Vatikan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vatikan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2019 Salı

Heybeliada Ruhban Okulu Paneli, BÖLÜM 2

Heybeliada Ruhban Okulu Paneli, BÖLÜM 2


Ruhban Okulu’na karşılık Batı Trakya.,

ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye ziyaretiyle yeniden gündeme gelen Heybeliada Ruhban Okulu konusunda garip bir pazarlık ortaya çıktı. Ankara ile Atina arasında bir süredir ‘okulun açılmasına karşılık, Batı Trakya Türk azınlığının durumunun iyileştirilmesi’ pazarlığının yürütülmekte olduğu öğrenildi.

Bahadır Selim Dilek

Cumhuriyet– Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılıp açılmaması tartışması yapılırken, Atina ile Ankara arasında çok ilginç bir pazarlık yapıldığı ortaya çıktı. Ruhban Okulu’nun açılmasına karşılık Batı Trakya Türk azınlığının durumunun iyileştirilmesi yönünde hükümetin ilk resmi önerisini, 2003 yılında Avrupa Konseyi toplantısı için Atina’ya giden dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik getirdi. Çelik, Yunan Milli Eğitim ve Diyanet İşleri Bakanı Petros Eftimiu ile bir görüşme yaptı. Ancak “yükümlülük altına girmek istemeyen” Atina, AKP’nin önerisini reddederek çözüm için AB’yi adres olarak gösterdi.

Babacan’la Bakoyanni görüştü

     Ruhban Okulu sorunu daha sonra hem ikili temaslarda hem de AB içinde ele alınmaya başlarken, Ankara, okulun İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne 
ya da ortaöğrenim düzeyinde olacaksa da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması formülünü geliştirdi ve “Doğrudan izin verilmesi söz konusu olamaz. 
Anayasaya aykırılık söz konusu” görüşünü iletti. Bir süre sonra Türkiye ile Yunanistan arasında bu konuda sessiz sedasız görüşmeler başlatıldı. 
Anayasanın yükseköğrenimi düzenleyen 130. maddesi ve ortaöğretime “devletin gözetimi ve denetimi” koşulunu getiren 42. maddeleri uyarınca, 
Heybeliada Ruhban Okulu’nun, YÖK ya da Milli Eğitim Bakanlığı dışında faaliyet göstermesi söz konusu olamıyor.

Lozan Antlaşması’nın 40. maddesi uyarınca halen, 22 Ermeni, 22 Rum, 3 Musevi okulu olmak üzere 47 azınlık okulu Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteriyor. Heybeliada Ruhban Okulu’nun, Yunanistan’ın istediği biçimiyle açılması için anayasanın değiştirilmesi gerekiyor. 
Türkiye, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına karşılık, Atina yönetiminin Batı Trakya’daki Türk azınlığın etnik kökenini tanımasını, Türk vakıflarının 
yönetiminde seçilmiş Türk azınlığın temsilcilerinin bulunması, müftülerin Türk azınlık tarafından seçilmelerini, Batı Trakya’daki okullarda okutulan 
kitapların güncelleştirilmesini istedi. Bu çerçevede iki ülke arasında bir dizi formül üzerinde çalışılmaya başlandı. Konu, İstanbul’da bir araya gelen 
Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni görüşmesinde de ele alındı. Konuyla ilgili bilgi veren kaynaklar, Obama’nın 
Heybeliada Ruhban Okulu’na ilişkin verdiği mesajların ardından Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu sürecin hızlanmasının beklendiğini dile getirdiler.

https://www.turkishnews.com/tr/content/2009/04/11/ruhban-okuluna-karsilik-bati-trakya/

***

“Ruhban Okulu’nun açılması anayasaya aykırı”



Türk Eğitim Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasının anayasaya aykırı olduğunu savundu. 
Koncuk, Ruhban Okulu’nun açılması nedeniyle gelecek yıllarda doğabilecek olumsuzlukların ve tehlikelerin tüm ayrıntılarıyla hesaplanması 
gerektiğini belirtti.

Ankara– Türk Eğitim Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, yaptığı yazılı açıklamada, hükümet yetkililerinin Ruhban Okulunun açılmasına ilişkin açıklamalarda bulunduğunu, okulun açılması için formüller arandığını belirtti.

Ruhban Okulunun açılmasının, AB ve ABD’nin Türkiye’ye dayatması olduğunu ileri süren Koncuk, şu görüşleri savundu:

”Heybeliada Ruhban Okulunun açılması anayasaya aykırıdır. Çünkü anayasanın 24. maddesinde ‘Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve 
denetimi altında yapılır’ denilmektedir. Bu noktada mevcut yasalar Heybeliada Ruhban Okulunun Türkiye’deki bir ihaliyat fakültesine bağlı olmadan 
açılmasına imkan tanımamaktadır. Ayrıca anayasa, laik bir devlet olan ülkemizde dini eğitimin devlet eliyle yapıldığına vurgu yaptığından bu okulun bağımsız olarak açılması laikliğe de aykırıdır.
Buna rağmen Türkiye’den talep edilen Ruhban Okulunun özerk üniversite statüsünde olmasıdır. Peki Patrikhane, okulun bağımsız olarak açılmasında 
niçin ısrar etmektedir? Bu noktada okulun din adamı yetiştirmekten farklı amaçları olabileceği akla gelmektedir. Çünkü amaç sadece din adamı yetiştirmekse bunun ekümeniklik talebiyle ve Patrikhanenin özerkleştirilmesiyle bir ilgisi yoksa o halde okulun bağımsız olarak açılmasında ısrar edilmesinin de bir anlamı yoktur.”

Heybeliada Ruhban Okulu açıldığı takdirde yurtdışından öğretmen ve öğrencilerin de Türkiye’ye gelmesinin söz konusu olacağına işaret eden Koncuk, 
”Geçmişte casusluk faaliyetleri dolayısıyla okula öğrenci alımının yasaklandığı düşünüldüğünde önümüzdeki yıllarda bunun yeniden gerçekleşmemesi için hiçbir neden yoktur” dedi.

Batı Trakya’daki Türkler’in durumuna da değinen Koncuk, oradaki Türk azınlık için de Heybeliada Ruhban Okulu statüsünde benzer bir okulun kurulmasına izin verilip verilmeyeceğini sordu.

”Ruhban Okulu’nun açılması nedeniyle gelecek yıllarda doğabilecek olumsuzlukların ve tehlikelerin tüm ayrıntılarıyla hesaplanması gerektiğini” kaydeden Koncuk, ”hükümeti bu konuda sorumlu davranmaya çağırdıklarını” ifade etti.


https://www.turkishnews.com/tr/content/2009/06/30/ruhban-okulunun-acilmasi-anayasaya-aykiri/


***

Heybeliada Ruhban Okulu Paneli, BÖLÜM 1

Heybeliada Ruhban Okulu Paneli. BÖLÜM 1



Heybeliada Ruhban Okulu Paneli

HAZİRAN 2009

 İstanbul Barosu Başkanlığınca Düzenlenen “1844’den Günümüze Heybeliada Ruhban Okulu” konulu panel, 22 Haziran 2009 Pazartesi günü saat 18.00 – 21.00 
arasında Orhan Apaydın Konferans Salonunda yapıldı.


Panelin açılış konuşmasını yapan İstanbul Barosu Başkanı Av. Muammer Aydın, Heybeliada Ruhban Okulu sorununun, Patrikhanenin Türk hukuk sistemi içinde kalmayı, ulusal hukuka tabi olmayı kabul etmeyip, uluslararası dinamiklerin desteğiyle fiili bir durum yaratılması ısrarından kaynaklandığını söyledi.
Konunun kamuoyuna nedense hukuksal zeminde değil, siyasal zeminde sunulduğunu, konuya ilişkin açıklamaların tarihsel ve hukuksal temelde değil kişilerin siyasal konum ve eğilimlerine göre sunulduğunu belirten Aydın, son dönemlerde AB İlerleme Raporlarında Heybeliada Ruhban Okulunun bir an önce açılması istemlerinin vurgulanması, ABD’de Başkanlık düzeyinde aynı istemlerde bulunulması ile yürürlükteki hukukumuzun dikkate alınmadığını ve hukukun zorlandığını bildirdi. 
Başkanın açılış konuşmasından sonra Panel oturumuna geçildi. Paneli, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Av. Hüseyin Özbek yönetti.
Panelde ilk sözü, Eski Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Mümtaz Soysal aldı. Heybeliada Ruhban Okulunun açılmasının Türkiye’nin imajını değiştireceğine ilişkin görüşlere katılmadığını belirten Soysal, 1950’den bu yana Ruhban Okulu ile ilgili Patrikhane’nin ve dış odakların istekleri bulunduğunu, Anayasa Mahkemesinin kararından sonra bu isteklerin daha da yoğunlaştığını bildirdi.
Konuya ülkemizin siyasal hedefleri ve hukuk açısından bakmak gerektiğini, dışardan gelen istekler doğrultusunda hareket etmenin hukuk ilkelerini zedeleyeceğini kaydeden Soysal şunları söyledi:

       “Konu Lozan’da tartışılmış. Patrikhane’nin yurt dışına taşınması konusundaki Türkiye’nin önerisi kabul edilmemiş ve bir centilmenlik anlaşması olarak konu azınlıklar konusunun genel çerçevesi içine alınmış. Azınlıklar konusunun eşitlik ilkesine göre çözülmüş. Türkiye Patrikhaneyi Ortodoks vatandaşlarının dinsel kurumu olarak görmek istiyor. Vatikan’a benzer bir kuruluş olması istenmiyor. O nedenle dışardan gelen istekler Türkiye’yi ilgilendirmez. Heybeliada Ruhban Okulu Türkiye’nin genel sistemi içinde laik devlet anlayışına uygun olarak yer alması gerekir. Heybeliada’daki okul bir vakıf okuludur. Patrikhane’nin tüzel kişiliği olmadığı için vakıf okulu kuramaz. Anayasa Mahkemesinin kararından sonra okulun kapatılmasına kendileri karar verdiler. İsterlerse Ruhban Okulu bir Vakıf Üniversitesi içinde bir enstitü olarak kurulabilir. Ama onlar okulun YÖK sistemi içine girmesini istemiyorlar. Bu durumda Türkiye’nin kendisini dış dünyaya çok iyi anlatması gerekiyor. Ama bu da zordur. Dış dünyaya anlatamıyoruz diye hukuk ilkelerinden vazgeçemeyiz. Hukuk, bazı temel ilkelere bağlılık demektir. İmajı kurtarmak adına yapılacak uygulamalar ülkeye zarar verir.”

     Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sibel Özel de konuşmasında konunun yanlış kavramlarla başka bir mecraya götürülmeye çalışıldığını, konunun hukuksal bir konu olduğunu, ulusal ve uluslar arası hukuka göre çözülmesi gerektiğini söyledi.
AB İlerleme Raporlarında Heybeliada Ruhban Okulu konusunun devamlı yer aldığını ve Patrikhane’nin dayatmaları doğrultusunda çözülmesinin istendiğini belirten Özel, asıl amacın okulun açılması değil, Patrikhane’nin ekümenikliğinin tanınması olduğunu bildirdi.
Türkiye’nin imajının düzeltilmesi için Heybeliada ruhban Okulunun açılmasını isteyen siyasilerin yanlış yolda olduklarını vurgulayan Sibel Özel, oysa okulun siyasi bir kararla kapatılmadığını ve konunun hukuki olduğunu anlattı. Özel, özetle şunları söyledi:
“Lozan Antlaşmasıyla Türk hukuk sistemine uygun bir kurum haline getirilen Patrikhane’nin Heybeliada Ruhban Okulu’nun yüksek öğrenim olarak YÖK sisteminin dışında, kendisine bağlı olmasını ve yabancı ülkelerden gelecek öğrencilerin de bu okulda öğrenim görmelerini istiyor. Bu istek azınlık statüsüne aykırıdır. Aslında Türkiye’den istenen bir imtiyazdır bu. AB böyle bir istekte bulunabilir. Müzakere aşamasında konu tartışılabilir ama çözüm mutlaka hukuki olmalıdır. Anayasa Mahkemesinin kararına uygun olmalıdır. Heybeliada Ruhban Okulu açılsın baskıları aslında tüzel kişiliği olmayan Patrikhane’ye tüzel kişilik kazandırma dayatmalarıdır. Ama Türkiye egemen bir devlettir ve bu tür dayatmalara boyun eğmemelidir.” 
Panelin son konuşmacısı Gazeteci-Yazar Yiğit Bulut ise Heybeliada Ruhban Okulunun Osmanlı döneminde Türkiye’nin içine atılmış bir tohum ve padişaha yutturulmuş bir zoka olduğunu söyledi.
Atatürk’ün olmayan bir kumaştan bir hukuk devleti yarattığını belirten Bulut, Heybeliada Ruhban Okulu harekâtının Türkiye Cumhuriyetini toptan yok etme harekâtına dönüştüğünü, bunun kökenlerinin 1950’li yıllara dayandığını bildirdi.
Dış dayatmaların altında yatan nedenin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir Vatikan yaratmak olduğunu, ABnin Türkiye’deki Kürtleri etnik, Alevileri dini azınlık olarak gördüğünü, Ermeni sorununun gündemden düşürülmediğini hatırlatan Yiğit Bulut özetle şunları söyledi:
“Ankara Antlaşması’nın 13 ve 14. maddelerine göre Türk vatandaşlarına vize uygulanamaz. Ama uyguluyorlar. Bu nasıl hukuk anlayışı? Hukuki haklar böylesine gasp edilirken Lozan’da olmayan şartların uygulanmasını istemek haksızlıktır. Türkiye’nin yürürlükteki hukuk sistemine rağmen eğer Heybeliada Ruhban Okulu açılırsa, Türkiye’deki tüm cemaatler, tarikatlar kendi dini eğitim okullarını kurarlar ve laikliğin köküne kibrit suyu ekilir. Osmanlı bu tuzağa düştü.
Müvekkilini savunmaya giderken gözaltına alınan bir avukatın bulunduğu ülkede Ruhban Okulu çok kolaylıkla açılır. Bir avukatın gözaltına alınma olayı ABD’de yaşansa ortalık birbirine girer. Ama ülkemizde kimse sesini çıkarmıyor. Türkiye tarihi bir dönüm noktasındadır. Hukukun katledildiği bir ülkede hukuku korumak için hukuktan başka silahımız yoktur.”
Panelde konuşmaların tamamlanmasından sonra soru – cevap bölümüne geçildi. Daha sonra İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Av. Hüseyin Özbek tarafından konuşmacılara birer Teşekkür Belgesi verildi.

KURULUŞUNDAN GÜNÜMÜZE HEYBELİADA RUHBAN OKULU

·         1 Ekim 1844 tarihinde açılmıştır. Okul doğrudan Patrikhaneye bağlıdır ve müdürü metropolitler arasından atanmaktadır.
·         Kapatıldığı 1971 yılına kadar 930 mezun verir. Bunlardan 343’ü piskopos olur. Piskoposlardan 12’si patriklik makamına kadar yükselir. Bu 930 kişinin 225’i 1950 - 1969 arası mezun olmuştur. Bunlardan da sadece 38’i Rum asıllı Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıdır. Geriye kalanların 162’si Yunan uyruklu olmak üzere toplam 187si yabancıdır.

·         Okulun öğretim süresi değişik uygulamalardan geçmiştir:

1)  1844 -1919 Dört yıl ortaokul ve üç yıl teoloji eğitimi

2)  1919 -1923 Orta öğretimsiz beş yıllık teoloji eğitimi

3)  1923 -1951 Birinci dönemdeki uygulamaya dönüldü.

4)  1951 -1971 Dört yıl lise ve üç yıl teoloji eğitimi

·         Kuzey ve Güney Amerika Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu olan Athenogoras ABD’nin önerisi ve desteği ile Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı yapılmış, 1 Kasım 1948’de Patrik seçilmiş ve gelebilmesi için görevde bulunan Patrik Maksimos V. istifa ettirilmiştir.
·         Atatürk döneminde 7 olan metropolit sayısı 20’ye çıkar. Milli Eğitim Bakanlığının 8.12.1950 / 927601 sayılı emri ile Heybeliada Ruhban Okulu “yüksek okul” haline getirilir ve yabancı öğrenci alabileceği” karara bağlanır. 1939 da casusluk faaliyetleri gerekçesiyle yasaklanmış olan yabancı öğrenci alımı böylece serbest bırakılır.
·  1950 - 1960 arası Patrikhane İmroz ve Bozcaada Rum okullarını Milli Eğitim  Bakanlığı mevzuatı dışına çıkarttırarak doğrudan kendi yönetimine alır.
·  Türk hükümeti tekrar eski uygulamaya dönerek, 16 Temmuz 1964’te İmroz ve Bozcada’daki Rum okullarının Milli Eğitim Bakanlığının denetiminde, Türkçe ve dini eğitim yapmalarını öngören ilgili yasa maddesini tekrar yürürlüğe koyar.
·  127 yıl Patrikhanenin idari ve mali denetiminde yaşamını sürdüren Heybeliada Ruhban Okulu Özel Yüksek Okulların Devletleştirilmesi şeklinde görülen uygulama hakkındaki Anayasa Mahkemesinin 12 Ocak 1971 tarih ve 1971/3 sayılı kararından sonra kapanmıştır.
·  Anayasa Mahkemesinin Özel Öğretim Kurumları Kanununun ilgili maddelerini iptal ederek yüksek öğretim kurumlarının sadece devlet tarafından açılıp işletilebileceğine ilişkin kesin kararından sonra mevcut özel yüksek öğretim kurumları ya kapanmış, ya da bir devlet üniversitesine bağlanmışlardır.

·         Özel yüksek okul statüsünde olan Heybeliada Ruhban Okulu ve Patrikhane Türk üniversitelerine bağlanmak istemediklerinden ve başkaca da bir çözüm mümkün olmadığından okul kendilerince kapatıldı. Oysaki aynı kararın muhatabı olan Amerikan Robert Koleji binalarının 1971 yılında Boğaziçi Üniversitesine devrinden sonra kolej Arnavutköy Kız Lisesi ile birleşmiş ve Özel İstanbul Amerikan Robert Lisesi adını almıştır. Kolejin yüksek kısmı da Boğaziçi Üniversitesine dönüşmüştür.
·         Fener Patrikhanesinin ve dış destekçilerinin arzusu YÖK ve Milli Eğitim Bakanlığının denetimi dışında, patrikhanenin yönlendiriciliğinde dini özerkliğe sahip bir okuldur. Böyle bir okulun kurulması Anayasamızın 130 ve 132.maddeleri değiştirilmeden yasal olarak mümkün değildir. 130 madde bilimsel özerkliğe sahip üniversitelerin kanunla ve devlet tarafından kurulacağına ilişkindir. 132. madde ise Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Emniyet Teşkilatının özel yüksek öğretim kurumu açabileceğine ilişkindir.



***

23 Aralık 2018 Pazar

Hristiyan Dünyasında Tarihi Buluşma

Hristiyan Dünyasında Tarihi Buluşma 



Deniz BERKTAY*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Rusya-Slav Araştırmaları Merkezi, Bilimsel Danışman 



Şubat 2016, Hristiyan dünyasında tarihi bir buluşmaya tanıklık etti. Katolik dünyasının lideri Papa ile Ortodokslar arasında en kalabalık cemaate sahip olan kilisenin lideri Moskova Patriği, tarihte ilk kez biraraya geldi. Papa Franciscus 
ile Moskova Patriği Kirill’in, Küba’nın başkenti Havana’da, havaalanında gerçekleştirdikleri iki saatlik görüşme, hem Hristiyan dünyası açısından hem de dünya siyaseti açısından önemli bir gelişme olarak değerlendirildi. 


     Papa ile Ortodokslar’ın onursal lideri olan Fener Rum Patriği, 1960’lı yıllardan bu yana birçok kez bir araya geldi. Bu buluşma ise, Ortodoks dünyasında en kalabalık cemaate sahip olan ve Ortodoks dünyasında Batı’daki gelişmelere karşı en muhafazakar çizgiyi savunan Moskova Patriği arasındaki ilk buluşma olması açısından önem taşıyor. 
Havana Havaalanı’ndaki iki saatlik görüşmenin bütün ayrıntıları hakkında henüz fazla bir bilgi mevcut değil. Rus Ortodoks Kilisesi’nin önde gelen isimlerinden Rahip Andrey Kurayev, verdiği bir demeçte, “Küba’da iktidar değişmedikçe ve yeni yönetim, bu görüşmeyi dinlediğinden emin olduğumuz Küba istihbarat servisinin kayıtlarını yayımlamadıkça, Papa ile Rus Patriği arasında iki saat boyunca ne konuşulduğunu öğrenemeyeceğiz”, diye konuştu. Buna karşılık, görüşmenin ardından yayımlanan otuz maddelik deklarasyon, Ortodoks dünyasında ve özellikle Ukrayna’da epey yankı uyandırdı. 

Bu buluşmanın sonuçlarını değerlendirmeden önce, Hristiyanlığın tarihine ve ikili ilişkilerin geçmişine bir göz atalım: 

Ruslar’ın çok büyük çoğunluğu, Hristiyanlığın Ortodoksluk mezhebine mensup. Ruslar’ın tarihteki ilk büyük devleti olan (daha doğrusu, bugünkü Ruslar’ın, Ukraynalılar’ın ve Beyaz Ruslar’ın tarihlerindeki ilk büyük devlet olan) Kiev Rus Prensliği, Hristiyanlığı, 988 yılında, Bizans’tan aldı. (O dönemde tahtta bulunan Kiev Prensi Vladimir, sınırları güneyde Karadeniz’den kuzeyde neredeyse Baltık Denizi’ne kadar uzanan bu büyük devleti merkezi bir yapıya kavuşturmanın yolunun tek tanrılı bir dini kabul etmekten geçtiğini düşünüyordu. Dönemin tarihini yazan rahip ve vakanüvis Nestor’un eserine göre Vladimir, bunu için önce Musevilik ve İslamiyet’i incelemiş, fakat sonra halkı için en uygun dinin Hristiyanlık olduğuna karar vermişti.) Hristiyanlığın Katolik ve Ortodoks mezheplerini inceleyen Vladimir, Katoliklik’te Papa’nın otoritesinin hükümdarların otoritesinin üzerinde olmasına karşılık Ortodoks Bizans İmparatorluğu’nda kilisenin büyük ölçüde hükümdara tabi olduğunu gördüğü için, sonuda Ortodoksluğu resmi din olarak benimseyecek ve ülkedeki bütün putları imha ederek, halkını vaftiz ettirecekti. 

Doğu’yla Batı’nın Kopuşu 

Ruslar’ın bu şekilde Hristiyanlığı benimsediği yıllarda Roma Kilisesi ile İstanbul Kilisesi arasında bazı farklar ortaya çıkmakla birlikte, henüz nihai kopuş gerçekleşmemişti. Hristiyanlığın bu iki merkezi arasındaki görüş ayrılıkları, öncelikle, yetki konusunda ortaya çıktı. İstanbul Kilisesi, Roma’nın Hristiyanlığın beş büyük patrikliği (Roma, İstanbul, İskenderiye, Antakya, Kudüs) içinde “eşitler arasında birinci” olduğunu, yani, birinciliğinin tamamen onursal olduğunu savunurken Roma, kendisinin Hristiyanlar’ın mutlak lideri olduğunu iddia ediyordu. Diğer taraftan, zamanla, ibadet ve ayin usullerinde de farklılıklar kendini gösterdi (haç çıkartırken eli önce sağ omuz mı yoksa sol omuza mı götürmek gerekir, ayinlerdeki kutsal ekmek hangi malzemeden yapılmalı, 
gibi). Ardından, teorik görüş farklılıkları ortaya çıktı (Tanrı’nın üç kişiliğinden biri olan Kutsal Ruh’un kaynağını sadece Baba Tanrı’dan mı, yoksa hem Baba’dan hem de Oğul’dan mı 



(İsa) aldığı gibi, aslında sadece ilahiyatçıları ilgilendiren konulardı bunlar). İki kilise arasında başgösteren çeşitli sorunları çözmek üzere, 1054’te, Kardinal Humbert’i Bizans’a elçi olarak gönderdi. 
Burada uzun süren müzakereler sonuç vermeyince Kardinal Humbert, Patrik Mihail Kerularios’u ve ona bağlı olanları aforoz eden mektubunu Ayasofya’nın sunağına bırakarak Bizans’tan ayrıldı. Patrik Mihail Kerularios da, buna karşı, Humbert’i aforoz etti. Böylelikle Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki ilk önemli kopuş gerçekleşti. 

Bu karşılıklı aforoz kararı, iki kiliseyi henüz tam olarak birbirinden koparmamıştı. Zira aforoz kararlarının sınırlı sayıda kişiyi kapsaması bir yana, iki kilise arasındaki teorik tartışmalar, bu iki kiliseye mensup olan halkların birbirleriyle ilişkilerinde hiç bir olumsuz etkide bulunmuyordu. Ancak Latinler’in Bizans’a düzenledikleri 4. Haçlı Seferi, bu tabloyu tamamen değiştirdi. İstanbul’u 
ele geçiren Latinler, burada kiliseler de dahil olmak üzere pek çok binayı tahrip ettikleri gibi yaptıkları yağma, katliam ve tecavüzlerle, Ortodoks Rumlar’ın nefretini üzerlerine çektiler. Katolik Haçlılar’ın İstanbul’da kurduğu ve 1204-1261 yılları arasında varlık gösteren Latin Krallığı, Ortodokslar’ın zihninde, yüzyıllarca silinmeyecek izler bıraktı. 

Benzer gelişmeler, aynı dönemlerde, Avrupa’nın kuzeydoğusunda da kendisini gösterdi. Katolik dünyası, Haçlı Seferleri’ni sadece Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Müslümanlara karşı değil, Doğu Avrupa’da Baltık bölgesindeki putperestlere ve Ortodoks Ruslara karşı da yürütüyordu. Rus tarihinin o dönemleri, Katolik Alman Töton Şövalyeleri’nin seferlerine karşı yapılan savaşlarla doludur. Daha sonra, 15., 16. ve 17. yüzyıllarda ise, Katolik Polonyalılar’la Ortodoks Rus ve Ukraynalılar arasında çatışmalar meydana geldi ve bu bölgelerde de halkın gözünde Katoliklik, Polonyalılar’ın baskılarıyla özdeşleşti. Böylelikle iki kilise arasındaki çatışmalar, ilahiyatçıları ilgilendiren dar bir konu olmaktan çıkmış, halklar arası ilişkilerde de kendisini göstermişti. 

İki Kiliseyi Yakınlaştırma Çabaları Osmanlı’nın Bizans üzerindeki baskıları arttırdığı 1300’lü yılların sonları ve 1400’lü yılların başlarında Bizans imparatorları, Batı Avrupa’dan yardım arayışına girerek Papa’ya müracaatta bulundular. 

    Papa’nın bunun karşılığında Ortodokslar’ın Papa’nın liderliğini tanımasını şart koşması üzerine, iki kiliseyi birleştirme çalışmalarına girişildi. 
Bunların en önemlisi, Katolik ve Ortodoks liderlerin biraraya geldiği ve iki kilisenin Papa’nın otoriteri altında birleşmesini öngören Ferrara-Floransa Konsülü idi (1439). Ne var ki, bu konsülde iki kilisenin birleşmesi kararını imzalayan Ortodoks din adamları, Bizans’a döndüklerinde sıradan rahiplerin ve halkın tepkisiyle karşılaşınca, pek çoğu, attığı imzayı reddetmek zorunda kalacaktı. 
Bizans’ta başbakanlık görevinde de bulunan Lukas Notaras’ın “İstanbul’da Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” sözü meşhurdur. 

Moskova’nın Öne Çıkışı

Yukarıda bahsettiğimiz Kiev Prensliği’nin 1240’ta Moğollar tarafından tamamen yıkılmasından sonra, çeşitli Rus prenslikleri kendisini gösterdi. 
Bunların içinde Moskova Prensliği, çeşitli diğer unsurların yanısıra, kilisenin de desteğiyle, zamanla Rus Prenslikleri arasında en güçlüsü oldu (Kiev’in tahrip olmasından sonra Kiev Metropolitliği önce Vladimir kentine, oradan da Moskova’ya taşınmıştı ve kilise yetkilileri herkesi, Moskova Prensliği etrafında birleşmeye çağırıyordu). 

<  Moskova Patriği’nin Papa’yla ortak mesaj vermesi ve iki kilise arasında diyaloğun yoğunlaşmasının, Kremlin’in bu darboğazdan kurtulmasına yardımcı olabileceği değerlendirmesi yapılıyor. >

Moskova’nın da Katoliklere karşıdini savaşlar vermek zorunda kaldığını yukarıda söylemiştik. Bunun sonucu olarak Ruslar, Ortodoksluğa Bizanslılar’dan daha fazla sahip çıktılar. 
Moskova Prensliği, iki kilisenin birleşmesi kararını hiç bir zaman desteklemedi. Hatta, sözünü ettiğimiz 1439 Floransa Konsülü’ne Rusya’yı temsilen giden Rum asıllı Kiev Metropoliti İsidoros konsülde iki kilisenin birleşmesini destekleyip Moskova’ya dönüşünde iki kilisenin birleştiğini ilan ettiğinde, Moskova Prensi II. Vasiliy, İsidoros’u görevden alıp hapsetmişti. 
Bizans’ın Türklere karşı yardım almak için Katolik kilisesiyle birleşme girişimlerini Ruslar, sapkınlık olarak gördü. Bizans’ın 1453’te yıkılmasından sonra ise Ruslar, kendilerini Bizans’ın devamı ve Hristiyan dünyasının savunucusu, hatta Hristiyan değerlerinin gerçek savunucusu olarak görmeye başladı. Bu iddiaları besleyen gelişmelerden biri, son Bizans İmparatoru 11. Konstantin’in yeğeni Sofya’nın, Moskova’ya gelerek Rus Çarı III. İvan’la evlenmesi oldu. Rus çarları bu olayın ardından, kendilerinin Bizans’ın soyundan geldiklerini söylemeye başladı. 
(Rusya’da çarlık döneminde ve günümüzde devlet arması olarak kullanılan çift başlı kartal da, Bizans’tan alınmadır ve Rusya’nın Bizans’ın devamı olduğu iddiasını yansıtır). 


Moskova’nın Bizans’ın ve Roma’nın devamı olduğu iddialarının teorisini yazan kişi ise, Pskov’lu bir rahip olan Filofey idi. Filofey, 1510 yılında çara yazdığı bir mektupta, ana hatlarıyla şunları söylüyordu: “dünyada üç tane Roma vardır. 

Birincisi Büyük Roma İmparatorluğu, ikincisi Bizans İmparatorluğu, üçüncüsü ise, Moskova Prensliği’dir. Birinci Roma, Hristiyanlık değerlerinden saptı. Tanrı da onları cezalandırdı ve Roma, Barbarlar’ın saldırılarıyla yıkıldı. İkinci Roma (Bizans) da Hristiyanlık’tan saptı ve Tanrı’nın gazabına uğradı: Türkler Konstantinopolis’i aldı. Hristiyanlık’ta üç kutsal bir sayı olduğu için, 
dünyada dördüncü bir Roma olmayacak ve Moskova’daki Hristiyan hükümdarlık, sonsuza dek sürecektir”. Filofey’in bu yazdıkları, sonraki yıllarda Ruslar’ın dünya Hristiyanlarının koruyuculuğu iddialarına da zemin hazırladı. 

Türkler’in İstanbul’u fethinden sonra İstanbul’da Katolikler’le birleşmeyi savunanlar, İtalya’ya göç etmiş ve Fatih, Rum patriklerine, Katolikler’le birleşme girişiminde bulunmalarını yasaklamıştı. Öte yandan Rus Kilisesi, Fener Patrikhanesi’nin Ortodoks dünyasındaki onursal birincilik iddiasına karşı çıkmamakla birlikte, İstanbul’un Ortodokslar’a gerçek anlamda liderlik 
edemeyeceğini savunmaya başladı. Osmanlı dönemi boyunca Ruslar, Fener Patrikhanesi’ne hem maddi yardımlarda bulundular, hem de özellikle 1700’lerden itibaren, kendilerinin Osmanlı’daki Ortodokslar’ın koruyucusu olduğunu öne sürmeye başladılar.

<  Ortodoks dünyası, 1000 yıl aradan sonra, ilk kez Ortodoks Konsülü’nü topluyor. Konsülün toplantısı, Haziran 2016’da, Girit’te gerçekleşecek. Bunun öncesinde Papa’ylabir araya gelip ortak mesajlar verilmesi, Fener Patrikhanesi karşısında Moskova’nın elini güçlendirmiş olacak.>

Ortodoks Dünyası’nın En Muhafazakar Kilisesi İstanbul’un tutumunu sapkınlık olarak değerlendiren Rus Kilisesi, o tarihten sonra da, Ortodoks Kiliseleri’nin en muhafazakârlarından biri olmayı sürdürdü. Günümüzde Rum Ortodoks kiliselerinde kadınların kiliseye başı açık girebilmelerine ve ibadet edebilmelerine karşılık, Rus Ortodoks kiliselerinde kadınların içeri girerken başlarını örtmeleri zorunludur. Yine Ortodoks dünyasının büyük kısmının dünya genelinde kullanılan Gregoryen takvimini kabul etmesine karşılık, Rus Kilisesi’nde hala Juliyen Takvimi kullanılmaktadır. Rum Ortodoks kiliselerinde oturacak sıraların olmasına karşılık, Rus kiliselerinde ibadet ayakta yapılır; oturacak yerler ise, çok sınırlıdır ve sadece ileri yaştakiler ve ayakta durmaya takati olmayanlar içindir. 

Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrası 

Sovyetler Birliği döneminde 1930’lu yıllarda bütün dini kurumlara yönelik çok ağır baskılar uygulanmış ve pek çok din adamı ya idam edilmiş, ya da hapse veya sürgüen gönderilmişti. Fakat dönemin Sovyet lideri Stalin, İkinci Dünya Savaşı sırasında dini kurumları karşısına değil yanına almanın daha uygun olduğunu düşünmeye başladı ve Moskova Patrikhanesi’ni yeniden kurup Doğu Avrupa’daki Ortodoks halkları bu yolla etkileme politikasını benimsedi. Bunu takip eden yıllarda, ABD de, Fener Rum Patrikhanesi’nin başına, ABD Ortodoksları’nın lideri Athenagoras’ın getirilmesini sağladı. Katolik kilisesi de büyük ölçüde, ABD’nin politikalarına paralel bir tutum sergiliyordu. 

Sonuçta, 1965 yılında Katolik ve Ortodoks dünyasının liderleri, Papa VI. Paul ve Fener Rum Patriği Athenagoras ortak bir demeç yayımlayarak, 1054 yılındaki karşılıklı aforoz kararlarını iptal ettiler. Böylelikle, Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki dini farklılıklar varlığını korumakla birlikte, iki kilise arasındaki düşmanlık durumu sona erdi ve birbirlerinin Hristiyan olduğunu kabul ettiler. 

Sovyetler Birliği döneminde Sovyet yönetimine paralel tutum sergileyen Moskova Patrikhanesi ise, Vatikan’la temaslarına, 1980’li yıllarda başladı ve zamanla temaslar yoğunlaştı. Ancak bu sınırlı yakınlaşma süreci, 1990’lardan itibaren yerini gerginliğe bıraktı. Bunun iki nedeni vardı: 

1- 
Katolik Kilisesi’nin Rusya ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinde yoğun şekilde misyonerlik faaliyetlerine girişmesi. 

2- Ukrayna’da Katolikliğin yerel bir kolu sayılabilecek Doğu Ritüelli Katolikler’in Ortodokslar arasındaki faaliyetleri. (Bu, ayrı bir yazı konusu olacağı için burada ayrıntıya girmiyoruz). Bu nedenle, papaların Moskova’yı ziyaret etme girişimleri, sonuçsuz kaldı. Buna ek olarak, Moskova Patrikhanesi’nin Kremlin’le paralel politikalar uygulayan bir kurum olması da, Rusya ile Batı arasında 2000’li yıllarda yaşanan gerilimlerin dini alana yansımasına neden olmaktaydı. 

Yakınlaşmanın Nedenleri: 

Sözünü ettiğimiz gerginliklere ve Moskova Patrikhanesi’nin Batı’ya mesafeli tutumuna rağmen iki ruhani liderin görüşmeye karar vermesinin, çeşitli nedenleri var: 

1- Rusya’daki Katolik misyonerlik faaliyetleri azaldı. 

2- Rus Kilisesi’ne göre, Hristiyanlık bugün iki tehdit altında: 

Birincisi, 
Ortadoğu’daki Hristiyanlara yönelik tehditler, 

İkincisi ise, 
Batılı toplumların hızla geleneksel değerlerden uzaklaşması, yani, Hristiyanlığa içerden gelen tehditler. 

Moskova Patrikhanesi’nin kürtaj, eşcinsel evlilikleri ve benzeri konulardaki gelenekselci tutumu, Vatikan’ın tutumuyla örtüşüyor ve Moskova, Hristiyan dünyasının en kalabalık mezhebinin lideri olan Papa’yla güç birliğinin yararlı olacağı düşüncesinde. 

3- Rus Kilisesi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Kremlin yönetiminin hem iç politikada, hem de eski Sovyet ülkelerine yönelik politikalarında en önemli ideolojik dayanaklarından biri haline geldi. Ukrayna’da meydana gelen çatışmalar, Rusya’nın Batı’dan büyük ölçüde izole olmasına neden oldu. Bu şartlarda Moskova Patriği’nin Papa’yla ortak mesaj vermesi ve iki kilise arasında diyaloğun yoğunlaşmasının, Kremlin’in bu darboğazdan kurtulmasına yardımcı olabileceği değerlendirmesi yapılıyordu. Nitekim daha önceden Papa, Küba’nın izolasyondan çıkmasına aracılık etmişti. 

4- Rusya yönetimi, çeşitli kanallardan Avrupa kamuoyuna etki etmeye çalışıyor ve bu politikanın önemli bir ayağını da, Avrupa’daki muhafazakar kesimlerle yapılan işbirliği oluşturuyor. Vatikan’la yakınlaşmak, Rusya’nın bu yöndeki çabasına da epey destek olacak. 

5- Papa, Ortodoks dünyasıyla diyalog konusunda bu zamana kadar Fener Patriği’ni muhatap almıştı. Oysa Fener Rum Patriği, Ortodoksların onursal lideri olmakla birlikte, onun Ortodoks dünyası içindeki iktidarı, Papa’nın Katolik dünyası üzerindeki iktidarına hiç benzemiyor. Fener’in Ortodoks dünyası üzerindeki gerçek nüfuzu, sınırlı. Buna karşılık Moskova Patrikhanesi, 
1500 milyona yakın Ortodoks’un ruhani liderliğini yapıyor. Böyle bir yapıyı muhatap almak, Papa açısından da önemli bir adım. 

6- Moskova Patrikhanesi, Ukrayna kriziyle birlikte epey zor durumda kaldı. Zira, cemaatinin ve mülkünün önemli bir bölümü, Ukrayna’da, fakat Rusya’yla Ukrayna arasındaki fiili savaş hali, Ukrayna’da Moskova Patrikhanesi’nin düşman bir yapı olarak görülmesine neden oldu. 
Papa’yla bir araya gelip ortak mesajlar vermek, Rus Patrikhanesi’nin Rusya dışındaki imajı bakımından da önemli olacak. 

7- Bu yıl, Ortodoks dünyasında çok önemli bir etkinliğe sahne olacak: Ortodoks dünyası, 1000 yıl aradan sonra, ilk kez Ortodoks Konsülü’nü topluyor. Konsülün toplantısı, Haziran 2016’da, Girit’te gerçekleşecek. 

Bunun öncesinde Papa’yla bir araya gelip ortak mesajlar verilmesi, Fener Patrikhanesi karşısında Moskova’nın elini güçlendirmiş olacaktı. 


Ortak Deklarasyon ve Yankıları Papa Franciscus ile Moskova Patriği Kirill’in görüşmesi sonrasında yayımladıkları ortak deklarasyon, yukarıda da belirttiğimiz üzere, otuz maddeden oluşuyor. Bu deklarasyonda, “Avrupa’nın Hristiyan köklerine dönmesi” gerektiği, evlilik kurumunun ve geleneksel değerlerin korunması gerektiği gibi vurguların yanı sıra, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da Hristiyanlara yönelik katliamlara karşı uluslararası topluma, müdahale çağrısında bulunuluyor. 
Deklarasyonun en fazla yankı uyandıran bölümleri, Ukrayna’yla ilgili maddeler oldu ve bu maddelerden ötürü, Ukrayna’daki milliyetçi çevreler, Papa’yı, “Ukrayna’yı satmakla ” suçladı. Otuz maddelik deklarasyonda, üç madde (25., 26. ve 27. maddeler), doğrudan veya dolaylı olarak, Ukrayna’yı ele alıyor. 26. maddede Ukrayna’da devam eden çatışmalar, bunun bir iç savaş olduğunu çağrıştıran ifadeler içeriyor. Oysaki Ukrayna yönetimi, Doğu Ukrayna’da Rusya yanlısı ayrılıkçı gruplarla Ukrayna güvenlik güçleri arasındaki çatışmaların bir iç savaş olmadığını, Ukrayna’nın doğrudan doğruya Rusya’nın saldırısı ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. Rusya yönetimiyse, kendisinin bu çatışmalara katılmadığını, Ukrayna yönetiminin muhatabının Doğu Ukrayna’daki ayrılıkçı yönetimler olduğunu savunuyor. 

Deklarasyonda Ukrayna krizinin bu şekilde Rusya’nın tezini çağrıştıran ifadeler içermesi, Ukrayna yönetimine yakın çevrelerin tepkisine neden oldu. 

Deklarasyonun 25. maddesi ise, Ukrayna’nın batı bölgelerinde yaygın olan Doğu Ritüelli Katolik Kilisesi’nin durumunu ele alıyor. Ukrayna topraklarının Katolik Polonya’nın egemenliğinde olduğu 1500’lü yıllarda Ukrayna’daki Ortodoks din adamlarının önemli bir bölümü, Ortodoks geleneklerini koruyarak Katolikliği kabul etme kararı almıştı. Yani, Vatikan’ın önderliği kabul etmekle ve Katolik inancı benimsenmekle birlikte bu din adamları, Ortodoks ayin usullerini muhafaza edeceklerdi. Katolikliğe geçen fakat Roma ayin usulünü benimsemeyip Bizans ayin usuılünü koruyan bu kiliseye, “Grekokatolik” adı verilmişti (buradaki “Grek” kelimesi, bu kilisenin etnik anlamda Yunanlılar’la alakası olmasından değil, belirttiğimiz üzere, Bizans ayin usulünü korumasından kaynaklanıyordu). Sovyetler Birliği döneminde bu kilise yasaklanmış ve kilise üyeleri, Rus Ortodoks Kilisesi’ne katılmaya zorlanmıştı. 

    Bugün Ukrayna’daki milliyetçi kesimlere en etkin destek veren ve Rusya karşıtı konumuyla bilinen bu kilisenin mensupları, en yoğun olarak, Ukrayna’nın batı bölgelerinde yaşıyor. Deklarasyonda, bu Grekokatolik Kilisesi’nin izlediği yöntemin günümüzde kiliseler arasında birleşmenin bir yöntemi olamayacağı ifade ediliyor, fakat diğer taraftan, bu kilisenin var olma hakkı olduğu belirtiliyor. 
Bu maddede bu kilisenin var olma hakkının ifade edilmesi Rusya’da bazı muhafazakar çevrelerin tepkisine neden olduysa da, karara asıl tepki, Ukrayna’daki Grekokatolik Kilisesi’nden geldi. Kiliseye mensup rahipler, Grekokatolik Kilisesi’ni günümüz için ideal bir model olarak görmeyen Vatikan’ı sert dille eleştirdiler. Bu kilisenin Ukrayna’da son on yılda misyonerlik faaliyetlerini arttırmasından rahatsız olan Rus Ortodoks Kilisesi’nde ise, metindeki bu ifadeler, başarı olarak görülüyor. 

  <  Deklarasyonun en fazla yankı uyandıran bölümleri, Ukrayna’yla ilgili maddeler oldu ve bu maddelerden ötürü, Ukrayna’daki milliyetçi çevreler, Papa’yı, “Ukrayna’yı satmakla ” suçladı. >

Yine Ukrayna’yla ilgili olan bir madde, Ukrayna’daki Ortodokslar’ın kendi aralarındaki bölünmeleri ele alan 27. madde. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılıp Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Ukrayna’daki bazı milliyetçi rahipler, Moskova Patrikhanesi’nden ayrılarak ulusal Ukrayna kiliselerini kurduklarını ilan ettiler (Kiev Patrikhanesi ve Ukrayna Otosefal Ortodoks  Kilisesi). Bu kiliseler de, Grekokatolikler gibi, Rusya karşıtı bir çizgide bulunuyor ve Batı yanlısı siyasetçilere etkin destek veriyor. Moskova Patrikhanesi ise, kilise yasalarına göre Ukrayna’nın kendi ruhani alanı içinde olduğunu savunarak, bu kiliselerin gayrimeşru olduğunu öne sürüyor. 

Deklarasyonun 27. maddesinde, Ukrayna’daki Ortodokslar arasındaki bölünmenin, “kilise yasaları esas alınarak” aşılması gerektiği ifade ediliyor. Bu ifadeler de, milliyetçi Kiev Patrikhanesi’nin tepkisini çekerken, bazı Ukraynalı siyasetçiler, Papa’yı açıkça, “Ukrayna’yı arkadan hançerlemek”le suçladı. 

Fener Patrikhanesinde Rahatsızlık., 

Yukarıda belirttiğimiz üzere, Moskova Patriği’nin Papa’yla buluşması, bu Haziran ayında Girit’te bin yıl aradan sonra yapılacak olan Ortodoks Konsülü öncesinde Moskova Patrikhanesi’nin Fener Rum Patrikhanesi karşısında elini güçlendirecek bir adım olarak değerlendiriliyordu. Nitekim buluşmanın ardından Fener Rum Patrikhanesi’nden Hürriyet gazetesine konuşan bazı kaynakların, “Papa, Putin’e koltuk değneği olmasın” diyerek, bu konudaki rahatsızlıklarını en keskin ifadelerle açıkladıklarını gördük. 

Ukrayna’da Vatikan’a bağlı bazı din adamları, Ukrayna milliyetçilerinin tepkisini yatıştırmak için, “ Merak etmeyin, bu sadece bir deklarasyondur. Tabii, eğer böyle bir deklarasyon olmasaydı daha iyi olurdu, fakat bunun hiç bir bağlayıcılığı yok ”, Şekliden açıklama yapıyorlar. Fakat buluşma sonrasındaki gelişmelere baktığımızda, Küba’da gerçekleşen bu buluşmanın, Rusya’nın uluslararası 
izolasyondan çıkmasına yardımcı olmaya başladığını görüyoruz. 

21. YÜZYIL DERGİSİ
Deniz Berktay 
21. YÜZYIL Nisan’16 • Sayı: 88


***

4 Ağustos 2018 Cumartesi

Vatikan’ın Gizli Arşivinden Çanakkale Savaşı


Vatikan’ın Gizli Arşivinden Çanakkale Savaşı



İBB Kültür A.Ş., Birinci Dünya Savaşı'nın 100. Yıldönümünde, Vatikan Gizli Arşiv belgelerinin ışığında ve genç bir Anzak teğmeninin  yaşanmış hikayesinden yola çıkarak Çanakkale Savaşı'nın insani yönünü gözler önüne seren bir kitap yayınladı Kitap, tarihe centilmenler savaşı  olarak geçen Çanakkale Savaşı'nın "insani yönü"ne vurgu yapıyor. 

Vatikan Gizli Arşiv belgelerinden derlenen kitap, Türk halkının savaş zamanında bile düşmanlarına karşı sergilediği duruşa bir övgü niteliğinde. "Çanakkale 1915 Vatikan Gizli Arşiv Belgeleri Işığı'nda Frank Coffee Vakası" ismini taşıyan kitapta daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan  yüze yakın belge bulunuyor.

Türkiye Katolik Ruhani Reisler Kurulu Basın Sözcüsü ve Kültür Ataşesi Rinaldo Marmara'nın yaklaşık 3 yıl süren araştırmaları neticesinde elde ettiği belgeler, gazeteci yazar Bülent Günal tarafından kaleme alındı.

Çanakkale Savaşı'nın yakından takip eden Papalık ile İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci arasındaki yazışmalar; kayıp asker ailelerinin, ölen yakınlarının mezarları hakkında bilgi edinmek için Papa XV. Benoit'e başvurmasıyla hız kazanıyor.

Harp en sıcak haliyle devam ederken Harbiye Nazırı Enver Paşa mezarlara gereken saygının gösterilmesi için generallerine emir veriyor, kimi zaman ise bizzat devreye giriyor. Bir yandan da İngiltere, Fransa ve Avusturalya'dan, gözü yaşlı ailelerden gelen talepler doğrultusunda mezar aramaları başlıyor. Tüm bu mektuplaşma ve yazışma trafiği içinde genç bir Anzak teğmenin hikâyesi dikkat çekiyor. 

Frank Matthew Coffee. Savaşın hem acı hem de insanî yönlerini "Saray ve Hükümet'in Konya'ya taşınacağı söyleniyor" Yaklaşık 100 belgenin yer aldığı kitabın ilk belgesi de oldukça çarpıcı. Kardinal Pietro Gasparri'ye gönderilen ve istihbarat niteliği taşıyan bu mektupta kutsal emanetlerin Konya'ya gönderildiği, saray ve hükümetin de en kısa zamanda Konya'ya taşınacağından bahsedilmiş.

"Enver Paşa'nın Asil ve Kahramanca Hislerini Biliyordum" Papalığın İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci, Kardinal Pietro Gasparri'ye 4 Nisan 1916 tarih ve 178 sayılı22 gönderdiği raporunda Harbiye Nazırı Enver Paşa ile yaptığı görüşmeyi bildiriyordu. 

Heyecan uyandıran görüşmeyle ilgili Monsenyör Dolci önce Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya yaptığı konuşmayı, ardından da Enver Paşa'nın yanıtlarını detaylarıyla raporuna not Harbiye Nazırı'nın, bu maksatla hakikaten emir verdiğini askerî rahiplerden öğrenmiştim. Onun asil ve kahramanca hislerini biliyordum; vazifelerinin çokluğuna rağmen harbin başlangıcından itibaren o mukaddes mezarların korunması için generallerine emir vermişti…

Nazır, harp halinin müsaade ettiği nispette; çatışmaların başlangıcından beri lazım gelen tedbirlerin alınması, mezarlıklar için seçilmiş bölgelerin hemen demir tellerle çevrilmesi, aynı zamanda hiçbir şekilde o mezarlara dokunulmaması ve tahrip edilmemesi için askerlere kati emirler vermiş olduğuna dikkatimi çekti.

Eğer onlardan birkaçı zarar gördüyse bunun düşman gemilerinden atılan havan toplarının bazı mezarlıklara isabet etmesinden kaynaklanabileceğini ve kendisinin de harp esnasında buna şahit olduğunu anlatmıştı. Hakikaten, bu vakadan zaten haberdardım. Muharebede, mezarlığın iç tarafındaki 
mezarlara mermiler isabet ederek bazı mezarlara zarar vermiş ve bunlar, ateş kesildikten hemen sonra Harbiye Nazırı'nın emri ile eski hallerine "Türkler Mezarlara Saygısızlık Yapacak Karakterde Değildir" İstanbul'daki Alman Sefaretinin Protestan askeri papazı Kont von Lüttichau, Çanakkale'de ölen Fransız ve İngilizler askerlerin mezarlarının durumu hakkındaki Mayıs 1916'da bir yazı kaleme almıştı. 

(Bericht über den Befund der Gräber der französischen und englischen Gefallenen auf Gallipoli, Konstantinopel, Kaiserlicher Botschaftsprediger 
und FRANK M. COFFEE VAK'ASI Kitapta,19 Kasım 1915'te kalbine isabet eden bir şarapnel parçası nedeniyle yaşama veda eden Frank M. Coffee ile ilgili ayrı bir bölüm yer alıyor. Coffee'nin hikayesi, binlerce kilometre uzaklıkta, Sidney'de acı haberi alan baba Frank Coffee'nin, oğlu Frank. M. Coffee'nin mezarını buldurup, Sidney'e getirtmek arzusuyla Vatikan'a yazdığı mektupla başlıyor ve 4 yıl sürüyor.

"İki İngiliz Zabitinin Mezarını Buldum Ama Coffee Diye Bir Mezar Yoktu" Osmanlı Ordusu Sıhhiye Dairesi Başkumandanı, Seyyar Hastane Personel Şefi Alman Binbaşı Yungels, Papalık İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci'ye yazdığı 28 Haziran 1918 tarih ve 959/18 sayılı96 mektupta Frank M. Coffee'nin mezarının bombardımanlar yüzünden yıkılmış olabileceğini belirtiyordu. Yungels, Bigalı Hastanesi Başkehimi Dr. Niekau'nun mektubunu da ekte sunuyordu.

"Frank'in Arkadaşlarının Yanında Kalmasını Arzu Ettiğimizi Bildireceğim" Papalık Devlet Sekreteri Kardinal Gasparri, Papalık İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci'ye gönderdiği 17 Haziran 1920 tarih ve B. 7230 sayılı104 yazıda Asteğmen Frank Coffee'nin mezarına dair vesika ve fotoğrafları aldıklarını bildiriyordu. 5 Ekim 1920 tarihli bir başka pusulada ise asteğmen Frank Coffee'nin cismani terekesinin, nakledilmeyip arkadaşlarının yanındaki yerinde kalacağını belirtiliyordu.

Atatürk, Frank Coffee'den Haberdar mıydı? Frank M. Coffee vak'ası bir başka soruyu da akıllara getiriyor. Mustafa Kemal Atatürk, Frank Coffee vak'asından haberdar mıydı? Acaba o da tüm bu yazışmalara, genç teğmenin mezarının bulunması çalışmalarına tanıklık etmiş miydi? 

Kitapta bu soru sorduktan sonra, Atatürk'ün 18 Mart 1934 yılındaki Çanakkale Zaferi Törenleri'ne gönderdiği mesaja yer verilmiş.

Atatürk o ünlü mesajında şöyle diyordu: "Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar; burada dost bir vatanın bağrında bulunuyorsunuz. Huzur ve barış içinde uyuyun. Sizler Mehmetçikler ile yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını bu savaşa gönderen analar, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim çocuklarımız olmuşlardır".

Kitapta, Mustafa Kemal Atatürk'ün Frank M. Coffee olayından haberi olmasa bile, Frank M. Coffee gibi benzeri olaylara tanıklık ettiği için 1934 yılında bu çok önemli mesajı yayınlamış olabileceği belirtilmiş  

İSTANBUL'A HEYKELİ DİKİLEN PAPA .,















































Çanakkale Savaşı'nda yaşamını yitiren İtilaf Devletleri askerlerinin mezarlarının bulunmasında ve Osmanlı Devleti ile savaştığı ülkeler arasında insanî bir köprü kurulmasında Papa XV. Benoît'in rolü büyüktü. Zaten Papa XV. Benoît, Birinci Dünya Savaşı boyunca yaptığı barış çağrıları ve girişimleriyle dikkat çekiyordu. 
Ve bu çağrıları yaptığı için dünyanın çeşitli yerlerindeki insanlar Çanakkale'de yitirdikleri evlatlarının mezarını bulmak için Vatikan'ın kapısını çalıyordu. Peki, kimdi Papa XV. Benoît? Avrupa ve Ortadoğu'nun kan gölüne döndüğü Birinci Dünya Savaşı boyunca ne tür mesajlar vermişti? 

Doğu halkları kendisine neden minnettardı ve bu minnetin bir nişanesi olarak ne yaptılar?

Tüm bu soruların cevapları Vatikan Gizli Belgeleri ile kitapta detaylı olarak anlatılmış.