tavanda yüz mumluk bir ampul devamlı yanıyordu. Ampulün sönmesi için ya cereyan kesilmesi, ya da ampul yanmalıydı. Gece gündüz bu böyleydi. Denemeye değer doğrusu. Bu da bir başka işkence yöntemiydi.

Duvarların döşenmeden, 2.10 m kadar yükseklikte olan kısmı rutubetten maviden mora, mordan-maviye, mordan-eflatuna kadar değişen bir renk armonisi teşkil ediyordu. Hangi niyetle baksan, o niyete yanıt veren bir tablo görünümü veriyordu.
Tabii yer yer sıvalar da dökülmüştü. (Odanın krokisi mahkemeye verildi). (2)

Bu oda, bodrumdaydı, iniş merdiveninin tam karşısına denk geliyordu. Gözler kapalı olsa da insan bazı şeyleri anlayabiliyordu. Tıpkı körler gibi. Kapının bulunduğu duvarda Atatürk'ün "Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmeli" cümlesi bir kartona yazılıp asılmıştı. Demek ki, işkenceciler komünistlerle savaşa girmişlerdi. Bu amaçla her yöntemi ve kalleşliğin her türlüsünü deniyorlardı. Ama komünist kavramı neye göre saptanılıyordu? İşin orasını en iyi Kel Eyüp biliyordu. Yıllarca MİT'in K masasında çalışmıştı ve burada, şimdi de Teknik Sorgulama Timine(!) başkanlık yapıyordu.

Komedinin üzerinde, kirli boş bir plastik sürahi, pis yarım bardak su ve de bir küçük cep kitabı vardı. Kırmızı zemin içinde elips şeklinde ATA'nın bir resmi ve üzerinde "Atatürk, Türk Gencinin El Kitabı" yazıyordu. Biz kitap görünce okumamazlık edemezdik. Hele bu kitap Atatürk'e ait olursa. Bir de Rıza Nurun kiler var. Ondan da zamanı gelince söz ederiz. El kitabını Başbakanlık Basın. Müdürlüğü basmıştı. Ciddi bir araştırma ürünü olmalıydı. Bileklerimden bağlı ellerle aldım ve okumaya başladım.
Bir kere yetmedi, bir daha. Sanırım okumam birkaç saat sürdü... Okuma arzumuzu burada kaldıkça, bu el kitabını yeniden okuyarak giderdim ve adeta ezberledim.
Böylece işkenceciler, Atatürkçü olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlardı(!)
Kitap bir girişle başlıyordu. Ondan sonraki kısmı derleme idi. Esasen bütün mesele de önsözde idi. "2, Kurtuluş Savaşına"(3) çatıyordu. Tıpkı savcı gibi... (4) Egemen güçler gerçekten kurtulmuşlardı. Onların kurtuluşa gereksinmeleri yoktu elbette. 
Tabii, Kurtuluş Savaşı isteyenler ölümlerden ölüm, işkencelerden işkence beğenecekler di... 
Emperyalist uşaklarına göre onlar komünistti ve başlan ezilmeliydi.. İşkenceciler bu kutsal görev(!) için iş başındaydı...
Kitabın ikinci bölümü, Atatürk'ten derleme sözleri kapsıyordu. Doğrusu, Başbakanlık adına üzülecek bir durumdu bu... Atatürk böyle bir derleme ile, gençliğe üstünkörü sunulamazdı. Hakkında binlerce cilt eser yazılan Atatürk, bu cahil kalem sahiplerinin eli ile, gençliğe yeniden sunuluyordu. Bu görevi Sayın Prof. Enver Ziya Karal çok daha önceleri (Atatürk'ten Düşünceler) adlı kitabında yapmıştı. Dünya'yı yeniden keşfetmek gerekmezdi. Ama anlaşılan o idi ki, bunu Atatürk sevgisinden değil, birçokları gibi Atatürk'ü kendilerine göre sömürmek için yapıyorlardı.
Kitabı okuduğum sürece, düzensiz aralarla, herhalde bu amaç için yapılmış bir kapı, bütün gücü ile açılıp kapatılıp gürültü yapılıyordu. Bu sesi, Mehmet'in kapıya vurduğu süngü sesi izliyordu.

Kapı kapalı idi ama üzerinde kapı dürbünü vardı. Mehmet, sık sık oradan bakmakla görevliydi. Tek battaniye vardı, Temmuz sıcaklarından söz ettiğimi sanmayın. Burada insan gece gündüz üşüyor ve bazen titriyordu. Peki, her şey iyi güzel ama gerçekten her güç anında "Vatanı Kurtaran" bu dünyada eşi bulunmaz kahramanlık, insanlık ve erdem simgesi Mehmetçik bu işlerde nasıl kullanılıyordu? Türk Milletinin töresinden gelen niteliklerini bozmağa kimsenin hakkı olmamalıydı değil mi? Ne yazık ki burada, durum böyle değildi. Mehmet'e köşke getirilen herkesin "Komünist" olduğu öğretilmiş ve beyni yıkanmıştı. Diyalog kurmak ne mümkün... Tek sözcük etmek olanağı yoktu.

Komünist; ırz düşmanı, din düşmanı, mal düşmanı idi... Öyleyse ezilmeli idi...
Büyükler de komünistlerin başını ezmek için gece gündüz çalışıyorlardı. Onlar da bu kutsal görevde kendilerine düşeni yapmalıydılar. Peki, nerde kalmıştı Mehmet'in öz cevherleri... Acıma duygusu, soyluluğu... Hani bu ulus, düşmanına karşı dahi hoş görülü, bağışlayıcı bir karaktere sahipti?
Belki onlar beyinleri yıkandığı halde, komüniste dahi hoşgörülü davranırlardı. Ama köşkün yöntemleri böyle bir davranışı olanaklı kılmıyordu.
Zorbalık; insanları korkak, alçak ve bağışlamasız yapardı. Burada her gün insanlara akla, mantığa ve hayale gelmeyen işkenceler uyguluyorlardı.
Mehmet bir açık verdiği an başına gelecekleri biliyordu. Doğrusu başka türlü de
davranamazdı... Mehmet, gene aynı Mehmet idi.
Ben, geceleri onların koğuşlarına girip üstü açılanların üstünü örtmüştüm. Evladım gibi sevip okşadığım, kızdığım günler olmuştu. Ama onun hakkını yememiş ve yedirtmemiş tim... Eğitmiş, kafasının ışımasına çalışmıştım. Böyle bir dekor içinde de olsa hasrettim ona... Çünkü Mehmet'i postalının kokusundan, çorabının kokusuna kadar severdim.

El kitabını okurken sızmışım. Ne kadar sonra uyandım bilmiyordum. Çünkü saatimi de almışlardı. Bunu, bileğimin bağlı olmasından dolayı yapmamışlardı. Komedinin üstüne koyarlardı isteselerdi. Bu da ayrı bir yöntemdi. Zaman kavramının yitirilişi ayrı bir psikolojik baskı yöntemi idi.

Savcının Marksist-Leninist, Komünist kelimelerini bolca kullanması karşısında,
işkence Köşkü'yle ilişkisi konusunda kuşkuya düşmemek olanaksız. Ama hiç
Tanrı'nın adaletini, yer yüzünde gerçekleştirmekle görevli, eline adalet terazisi
verilmiş bir kişi böylesine şerefsiz, alçak, yüz kızartıcı tertiplere girer mi? Hakimlik mesleğinin kutsal geleneğini kirletir mi?
Hem benim bu mesleğe sonsuz saygım bir anlamda duygusaldı. Çünkü: Babam da hakimdi... Evde hep hak, hukuk, adalet kavramlarının kutsallığı hakkında duyduğum telkinlerle büyümüştüm.

Uyandığımda tuvalete çıkmak ihtiyacında olduğumu hissettim.
Mehmet'e seslendim. Okkalı bir küfürle yanıtladı beni. Peki, ne yapmalı idim?
Beklemeliydim ama ne kadar? Dayanabildiğim kadar... Bu da bir başka işkence idi.
Ama Mehmet gene mazurdu... Neden mi? Tuvalete gitmem için, yetkili kişiye haber vermesi gerekti. Kimse o kişi... Çünkü karyolaya bağlanmış ayaklarımdaki pranganın kilit anahtarı onda idi. Eğer, bu gereksinim uygun bir saatte değilse Mehmet'in bana ettiğinden daha fazla bir küfürle karşılaşması işten bile değildi. Bu istek ne kadar sürdü bilemem. Sonuçta kapı açıldı. Söylemeye gerek yok, kapının anahtarı da Mehmet'te değildi; içeri giren Mehmet ilk karşılaştığımız işkence aracı ile (siyah bezden, gözleri kapayan bir bant) gözlerimi kapattı. Kenarlardan belki görebilirim diye pamukları da yerleştirdi. Bundan sonra, somyanın ayağına sarılı kilit açıldı, sağ ayağımı zincire vurup, bu kilitle bağladılar. Yürümeye başladım. Tabii, bu şekilde yürümek olanaksızdı. Ayağımdaki pranganın uzunluğuna göre ki ancak her ayak sürüyüşümüz de 15 cm. kadar ilerleyebiliyor dum. Kapının yanında bir er daha kolumu tuttu. Yöntem aynı idi kollarımı iki er kıskaç gibi kavramış olduğu halde, ayaklarımı
sürüyordum. Böyle atılan 20 adımdan sonra (bir ayak boyu tahriben 30cm olduğuna göre ve ayaktaki pranga 15cm'lik bir harekete izin verdiğine göre, her adım 45cm'lik oluyordu) yürütüldüğüm uzunluk 9metre idi. Bu bölümün tabanı mozaik ti. Sonraları bant kenarlarından gördüğüme göre, burası pis bir koridordu. Sağında solunda kovalar, fenerler, bir kısım öteberi vardı. Bir tarafına alçak bir somya uzatılmış, üzerine pis bir yatak konmuştu. (5)

Evet, 9metre idi bu koridor. Sonra "merdiven" dedi birisi; her seferinde bir merdiven çıkıyorduk. Yedi merdiven böylece çıkıldı. Sonra "sola" dediler. Döndük. "Düz" dediler; iki adım daha attım. Burası merdiven sahanlığı idi. Demek ki bu sahanlık ta (bir-birbuçuk) metre idi. Sonra tekrar "merdiven" dendi ve altı merdiven daha çıkıldı. 13 Merdiven ile çıkılmıştı. Normal olarak bir merdiven 17cm. olduğuna göre 13x17=251 cm ediyor ve bu bodrumun yüksekliğini gösteriyordu. (6) Sonra sekiz adım daha düz götürüldüm. Demek ki holün genişliği 3 metre 60 cm. idi. Sonra "sağa dediler, döndük, bir merdiven aşağı indik. "Sola" dendi, iki adım daha yürüdük. Burası 1,5 metrelik bir yerdi. Gözlerim açıldı. 75x75 cm'lik, tam karşıda yukarısında küçük bir penceresi olan, pis bir yerdi burası... Kapı açık bırakılacaktı. Tabii öyle yapıldı; ayaklardaki zincirler ve kilitler alaturka tuvaletin tüm pisliklerine sürünüyordu. Şu anda
bunlar önemli değildi elbette... Beni bağışlayın tuvalete çıkmanın insanı bu ölçüde mutlu edebileceğini düşünemezdim tuvalette öyle istediğiniz kadar kalamazdınız.
Tüm gereksiniminizi Mehmet'in saptadığı kısa süre içinde tamamlamanız gerekti...
Yoksa kapı yüzünüze doğru tekmelenir, her türlü hakaretin hedefi olabilirdiniz.
Peki, bizim törelerimiz tahareti gerektirirdi. O nasıl olacaktı? Ellerdeki zincir buna izin vermiyordu. Buraya gelen "Vatan Hainleri"nin(!) taharet etmesi gereksizdi. Çünkü onlar komünistti, gâvurdu. Gâvurlar taharet etmezlerdi. Peki, aşağıya indirdiğiniz kilot ve pijamayı nasıl yukarı çekecektiniz. O da oldukça zor bir işti. Tuvaletten çıkar çıkmaz, karşımda bir dolap, solda açık bir kapı gördüm. Bulaşık
kokuları geliyordu solumdan. Burası bir bulaşıkhane idi. Sağda küçük bir lavabo
vardı; el yüz yıkamak için izin istedim. Mehmet'in gözlerinde biraz acıma, biraz
hoşgörü hissettim. Mehmet, benim kim ve ne olduğumu bilmiyordu. Ona, içeri alman herkesin komünist olduğu söylenmişti. Sabun istedim. Bu bir cesaretti. Sabun verilmesi yasaktı. Geceden beri, bana bırakılan yarım bardak su ile yetinmek zorunda kalmış ve susamıştım. Musluktan su içtim. Bu berbat bir şeydi. Şebeke suyuna benzemiyordu. Acı bir kuyu suyuydu... Artık ben işi epeyce uzatmıştım. Ama Mehmet'le aramda duygusal bir bağ kurmalı idim. Onun hareketinden kurtulma çarelerini bulmalıydım. Bir atak daha yaptım. Abdest almama izin verilmesini istedim.

Şöyle bir yaşıma başıma baktı. Babası yaşındaydım. Belki de gerçekten komünist
değildim. Hem de onun anlayışına göre abdest almak isteyen bir kimseye karşı
gelmek günahtı... İstemeyerekte olsa izin verdi; ancak başına gelebileceklerden
korkup sağı solu kollamağa başladı. Ben abdestimi aldım. Düşünemiyordu ki, taharet etmemiş bir insanın abdesti geçerli sayılmazdı. Ne günahı vardı Mehmet'in, kafasını aydınlatmamışlardı. Onun bilgisizliğini kendi çıkarlarına uygun görenler düzene egemendi ve o düzeni korunmak için işkence köşkleri kurulmuştu.
Peki, prangalı çıplak ayaklarla nasıl abdest alınırdı? Mes, yapmak var ya... Zincirli bileklerimle, prangalı ayaklanma mes yaptım. Daha önce söylemeye unutmuşum, ayaklarımda şöyle iyice eskimiş, pis, tokyo denilen lastik terlikler vardı. Tabii, çorap giymek de yasaklar arasında bulunuyordu.
İşim bitmişti, acı su kursağımı yakarak mideme oturdu. Gözler pamuklandı, bandandı.
Gelirkenki seremoni tersten uygulandı. Ama bir değişiklik vardı. Sağımdaki,
solumdaki Mehmet'ler daha insancıl tutuyorlardı kollarımı. Seslerinde belirgin bir
yumuşama olduğunu algılamıştım. Öyle ya, bazen "yaşın yanında kuru da" yanmaz mıydı? Belki bu adam komünist değildi. Bak abdestte almıştı... Tabii nöbet tutan Mehmet'ler hep aynı kişiler değildi. Fakat ne de olsa fiskosla birbirleriyle dertleşirlerdi her halde, zaman zaman. Bu yolla, Mehmet'in ilkel hakaretinden geniş ölçüde kendimi kurtarmayı başarmıştım.
Diğer işkencecilerin, yaptıkları işten elde etmek istedikleri bir sonuç vardı ve bunu bilerek uyguluyorlardı. Onlarla başa çıkılamazdı bu şartlar içinde... Başa gelen çekilecekti...

Odaya döndürüldüm ve gözlerim açıldı. İlk gelişimde olduğu gibi somyaya bağlandım.
Burada gece gündüz belli olmuyordu ama tuvalette iken günün ışıdığını anlamıştım.
Biraz sonra, akşam beni karşılayanlardan biri kaldığım odaya girdi. Erler bu kişiye Yüzbaşım diyorlardı. Herkesin bir konuda pratiği vardı tabii. Bu adamın yüzbaşı olmadığını anlamıştım. Fakat işkencelerin Türk Silahlı Kuvvetleri adına yapılmış olduğu izlenimini vermek ve bu suretle Türk Silahlı Kuvvetleri'ni, milletle karşı karşıya getirmeye çalışıp, bundan kendi stratejilerine göre çıkar umulduğunu ve gerçekte polis veya MİT görevlisi olan bu kişinin ve diğerlerinin rütbeli olarak tanıtılmasında, yarar görüldüğünü sezinlemiştim.
Kanıma göre, burası Devletin çeşitli güçlerinden oluşan ve onları gerçekten kontrol altına alan bir sağ Cunta'nın işkence ve sorgu merkezi idi.
Bay yüzbaşı, ayağımın kilidini açtı, ayaklarımı birbirine bağladı ve oda değiştireceğimi bildirdi. (7) Çıkarıldım, sola döndürüldüm, bir iki adım attıktan sonra tekrar sola, 3–4 adımdan sonra yine sola... Gözlerimi açtılar; artık her zaman belirtmeye gerek yok, odadan her çıkarılışta gözler bağlanıyordu. Bu kural bir ay boyunca hep aynı şekilde uygulanacaktı... Tekrar gözler açıldı. Burası bundan önce kaldığım odanın yanındaki, başka bir oda idi. 4x3.5m büyüklüğünde denilebilirdi. Solda köşede, yaylı eski ve köhne bir yatak, sağda köşede bir şifoniyer, girince tam karşıda tek kişilik bir masa ve de üzerinde 3 şey, plastik sürahi, plastik bardak ve daha önce bahsettiğim el kitabı.
Yerde 1.5x1.5 m boyutunda ve tam masanın altında bordo renkli bir hah...
Rutubet ve küf kokusu, birinci odaya taş çıkartacak cinstendi. Sonra bunun
deneyimini yapmak fırsatını bulacaktım. Ne ile mi? Tuzla... Getirttiğim tuz, üzerinden bir gün geçmeden su gibi olmuştu bu Temmuz sıcağında. Bu rutubetin ne ölçüde olduğunu, bir meteoroloji uzmanları, bir de buralarda yatan bilirdi. Islak bir soğukluk, insanın bedenini yalıyor, bu odanın rutubeti inceden inceye adamın gerçekten iliklerine işliyordu. Bu arada, iki Mehmet içeri girip şöyle birkaç sürahi su dökerek süpürdü odamı. Tabii beni düşünüyorlardı. Kirli yerde yatmamı arzu etmiyorlardı(!)
Yatağa yatırıldım. Tam karşımda yine bir levha vardı. Hani şu komünistler hakkındaki levhalardan. İzin isteyip masadaki sürahi, bardak ve el kitabını yere, yanıma koydum. Çünkü yataktan kalmanın yasak olduğu söylenmişti... Odanın penceresi yukarda ve soldaydı. Gece ve gündüzü anlayabilmek olanaksızdı. Duvarların dekoru ilkininkine benziyor tavandaki ampul süresiz yanıyordu...

Somya olmadığı için, ayaklarımın birini onun ayağına bağlamak mümkün olmamıştı bu nedenle ayaklarım zincirle birbirine bağlandı. Sol ayağımdaki zinciri bağlayan kilidin numarasının 7 olduğunu da bu arada görmüştüm. Kendi kendime bir formül bulmuştum: Sol ayağım 7, sağ ayağım 49, 7x7=49 etmez miydi? Dahası da vardı. 49- 7=42 ederdi. Bu sayı ayağımda pranga olarak kullanılan zincirin bakla adedinin sayısı idi. Hani şu 26 milyon kredinin bölümüne dair bir hikaye dolaşmıştı ya fısıltı gazetesinde, onun gibi bir şey... (8)

İlgililer işlerini bitirdiler ve gittiler. Şimdi ben yeni gözlemler yapmalıydım. Tabii ilk gözlem, yatağı tanımakla başladı. Buna, gerçekte yatak denilemezdi. Eski ve yaylı bir somyanın üzerine, ince bir bez örtülmüştü sadece. Dikeyliğini kaybeden eskimiş yaylar, sırtımı bir başka şekilde acıtıyordu. Aslında, bunun üzerine bir yatak konularak, yer divanı olarak kullanılabilirdi. Uzatmayalım, o eski demir yaylar halka halka bir vantuz gibi sırtıma yapışmıştı. Yan dönmeye çalıştım. Kollarım bağlı olduğuna göre, insan bu manevrayı ancak sırtı ile yapabilirdi. Yaylar öyle sesler çıkartıyordu ki; Mehmet'i alarme etti. Gözünü kapı dürbününe yapıştırdı. Tetikte idi Mehmet... Derhal emrini verdi: "Arka üstü yatacaksın ve hiç kıpırdamayacak sın." Hani kural vardı ya, Mehmet dürbünden baktığında yüzünü görmeliydi... Emri yerine getirip, sırtımı yayların masajına terk ettim. İnsanlar her şeye alışmalıydı. Hint fakiri olsaydım, bu somya dan belki de zevk alırdım. Neden daha önce Hint fakirliğini denememiştim ki?

Bu emri yapmamak aslında olanaksızdı. Kıpırdarsan yayların sesi Mehmet'i
uyarıyordu. Sonra ne yapılacağı belli olmazdı. (9)

Ne de olsa, emekli bir subaydım... 

Az mı esas duruşta durmuştuk. Birden ta 19 Mayıs 1944'e gittim. Ankara'da Harp Okulu Öğrencisi olarak, 19 Mayıs Stadyumunda merasim için toplanmıştık. Milli şef konuşuyordu. Bize Atatürk'ün en yakın arkadaşı diye öğretmişlerdi' onu. At gezintilerinde Harp Okulu'na uğramayı ihmal etmez, hatırımızı sorardı. Okulda 26 ders gösterirlerdi. İçinde ipe sapa geleni pek yoktu. İkinci Dünya Savaşı bütün şiddeti ile devam edip, harp tekniği büyük ilerleme gösterdiği bir dönemde, bizler Kirazlı Dere'de talim yapardık.10 At arabasının parçalarını öğretirlerdi bize. Hiç unutmam, ön düzen-arka düzen-sandık diye... Ama askerlikte disiplin gerekti. Kıpırdamadan durmayı iyi başarırdık. Esas duruş derlerdi bizim zamanımızda buna."

Milli Şef konuşurken, tüm Harbiye heykel gibi olmuştu. Pek konuşmalarından
anladığımız yoktu ama kımıldamıyorduk. Bayılanlar oluyor, kaldırıp götürüyorlardı.

Fakat yine kıpırdamıyor duk.

Şefimiz o sıra, Turancılık üzerinde duruyordu. Bu konuşma iki saat sürmüştü. O
deney geldi aklıma birden. Bir tek farkı vardı. O zaman ayakta iken, şimdi yatarken kıpırdamayacak tım... Ne de olsa deney deneydi, yararlandım.
Bir süre sonra, insan bulunduğu yere alışıyor... Bir ara su içmeyi denedim. Sürahideki sıvı sudan başka her şeye benziyordu. Çünkü içine ilaç katılmıştı. Herhalde ilacın ne olduğunu bu örgütün doktoru bilirdi.12 Doktor işkencelerin bilimsel olması için(!) sağlık gözetiminde bulunurmuş.

3 Temmuz 1972 de akşam yemeğini, isteksiz evde yemiştim. 48 saat aç bırakıldıktan sonra, 5 Temmuz 1972 akşamı iki lokma, öldürmeyecek kadar yemek vermişlerdi...
Bir ara nöbetçinin değiştiğini hissettim. Oturmayı denedim. Daha sert bir emirle arka üstü yatmam istenildi. Yatağımın sağında, duvarda, bir el büyüklüğünde sıva kopukluğu görüyordum. Onun üzerine bir işkence kurbanı "of anam!" diye yazmıştı. Burası han duvarı değildi. Herkes istediğini yazamazdı. Bu zavallı nasıl olmuşsa cesaret göstermişti. Burada kaldığı sürece insanın tırnaklan da kestirilmezdi. Bu uzun tırnaklar işe yarıyordu demek...

a) SCOPOLAMINE
b) SODIUM AMYTAL
c) SODIUM PENTOTHAL
d) MESCALIN

(Bakınız: Amerika FM 19–20, Department of the Army Field Manual, "Modern Sorgu Tekniği" Öğretmen Em. Md. Ertuğrul Korhan'ın polis ders kitabı).
(Bakınız: "Emniyet örgütündeki yayınlar ve eleştirileri" - Talat Turhan 7 Gün Dergisi: 22 Haziran 1977 ve 29 Haziran 1977).


DİPNOTLAR;

1. Her ne kadar Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu'nda aramanın kuralları açıklanmış ise de, bu kurallar yasa egemenliğine saygılı bir yönetim için geçerlidir. Oysa o dönemde Sıkıyönetim Komutanı olan Org. Türün'ün mantığı farklıdır. Türün, Kore'de komünistlerle çarpıştığından aynı işi Türkiye'de
yaptığını sanmakta ve yeni bir iç düşman kavramı geliştirmektedir. (Bakınız: Tercüman 6–25 Aralık 1985 "Faik Türün Anlatıyor: 'Kore'den 12 Mart'a" , Yazan: Ergun Göze) Bu durumda yasalar değil, talimnameler yürürlüğe konulmuştur. Nitekim ST 31–15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât talimnamesinin 18. maddesi konuya aydınlık getirmektedir.
"... Arama ve müsadere gece ve gündüz, her saatte yapılır, a) Bir arama ve müsadere faaliyeti, ilgili topluluğa, kontrollü bir rahatsızlık verme maksadını güder. Evi, barkı aranan, eşyası müsadere edilen kimseler, gayri nizami kuvvet üyelerini ileride barındırmaya veya desteklemeye cesaret edemeyecek
şekilde heyecanlandırılmak ve sindi/ilmelidir..."
Bu madde gerek 12 Mart sonrasının arama uygulamalarına ışık tuttuğu gibi, Faik Türün'ün Fırtına I ve II Tatbikatları düzenleyerek toplu arama yapmasının amacını da kesinlikle belirtmektedir.
Evet, "Arama kontrollü bir rahatsızlık verme maksadını güder"miş. Benim evde de bu yapıldı.
Diğerlerinde olduğu gibi...
2. Mahkemeye verilmiştir.
3. 1970 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a yazdığım açık mektupta "2. Kurtuluş Savaşı"ndan söz ediyordum. (Kitaba alınmıştır).
4. Atatürk -Türk Gençliğinin El Kitabı - Önsöz'den seçmeler: "Sol kanat propagandalarının" Tam bağımsızlıktan anladıkları, NATO'dan ve CENTO'dan çıkmak, Ortak Pazar'a girmemek, Amerika Birleşik Devletleri'yle ve Batı Blokuna mensup ülkelerle sıcak ve soğuk bir savasın içinde olmaktır."
"Atatürk'ün 'inkılapçılığı' Marksistlerin anladığı şekilde bir 'Devrim'cilikten de çok farklıdır. O, gelişmeyi Türk toplumunun yönetimindeki temel felsefe olarak gösteriyor ve ihtilâlciliği reddediyordu."
"istiklâli tam" sözünü diledikleri gibi yorumlayarak II. Kurtuluş Savaşı, sloganları ile ortaya çıkanlar, Atatürk'ü olduğu gibi değil, kendi ideolojik açılarından "olması lazım geldiği" gibi göstermek isteyenlerdir."
Oysa ben, "Tam Bağımsızlık" ve "İkinci Kurtuluş Savaşçılığı"nı savunan, anti emperyalizm ve anti kapitalizmi benimsemiş ve bu uğurda kavgaya girmiş bir insandım. Emperyalizmin maşalığım yapan işkencecilerin boy hedefi olmamdan daha doğal ne olabilirdi? Kitap Atatürk'ün ihtilâlciliğini ret edecek ölçüde tarihi gerçeklere sırt çevirmişti.
5. Tüm bu ayrıntıyı, daha sonra yasal makamlara başvurmayı tasarladığım için saptamaya çalışıyordum.
6. Daha önce ben de yattığım odanın yüksekliğini 2.50 m. olarak tahmin etmiştim.
7. Gözaltında olan kişi üzerinde kuşku ve güvensizlik yaratıp sürekli diken üzerinde oturuyormuş
izlenimini vermek için bu yer değiştirme yöntemine baş vurulmakta idi. 27 Mayıs'tan-28 Şubat'a F/22
8. 1970'li yıllarda 26 milyonluk kredi yolsuzluğu kamu vicdanını zedeledi. Daha sonraki yıllarda milyarlık bankerlik skandalları, hayali ihracat ve kurtarma operasyonlarına tanık olunacak "Serbest Piyasa Ekonomisi" adına tüm bu yolsuzluklar toplumda eskisi gibi tepki uyandırmayacak tı.
9. Oda planı mahkemeye verilmiştir.
10. Harp Okulu'nun eğitim alam.
11. 1942–1944 yıllan arasında Kara Harp Okulu'nda öğrenim gördüm.
12. Ceza ve tutukevinden çıktıktan sonra yaptığım araştırmalarda, Hakikat Serumu da denilen bu ilaçların ne olduğunu saptadım ve bir dergide yayınladım.


18 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder