2 Aralık 2018 Pazar

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 6

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 6


27 Mayıs'tan bir kaç ay sonra TSK'da büyük çaplı bir tasfiye yapıldı.


238 general ve 5000 kadar subay bir gecede emekliye ayrıldı. 39. Tüm. Komutanı Tümgeneral Vahit Kıratlı'yı bir gece yarısı uyandırıp emekliliğini tebliğ etmek bana düşmüştü. Kanımca bu utanç verici ve aşırı bir uygulama idi. Yıllarca devletine şerefle hizmet etmiş bir generale emekliliği pekala gündüz de bildirilebilir di...

Bu hatanın daha sonra bu kişilerin bazılarının Adalet Partisi kadrolarında yer
almasına neden olduğu konusunun da günümüze değin irdelendiğini sanmıyorum.
Ancak 27 Mayıs sonrası emekliye ayrılan Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın Adalet Partisi başkanlığına getirilmesi 27 Mayıs'a karşı başlatılan politik başkaldırının Önemli bir kilometre taşım oluşturdu...

1960 yılının Eylül ayında Ankara'ya, Genel Kurmay Başkanlığı, Harekât Daire
Başkanlığı'nda plan kısım amirliğine atandım. Görevimin çok önemli olduğunu işime girer girmez anladım. Mesai saatleri içinde işimi arzu ettiğim gibi bitirmem
olanaksızdı. Eve dosya da götürmek yasaktı. Benden önce bu görevde bulunan
Turgut Sunalp dahil hiç kimsenin şikayeti olmamıştı. Daire Başkanım Kur. Alb İsmail Hakkı Güngör eşine az rastlanır değerde ve yetenekteydi. Onunla çalıştığım dönemi askerlik yaşamımın altın ayları diye anımsarım. İznini aldım, görevimi değiştirdim. Bu arada, başta Cevdet Sunay olmak üzere Genel Kurmay'ı tanımış oldum.

Yeni görevim Milli Savunma Bakanlığı Kara Emir Subaylığı idi; ama Özel Kalem
Müdürü olmadığı için bu göreve vekâlet ettim.

Özel Kalem Müdürlüğü'nde ilk kez Örtülü ödenekle tanıştım. DP döneminden kalan 5.500 TL.'yi teslim aidim. Gerçekte MSB'nin yıllık Örtülü Ödenek miktarı 500.000 TL. idi; bu para yetmezse Başbakanlık Müsteşarlığı'ndan daha da istenilebiliyordu. İki yıl bu görevde kaldım. En az 1.000.000 TL'yi istediğim gibi kullanabilirdim. Ben Başbakanlıktan iki yıl hiç para istemedim. Bana devredilen 5.500 TL ile çalıştığım dört bakam idare edip, ayrılırken de 1.500 TL. kadar devrettim. Bizim felsefemizde "Devlet malı deniz yemeyen domuz" anlayışı yoktu. 1905 yılından 1943 yılına kadar 38 yıl savcı ve yargıçlık yapan babam ancak borçla köhne bir ev satın alabilmişti...( 59 )

Oysa ki DP döneminde örtülü ödenek hortumcularının Yassıada duruşmalarında
domuzlukları ortaya çıkmıştı... (60) Zaman içinde iktidarlar ülkeyi domuz çiftliğine çevirdiler. Örtülü ödenek hortumcuları "Domuz Şirketleri"
kurdular... Zamanla "Domuzlar mafyası" düzene egemen oldu. Böyle bir düzenin
dışında yaşamayı becerebildiğim için mutluyum...
Bir gün bakanlıkta otururken Hv. Emir Sb. Nevzat Dereli'ye İstanbul'dan bir konuk geldi. Öğle üzeriydi. Hep beraber Bulvar Palas'a(61) yemeğe gittik, Konuğumuzu İK'ye tüm otel ve restoran personeli tarafından bakanlara bile gösterilmeyen ilgi gösteriliyordu. Kimliğini merak ettiğimde DP döneminde bir süre MSB'de Emir Subaylığı ve Özel Kalem Müdürlüğü yaptığını öğrendim. Şaşırmıştım, muhatabım devam etti. Görevde bulunduğu sürede; bir süit daireyi, Bulvar Palas'ta hem de İstanbul Park Otel'de emrinde tuttuğunu, her hafta uçak ya da resmî araçla İstanbul'a gittiğini ve de bu olanaklarından arkadaşlarını da yararlandırdığını söyledi...

Şaşırmıştım! Diğer harcamalar da buna görevdi... Bizim domuzlar hortumlarıyla
denizi bile tükettiler... Uluslararası finans kuruluşlarının kapılarını aşındırıyorlar.
Karşılığında ödün üzerine ödün veriyorlar... Ülkemizi bu duruma düşürenlere lanet olsun!...

İlk bakanım Em. Korg, Hüseyin Ataman'dı. Değerli, onurlu ve şerefli bir generaldi, İstanbul'daki evinde görevliler bakan olduğunu tebliğ ettiklerinde onu evine aldığı odunu, odunluğuna yerleştirirken görmüşlerdi. Üzerinde sadece bir takım sivil elbisesi vardı. Düzene uyamadığı belirgin bir şekilde görünüyordu.
Bir gün Başbakanlık'tan gelen zarfı açtığımda içinde 1000 TL çıktı. Yan falan yoktu,

Bu işlerin acemisi olduğum için Başbakanlık Özel Kalem Müdürü'nden(62) sordum. "Sayın bakanın elbisesi olmadığını biliyoruz. O parayı bu amaçla kullanınız” dedi.,. Bakanlara Kemal Milaslı adlı ünlü bir terzi elbise dikerdi o günlerde. Kumaşı dahil 250TL'ye... Bakanımın sivil elbisesi giderek beş tane olmuştu. Hüseyin Ataman’la çok uyumlu bir birliktelik içinde çalıştık. Sonra bakanlık görevinden ayrıldı, 22 Şubat 1962 gecesi ziyaretime gelmişti. Kendisim tanıtmasına karşın nizamiyeden yanıma göndermiyorlardı. Telefonla orda olduğunu öğrendim, odama çıkardım, perişan bir durumda idi. Çünkü oğlu Harp Okulu Öğrencisi olduğu için başkaldıranlar arasındaydı. Kendisini yatıştırdım ve rahatlattım. Daha sonra oğul Oktar Ataman'ın general olduğunu öğrendim.

İkinci bakanım Em. Org. Muzaffer Alankuş'tu. Onun döneminde Eskişehir'deki Emekli Sandığı'na ait otelin mefruşatıyla 6 milyon TL'ye alınıp Hava Kuvvetleri'ne
devredildiğinin tanığı oldum. Halen orduevi olarak hizmet veriyor.
Bugünkü Harbiye Orduevi'nin bulunduğu yerde kapalı manej vardı. Bir sabah
buluştuğumuzda gece rahat edip etmediğimi sorması özerine yattığım yeri
gösterdiğimde utanmıştı. Yattığım yer şimdi açıklaması gereksiz bir ilkellikte idi.
Benim yanımda 1. Ordu Kom. Cemal Tural'a kapalı manej'in yıkılarak orduevi
yapılması emrini verdi. Bir gün birlikte 28. Tümen Komutanlığı bölgesinde yapılmasına karar verilen ceza ve tutukevinin yerini görmeye gittik. Bana yerin uygun olup olmadığını sorduğunda, olumsuz yanıtladım. Bugün ünlü Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi'nin yerini birlikte saptadık. İki yıl sonra o hapishanenin konuklan arasındaydım...

Gene Alankuş döneminde yeni GATA binasının inşası gündemde idi. Genel kanı
binanın Harp Okulu ile bugünkü Özel Kuvvetler Komutanlığı arasında inşaatın
yapılması yönünde idi.

Bir arkadaşım(63) Etlik'te İnzibat Karakolu Komutanıydı. İzimi kaybettirmek
gerektiğinde oraya sığınırdım. Karakolun önünde göz alabildiğince büyük, düz bir
arazi bulunuyordu. Bakana bu araziyi gösterdim. Yerin uzak olduğunu söyleyen oldu.
Sonuçta Gülhane binası bu arazide inşa edildi, geliştikçe gelişti. Övünç duyulan bir düzeye ulaştı... Gülhane'nin oluşmasına yaptığım bu küçük katkıdan onur
duymuşumdur. Konuya ilgi duyanlarla giderayak bu anımı paylaşmak istedim.
Bakanlıkta çalışma bakan gidinceye kadar sürer. Alankuş genellikle saat 22.00'den
Önce bakanlıktan ayrılmıyordu. Bakanlık kadrosunda iki sivil memurdan birisi nöbete kalıyordu. Fazla mesai ücreti veremiyorduk. DP döneminde örtülü ödenekten bu haksızlık karşılanıyormuş. O kapıyı kapadığıma göre, bu haksızlığı gidermek için bakanlık kadrosunda bulunan iki sekreteri de nöbet listesine aldım. Yaptığım iş yasaldı. Dört günde bir her çalışan bakan makamım terk edinceye kadar görevini sürdürecekti.

Nöbete dahil ettiğim bir sekreter, birkaç gün mesaiden sonra be-tahsis KKK
koridorlarında dolaşmaya başlıyor. Amacı, bu durumu K. K Kur. Bşk. Tümg. Memduh Tağmaç'a şikayet etmek olduğu için O'nun çıkışını bekliyor. Tağmaç çıkınca o saatte karargâhta benzerine rastlamadığı şekilde sekreter hanımı görünce nedenini soruyor. Sekreter ağlayıp beni şikayet ediyor. Ertesi gün öfkeyle odama girdi. Kendisinden beklemediğim bir üslupta sekreterleri nöbetten çıkarmamı istedi. Kendisine yaptığım işin yasal olduğunu, amirim olmadığını bu nedenle bana emir veremeyeceğini anımsatıp ilk amirim olan MSB Müsteşarı Gn. Nusret Bulca'yla görüşmesini söyledim.

Sunalp'tan soma ikinci bir düşman daha edinmiştim Tağmaç'ın kini yaşamı boyunca sürdü. Tüm yetkilerini kullanıp benimle uğraştı. Sonradan öğrendiğime göre Tağmaç beni hem müsteşara hem de bakana şikayet ediyor. Ancak verdiğim emir yasal olduğu için bana bu konuda bir şey söylemiyorlardı.
Bir gün bakan odasından, imzadan bir piyade binbaşısı çıktı. Sevinçliydi, bana
hitaben 10 gün süreyle görevli olarak Paris'teki NATO Karargâhı'nda bir toplantıya katılacağımızı söyledi. Kurmaylık yaşamımda ilk ve son kez yurtdışına çıkışımdı.

Paris'e gittiğimde görevin turistik olduğunu ve beni susturmak için yemleme amacını güttüğünü anladığımda pişman oldum. Daha önce fark etseydim bu seyahati kabul etmezdim.

Yurda dönüşümde sekreterlerin nöbetten çıkarıldığını gördüm. Kişiliğimin
zedelendiğini sezinledim. Sekreterleri yeniden nöbete yazdım. Müsteşar ve bakan bu konuda sessiz kalmayı yeğlediler. Çünkü o dönemde makam ve rütbesi ne olursa olsun görevliler birbirine kuşkulu bir tedirginlik İçerisinde yaklaşıyorlardı. MBK'nın, Cunta'nın (Silahlı Kuvvetler Birliği) adamı gibi algılanmak insanlara görünmez bir dokunulmazlık kazandırıyordu. Gerçekte devrim havasını koklamak bile insanları daha onurlu ve kişilikli yapıyordu...

Bir gün bakanım Muzaffer Alankuş, o dönemin teknolojisi içinde diafon yardımıyla GKB, GKB II. Bşk, KKK, K.K. Kur. Bşk. ve müsteşarla mikrotelefonu eline almadan konuşmak istediğini bu amaçla girişimde bulunmamı emretti. Yasal formaliteleri yerine getirip işe başladığımda özellikle Org. Cevdet Sunay ile Tümg. Memduh Tağmaç tedirgin oldular. Bakanı muhatap almıyorlardı. Benim 
adına (SKB) (64) makam odalarına alet koyup kendilerini dinleyeceğim kuşkusuna kapılmışlardı...
Üçüncü düşmanımı da böylece kapanmıştım: Cevdet Sunay.
Sorunun en fazla üzerinde durulacak yönü o dönemde bana dokunamayacak
derecede güçsüz olmalarıydı...
Alankuş'un özel İstekleri bitmiyordu. Makam odasına bir teyp konulmasını istedi.
Teyp istenildiği anda telefondan kayıl yapabilecek, makam odasının değişik
yerlerinde gerektiğinde ayakla da komuta edilip konuşulanlar kayda alınacaktı. Bu istek de tüm yasal işlemler yerine getirildikten sonra Muhabere Ana Deposu'na emir verilip yerine getirildi. Bakanın teybi kullanmaya ömrü yetmedi. 6 Haziran 1961 Tansel Olayı'ndan sonra ültimatomla görevine son verildi.
Yerine aynı zamanda Başbakanlık(65) görevinde bulunan Fahri Özdilek atandı.
Bakanlık Dz. Emir Subayı'ndan. Özdilek'i teybin varlığından haberdar etmesini ve
istiyorsa kullanma şeklini göstermesini rica ettim.
Özdilek'in de kuşkuya kapılıp kendisinin cunta tarafından dinlenmek için odasına teyp yerleştirildiğinden kuşkulandığım yıllar sona öğrenecektim. Bu konudaki girişimlerimi daha sonraki sayfalarda okuyacaksınız.

Bilmeden dördüncü düşmana sahip olmuştum.

Oysaki Özdilek'le de samimi görünen mesafeli bir dostluk ve uyum içinde çalışmıştık. Aslında belki de tek sucum eski emir subayları gibi mesai dışı zamanımın çoğunu evinde geçirmemem idi...
1961 yılı Temmuz ayında Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan kıtlık haberleri geliyordu.

Başbakan Fahri Özdilek, Tarım Bakanı Prof. Osman Şahin, Ticaret Bakanı Mehmet Baydur'un da bulunduğu bir heyetle 10 gün bölgeyi denetledik; havadan ve karadan 10 il, 20 ilçeye uğradık. Gerçekten durum içler acısı idi, Vatandaştan 380 dilekçe topladığımı anımsıyorum. Başbakanlıkla bu dilekçelerin gereğini yapmak için bir büro kurmama karşın tam anlamıyla sonuç aldığımı söyleyemem. 27 Mayıs'a karşın devlet çarkı işlemiyordu; işletilemiyordu.
Erciş'in bir köyüne geldiğimizde köy, herkes tarlada çalışmakta olduğu için bomboştu.

Evler toprak damlı, yeraltında ve mağara görünümündeydi ve de kapıları açıktı. Özgün ve yetkin bir kişilik olan Prof. Osman Şahin tek tek evlere
girip bir şey arıyordu. Sonuçta buldum diye bir tarım aleti getirmişti. Açıklaması bizleri dehşete düşürmüştü... Bu aletin M.Ö. 2000 yılında da bu bölgede kullanıldığım söylüyordu... DP'nin görülmemiş kalkınma edebiyatı boşlukta kalıyordu... O dönemde Erciş'in köyüne traktör girmemişti.

Dönüşte Fahri Özdilek'le uçakta yan yana oturuyorduk. Umutsuzdu... "Memleketin halinin ne olacağını" soruyordu. "Çare bulacak makamda oturuyorsunuz" yanıtını verdiğimde yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ne zamana kadar bu soruyu birbirimize soracağız?!

O dönemde Silahlı Kuvvetler Birliği Örgütü kurulmuştu. Ben de bu örgüte üye
olmuştum. Bu konunun da bir kısım ayrıntısını kitapta bulacaksınız.
Türkiye'nin gündemini Yüksek Adalet Divanı'ndan çıkan idam kararlarının infazı uzun süre işgal etti. Yetkili makamlara imzasız tehdit mektupları yağıyordu. Şahsen MSB'ye gelen imzasız hiç bîr mektubu okuduğumu anımsamıyorum. Şu kadarını ifade etmeliyim ki, bu kampanyayı yürütenlerin silahlan ters tepmiş ve belki de bir ölçüde infazları hızlandırmıştır.

İnfazlardan soma 15 Ekini 1961 günü seçim yapıldı. Seçim sandığından karşı devrim çıkmıştı. SKB seçimleri iptal karan aldı. Sonuçta komutanlarla siyasi parti liderleri pazarlığa oturdu. 26 Ekim 1961 günü "Çankaya Protokolü" imzalanıp, TBMM açıldı. Bu kez Milli Savunma Bakanı İlhami Sancar olmuştu. Gerçek bir devlet adamının tüm niteliklerini taşıyordu. Birlikte çalıştığımız dönemde karşılıklı sevgi, saygı ve uyum içinde bulunduk.

Dostluğumuz vefatına kadar sürdü. Kaldı ki, 27 Mayıs'tan sonra CHP'den beklediğini bulamayan subaylarla SKB örgütü üyeleri CHP'ye de karşı tavır alınışlardı. Buna rağmen SKB, CHP'li bir bakanla dost olmayı başarmıştı.
Seçimlerden sonra TSK'daki dalgalanma bitmedi. Özellikle 27 Mayıs'a karşı olan
politikacılar orduyu tahrik için her yolu deniyorlardı. Bu oluşum TSK'yı yeniden
TBMM'ye müdahale karan almaya itti. 9 Şubat 1962 "Balmumcu Protokolü" ile
ordunun bu niyeti açığa çıktı, Özellikle İstanbul'dan kaynaklanan müdahale girişimleri içinde en üst rütbeli kişi olan dönemin İstanbul Valisi Refik Tulga'nın da mason olması üzerinde bugüne kadar durulmamıştır. Oysa "Balmumcu Protokolü" doğrultusunda ve paralelinde eyleme geçen Kur. Alb. Talat Aydemir'in sırtında yumurta sepeti vardı. Yani genç subaylar onun hiyerarşisini kabullendiğinde attığı adımlardan geri dönemezdi. İstanbul'daki protokolcülerin böyle bir derdi yoktu. 9 Şubat 1962 günü attıkları imzanın arkasında duramadıkları için, Talat Aydemir'in liderliğinde 22 Şubat 1962 kalkışması başarısızlıkla sonuçlandı...

O dönemde hem bakanlıktaki görevimi sürdürüyor, hem de Ordu Dil Okulunda
İngilizce programına devam ediyordum. Ankara kaynıyordu; herkes belirgin bir kuşku içinde safını belirlemek için bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Bu nedenle 22 Şubat'tan bir hafta Önce Ordu Dil Okulu'nun öğretmeni olan subaylar Kur. Yb. Sadri Karakoyunlu'yla(66) ve benimle konuşup' aydınlanmak gereksinimi duymuşlardı.

Sonuçta arkası gelmeyen somlardan bunaldığımdan; ''27 Mayıs'ta operasyon yapan cerrah midede makas unutmuş, hastanın sağlığına kavuşması için yeni bir operasyon gerekiyor" deyip tartışmayı noktaladım. Bir anlamda 22 Şubat'ın geleceğini açıklamıştım.

Sonra Sadri'yle baş başa kaldık. Bana Öğretmen arkadaşlara verdiğim yanıttan
tatmin olmadığını ifade edip gerçek niyetimi sordu. Ben de, "bak Sadri, önümüzde bir harekât kaçınılmaz görünüyor. Her ikimiz de karargâhta olduğumuz için bu eylem içinde bulunmamız düşünülemez. Ama SKB örgütü üyesi olduğumuz için, herkes bizleri Harp Okulu safında görüyor. Bildiğim kadarıyla her ikimizin de karakterinde döneklik yok. Bu yapımızın gereğine uymaya çalışacağız" deyince, Sadri susmayı yeğledi...

Benim gençliğimde Sabetaycı ünlü bir gazeteci vardı. Mübarek herif(!) rüzgar gülü gibi durmadan dönerdi, çıkarına göre... Gazeteci X fıkra konusu olmuşlu: "Dönerle gazeteci arasında ne fark var?" diye sorup yanıtlarlardı: "Döner döndükçe kızarır, gazeteci X döner fakat kızarmaz..."

Ankara'nın 27 Mayıs sonrası siyasal kargaşası içinde ve olaylar çığırından çıktığı,
herkesin bir şeyler beklediği bir günde -18 Şubat 1962- Naci Aşkım yine ziyaretime geldi. Benimle görüş alışverişi yapmak niyetinde olduğunu anladım ve arka odaya aldım. Koridorda dolaşarak konuşmamızı yeğledi. Onun gibi deneyimli bir istihbaratçı bunu nasıl yapmıştı, bugün dahi anlamış değilim... Bana göre sorun yoktu. MSB'den KKK koridoruna geçtik, O benim koluma girdi. Koridorda U çizerek tam bir saat mevcut durumu tartıştık, iki asker gibi değil, iki dost gibi önerilerimi söyledim ve ayrıldık. Ama tüm Kara Kuvvetleri Komutanlığı karargâhı subayları dehşet içinde idiler. Herkesin kara kara geleceğini düşündüğü bir dönemde sivil elbiseli bir tümgeneral, resmi elbiseli bir yarbayla kol kola bir şeyler tartışıyor. Acaba ne konuşuluyordu? Kapılar açılıp kapanıyor, dikkatli, çekingen ve kaçamak bakışları fiskoslar izliyordu... Ayrıldık... (67)
Aynı gece (38 Şubat 1962) evime, çok değer verdiğim arkadaşlarım ziyaretime geldi.
Ben daha önce SKB örgütüne üye olduğumu bu örgütte onların desteğiyle temsilci gibi çalışacağımı açıklayıp onaylarını almıştım. Zaman zaman da fikir alışverişinde bulunuyorduk. Arkadaşlarım. "Sunay'ın safına geçtiklerini" benim de "kendilerine katılmamı" öneriyorlardı. Kendilerini "yollarımız ayrıldı, arkadaşlığımız devam edecektir" şeklinde yanıtladım, onları lojmanın kapısına kadar da uğurladım.

22 Şubat'tan iki gün önce 17 yıllık MSB şoförü Yusuf Efendi Bakan İlhami Sancar'ı bir yere götürmektedir. Arabada Dz. Yzb. Vedat Alkışlar da vardır. Yusuf Efendi, Bakan'dan söz ister: "Baa bak bakan bey ortalık karışayi sonra baa kalleşlik yaptın demeyesun, Talat Yarbay nereyeyse ben de orayayım." ilk yandaşım Yusuf Efendi açıkça tavrını koymuştu.
22 Şubat olayı patlak verince Bakan arabasını istediğinde Yusuf Efendi bir asker
şoförle başka bir arabayı göndermiş, kendisi emrime girmek için aracını Bakanlık
Önüne çekmiş, bana ulaşmaya çalışıp başarılı olamayınca evime gidip, bana telefon edip, emrimde olduğunu açıklamıştır. Teşekkür edip evine gitmesini salık verdim.

Bu olayı anlatmamın iki nedeni var; Birincisi döneklerin kol gezdiği ve itibar gördüğü bir ortamda Yusuf Efendi gibi sınıf ahlâkına sahip kişilerin varlığını açıklayıp geç kalmış bir teşekkür borcunu yerine getirmek. Konunun ikinci yönü daha önemli: Yusuf Efendi'nin bu tavrını MSB İlhamı Sancar yok saymış, 22 Şubat olayından sonra da Yusuf Efendi yıllarca makam şoförlüğü yapıp emekli olmuştur.
22 Şubat 1962 olayı geldi çattı, İki seçeneğim vardı: Ordu Dil Okulu'na gidip etliye sütlüye karışmadan öğrencilerle birlikte geceyi geçirmek ve sorumluluktan kaçmak karakterime uymazdı. Bakanlıkta görevimin başında bulunmayı yeğledim. Tüm anılarım ciltlere sığmaz, kitapta 22 Şubat olayına ilişkin bir bölüme yer verdim. 22/23 Şubat gecesi yaşadığım ve yaşamımda olumsuz bir dönüm noktası oluşturan bir olayı yinelemek istiyorum:
18 Şubat günü" MAH Başkanı Tümg. Naci Aşkun'la görüştüğümü açıklamıştım. 22 Şubat saat 22.00 sıralarında telefon etli. Aramızda ilginç bir diyalog oluştu. Odamda bulunan en az 15 kişi bu konuşmaya tanık oldu;
—Naci Aşkun: "Memleket batıyor, çare bul!"
—Talat Turhan: "Benim emrimde dört sivil memur, iki hademe var, bunlarla mı çare bulacağım?"
—N.A.: "Benimle bu şekilde konuşma!"
—T.T.: "Ben yarbayım, siz omuzu çaprazlı yarbaysınız (Tümgeneral olduğunu
değişik bir biçimde açıklıyorum). Türkiye'nin en etkin örgütünün basındasınız."
—N.A.: "Ne yapabilirim?"
—T.T.: "Ne yapılması gerektiğini size 19 Şubat günü açıklamıştım. Önerimi dikkate alsaydınız bu olay oluşmazdı."
—N.A.: "Çözüm Önerisi istiyorum..."
—T.T.: "Olayın patlamasına atamalar neden oldu. Atamaları durdurun. Sonra ben başkaldırının liderleriyle görüşüp olayın büyümesini engellemeye çalışırım."
—N.A.: "Sana nasıl yardımcı olabilirim?"
—T.T.: "Önerimi Gn. Kur. 2. Başkanı Memduh Tağmaç'la görüşün(68) kabul ediyorsa ayrıntıyı onunla görüşürüm."
—N.A.: "Memduh Paşa'yla görüşüp seni tekrar arayacağım." Yarım saat sonra telefon geldi:
—N.A.: "Memduh Paşa'ya ulaşamadın!. Zeki Paşa'yla(69) görüştüm. Seni bekliyor. Kendisiyle GKB'ye git önerini benim adıma kendisine ilet."
—T. T.: "Arabuluculuk mu öneriyorsunuz?"
—-N.A.: "Evet."

KKK’Iığı ve GKB'de panik yaşanıyordu. Tanığı olduğum bu paniği batan bir
denizaltındaki denizcilerin psikolojisine benzetirim.
Çok değer verdiğim eski komutanımın isteğini kabul etmem aslında
hayatımın en büyük halalarından biriydi. Çünkü Tağmaç beni hasım kabul ediyordu.

Aramız açıktı...

İlk önce Tuğg. Zeki İlter'in makam odasına gittim. Oda kalabalıktı. İçerde belirgin bir panik havası yaşanıyordu. Birlikte Genel Kurmay'a geçtik. Memduh Tağmaç koridorda makam odasının önündeydi. Etrafında Alb. ve Yb. rütbesinde 8–10 kurmay subay vardı. Aşkun'un önerisini kendisine aktardım. Aslında demoralize durumda olan Tağmaç beni görünce tepesine kan hücum etmiş bir durumda bana hitaben:
-"Sen ne biçim kurmaysın" diye yanıt verdi. Aynı tonla:
-"Ben bu etrafınızdaki kurmaylara benzemem, ST101-5 talimnamesinde yazılı olan kurmay niteliklerini taşıyorum. Fikir ve kanaatlerini açıkça söylüyorum. Siz bana bu şekilde hitap edemezsiniz. Ancak önerimi kabul ya da reddedersiniz" diyerek GKB 'yi Zeki İlter'le birlikte terk ettim. Daha sonraki dönemde yakın çevresine o gece kendisini öldürmek için GKB'ye gittiğimi, sonra etrafındakileri görünce vazgeçtiğimi söylediğini öğrendim. Oysa önerimden saatlerce sonra Ekrem Alican'dan ara bulucu olarak yararlanmıştı...

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

59. O dönemde bir daire 30–35 bin TL idi.
60. Yasıada Duruşma Tutanaklarına bakınız.
61. O dönemde Ankara'nın en iyi otel ve restoranı olduğu için politikacıların devam ettiği bir mekândı.
62. Belleğim beni yanıltmıyorsa, Necdet Calp'ti.
63. P. Yzb. Hulusi Sayın.
64. O tarihte SKB üyesi değildim.

65. Cemal Gürsel hastalandığı için 
64. O tarihte SKB üyesi değildim.
65. Cemal Gürsel hastalandığı için
66. K.K.K.'lığı Erkân Şube Müdürü idi ve O da kursa devam ediyordu, 22 Şubat olayından sonraİzmit'e sürgün edildi. Daha sonra general oldu.
67. Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütlen, Sorun Yayınları, 1999, s. 34-35.
68. O gece Gn. Kur. Bşk. Org. Cevdet Sunay ortada yoktu. Sonrakin Bartın'da Deniz Üssü'ne sığındığı söylendi; ama doğrulanamadı.
69. K.K. Kur. Bşk. Tümg. Zeki İlter.

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder