23 Aralık 2018 Pazar

Hristiyan Dünyasında Tarihi Buluşma

Hristiyan Dünyasında Tarihi Buluşma 



Deniz BERKTAY*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Rusya-Slav Araştırmaları Merkezi, Bilimsel Danışman 



Şubat 2016, Hristiyan dünyasında tarihi bir buluşmaya tanıklık etti. Katolik dünyasının lideri Papa ile Ortodokslar arasında en kalabalık cemaate sahip olan kilisenin lideri Moskova Patriği, tarihte ilk kez biraraya geldi. Papa Franciscus 
ile Moskova Patriği Kirill’in, Küba’nın başkenti Havana’da, havaalanında gerçekleştirdikleri iki saatlik görüşme, hem Hristiyan dünyası açısından hem de dünya siyaseti açısından önemli bir gelişme olarak değerlendirildi. 


     Papa ile Ortodokslar’ın onursal lideri olan Fener Rum Patriği, 1960’lı yıllardan bu yana birçok kez bir araya geldi. Bu buluşma ise, Ortodoks dünyasında en kalabalık cemaate sahip olan ve Ortodoks dünyasında Batı’daki gelişmelere karşı en muhafazakar çizgiyi savunan Moskova Patriği arasındaki ilk buluşma olması açısından önem taşıyor. 
Havana Havaalanı’ndaki iki saatlik görüşmenin bütün ayrıntıları hakkında henüz fazla bir bilgi mevcut değil. Rus Ortodoks Kilisesi’nin önde gelen isimlerinden Rahip Andrey Kurayev, verdiği bir demeçte, “Küba’da iktidar değişmedikçe ve yeni yönetim, bu görüşmeyi dinlediğinden emin olduğumuz Küba istihbarat servisinin kayıtlarını yayımlamadıkça, Papa ile Rus Patriği arasında iki saat boyunca ne konuşulduğunu öğrenemeyeceğiz”, diye konuştu. Buna karşılık, görüşmenin ardından yayımlanan otuz maddelik deklarasyon, Ortodoks dünyasında ve özellikle Ukrayna’da epey yankı uyandırdı. 

Bu buluşmanın sonuçlarını değerlendirmeden önce, Hristiyanlığın tarihine ve ikili ilişkilerin geçmişine bir göz atalım: 

Ruslar’ın çok büyük çoğunluğu, Hristiyanlığın Ortodoksluk mezhebine mensup. Ruslar’ın tarihteki ilk büyük devleti olan (daha doğrusu, bugünkü Ruslar’ın, Ukraynalılar’ın ve Beyaz Ruslar’ın tarihlerindeki ilk büyük devlet olan) Kiev Rus Prensliği, Hristiyanlığı, 988 yılında, Bizans’tan aldı. (O dönemde tahtta bulunan Kiev Prensi Vladimir, sınırları güneyde Karadeniz’den kuzeyde neredeyse Baltık Denizi’ne kadar uzanan bu büyük devleti merkezi bir yapıya kavuşturmanın yolunun tek tanrılı bir dini kabul etmekten geçtiğini düşünüyordu. Dönemin tarihini yazan rahip ve vakanüvis Nestor’un eserine göre Vladimir, bunu için önce Musevilik ve İslamiyet’i incelemiş, fakat sonra halkı için en uygun dinin Hristiyanlık olduğuna karar vermişti.) Hristiyanlığın Katolik ve Ortodoks mezheplerini inceleyen Vladimir, Katoliklik’te Papa’nın otoritesinin hükümdarların otoritesinin üzerinde olmasına karşılık Ortodoks Bizans İmparatorluğu’nda kilisenin büyük ölçüde hükümdara tabi olduğunu gördüğü için, sonuda Ortodoksluğu resmi din olarak benimseyecek ve ülkedeki bütün putları imha ederek, halkını vaftiz ettirecekti. 

Doğu’yla Batı’nın Kopuşu 

Ruslar’ın bu şekilde Hristiyanlığı benimsediği yıllarda Roma Kilisesi ile İstanbul Kilisesi arasında bazı farklar ortaya çıkmakla birlikte, henüz nihai kopuş gerçekleşmemişti. Hristiyanlığın bu iki merkezi arasındaki görüş ayrılıkları, öncelikle, yetki konusunda ortaya çıktı. İstanbul Kilisesi, Roma’nın Hristiyanlığın beş büyük patrikliği (Roma, İstanbul, İskenderiye, Antakya, Kudüs) içinde “eşitler arasında birinci” olduğunu, yani, birinciliğinin tamamen onursal olduğunu savunurken Roma, kendisinin Hristiyanlar’ın mutlak lideri olduğunu iddia ediyordu. Diğer taraftan, zamanla, ibadet ve ayin usullerinde de farklılıklar kendini gösterdi (haç çıkartırken eli önce sağ omuz mı yoksa sol omuza mı götürmek gerekir, ayinlerdeki kutsal ekmek hangi malzemeden yapılmalı, 
gibi). Ardından, teorik görüş farklılıkları ortaya çıktı (Tanrı’nın üç kişiliğinden biri olan Kutsal Ruh’un kaynağını sadece Baba Tanrı’dan mı, yoksa hem Baba’dan hem de Oğul’dan mı 



(İsa) aldığı gibi, aslında sadece ilahiyatçıları ilgilendiren konulardı bunlar). İki kilise arasında başgösteren çeşitli sorunları çözmek üzere, 1054’te, Kardinal Humbert’i Bizans’a elçi olarak gönderdi. 
Burada uzun süren müzakereler sonuç vermeyince Kardinal Humbert, Patrik Mihail Kerularios’u ve ona bağlı olanları aforoz eden mektubunu Ayasofya’nın sunağına bırakarak Bizans’tan ayrıldı. Patrik Mihail Kerularios da, buna karşı, Humbert’i aforoz etti. Böylelikle Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki ilk önemli kopuş gerçekleşti. 

Bu karşılıklı aforoz kararı, iki kiliseyi henüz tam olarak birbirinden koparmamıştı. Zira aforoz kararlarının sınırlı sayıda kişiyi kapsaması bir yana, iki kilise arasındaki teorik tartışmalar, bu iki kiliseye mensup olan halkların birbirleriyle ilişkilerinde hiç bir olumsuz etkide bulunmuyordu. Ancak Latinler’in Bizans’a düzenledikleri 4. Haçlı Seferi, bu tabloyu tamamen değiştirdi. İstanbul’u 
ele geçiren Latinler, burada kiliseler de dahil olmak üzere pek çok binayı tahrip ettikleri gibi yaptıkları yağma, katliam ve tecavüzlerle, Ortodoks Rumlar’ın nefretini üzerlerine çektiler. Katolik Haçlılar’ın İstanbul’da kurduğu ve 1204-1261 yılları arasında varlık gösteren Latin Krallığı, Ortodokslar’ın zihninde, yüzyıllarca silinmeyecek izler bıraktı. 

Benzer gelişmeler, aynı dönemlerde, Avrupa’nın kuzeydoğusunda da kendisini gösterdi. Katolik dünyası, Haçlı Seferleri’ni sadece Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Müslümanlara karşı değil, Doğu Avrupa’da Baltık bölgesindeki putperestlere ve Ortodoks Ruslara karşı da yürütüyordu. Rus tarihinin o dönemleri, Katolik Alman Töton Şövalyeleri’nin seferlerine karşı yapılan savaşlarla doludur. Daha sonra, 15., 16. ve 17. yüzyıllarda ise, Katolik Polonyalılar’la Ortodoks Rus ve Ukraynalılar arasında çatışmalar meydana geldi ve bu bölgelerde de halkın gözünde Katoliklik, Polonyalılar’ın baskılarıyla özdeşleşti. Böylelikle iki kilise arasındaki çatışmalar, ilahiyatçıları ilgilendiren dar bir konu olmaktan çıkmış, halklar arası ilişkilerde de kendisini göstermişti. 

İki Kiliseyi Yakınlaştırma Çabaları Osmanlı’nın Bizans üzerindeki baskıları arttırdığı 1300’lü yılların sonları ve 1400’lü yılların başlarında Bizans imparatorları, Batı Avrupa’dan yardım arayışına girerek Papa’ya müracaatta bulundular. 

    Papa’nın bunun karşılığında Ortodokslar’ın Papa’nın liderliğini tanımasını şart koşması üzerine, iki kiliseyi birleştirme çalışmalarına girişildi. 
Bunların en önemlisi, Katolik ve Ortodoks liderlerin biraraya geldiği ve iki kilisenin Papa’nın otoriteri altında birleşmesini öngören Ferrara-Floransa Konsülü idi (1439). Ne var ki, bu konsülde iki kilisenin birleşmesi kararını imzalayan Ortodoks din adamları, Bizans’a döndüklerinde sıradan rahiplerin ve halkın tepkisiyle karşılaşınca, pek çoğu, attığı imzayı reddetmek zorunda kalacaktı. 
Bizans’ta başbakanlık görevinde de bulunan Lukas Notaras’ın “İstanbul’da Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” sözü meşhurdur. 

Moskova’nın Öne Çıkışı

Yukarıda bahsettiğimiz Kiev Prensliği’nin 1240’ta Moğollar tarafından tamamen yıkılmasından sonra, çeşitli Rus prenslikleri kendisini gösterdi. 
Bunların içinde Moskova Prensliği, çeşitli diğer unsurların yanısıra, kilisenin de desteğiyle, zamanla Rus Prenslikleri arasında en güçlüsü oldu (Kiev’in tahrip olmasından sonra Kiev Metropolitliği önce Vladimir kentine, oradan da Moskova’ya taşınmıştı ve kilise yetkilileri herkesi, Moskova Prensliği etrafında birleşmeye çağırıyordu). 

<  Moskova Patriği’nin Papa’yla ortak mesaj vermesi ve iki kilise arasında diyaloğun yoğunlaşmasının, Kremlin’in bu darboğazdan kurtulmasına yardımcı olabileceği değerlendirmesi yapılıyor. >

Moskova’nın da Katoliklere karşıdini savaşlar vermek zorunda kaldığını yukarıda söylemiştik. Bunun sonucu olarak Ruslar, Ortodoksluğa Bizanslılar’dan daha fazla sahip çıktılar. 
Moskova Prensliği, iki kilisenin birleşmesi kararını hiç bir zaman desteklemedi. Hatta, sözünü ettiğimiz 1439 Floransa Konsülü’ne Rusya’yı temsilen giden Rum asıllı Kiev Metropoliti İsidoros konsülde iki kilisenin birleşmesini destekleyip Moskova’ya dönüşünde iki kilisenin birleştiğini ilan ettiğinde, Moskova Prensi II. Vasiliy, İsidoros’u görevden alıp hapsetmişti. 
Bizans’ın Türklere karşı yardım almak için Katolik kilisesiyle birleşme girişimlerini Ruslar, sapkınlık olarak gördü. Bizans’ın 1453’te yıkılmasından sonra ise Ruslar, kendilerini Bizans’ın devamı ve Hristiyan dünyasının savunucusu, hatta Hristiyan değerlerinin gerçek savunucusu olarak görmeye başladı. Bu iddiaları besleyen gelişmelerden biri, son Bizans İmparatoru 11. Konstantin’in yeğeni Sofya’nın, Moskova’ya gelerek Rus Çarı III. İvan’la evlenmesi oldu. Rus çarları bu olayın ardından, kendilerinin Bizans’ın soyundan geldiklerini söylemeye başladı. 
(Rusya’da çarlık döneminde ve günümüzde devlet arması olarak kullanılan çift başlı kartal da, Bizans’tan alınmadır ve Rusya’nın Bizans’ın devamı olduğu iddiasını yansıtır). 


Moskova’nın Bizans’ın ve Roma’nın devamı olduğu iddialarının teorisini yazan kişi ise, Pskov’lu bir rahip olan Filofey idi. Filofey, 1510 yılında çara yazdığı bir mektupta, ana hatlarıyla şunları söylüyordu: “dünyada üç tane Roma vardır. 

Birincisi Büyük Roma İmparatorluğu, ikincisi Bizans İmparatorluğu, üçüncüsü ise, Moskova Prensliği’dir. Birinci Roma, Hristiyanlık değerlerinden saptı. Tanrı da onları cezalandırdı ve Roma, Barbarlar’ın saldırılarıyla yıkıldı. İkinci Roma (Bizans) da Hristiyanlık’tan saptı ve Tanrı’nın gazabına uğradı: Türkler Konstantinopolis’i aldı. Hristiyanlık’ta üç kutsal bir sayı olduğu için, 
dünyada dördüncü bir Roma olmayacak ve Moskova’daki Hristiyan hükümdarlık, sonsuza dek sürecektir”. Filofey’in bu yazdıkları, sonraki yıllarda Ruslar’ın dünya Hristiyanlarının koruyuculuğu iddialarına da zemin hazırladı. 

Türkler’in İstanbul’u fethinden sonra İstanbul’da Katolikler’le birleşmeyi savunanlar, İtalya’ya göç etmiş ve Fatih, Rum patriklerine, Katolikler’le birleşme girişiminde bulunmalarını yasaklamıştı. Öte yandan Rus Kilisesi, Fener Patrikhanesi’nin Ortodoks dünyasındaki onursal birincilik iddiasına karşı çıkmamakla birlikte, İstanbul’un Ortodokslar’a gerçek anlamda liderlik 
edemeyeceğini savunmaya başladı. Osmanlı dönemi boyunca Ruslar, Fener Patrikhanesi’ne hem maddi yardımlarda bulundular, hem de özellikle 1700’lerden itibaren, kendilerinin Osmanlı’daki Ortodokslar’ın koruyucusu olduğunu öne sürmeye başladılar.

<  Ortodoks dünyası, 1000 yıl aradan sonra, ilk kez Ortodoks Konsülü’nü topluyor. Konsülün toplantısı, Haziran 2016’da, Girit’te gerçekleşecek. Bunun öncesinde Papa’ylabir araya gelip ortak mesajlar verilmesi, Fener Patrikhanesi karşısında Moskova’nın elini güçlendirmiş olacak.>

Ortodoks Dünyası’nın En Muhafazakar Kilisesi İstanbul’un tutumunu sapkınlık olarak değerlendiren Rus Kilisesi, o tarihten sonra da, Ortodoks Kiliseleri’nin en muhafazakârlarından biri olmayı sürdürdü. Günümüzde Rum Ortodoks kiliselerinde kadınların kiliseye başı açık girebilmelerine ve ibadet edebilmelerine karşılık, Rus Ortodoks kiliselerinde kadınların içeri girerken başlarını örtmeleri zorunludur. Yine Ortodoks dünyasının büyük kısmının dünya genelinde kullanılan Gregoryen takvimini kabul etmesine karşılık, Rus Kilisesi’nde hala Juliyen Takvimi kullanılmaktadır. Rum Ortodoks kiliselerinde oturacak sıraların olmasına karşılık, Rus kiliselerinde ibadet ayakta yapılır; oturacak yerler ise, çok sınırlıdır ve sadece ileri yaştakiler ve ayakta durmaya takati olmayanlar içindir. 

Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrası 

Sovyetler Birliği döneminde 1930’lu yıllarda bütün dini kurumlara yönelik çok ağır baskılar uygulanmış ve pek çok din adamı ya idam edilmiş, ya da hapse veya sürgüen gönderilmişti. Fakat dönemin Sovyet lideri Stalin, İkinci Dünya Savaşı sırasında dini kurumları karşısına değil yanına almanın daha uygun olduğunu düşünmeye başladı ve Moskova Patrikhanesi’ni yeniden kurup Doğu Avrupa’daki Ortodoks halkları bu yolla etkileme politikasını benimsedi. Bunu takip eden yıllarda, ABD de, Fener Rum Patrikhanesi’nin başına, ABD Ortodoksları’nın lideri Athenagoras’ın getirilmesini sağladı. Katolik kilisesi de büyük ölçüde, ABD’nin politikalarına paralel bir tutum sergiliyordu. 

Sonuçta, 1965 yılında Katolik ve Ortodoks dünyasının liderleri, Papa VI. Paul ve Fener Rum Patriği Athenagoras ortak bir demeç yayımlayarak, 1054 yılındaki karşılıklı aforoz kararlarını iptal ettiler. Böylelikle, Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki dini farklılıklar varlığını korumakla birlikte, iki kilise arasındaki düşmanlık durumu sona erdi ve birbirlerinin Hristiyan olduğunu kabul ettiler. 

Sovyetler Birliği döneminde Sovyet yönetimine paralel tutum sergileyen Moskova Patrikhanesi ise, Vatikan’la temaslarına, 1980’li yıllarda başladı ve zamanla temaslar yoğunlaştı. Ancak bu sınırlı yakınlaşma süreci, 1990’lardan itibaren yerini gerginliğe bıraktı. Bunun iki nedeni vardı: 

1- 
Katolik Kilisesi’nin Rusya ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinde yoğun şekilde misyonerlik faaliyetlerine girişmesi. 

2- Ukrayna’da Katolikliğin yerel bir kolu sayılabilecek Doğu Ritüelli Katolikler’in Ortodokslar arasındaki faaliyetleri. (Bu, ayrı bir yazı konusu olacağı için burada ayrıntıya girmiyoruz). Bu nedenle, papaların Moskova’yı ziyaret etme girişimleri, sonuçsuz kaldı. Buna ek olarak, Moskova Patrikhanesi’nin Kremlin’le paralel politikalar uygulayan bir kurum olması da, Rusya ile Batı arasında 2000’li yıllarda yaşanan gerilimlerin dini alana yansımasına neden olmaktaydı. 

Yakınlaşmanın Nedenleri: 

Sözünü ettiğimiz gerginliklere ve Moskova Patrikhanesi’nin Batı’ya mesafeli tutumuna rağmen iki ruhani liderin görüşmeye karar vermesinin, çeşitli nedenleri var: 

1- Rusya’daki Katolik misyonerlik faaliyetleri azaldı. 

2- Rus Kilisesi’ne göre, Hristiyanlık bugün iki tehdit altında: 

Birincisi, 
Ortadoğu’daki Hristiyanlara yönelik tehditler, 

İkincisi ise, 
Batılı toplumların hızla geleneksel değerlerden uzaklaşması, yani, Hristiyanlığa içerden gelen tehditler. 

Moskova Patrikhanesi’nin kürtaj, eşcinsel evlilikleri ve benzeri konulardaki gelenekselci tutumu, Vatikan’ın tutumuyla örtüşüyor ve Moskova, Hristiyan dünyasının en kalabalık mezhebinin lideri olan Papa’yla güç birliğinin yararlı olacağı düşüncesinde. 

3- Rus Kilisesi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Kremlin yönetiminin hem iç politikada, hem de eski Sovyet ülkelerine yönelik politikalarında en önemli ideolojik dayanaklarından biri haline geldi. Ukrayna’da meydana gelen çatışmalar, Rusya’nın Batı’dan büyük ölçüde izole olmasına neden oldu. Bu şartlarda Moskova Patriği’nin Papa’yla ortak mesaj vermesi ve iki kilise arasında diyaloğun yoğunlaşmasının, Kremlin’in bu darboğazdan kurtulmasına yardımcı olabileceği değerlendirmesi yapılıyordu. Nitekim daha önceden Papa, Küba’nın izolasyondan çıkmasına aracılık etmişti. 

4- Rusya yönetimi, çeşitli kanallardan Avrupa kamuoyuna etki etmeye çalışıyor ve bu politikanın önemli bir ayağını da, Avrupa’daki muhafazakar kesimlerle yapılan işbirliği oluşturuyor. Vatikan’la yakınlaşmak, Rusya’nın bu yöndeki çabasına da epey destek olacak. 

5- Papa, Ortodoks dünyasıyla diyalog konusunda bu zamana kadar Fener Patriği’ni muhatap almıştı. Oysa Fener Rum Patriği, Ortodoksların onursal lideri olmakla birlikte, onun Ortodoks dünyası içindeki iktidarı, Papa’nın Katolik dünyası üzerindeki iktidarına hiç benzemiyor. Fener’in Ortodoks dünyası üzerindeki gerçek nüfuzu, sınırlı. Buna karşılık Moskova Patrikhanesi, 
1500 milyona yakın Ortodoks’un ruhani liderliğini yapıyor. Böyle bir yapıyı muhatap almak, Papa açısından da önemli bir adım. 

6- Moskova Patrikhanesi, Ukrayna kriziyle birlikte epey zor durumda kaldı. Zira, cemaatinin ve mülkünün önemli bir bölümü, Ukrayna’da, fakat Rusya’yla Ukrayna arasındaki fiili savaş hali, Ukrayna’da Moskova Patrikhanesi’nin düşman bir yapı olarak görülmesine neden oldu. 
Papa’yla bir araya gelip ortak mesajlar vermek, Rus Patrikhanesi’nin Rusya dışındaki imajı bakımından da önemli olacak. 

7- Bu yıl, Ortodoks dünyasında çok önemli bir etkinliğe sahne olacak: Ortodoks dünyası, 1000 yıl aradan sonra, ilk kez Ortodoks Konsülü’nü topluyor. Konsülün toplantısı, Haziran 2016’da, Girit’te gerçekleşecek. 

Bunun öncesinde Papa’yla bir araya gelip ortak mesajlar verilmesi, Fener Patrikhanesi karşısında Moskova’nın elini güçlendirmiş olacaktı. 


Ortak Deklarasyon ve Yankıları Papa Franciscus ile Moskova Patriği Kirill’in görüşmesi sonrasında yayımladıkları ortak deklarasyon, yukarıda da belirttiğimiz üzere, otuz maddeden oluşuyor. Bu deklarasyonda, “Avrupa’nın Hristiyan köklerine dönmesi” gerektiği, evlilik kurumunun ve geleneksel değerlerin korunması gerektiği gibi vurguların yanı sıra, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da Hristiyanlara yönelik katliamlara karşı uluslararası topluma, müdahale çağrısında bulunuluyor. 
Deklarasyonun en fazla yankı uyandıran bölümleri, Ukrayna’yla ilgili maddeler oldu ve bu maddelerden ötürü, Ukrayna’daki milliyetçi çevreler, Papa’yı, “Ukrayna’yı satmakla ” suçladı. Otuz maddelik deklarasyonda, üç madde (25., 26. ve 27. maddeler), doğrudan veya dolaylı olarak, Ukrayna’yı ele alıyor. 26. maddede Ukrayna’da devam eden çatışmalar, bunun bir iç savaş olduğunu çağrıştıran ifadeler içeriyor. Oysaki Ukrayna yönetimi, Doğu Ukrayna’da Rusya yanlısı ayrılıkçı gruplarla Ukrayna güvenlik güçleri arasındaki çatışmaların bir iç savaş olmadığını, Ukrayna’nın doğrudan doğruya Rusya’nın saldırısı ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. Rusya yönetimiyse, kendisinin bu çatışmalara katılmadığını, Ukrayna yönetiminin muhatabının Doğu Ukrayna’daki ayrılıkçı yönetimler olduğunu savunuyor. 

Deklarasyonda Ukrayna krizinin bu şekilde Rusya’nın tezini çağrıştıran ifadeler içermesi, Ukrayna yönetimine yakın çevrelerin tepkisine neden oldu. 

Deklarasyonun 25. maddesi ise, Ukrayna’nın batı bölgelerinde yaygın olan Doğu Ritüelli Katolik Kilisesi’nin durumunu ele alıyor. Ukrayna topraklarının Katolik Polonya’nın egemenliğinde olduğu 1500’lü yıllarda Ukrayna’daki Ortodoks din adamlarının önemli bir bölümü, Ortodoks geleneklerini koruyarak Katolikliği kabul etme kararı almıştı. Yani, Vatikan’ın önderliği kabul etmekle ve Katolik inancı benimsenmekle birlikte bu din adamları, Ortodoks ayin usullerini muhafaza edeceklerdi. Katolikliğe geçen fakat Roma ayin usulünü benimsemeyip Bizans ayin usuılünü koruyan bu kiliseye, “Grekokatolik” adı verilmişti (buradaki “Grek” kelimesi, bu kilisenin etnik anlamda Yunanlılar’la alakası olmasından değil, belirttiğimiz üzere, Bizans ayin usulünü korumasından kaynaklanıyordu). Sovyetler Birliği döneminde bu kilise yasaklanmış ve kilise üyeleri, Rus Ortodoks Kilisesi’ne katılmaya zorlanmıştı. 

    Bugün Ukrayna’daki milliyetçi kesimlere en etkin destek veren ve Rusya karşıtı konumuyla bilinen bu kilisenin mensupları, en yoğun olarak, Ukrayna’nın batı bölgelerinde yaşıyor. Deklarasyonda, bu Grekokatolik Kilisesi’nin izlediği yöntemin günümüzde kiliseler arasında birleşmenin bir yöntemi olamayacağı ifade ediliyor, fakat diğer taraftan, bu kilisenin var olma hakkı olduğu belirtiliyor. 
Bu maddede bu kilisenin var olma hakkının ifade edilmesi Rusya’da bazı muhafazakar çevrelerin tepkisine neden olduysa da, karara asıl tepki, Ukrayna’daki Grekokatolik Kilisesi’nden geldi. Kiliseye mensup rahipler, Grekokatolik Kilisesi’ni günümüz için ideal bir model olarak görmeyen Vatikan’ı sert dille eleştirdiler. Bu kilisenin Ukrayna’da son on yılda misyonerlik faaliyetlerini arttırmasından rahatsız olan Rus Ortodoks Kilisesi’nde ise, metindeki bu ifadeler, başarı olarak görülüyor. 

  <  Deklarasyonun en fazla yankı uyandıran bölümleri, Ukrayna’yla ilgili maddeler oldu ve bu maddelerden ötürü, Ukrayna’daki milliyetçi çevreler, Papa’yı, “Ukrayna’yı satmakla ” suçladı. >

Yine Ukrayna’yla ilgili olan bir madde, Ukrayna’daki Ortodokslar’ın kendi aralarındaki bölünmeleri ele alan 27. madde. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılıp Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Ukrayna’daki bazı milliyetçi rahipler, Moskova Patrikhanesi’nden ayrılarak ulusal Ukrayna kiliselerini kurduklarını ilan ettiler (Kiev Patrikhanesi ve Ukrayna Otosefal Ortodoks  Kilisesi). Bu kiliseler de, Grekokatolikler gibi, Rusya karşıtı bir çizgide bulunuyor ve Batı yanlısı siyasetçilere etkin destek veriyor. Moskova Patrikhanesi ise, kilise yasalarına göre Ukrayna’nın kendi ruhani alanı içinde olduğunu savunarak, bu kiliselerin gayrimeşru olduğunu öne sürüyor. 

Deklarasyonun 27. maddesinde, Ukrayna’daki Ortodokslar arasındaki bölünmenin, “kilise yasaları esas alınarak” aşılması gerektiği ifade ediliyor. Bu ifadeler de, milliyetçi Kiev Patrikhanesi’nin tepkisini çekerken, bazı Ukraynalı siyasetçiler, Papa’yı açıkça, “Ukrayna’yı arkadan hançerlemek”le suçladı. 

Fener Patrikhanesinde Rahatsızlık., 

Yukarıda belirttiğimiz üzere, Moskova Patriği’nin Papa’yla buluşması, bu Haziran ayında Girit’te bin yıl aradan sonra yapılacak olan Ortodoks Konsülü öncesinde Moskova Patrikhanesi’nin Fener Rum Patrikhanesi karşısında elini güçlendirecek bir adım olarak değerlendiriliyordu. Nitekim buluşmanın ardından Fener Rum Patrikhanesi’nden Hürriyet gazetesine konuşan bazı kaynakların, “Papa, Putin’e koltuk değneği olmasın” diyerek, bu konudaki rahatsızlıklarını en keskin ifadelerle açıkladıklarını gördük. 

Ukrayna’da Vatikan’a bağlı bazı din adamları, Ukrayna milliyetçilerinin tepkisini yatıştırmak için, “ Merak etmeyin, bu sadece bir deklarasyondur. Tabii, eğer böyle bir deklarasyon olmasaydı daha iyi olurdu, fakat bunun hiç bir bağlayıcılığı yok ”, Şekliden açıklama yapıyorlar. Fakat buluşma sonrasındaki gelişmelere baktığımızda, Küba’da gerçekleşen bu buluşmanın, Rusya’nın uluslararası 
izolasyondan çıkmasına yardımcı olmaya başladığını görüyoruz. 

21. YÜZYIL DERGİSİ
Deniz Berktay 
21. YÜZYIL Nisan’16 • Sayı: 88


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder