ON YILIN MUHASEBESİ BAŞARILARI VE HAYAL KIRIKLIKLARIYLA G20 BÖLÜM 1
NURULLAH GÜR,
ŞERIF DILEK
ANALİZ KASIM 2018
SAYI: 262
Baskı: Turkuvaz Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş., İstanbul
SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Nenehatun Cd. No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel: +90 312 551 21 00 | Faks: +90 312 551 21 90
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi
SETA | Washington D.C.
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106
Washington D.C., 20036 USA
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc SETA | Kahire
21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen Flat No: 19 Cairo EGYPT
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire SETA | Berlin
Französische Straße 12, 10117 Berlin GERMANY
Tel: +49 30 20188466 SETA | İstanbul
Defterdar Mh. Savaklar Cd. Ayvansaray Kavşağı No: 41-43
Eyüpsultan İstanbul TÜRKİYE
Tel: +90 212 395 11 00 | Faks: +90 212 395 11 11
Uygulama: Erkan Söğüt
setav.org
Bu yayının tüm hakları SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’na aittir. SETA’nın izni olmaksızın yayının tümünün veya bir kısmının elektronik veya mekanik (fotokopi, kayıt ve bilgi depolama vd.) yollarla basımı, yayımı, çoğaltılması veya dağıtımı yapılamaz. Kaynak göstermek suretiyle alıntı yapılabilir. setav.org
ON YILIN MUHASEBESİ: BAŞARILARI VE HAYAL KIRIKLIKLARIYLA G20
IÇINDEKILER
ÖZET 7
GIRIŞ 8
KRİZ SONRASI G20 EKONOMİLERİNİN PERFORMANSINA KISA BİR BAKIŞ 9
G20’NİN BAŞARILARI VE HAYAL KIRIKLIKLARI 11
TÜRKİYE DÖNEM BAŞKANLIĞINDA G20 15
ARJANTİN DÖNEM BAŞKANLIĞINDA G20’NİN 2018 AJANDASI 16
SONUÇ VE ÖNERİLER 18
YAZARLAR HAKKINDA
Nurullah GÜR
2006 yılında Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’nden mezun oldu. Aynı bölümden 2008’de yüksek lisans derecesini aldı. Doktorasını 2012’de University of Essex’de tamamladı. Gür, halen İstanbul Medipol Üniversitesi Ekonomi ve Finans Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmalarına devam etmektedir. Ekonomik gelişme, finans-reel sektör ilişkisi ve uluslararası politik iktisat alanlarında çeşitli uluslararası dergilerde yayınları bulunmaktadır.
Şerif DİLEK
Lisans ve Yüksek lisans eğitimini İşletme ve Deniz Ekonomisi alanında tamamladı. Doktora derecesini Marmara Üniversitesi Ortadoğu Ekonomi Politiği Anabilim Dalı’ndan aldı. Akademik eğitiminin yanında uzun bir süre özel sektörde çalışan Dilek, uluslararası ekonomi politik, Ortadoğu’da siyaset-ekonomi ilişkisi, uluslararası iktisat ve kalkınma gibi alanlarda çalışmalarına devam etmektedir.
ÖZET
Lehman Brothers’ın iflas edip dünyanın Küresel Finans Krizi gerçeğiyle yüzleşmeye başlamasının ardından on yıl geçmiştir. Krizin ardından politika yapımı açısından ön plana çıkan aktörlerin başında G20 gelmektedir. G20, Küresel Finans Krizi’nin etkilerini azaltması ve yeni krizleri önleyecek reformlara
öncülük etmesi beklenen bir platformdur.
Ancak son birkaç yıldır liderler zirvelerinde küresel siyasete dair konuların giderek daha fazla ağırlık kazanması ülkeler arasındaki fikir ve çıkar farklılıklarını daha da derinleştirerek G20’nin etkinliğinin azalmasına neden olmaktadır. Son yıllardaki küresel yönetişim meselesinde uzlaşının sağlanamadığı zirveler daha sönük geçmekte ve sonuç bildirgeleri iyimserlikten uzak kalmaktadır. Yerleşik ve yükselen güçler arasındaki küresel reform önceliklerinde görülen ayrışmalar daha belirgin hale gelmiştir. Küresel finansal mimarinin yeniden şekillenmesine pozitif katkılar sağlasa da kurumsal bir sekreterya ve yaptırım gücüne sahip olmayan G20 vaat ettiği birçok politikayı hayata geçirememiştir. Bu da küresel ekonominin gidişatında iyimser beklentilerin yerini hayal kırıklıklarına bırakmasına sebep olmaktadır.
Bu yıl G20 dönem başkanlığını devralan Arjantin, Liderler Zirvesi’nin ilk kez Güney Amerika’da düzenlenmesine öncülük etmektedir.
Buenos Aires’te yapılan zirvenin ana teması “adil ve sürdürülebilir bir kalkınma için fikir birliği sağlamak” olarak belirlenmiştir.
G20 dönem başkanı Arjantin bu tema kapsamında “iş hayatının geleceği”, “kalkınma için altyapı” ve “sürdürülebilir gıda geleceği” şeklinde özetlenebilecek üç öncelik saptamıştır. Her ne kadar Arjantin hem kıtanın sesi olma hem de gelişmekte olan ülkelerin kalkınma meselesini gündeme getirme fırsatı taşısa da bu zirvenin odağında ABD’nin geleneksel müttefiklerini karşısına alma pahasına izlediği korumacı politikalar, ABD-Çin arasında karşılıklı misillemelerle sürdürülen ticaret savaşı ve İran yaptırımları bulunmaktadır. Bu analiz Arjantin dönem başkanlığında gerçekleşen G20’nin 2018 ajandasını, Küresel Finans Krizi’nin üzerinden geçen on yıl sonrasında zirvenin küresel ölçekli yapısal sorunları
çözmede ve küresel ekonomiye destek olmada ne derece başarılı olduğunu ve G20 ile ilgili yaşanan hayal kırıklıklarını ele almaktadır.
< Analiz Arjantin dönem başkanlığında gerçekleşen G20 zirvesinin 2018 ajandasını, sorunları çözmede ne derece başarılı olduğunu ve
G20 ile ilgili yaşanan hayal kırıklıklarını ele almaktadır. >
GİRİŞ
2008’de tüm dünyayı sarsan Küresel Finans Krizi’nin üzerinden on yıl geçmiştir. Kriz özellikle gelişmiş ülkelerde ekonomik büyümenin yavaşlamasına,
milyonlarca insanın işsiz kalmasına ve gelir dağılımının bozulmasına yol açmıştır. Krizin yarattığı bu ortamın bir yansıması olarak dünyanın birçok ülkesinde aşırı sağ parti ve siyasetçiler oy oranlarını hissedilir ölçüde artırmıştır. Aradan geçen süreye rağmen bu krize yol açan sebeplerin uzun yıllardır orta ve dar gelirli sınıflar üzerine oluşturduğu negatif etkiyi telafi edici önlemlerin birçoğunun alınmamaya devam etmesi;
Donald Trump’ın Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanı seçilmesi ve İngilizlerin Brexit kararı alması gibi son döneme damgasını vuran siyasi tercihlere belli oranlarda etki etmiştir. Krizin ardından geçen tam on yıla rağmen yapısal problemlerin çok önemli bir kısmı çözüme kavuşturulamamış, küresel büyüme performansı hedeflenen ölçüde yukarıya taşınamamış ve birçok insanın reel geliri kriz öncesi seviyeye dönememiştir.
Oysa filmi başa sardığımızda krizin yarattığı şok etkisi sonrasında bu krize yol açan ve gelecek krizlere neden olma potansiyeline sahip yapısal sorunları küresel ölçekte çözmeye, ülkelerin uyguladıkları politikalar arasındaki koordinasyonu sağlamaya, küresel ticaret ve finans sistemini daha adil ve kapsayıcı hale getirmeye ve küresel kalkınmayı gerçekleştirme yolunda kalıcı adımlar atmaya yönelik bir umudun belirdiği hatırlanmaktadır.
1999’da kurulan ancak Küresel Finans Krizi’ne kadar aktif bir şekilde çalışmayan G20 platformu kriz sonrasında bu zorlu hedefleri gerçekleştirmeye
yönelik uluslararası siyasette en üst düzeyde destek olma misyonunu üstlenmiştir. G20 ülkelerinin dünyadaki ekonomik çıktının yüzde 85’ini, uluslararası ticaretin yüzde 75’ini ve dünya nüfusunun üçte ikisini oluşturması bu platforma önemli bir temsiliyet avantajı sunmaktadır.
Bu yıl Arjantin ev sahipliğinde G20 Liderler Zirvesi’nin on üçüncüsü düzenlenmektedir (Tablo 1).1 Bu analizde aradan geçen on yıl sonrasında
G20’nin küresel ölçekli yapısal sorunları çözmede ve küresel ekonomiye destek olmada ne derece başarılı olduğu, yaşanan hayal kırıklıkları
ve Arjantin dönem başkanlığında G20’nin politika ajandası ele alınmaktadır.
TABLO 1. G20 DÖNEM BAŞKANLIKLARI VE LİDERLER ZİRVESİ
* G20 dönem başkanlığını devralacak ülkeler
Kaynak: G20, www.g20.org, (Erişim tarihi: 26 Kasım 2018).
KRIZ SONRASI G20 EKONOMILERININ PERFORMANSINA KISA BIR BAKIŞ
Birçok G20 ülkesi 2009’da negatif büyüme yaşamıştır. Avrupa Birliği (AB) genelinde ve Japonya’da büyüme rakamları ABD’den daha ağır oranlarda daralmıştır. ABD’nin özellikle genişletici para politikasını devreye daha hızlı sokması ve daha dinamik bir ekonomik yapıya sahip olması bu konuda avantaj sağlamıştır. Troyka’nın sunduğu yanlış reçete neticesinde Yunanistan’daki krizin ağırlaşması, birçok Avrupa ülkesinin maliye politikasında kemer sıkması ve Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) ilk etapta parasal genişleme programını tercih etmemesinin neticesi olarak AB ekonomisi 2012’de teknik olarak yeniden resesyona girmiştir. Alman ekonomisi güçlü mali durumu ve imalat sanayii sayesinde kriz sonrasında diğer AB ülkelerine kıyasla daha yüksek büyüme rakamları tutturmayı başarmıştır. Çin ve Hindistan haricindeki gelişmekte olan
ülkeler de 2009’da büyüme performansı açısından kötü bir yıl yaşamıştır. Batılı ülke ekonomilerinin sert bir şekilde daralması sonrasında küresel ticaret
hacminde yaşanan gerileme krizin gelişmekte olan ülkeleri en çok ihracat kanalıyla vurmasına neden olmuştur. Beklentilerin kötüleşmesi de geçici olarak gelişmekte olan ekonomileri sarsmıştır.
TABLO 2. G20 ÜLKELERİNDE GSYH (TRİLYON DOLAR)
Kaynak: Dünya Bankası
Söz konusu ülkelerin finans piyasalarının görece sığ olması ve bankacılık sektörlerinin Amerikan bankaları ile görece daha az bağlantısının bulunması
krizin finans kanalı ile bu ülkeleri negatif etkilemesini sınırlandırmıştır.
Aralarında Türkiye’nin de yer aldığı gelişmekte olan ülkeler 2010 ile birlikte büyüme rakamlarını hızla yukarıya taşımayı başarmıştır. Bu pozitif gelişme ile birlikte gelişmekte olan ülkelerin küresel şoklardan eskisi kadar etkilenmeyerek bir ayrışma (decoupling) yaşadıkları tezi o dönem sıkça dillendirilmiştir. O dönemde gelişmekte olan ülkelerin ciddi ekonomik problemlerinin bulunmaması, genişletici maliye politikası kullanabilmek için hareket alanlarının olması, yüksek kar ve getiri potansiyeline sahip yatırım imkanları sunmaları ve ABD’de başlayan parasal genişleme programı kapsamında sunulan likiditenin bir kısmının bu ülkelere yönelmesi kriz sonrası yaşanan hızlı toparlamanın altında yatan temel
sebeplerdir. Likiditenin bol, faizlerin ise düşük olması gelişmekte olan ülkelerdeki şirketlerin döviz cinsiden borçlanmalarını teşvik etmiştir.
Küresel Finans Krizi sonrası G20 ülkeleri arasında yaşanan önemli gelişmelerden biri de Çin’in 2012 sonrasında ihracata dayalı büyüme modelinden iç talebe dayalı büyüme modeline geçiş yapmaya başlamasıdır. Küresel ticaret hacminde yaşanan daralma, kriz sonrası birçok ülkede imalat sanayiine verilen önemin artması, Çin’de işçi ücretlerinin yükselmesi ile birlikte küresel değer zincirinin Vietnam, Tayland, Filipinler ve Endonezya gibi ülkelere kayması ve kendi ülkesinde yükselen orta sınıfın artan ihtiyaçlarına cevap verme ihtiyacı Çin’i böyle bir büyüme modeli değişikliğine itmiştir. Bu geçiş döneminde Çin ekonomisi daha yavaş büyümeye başlamıştır. Çin küresel ekonomide son on yılda yaşanan bunca badireye rağmen GSYH’sini 4,6 trilyon dolardan 12 trilyon dolara yükseltmeyi başarmıştır. ABD, Japonya ve AB ülkelerinin görece zayıf bir büyüme performansı gösterdiği dönemde Çin küresel ekonomiden aldığı payı yaklaşık iki kat artırmıştır.
TABLO 3. G20 ÜLKELERİNDE EKONOMİK BÜYÜME (YÜZDE)
Kaynak: Dünya Bankası
FED’in önce parasal genişlemeyi yavaşlatarak sonlandırmaya başlaması ve akabinde faizleri kademeli olarak artırması uluslararası fonların özellikle gelişmekte olan ülkelerden çıkmaya başlamasına yol açmıştır. Faizlerin yükselmesi ve gelişmekte olan ülke para birimlerinin değer kaybetmesi
bir taraftan yeni yatırımların önünü keserken bir taraftan da mevcut borçların geri ödemesinde zorluk yaşanmasına neden olmaktadır. Bu durumun bir neticesi olarak gelişmekte olan ülkelerde ekonomik büyüme oranları gerilemeye ve istikrarsız hale gelmeye başlamıştır. Arjantin ekonomisi 2012, 2014 ve 2016 yıllarında daralmıştır. Petrol fiyatlarının hızla düşmesinin ve Ukrayna’da yaşanan gerilim sonrasında Batılı ülkelerin uyguladığı yaptırımların etkisiyle Rusya ekonomisi 2015 ve 2016’da resesyona girmiştir. Enerji fiyatlarındaki gelişmelere siyasi çalkantılar da eklenince Brezilya ekonomisi iki yıllık bir resesyon yaşamıştır.
Türkiye Gezi Parkı Şiddet Eylemleri, 17-25 Aralık yargı operasyonları, terör olayları ve 15 Temmuz başarısız darbe girişimi gibi yaşadığı ciddi sıkıntıları yerinde politika manevralarıyla 2018’e kadar ekonomiye çok ciddi zarar vermeden atlatmayı başarmıştır.2 Türkiye ekonomisi TL bazında hızlı büyümeye devam etse de TL’nin dolar karşısında değer kaybetmesinin bir yansıması olarak dolar bazında GSYH artışı sınırlı kalmıştır. 2018’de ABD ile ilişkilerin gerilmesi ve uluslararası medyada çıkan bazı manipülatif haberlerin beslediği iki (Mayıs ve Ağustos) spekülatif atak sonrası kurda yaşanan ani artış ekonominin bir dengelenme sürecine girmesini zorunlu kılmıştır. Yeni Ekonomi Programı’nda belirtildiği üzere Türkiye 2020’ye kadar enflasyon ve cari açığı düşürmeyi önceleyen, ekonomik büyümeyi ikinci planda tutan bir yola girmiştir.
Son olarak gelişmiş G20 ülkelerinin performansına bakmakta fayda var. Müzmin durgunluk (secular stagnation) tartışmalarına3 rağmen ABD ve AB ülkeleri 2014 ile birlikte daha istikrarlı bir büyüme patikasına girmiştir. Ekonomik büyümenin artmasıyla birlikte işsizlik oranları gerilemeye başlamıştır. Ancak son dönemde yaşanan bazı gelişmeler Batılı gelişmiş ülkelerde 2020 veya 2021 gibi yeni bir resesyon olasılığını artırmaktadır.
Genişletici politikaların sonlanması, faizlerin artması, Brexit sürecinin uzaması, aşırı sağın yükselişi ve İtalya bütçesi gibi sorunların AB üzerinde baskı oluşturması, ticaret savaşlarının fitilinin ateşlenmesi ve borçluluk seviyesinin dünya genelinde krizden sonra hızla artmaya devam etmesi resesyon riskini besleyen unsurlardır.4
G20’NIN BAŞARILARI VE HAYAL KIRIKLIKLARI
İlk G20 toplantılarının en önemli kazanımı dünya liderlerinin Küresel Finans Krizi’nin patlamasına yol açan fay hatlarını dürüst bir şekilde ortaya
koymaları olmuştur. Finans sektörüne yönelik gerekli denetim ve düzenlemelerden uzaklaşılması, finansal kurumların yatırımcılar tarafından anlaşılması zor yeni enstrümanlar ortaya çıkararak aşırı kaldıraçlı ve riskli işlemlere yoğunlaşmaları, bazı bankaların küresel ekonomiyi tehdit edecek
oranda aşırı büyümeleri, uluslararası derecelendirme kuruluşlarının şeffaflıktan uzak ve çıkar çatışmasına sebebiyet veren çarpık yapısı ve dünyanın en büyük iki ekonomisi olan ABD ve Çin arasındaki tüketim-tasarruf dengesizliği gibi çeşitli faktörler krizi ortaya çıkaran temel dinamikler olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte söz konusu sorunlara ülkeler arasında koordineli bir şekilde hareket edilerek yapısal çözümler üretilmedikçe küresel ekonominin risk altında olmaya devam edeceğinin altı kalın çizgilerle çizilmiştir. Özellikle Batılı gelişmiş ülkelerin finans piyasalarının düzgün işlediğini, finansal küreselleşmenin her ülkeye ve toplumun her kesimine katkı sağlayacağını ve krizlerin ortaya çıkmasında piyasaların değil kamunun yanlış politikalarının neden olduğunu savunan bir anlayıştan çıkıp yukarıda saydığımız sorunları ve çarpıklıkları itiraf etmeleri
başlangıç açısından pozitif bir gelişme olmuştur.5 G20’nin öncelemesiyle birlikte finans piyasalarının daha iyi denetlenmesi ile ilgili bir dizi adımlar atılmıştır. Bankacılık sektörünün özellikle sistematik riskler karşısında zayıf kalmasını önlemek adına Basel III düzenlemeleri devreye sokulmuştur. Basel III ile birlikte yalnızca mikro ihtiyati değil makro ihtiyati yönde de düzenlemeler getirilmiştir. Bununla birlikte küresel ölçekte sistematik açıdan önemli olan büyük finansal kurumlar listesi her yıl yayınlanmakta, bu kurumlar daha sıkı denetim ve düzenlemelere tabi tutulmaya çalışılmaktadır. Büyük finans kurumlarının zor duruma düşüp krizlerin küresel ekonominin geneline yayılmasını ve kurtarma paketlerinin vergi ödeyenler üzerinde yük oluşturmasını önlemek açısından ulusal ve uluslararası denetleyici birimlerin bu büyük kurumlar üzerine daha fazla yoğunlaşmaları bir zorunluluktur. ABD’de Oba-ma döneminde devreye giren Dodd-Frank Yasası da büyük bankaların daha sıkı bir şekilde denetlenerek
ve kurallara tabi tutularak sistemik risklere neden olmamalarının önüne geçmeye çalışmak açısından yetersiz ama olumlu bir adımdır.
Ancak Donald Trump’ın başkan olması ile birlikte Dodd-Frank Yasası ve alt kıvrımlarının getirdiği değişiklikler zamanla kaldırılmaya başlamıştır.6
Trump’ın bu adımları ortaya konan reformların etkinliğini azaltarak “batmak için çok büyük” sorununun canlanmasına neden olmaktadır.
Bu durum Çin için de geçerlidir. Çin’deki büyük kamu bankaları Küresel Finans Krizi sonrası hızlı büyüme tempolarını sürdürerek çok daha büyük hale gelmişlerdir.7 Bununla birlikte bankalar gibi faaliyet gösteren ancak denetim ve düzenlemelere tabi olmayan gölge bankacılık sektörünün Çin’deki hızlı yükselişi ekonomi için ciddi bir risk unsurudur.8 Dünyanın önemli finans merkezlerinde faaliyet gösteren finans kurumlarının bu kadar büyümesi ulusal ve uluslararası siyasete aşırı nüfus etme, finans kaynaklarının etkinsiz dağılması, yeni krizleri tetikleme ihtimali ve batmaları halinde vergi ödeyenlere ekstra yük bindirme gibi çeşitli sorunlara neden olmaktadır. 1980’lerle birlikte gelişmekte olan ülkelerin
küresel ticaret ve ekonomiden aldıkları payda kayda değer bir artış yaşanmasına rağmen küresel yönetişimdeki söz hakları ekonomik güçleri ile orantısız kalmaya devam etmiştir. G20 toplantılarında bu konu sıkça gündeme gelmesine rağmen başta ABD olmak üzere bazı Batılı gelişmiş ülkeler Bretton Woods ikizleri olarak bilinen Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi kurumların yönetimlerindeki ağırlıklarını kaybetmemek için daha adil söz hakkı paylaşımına ayak diremektedirler. Yıllarca süren çabanın yapı yatırımlarının finanse edilmesi ile ilgili Dünya Bankası kaynakları yetersiz kalmaktadır.
Dünya Bankası’nın da bu alanda yeteri kadar aktif olamaması dünya genelindeki altyapı açığı sorununun her geçen yıl büyümesine yol açmaktadır. Gelir dağılımı
eşitsizliği ve yoksullukla ilgili son otuz yılda belli mesafeler kat edilse de bu başarının arkasında Çin ve Hindistan’da yaşanan ekonomik gelişmenin olduğu unutulmamalıdır. Bu iki ülke dışarıda tutulduğunda geri kalan gelişmekte olan ülkelerde küresel ekonomiyi tehdit eden bu iki büyük sorunla ilgili anlamlı bir gelişme kaydedildiğini söylemek güçtür. Dünya Bankası gelir dağılımı ve yoksulluğa yönelik eğitim, sağlık ve sosyal koruma gibi alanlarda iyi niyetli programlar oluşturmaya çalışsa da sorunların büyüklüğü göz önüne alındığında bu girişimler yetersiz kalmaktadır.
IMF başkanının Avrupalı ve Dünya Bankası başkanının ABD’li olması şeklinde yazılı olmayan bir kural bulunmaktadır. Bu durum gelişmekte olan ülkeler gözünde bu iki kurumun itibarını zedelemektedir. 2012’de dönemin ABD Başkanı Barack Obama’nın aday göstermesi sonrasında Dünya Bankası Başkanı olarak seçilen Asya asıllı ABD’li Jin Yong Kim bu döngüyü biraz olsun kırmıştır.
Bretton Woods kurumlarının kaynak yetersizliği ve yönetimlerinde Batılı gelişmiş ülkelerin elinde tuttuğu dengesiz güç ağırlığı gelişmekte olan ülkeleri alternatif arayışlara itmektedir. Çin tarafından başlatılan bir girişim olan Asya Altyapı Yatırım Bankası ve BRICS ülkelerinin ortaklaşa kurduğu Yeni Kalkınma Bankası bu alternatif neticesinde ABD geç de olsa Çin, Türkiye, Hindistan, Meksika ve Brezilya gibi gelişmekte olan ülkelerin IMF’deki oy hakkını artıran reform teklifini onaylamıştır. Bu gelişme G20’nin ufak da olsa bir başarısı olarak kayıtlara geçmiştir.
IMF kaynakları Küresel Finans Krizi gibi depresyonların etkilerini bertaraf etmek için yetersiz kalmaktadır. İlk birkaç G20 toplantısında IMF’nin kaynak yetersizliği sorunu masaya yatırıldıktan sonra kaynakları artırmaya yönelik ilave destek programları devreye sokulmuştur. 2008’in sonunda 400 milyar dolar olan IMF’nin toplam finansal kaynakları 2017 sonu itibarıyla 1,4 trilyon dolara yükselmiştir.9 Bu yeni kaynak ve programlar sonrasında bile IMF’nin kapasitesi finansal oynaklık ve krizlerin diğer ülkelere yayılması gibi risklerle baş edebilecek bir seviyeye çıkarılamamıştır.
IMF’de gerçekleştirilen son reformdan sonra ABD, Almanya, Fransa, İtalya ve Japonya başta olmak üzere birçok gelişmiş ülkenin küresel GSYH içindeki paylarında düşüş yaşanmışken Çin, Hindistan, Endonezya ve Türkiye gibi ülkelerin payında ise artış görülmüştür.10 Bu durum IMF’de kota ve oy dağılımında yeni bir reforma gidilmesi gerektiğine işaret eden bir gelişmedir. ABD kota artırımının oy oranlarını değiştireceğini hesaba katarak mevcut şartlarda ülkelerin IMF’ye yeni kaynak aktarımı yapmasının gereksiz olduğunu savunmaktadır. 2020 veya 2021 gibi küresel ekonominin yeni bir durgunluk ile karşılaşabileceğine dair sinyallerin geldiği bir ortamda IMF’nin mevcut kaynaklarının daha ciddi bir şekilde sorgulanması gerekmektedir. IMF ile ilgili bir başka eleştiri konusu kriz zamanlarında ülkelerin farklı sorun ve yapılarını görmezden gelerek sunduğu tek tip reçetelerin krizlerin daha da derinleşmesine neden olmalarıdır. G20 oluşumunun yapısal bir iyileşmeyi sağlayamadığı
diğer kurum Dünya Bankası’dır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin ihtiyaç duyduğu altarayışlarına örnek gösterilebilir. G20’nin inisiyatifiyle IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlarda yapısal reformların gerçekleşememesi durumunda önümüzdeki yıllarda bölgesel yatırım ve kalkınma bankalarının ağırlığının artması sürpriz olmayacaktır.
< Bretton Woods kurumlarının kaynak yetersizliği ve yönetimlerinde Batılı gelişmiş ülkelerin elinde tuttuğu dengesiz güç ağırlığı gelişmekte olan ülkeleri alternatif arayışlara itmektedir. >
Bölgesel oluşumlar kalkınma yolunda anlamlı katkılar sunma potansiyeline sahip olsalar da küresel sorunlara yönelik kalıcı çözümlerin oluşturulmasının yolunun uluslararası kurumları daha kapsayıcı, itibarlı ve etkin hale getirmekten geçtiği unutulmamalıdır.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder