3 Aralık 2018 Pazartesi

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 19

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 19



Bu tarihten sonra "Genelkurmaya bağlı Kontrgerilla Örgütü" "İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına bağlı Kontrgerilla Örgütü" şeklinde değiştirilmişti. Yani işkenceciler Org. Tağmaç'ın (27) hiyerarşisini kabul ediyorlar, buna karşın Org. Gürler hiyerarşisini kabul etmedikleri için doğrudan doğruya Org. Türün hiyerarşisinin içine girerek, Gürler'in Cumhurbaşkanı olmasını engellemek için provokasyonlarını sürdürüyorlardı.
Bomba Davası bu tertibin manivelası olarak kullanılmak isteniliyordu. (28)
Bir şebekenin karşısında bulunduğumu ve bir iktidar kavgası içinde her türlü
ahlâksızlığın geçerli olabileceğini ve bu anlayış içinde de, kurmaylık donanımıyla,
bana yapılan işkencelerin az bile olduğu sonucuna vardım.
Bu noktada en acı gözlemimi açıklamalıyım: Bütün bunların bana yapıldığı sırada, aynı örgütte bulunduğum iddia edilen kişiler, Ankara'nın ünlü kokteyllerinde viskilerini yudumluyorlardı...

Eğer, iddia edildiği gibi gerçekten bu Komutan'larla ilişkim olsaydı, her halde hiç bir güç bana işkence yapamazdı.
Bu durumda, hayatımı kurtarmak için benden önce kimilerinden alman ifadeleri kabul etmekte bir sakınca görmedim. Çünkü yasalarımızda Emniyet ifadesinin tek başına delil değeri taşımadığını biliyordum.

Seçilen hedeflerden biri de İrfan Solmazer idi. Üzerimdeki işkenceyi hafifletmek için ona yüklenmekte hiçbir sakınca görmedim. Çünkü yurt dışında olduğunu biliyordum.
Tabii artık kül yutturmadığımı anlayıp, pek memnun olmuşlardı. Eğer İrfan
Solmazer'in yurt dışında olduğunu bilmeseydim, oradan sağ çıkacağımdan emin
olamazdım.

84 sanıklı davayı yeniden canlandırmayı düşünüyorlardı. 1 no'lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinin lağvı, kızgınlıklarının geçmesine yetmemişti.
Suçlarım öyle altından kalkılacak gibi değildi. "Kurulu düzen"e karşı gelmiştim.
Halbuki bu düzenin içine girip nimetlerinden payını alsaydın ya Talat Turhan!..
Çok çok, payların bölünmesinde bazen kavga ederlerdi kurulu düzenciler...
Ama birbirlerinin ayıbını bilenler, ne kadar düşman olsalar susmasını bilirler ve
öğrendikleri gerçek ölçüsünde de, sus payı verilirdi düzenden yana olanlara...
Arpalıklar bu nedenle işbirlikçi iktidar elinde tutulur. Yemlenmesi gerekenlere
sunulurdu. Avantalar ve yağmalar düzeninin kuralları böyle işletiliyordu.
Susamıştım. Bir bardak su içeyim dedim. Bir defada içtim. İçtiğim su lağım suyuydu.
İlk önce, kendisini şikayet ettiğimi sanan, Mehmet'in getirmiş olduğunu düşündüm.
Fakat bizim Mehmet, bu kadar insafsız ve vicdansız olamazdı.
Bu uygulama, duyduklarıma göre, bana özgü yeni bir işkence yöntemi idi... Ertesi gün, sürahinin yanında ve dibinde pis bir tortu bulunduğunun farkına varmış, gelen görevliye de göstermiştim.
Gece olmuş, yeterli zaman geçmişti ki, karnımdaki burkulmalardan, ishal olduğumu anladım. Mehmet'ler tuvalete çıkarmıyordu. Bu gerçekten, bir insanın duyabileceği işkencelerin en büyüğü idi.
Affedersiniz sabaha kadar, altımı kirletmeden durmayı başarmıştım.
Sabah Bay Yüzbaşı geldi. Durumu söyledim. Prangalı ayaklarımla, 100m'lik koşuya girmiş olsaydım, bu durumda şampiyon olurdum. Tuvalet kapısını, her zaman olduğu gibi açık bıraktım. Kapı önünde bekleyenler içinde Bay Yüzbaşı da vardı. İshal olup olmadığımı öğrenmek istiyordu herhalde.
Durumum yürekler açışıydı, hiç böylesini görmemiştim. Dışarıdakiler şaşırmış
olmalıydılar. Bu sahne, çağımızda utanılacak bir insanlık dramı idi, Türkiye için...
Saklamaya gerek yok. Çıkan sesleri duyuyorlardı.

Dışarı çıktığımda, acıyan gözlerle bana bakıyorlardı. Küçük lavabonun sabunluk
kısmına, deterjan dökmüşlerdi. Deterjanla el yüz yıkanmazdı ama bir deneyeyim
dedim. Doldurdum ellerimi yüzümü bir güzel yıkadım. Sakallı yüzüm günlerce sızladı durdu. Acılanma bir yenisini katmıştım. 8 Temmuz Cumartesi günündeydik. Deterjan da, su ve yemeklere katılan 'malzemeler' gibi kuşkusuz benim için hazırlanmış bir tuzaktı.
Odama döndürüldüm. Bay Yüzbaşı'dan ricalarım oldu.
Tuvalete gitmem konusunda güçlük çıkarılmamasını istedim. Tabii, gece çıkarmadılar diyemedim Mehmet'lerin yanında. Mümkünse "Siosteran Geigy" adlı ilacın alınmasını istedim.
Her ikisini de yerine getirdi. Bu hastalığım, dört gün bütün şiddetiyle devam etti. İlk gün, getirilen hiçbir şeyi yemedim. Daha sonraki günler, istediğim haşlanmış patates ve pirinç lapası getirdiler. Karavanacılar iyi çocuklardı. İnsanın yüzüne buruk bir sevgi ile bakıyorlardı. Odanın rutubetini tespit için, meşhur tuz deneyini bu arada yine yaptım.
Daha önce kullandığım o ilaç olmasaydı, paratifo olmam işten bile değildi.
Yüzbaşı ilacımı getirdi. Bu arada da, sorulan yanıtlamak gerektiğini anımsattı.
Yazarken bileklerimi bağlayan zincirin çözülmesine izin verilmişti. 8.9.10 Temmuz günleri, sorguya alınmadım. Fakat pazar günü dışında, diğer günler gönderilen pusulalarla yönlendiriliyordum.
Solmazer'in yurt dışında bulunması çok işime yaramıştı.
11 Temmuz 1972 günü, tekrar sorguya çıkarıldım. 12 Mart'tan önce, Türk Silahlı
Kuvvetleri içindeki hareketler üzerinde duruluyor ve bu olaylar içerisindeki etkinliğimin saptanmasına çalışılıyordu.
12 Mart'ın TSK'nın bir hareketi olduğunu, kendi iç çelişmeleri sonucu, değişik bir
sonuçla sahneye konulduğunu dile getirmek istedim. Eğer sıra bunun hesabının
sorulmasına gelmiş ve TSK adına bu hesabı vermem benden isteniyorsa, buna hazır olduğumu TSK'nın, "Cumhuriyeti Korumak ve Kollamak" görevini zaman zaman yaptığını ifade ettiğimde; Bay Albay köpürdü:
-"27 Mayıs bir komünist hareketiydi. 12 Mart'ta da aynısını getirecektiniz, önledik." (29)
Her konuşmadan bir sonuca ulaşıp, karşımdakileri daha iyi tanıyordum.
Birden, Sunay'ın damadı Sadi Önel'in babasını hatırladım. Hani şu, 26/27 Mayıs
1960 gecesi, Menderes'i Eskişehir'den kaçırıp da kurtarmayı deneyen Tümg.Hakkı Önel'i... Nereden nereye...
Tabii, Savcının iddianamesindeki eksikliklerin nedenleri vardı. Ona göre benim ilişkili olduğum cuntanın, Ankara'da bir üst kademesi var ama onlar şimdilik yerlerinde otursunlar. Sıra bir gün onlara da gelecek. Şimdilik ise Talat Turhan ile yetiniliyor. Bu bizim bilmediğimiz yeni bir hukuk kuralı olsa gerek.
Bizce davanın düğüm noktası buradaydı...
Bugün için bu dava açılamadığından, şimdiden hazırlık yapılmak isteniliyor ve adımın tüm olaylara bulaştırılmasına özen gösteriliyor.
Böylece, davanın üzerimdeki siyasal niteliği belirleniyor.
Bu oluşumdan bir sonuç daha çıkıyor: Sürdürülen iktidar kavgasında şimdilik güçler denk durumda. Org. Faruk Gürler'e oyun hazırlayanların basan kazanması, bir kısım çevrelerin cesaretini arttırmış görünüyorsa da, Türkiye'nin geleceği çeşitli olasılıklara gebe görünüyor. (30)
27 Mayıs'tan sonra, sokakta bir tanıdığıma rastladım. Selamlaştık, konuştuk.
Dertliydi, boşalmak gereksinimi duyuyordu. Kendisini dinledim. Emekli edildiğinden yakmıyor. Bir tek suçunun olduğunu söylüyordu.
-"Nedir?" diye sordum
- "9 Subay Olayı'nda savcı olmak," (31) diye cevaplandırdı beni... "Kişi noksanını
bilmek kadar irfan olamaz" derler. Fakat kendini suçlayan bir savcı da, elbet emekli edilmeliydi...
Sorgular devam etti böylece. Yazdıklarımın arasına, özellikle "uygulanan insanlık dışı metotların muhatabı olmamak için arzulanan şekilde yazmak zorunda kaldım." cümlesini sıkıştırıyordum.
Bay Albay niyetimi anlamış, sinirlenmişti... Bir daha böyle bir-şey yazmamamı
emretti. Halbuki istedikleri yeri karalamaları, işten bile değildi. 15 Temmuz günü, bir dönüm noktasıydı benim için ve çok değişik olaylarla doluydu.
Sorgu için yukarı çıkarıldım. Doğrusu günlerden beri bana ayna göstermemişlerdi.
Bitmiş tükenmiştim adeta... Bir yandan işkence, bir yandan insanların ıstıraplarının tanığı olmak, bir yandan açlık ve bir yandan da hastalık, beni tüketmişti. Bunun yanında, başka nedenler de vardı tabii.
13 günlük sakalım uzamıştı. Üstümdeki kirli olan asker pijamaları, leş gibi olmuştu.
Her zaman olduğu gibi eller, ayaklar, gözler bağlıydı.
Sorgu odasında olağanüstü bir durum olduğunu hissettim. Sonunda anladım ki bu durumda filmimi çekiyorlardı. Kamera en az on dakika çalıştırıldı.
Gerçekten Türkiye'nin "çağdaş uygarlık düzeyine" çıktığının bu olaydan daha iyi bir kanıtı bulunamazdı(!)
Abdülhamit'i inandırmak için, Mithat Paşa'nın kesik başını kendisine getirmişlerdi.
Günümüzde bu işi filmle yapıyorlardı. Ve de Sunay çalışmalarını Florya Köşkünde
sürdürüyordu...
Bilindiği gibi, Mithat Paşa, anayasacı idi. Ben, Mithat Paşa anlayışının safındayım
ama Abdülhamit gibi düşünen, onun savunuculuğunu yapan hilafet ve saltanatçılar da var bugün...
Film çekimi tamamlanınca sorgulama başladı. Özellikle, bir kısım insanlarla dostluk ilişkilerimin üzerinde duruluyordu. Bildiğim bazı provokasyonlar vardı. Bunları açıklayınca, oyunlarının bozulduğunu anlayıp susuyorlardı.
En önemlisi, bu köşkü bir Tümgeneralin yönettiğini duymuştum. Bu durumu
saptayabilmek için dengine getirip, o kişiden söz ettim. Sorgulayıcılar uzun zaman kendilerine gelemediler.
Demek ki, duyduklarım doğruydu! (32)
Sonra hapishaneye geldiğimde, işkence görenlerden gözleri açık sorgulananlar, bu generali 6 Temmuz 1972 tarih ve 28 sayılı Hayat dergisinde çıkan bir resminden görüp tanımış ve adını sanını öğrenmişlerdi.
Durumumu görmüş olmalılar ki, öğleden sonra odamı değiştirdiler ve iki teneke sıcak su getirerek, yıkanmama izin verdiler. Bunun yanında ellerim bu tarihten sonra hep çözük kaldı.

Bay Yüzbaşı'nın gözetiminde, tıraş olmama da izin verildi. İlk kez ayna yüzü görüyor ve tanınmayacak bir duruma getirildiğimi algılıyordum... Bu kadar kısa bir zamanda saç ve sakallarımın büyük bir kısmı ağarmıştı.
Tıraşım bitti, kendi pijamalarımı giymeme de izin verildi. Konulduğum oda köşkün 3. katında konforlu odalardan biri sayılabilirdi, karyola ve yatak tek kelime ile mükemmeldi. Hele o demir yaylar üzerinde bu kadar yattıktan sonra...
Banyosundaki eski termosifon pek su yetiştiremiyordu ama bir eski paşa konağı
olduğu anlaşılan bu köşkün banyosundaki Avrupa malı eski fayanslar düzenliydi.
Banyonun yanındaki 2.75x1.00 m. boyutundaki tuvaletin döşemesinde, 2.00x1.00 m. boyutunda olan kısmında 200 adet 10x10 mavi renkli karo yer döşemesi bulunuyordu.
Kenar kısımları bordürlerle bezenmişti. Duvarları 10 adet 15x15 cm.
büyüklüğünde Avrupa malı beyaz fayansla kaplanmış olup, 9 fayanstan sonra da
5cm'lik siyah bir şeritle süslenmişti. Penceresi kapının tam karşısında idi. Köşkün
yüksek ağaçları buraya kadar uzanmış olmalı ki, dalların silueti görünüyordu.
Lavabosu girişte sağda olan bu tuvalet alaturka idi. (33)
Ayaklarımdaki zincirler duruyordu. Gene soruların yanıtlanması evresi hariç, yataktan çıkmak yasaktı.
Burada da bir başka işkence vardı. Temmuz sıcağı olduğu gibi odanın içindeydi.
Penceresi dıştan ve içten kapatılmıştı.

Bu odada, bodrumdaki odayı aratacak derecede insanı kahreden ikinci bir işkence daha vardı. Bütün gün devam eden işkence seslerini olduğu gibi duyuyordum. (34)
Sorgulama ve işkencelerin bir kısmının uygulandığı yer 2. kattaydı. Konulduğum oda ise 3. katta olduğuna göre, ahşap bir binada seslerin duyulması olağandı. Hele, 31 Temmuz 1972 gününü ömrümde unutamayacağım. O gün, yapılan işkence süresiz devam etti. Kulaklarımı tıkamak için her türlü yöntemi denedim, fakat başarılı olamadım.
17 Temmuz günü, içeri Bay Yüzbaşı girdi. Gözlerimi bağladı ve beklememi istedi.
Biraz sonra Bay Albay odama geldi ve konuşmaya başladı.
-"Bak Talat, Rafet Kaplangı35 konuşmuyor. Kalp hastası, daha fazla vurursak
elimizde kalacak, seni dinler. Şimdi seni aşağı indireceğiz, kendisine söyle
konuşsun."
Yapılacak başka bir şey yoktu. Ölüm bin kere daha iyiydi bu katlanılmaz ıstıraptan...
Peki dedim. Aşağı indirdiler. Tabii gözler bağlıydı.
-"Rafet" dedim.
Ölü gibi bir ses cevap verdi "Efendim" diye.
-"Ne istiyorlarsa konuş, ben de arzuladıkları gibi konuşmak zorunda kaldım. Konuş ta bu iş bitsin, buradan kurtulalım," dedim.
Bundan sonrasını herhalde kendisinden dinleyeceksiniz.
Aynı gün, 8 maddelik el yazısı istekte bulundu Bay Albay. Onları yanıtladım. El yazılı bu belgeyi, belki dalgaya gelirler de saklarım diye düşündüm. Ama gerçekten kül yutmuyorlar dı. Geri istediler.
İshal olduğum günden beri, ilaçlara ve perhize devam ettiğim halde, 18 Temmuz
1972 günü gene ishal olmuştum. Bir hafta sürdü bu hastalığım. Bu sefer, şekersiz çay da veriyorlardı zaman zaman.
19 Temmuz 1972 günü sabah yoklamasına, daha önce tanımadığım iki idareci geldi.
Birinin renkli gözlükleri vardı. Yarbay diyorlardı ona. Kibar ve efendi bir adamdı.
Sağlığımla ilgilendi. Buranın doktoru olduğu halde, bütün hastalığım boyunca hiç
görmedim kendisini. Belli olmaz, belki de tanıdığım bir adamdı.
Sabah beni tuvalete çıkarmayan nöbetçinin ağır hakaretlerine katlanmak zorunda kalmıştım.

Mehmet'in yanında, onu Yarbay'a(!) şikayet ettim.
11 Yıl önce bana teklif edilen, MİT görevini kabul etmediğimi, şimdi yapılanlardan MİT'in bile utanç duyması gerektiğini ve TSK'nın emekli bir subayı olduğumu anımsattım. Mehmet'in gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
Yarbay duygulanmıştı:

-"Hepsini biliyoruz efendim, bizim görevimiz idari" demekle yetindi.
Akşama doğru Bay Yüzbaşı girdi içeri, çektiğim sıkıntıları görmüş ve gerçekten
acımış olmalıydı. Bir şeyler yapmak istiyordu. Çamlıca sigarası içmemi önerdi. Hiç sigara kullanmadığımı söyledim. O kadar ısrar etti ki, sigarasını aldım ve içtim.
Sohbet ediyor, bir gereksinmem olup olmadığını, samimiyetle soruyordu.
Acaba sabun, kolonya, pamuk ve çamaşır aldırmam mümkün mü diye istekte
bulundum.
Ertesi gün bunların hepsi karşılandı.
Aynı kişi, bir başka günün akşamı, çay getirmiş, yatıştırıcı ilaca gereksinmem olup olmadığını sormuştu.
Yanıt olarak: yatıştırıcı kullanmak alışkanlığım olmadığını söylememe karşın, ısrar ediyordu. Acaba bunda bir şey var mı, diye düşünüyordum ki, ne ilacı vereceğini sordum: Serepax diye yanıtladı. İlacı tanıyordum, sorun kalmamıştı. Arzusunu yerine getirdim. (36)
Bir insan için kolonya ve pamuk, birçok şeye yarar tabii. Fakat ben kolonya ve
pamuğu bir başka amaçla kullanıyordum.
Ne için mi?
Tuvalete gidip dönünce, ayaktaki zincir ve kilitler tuvalet ve yerin bütün pisliğine
bulaşıyordu ve bu durumda yatakta yatmak zorunluluğu vardı.
Onun için tuvaletten döndüğümde, kolonya ve pamukla bu zincirleri her seferinde siliyor ve aralarında birikmiş ve katmerleşmiş pislikleri temizliyordum. Ayrıldığımda, zincir pırıl pırıl ve tam dezenfekte edilmişti. Benden sonraki yeni sahibi, tabii farkına bile varmayacaktı bu temizliğin.
Bugün dahi ayaklarımda, bu prangaların izlerini taşıyorum. Bilindiği gibi, demire
vurma cezası kanunlarımıza göre, sadece hükümlülere ceza olarak verilebilir.37 Bu ceza dahi, Anayasa Mahkemesi'nce kaldırılmıştır. Hâlbuki bugün, Anayasa'dan söz edilirken, gözaltına alınanların ayaklarına zincir vuruluyor. Sistemin mantığına göre sormak lâzım: Anayasa'yı tebdil ve tağyir edenler bizler mi? Bunları yapanlar mı?
20-28 Temmuz tarihleri arasında, Pazar günü hariç, tam 8 gün sabah 09.00 dan
akşam 18.00'e kadar sorguların daktiloda yazılması evresi başladı.
Bütün gün gözler kapalı olarak çoğunlukla Bay Albay ve diğerleri, bazen Bay Binbaşı, ifadeyi bazen el yazısıyla yazdırdıklarının da dışına taşarak, bildikleri gibi
yazıyorlardı. El yazısı ile isteklerine uygun olarak aldıkları itiraflarla yetinmiyorlardı.
Bildikleri gibi, istediklerini ekleyip, tanıdığım herkesi suçluyorlardı. Direnmek faydasızdı.
Bu arada verilen çayı içmeye mecburdum. Söylemeye gerek yok. Çay'a ilaç(12)
katıyorlardı.

Özellikle, Türkiye'deki tüm güçlerin karşıma getirilmesine özen gösteriliyor ve kendi arkadaşlarımı suçlayıcı cümleler seçilerek ifadeye yerleştiriliyordu.
Örneğin: Sorgu icabı 5-6 generalle olan ilişkilerimi soruyorlardı.
-Bu generalleri ismen tanıdığımı, fakat bugüne kadar kendileriyle hiçbir ilişkim
olmadığı- yanıtını verdiğimde:

Bay Albay yazdırıyordu:

-Her ne kadar bu generalleri şahsen tanımıyor samda, onların ne olduğu malûmdu.
Devrim meselelerinin kendileriyle konuşulamayacağını biliyordum.
Bir başka kez Bay Albay:
-"İlhan Selçuk'u seversin tabii" diyordu. Yanıtım kesinlikle:
-"Evet," oluyordu.
-"Boşver ulan enayimisin, kendini kurtarmaya bak" deyip, yazdırmaya devam
ediyordu.
-İlhan Selçuk... vb. ile... evinde toplantılar yapardık. Fakat onlar Marksist-Leninist olduğu için...

Bu espri içinde yürütülüyordu buradaki sorgular...

Bay Albay:

-Biz misyoner çalışması yapıyoruz", diyordu ara sıra. Bu tür yöntemlerin MİT
görevlilerince uygulandığını bildiğim için, karşımdaki şahsın bir MİT elemanı
olduğunu anlıyordum.
Gerçekten oynanan oyun belliydi. Tüm ilerici-devrimci güçlere karşı gibi gösterilerek, onlardan gelmesi olası bir destek söz konusu olursa, onu önlemek için bu itiraflardan yararlanmayı düşünüyorlardı.
İkincisi, bunlar tüm gözaltına alınan kişilere uygulanan bir yöntemdi.
Sorguya alınan kişiden, kendi arkadaşlarım suçlayıcı ikrarlar alınıyor, sonra bu
ikrarlar onlara okunuyordu. Bu yöntemle ifadede adı geçen diğer kişilerin ifadesi
yönlendiriliyordu.
Sorgulamanın tümünün, karşılıklı ikrarname şekline dönüşmemesi için de, bazı
çelişkiler özellikle bırakılıyordu.
Bay Albay'ın ifadesine göre, İşkence Köşkünde görev yapan 21 Kurmay Subay bu sorgulamaların koordinasyonunu sağlıyordu.
Kurmayların böylesine aşağılık bir görevi yapıp yapmadıklarını bilemem ama köşkteki çalışma kendi amaçlarına uygun düzendeydi. Tertip senaryolarına göre seçilen bir kurbandan bir ikrar alındığında %100 doğru olduğu varsayılarak, o kişi ile ilişkili diğer şahısların ifadelerine, alman ikrar aktarılıyordu. Bu kadarla da kalınmıyor, buradaki sorgu ile, savcılıktaki sorgu arasında bir kısım çelişki bulunmasında yarar gören ilgililer, buna göre yönerge vermeyi de ihmal etmiyorlardı.
İşkence Köşkü'nden ayrılan her kişiye:
"Savcılıkta burada verdiğin ifadeyi aynen kabul etmezsen, yeniden buraya
getirileceğini ve gördüğün işkencenin 10 misline tabi tutulacağını unutma" tehdidi yapılıyordu.
Bazı sanıklara, şu kısımları inkar edebilirsin, izni de veriliyordu.
Bu suretle, Emniyetteki (Kontrgerilla örgütündeki) sorgu ile, savcılıktaki sorgunun, ikrarname niteliği taşımamasına da dikkat olunuyordu.
Faik Türün'ün bir sözünü anımsadım:
"İlk zamanlar bazı acemiliklerimiz oldu. Sonra birçok şeyleri öğrendik." (mealen)
Açıklamaya çalıştığım bu yöntemler içinde, sorgular sürdükçe sürdü.
Bu dönemde bir gün bana, tıraş olacaksın, dediler ve sorgu odasını boşalttılar.
Sağımda bir pencere vardı. Bu pencerenin perdelerini kapattılar. Fakat dışardan
gelen sesler duyuluyordu. Bir seferinde, Boğazköy-Şan Sinemasının reklamı
yapılıyordu, hoparlörle... Bir başka gün, çok güzel sesli bir müezzinin okuduğu öğle ezanım duymuştum. Demek ki köşkün yakınında bir cami bulunuyordu.
Arkamı göremiyordum ama sorgulama odasının döşemesi tahta olup, takriben 3.5x8 m. büyüklüğündeydi, iki kapısı bulunuyordu. Birisi, sorgulanacaklar için kullanılıyordu.
Diğer kapı, bir salona açılıyor olmalıydı. Önünde yaklaşık 0.80x1.50x0.80 cm
boyutlarında köşeleri yuvarlak, eski tip ceviz kaplama bir masa ve üzerinde 5 mm.
kalınlığında cam vardı. Uzun şaryolu daktilo makinesi üzerinde duruyordu.
Sol köşede, uzun bir sehpa üzerinde, bir Atatürk büstü, arkasında bayrak göze
çarpıyordu. Tam karşıdaki duvarda "Biz ne bolşevik, ne de komünist olabiliriz, ne o ne de ötekisi. Biz Milliyetperver ve dinimize hürmetkarız" Atatürk'ün olduğu iddia edilen bir sözün yazıldığı karton vardı.
Sağımdaki pencereyi örten güneşlik perde adi cinstendi.
Tıraşım bitti, gözlerim kapandı ve sorgulama başladı.
Şimdi sıra, Boğaz Köprüsü'ne gelmişti. Bu suçlamayı tinsel (manevi) bir baskı unsuru olarak kullandıklarını sanıyorum. El yazımla yazmamak için direndiğim tek suçlama bu idi.
Bu sefer bu işi nasıl planladığımız bana anlatıldı. E.E. adlı bir kişiden söz ediyorlardı.
Birden isyan etmiştim. E.E. ile yüzleştirilmemi istedim. O kadarla da kalmadım.
Eğer 10 kişi arasında Talat Turhan olduğumu tanıyabilirse, intihar ederim dedim.
Tabii bu bir ihtiyatsızlıktı. Dışarıda fotoğrafım gösterilip, içerde tanınmam
sağlanabilirdi. Buradaki koşullar altında E.E. bu işi rahatlıkla yapardı. Hayatımda
böyle bir isim duymamıştım ve ben bu kişiyle, köprüyü havaya uçurmak için toplantı yapmıştım. (38)

Bir süre daha direndim. Dr. Memduh Eren'in ikrar ettiğini söylediler. Karşımdakiler, ben istekte bulunmadan; "Memduh Eren'i şimdi aşağıya indireceğiz, o konuşacak sen susacaksın sesini çıkartırsan başına gelecekleri bilirsin." dediler.
Biraz sonra, Dr. Memduh Eren aşağıda idi. Gözlerimiz bağlı olduğundan birbirimizi göremiyorduk. Ben onun sesini duyuyordum, o ise benim varlığımdan habersizdi.
"Köprünün havaya uçurulma toplantısının kendi evinde, kimlerin katılması ile
yapıldığını, kendisinin zaman zaman odaya girip çıktığını ve özellikle..." (Benden
başka bir şahsın ismini vermişti).

-"Yeter!" emri verildi ve Memduh odasına götürüldü. (39)

Sıra bana gelmişti. Karşımdakiler iyice sertleşmişti. Komandoların ayak sesleri
duyuldu. Dayak yiyip, işkence çekilse de çekilmese de, bu provokasyon için, benim seçilmeme karar alınmış olduğunu anladım. Çünkü bu konudaki baskı 20 gündür sürdürülüyordu.
Bir an düşündüm, Atatürk'e dahi, "Bombalı suikast" olayı diye suç yüklememişlerdi.
Kaldı ki yapılmamış bir tesisin tahribini düşünmenin suç olmayacağı gibi, suçlama akla-mantığa bile aykırı idi. Onların amacı Boğaz Köprüsü'ne yönelik sol eleştiriye kişiliğimde kara çalmaktı. Bu olayda da günah keçisi olarak ben seçilmiştim...
Bunu kabullenmek işime bile geldi. Bu sayede düzenlenen senaryonun ortaya
Çıkması olanaklı olabileceği gibi, diğer suçlamaların da buna göre değerlendirilmesini istemek olanağını kazanmış olacaktım.
İstihkâmcılık dersleri arasında, köprücülük ve tahrip okumuştum. Fakat böylesini
göstermemişlerdi, asma köprüydü bu.
"Akıl için yol birdir" derler ama, eylem nasıl yapılacaktı? Eksik olmasınlar bu işin nasıl yapılacağını anlatıyorlardı.
İsteklerine uygun olarak ifade yazıldı.
Bay Binbaşı bu evrede pek memnun görünüyordu. Görevini yapmış insanların rahat ve huzuruna kavuşmuştu(')

Ben ise düzmeceyi kanıtlamak için bir dayanak bulduğumda, içimden kıs kıs
gülüyordum ki;

Bay Albay cümleyi patlattı:

"Her ne kadar köprüyü havaya uçurmayı planladıksa da, inşaatın bitiminde evvel
yapılacak eylemin yeteri kadar tahripkâr olmayacağına inanıp, bu işi köprünün
tamamlanmasından sonraya bıraktık." (40)
Bu suretle, kendisi düşüncede kalan suç yaratıyor ve onu suçlamış oluyordu.
Önemli olan, bu savın ortaya atılması ve bu olayın yankılarının bizlere ve tüm sola kara çalmak için kullanılmasıydı. Onlarında amaçlan zaten buydu...
Sorgu sırasında bir yolunu bulup, başımı yukarı kaldırmış, göz-bağının altından
daktilo yazan kişiyi görmüştüm. Bu şahıs 25–30 yaşlarında, iri yapılı, arkaya taralı siyah saçlı ve yuvarlak çehreli bir kimse idi.
Üst kattaki odaya çıktıktan sonra, özellikle çalışma saatleri dışında, saatlerce keserle bir yerlere vurulup, sesler çıkartılıyordu. Teyple yapılma olasılığı da bulunan sürekli gürültü bir başka işkence numarasıydı.

28 Temmuz 1972 günü akşamı sorgulama bitmişti. Bu arada sorgulayıcılarla aramda, gerek yazılı ve gerekse sözlü olarak, sosyal, kültürel, ekonomik, politik, sosyolojik ve tarihi konularda zaman zaman tartışmalar da oluyordu. Ve bunlar bazen sohbete de dönüşüyordu.

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

27. Org. Memduh Tağmaç'ın yerine silah zoruyla ya da uçak zoruyla Org. Faruk Gürler 30 Ağustos 1972'de GKB oldu. Bu tarihten önce hasımı Org. Faik Türün, Gürler ve ekibini suçlayan ifadeler aldırmıştı ve Bomba Davası'ndaki tertiplerini sürdürmeye devam etti. Arkasında Cumhurbaşkanı Sunay ve AP vardı.
28. Bu nedenle Muhsin Batur, Nazlı Ilıcak'la yaptığı söyleşide: "Faruk Paşa Kara Kuvvetlerine hakim değil" diyordu, o dönemi değerlendirirken... (Tercüman: 29 Mart 1986). Senaryo işkenceciler ve onların destekçilerinin istedikleri yönde sonuçlanırsa, benimle birlikte yüzlerce general, subay ve aydının defterini dürmeye kararlı olduklarını anlamıştım.
29. Eyüp Özalkuş bu sözleri 1972 yılının Temmuz ayında söylüyordu. Faik Türün ise bakınız 13 yıl sonra ne diyor:
"Türkiye'de komünizmi su üstüne çıkaran hadiselerin bir tanesi 27 Mayıs'tır." "Nitekim 27 Mayıs'tan sonra komünizm, Türkiye'de barajını yıkmış bir sele dönmüştür" (Tercüman: 13 Aralık 1985).
Ben ise bugün bile 27 Mayıs'tan yana olmaktan kıvanç duyuyorum. Bu inançlarım 27 Mayıs düşmanlarım rahatsız etmiş ve onlar 27 Mayıs'ın hıncını benden alıyorlardı.
30. 12 Eylül bu olasılıklardan biri olarak yazdıklarımdan sekiz yıl sonra gündeme geldi.
31. 27 Mayıs'tan önce dokuz subay "ihtilâl girişimi" suçlamasıyla tutuklanmış, yargılanmış ve beraat etmişlerdi. Mahkeme Başkanı Kur. Alb. Cemal Tural'dı. Bu olaydaki olumlu tutumunun 27 Mayıs'tan sonra O'nun korunup kollanmasında etken olduğunu sanıyorum...
32. Bu kişinin Tümgeneral Memduh Ünlütürk olduğunu, gerek Org. Faik Türün ve gerekse Org. Turgut Sunalp'ın açıklamalarından öğrenmiş bulunuyoruz.
33. Tüm bu ayrıntıyı ilerde İşkence Köşkü'nde keşif istemeyi tasarladığım için savlarımı kanıtlamak için belleğimde tutuyordum.
34. Oda plânı mahkemeye verildi.
35. Em. Mu. Bnb. ve Emniyet Müdürü Rafet Kaplangı.
36. Zihni Paşa İşkence köşküne girinceye kadar yatıştırıcı kullanmamıştım ama Ceza ve Tutukevine girdiğim günden bu yana ilaçla yaşamımı sürdüyorum.
37. As. C.M.U.K 353 sayılı kanun Madde: 76, C.M.U.K Madde: 116. Anayasa Mahkemesi’nin 15.6.1967 tarih ve 34/18 sayılı kararı.
38. Daha sonra tehlikeli bir oyun oynadığımın farkına vardım. Çünkü E.E.'yi ismen tanımamama karşın o beni Dr. Memduh Eren'in evinde gördüğü için tanıyormuş...
- Ayrıntılı bilgi için bkz: Sim Öztürk, 12 Mart 1971''den Portreler C. II, 1994, Sorun Yayınlan, s. 101–132.
39. Bu ikrara karşın Dr. Memduh Eren'i iddianamede Boğaz Köprüsü'nü havaya uçurmayı planlamak(!) suçuna bulaştırmışlardı.
40. Y.n.: Bu ifade Temmuz 1972'de alındı. Boğaz Köprüsü 29 Ekim 1973 günü açıldığında bizler ceza evindeydik...


20 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder