3 Aralık 2018 Pazartesi

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 18

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 18


Derken büyük bir hışımla içeriye, 4–5 adam girdi. Bay Sfenks'te bunlar arasında
bulunuyordu. Aldılar beni, ilk önce zemin kata çıkardılar, sonra sola, daha sonra,
birkaç adım atıldı ve 20–25 merdiven çıkıldı. Çıkılırken, eğil-kalk v.s. gibi komutlar veriyorlardı. Bunlar manevi baskı yöntemleriydi. Çünkü kollarımı tutanların hareketlerinden benimle beraber eğilmedikleri anlaşılıyordu. Kör olmanın kendine özgü duygulan olmalıydı.

Ayaklarımdaki prangalar, tangur tungur bir ahşap döşemede ses çıkarıyordu ki,
durduruldum. Doğrusunu söylemek gerekirse, bundan önceki aşağılık
uygulamalardan pek heyecan duymamıştım. Şimdi kalbim 60'tan 100'e fırlamış gibi çarpıyordu. Bir süre öylece tutuldum. Tok bir ses:
- "Gel bakalım Talat Turhan" diyordu. "Bir ucu kuvvet komutanlarına, bir ucu
İstanbul'un en karanlık batakhanelerine kadar dayanan, Türkiye'deki bütün şiddet hareketlerinde ve soygunlarda parmağı olan adam."
İstanbul'un namlı kabadayılan arasına yenisini ekliyorlardı. Hoş biz ölsek,
cenazemize ne "Bakan" ne de "başkaları" çelenk gönderirdi. (13) Ama herhalde
onlardan iyi bilemezdim. Yeni gangster yaratıyorlardı. Fakat ucu Kuvvet
Komutanlarına dayalı olanlarını. Her halde başka türlüsü de vardı. (14)
Birkaç adım attırıldım ve bir iskemleye oturtuldum. Sağ ve sol omzuma birer namlu dayanmıştı. Konuşan ses devam etti:
"- Nerede olduğunu biliyor musun?"
"- Hayır," dedim tabii.
"- Burası Genelkurmay Başkanlığına bağlı Kontrgerilla örgütü."
Anlamıştık ama bizde de biraz kurmaylık vardı. Türk Silahlı Kuvvetlerindeki
değişiklikleri, emekli olmama karşın izlerdim.
Emekli olduktan sonra böyle bir örgüt kurulmadığını biliyordum TSK'yla organik
ilişkim kopmamıştı. Çünkü bir seferberlik halinde Kurmay Yarbay rütbesi ile emir
aldığımda, 48 saat içinde 15. Kolordu İstihbarat Şubesindeki görevime katılacaktım.
"Sefer Görev Emri" cebimde duruyordu. Seferde Türk Silahlı Kuvvetleri'nde görev alacak olan ve geçmişinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin şerefini temsil eden bir kişi olarak, işkenceye tabii tutulmuştum. Yapanlar ve yaptıranlardan tarih önünde hesap sormak Türk Silahlı Kuvvetleri'ne düşer... Bu örgütü, Anayasa, kurulu düzen ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin örgütlenmesi ile karşılaştırdım. Yasa dışı bir Sağ Cunta'nın amacına hizmet için kurulduğu kanısına vardım.
Acaba bilerek mi yapılıyordu bu kavram karışıklığı? Genelkurmay ile Orgeneral
Memduh Tağmaç'ı eş anlamlı mı tutuyorlardı? Acaba bu yasa dışı gizli örgütün lideri, Tağmaç mı diye düşündüm. Nasıl olurdu. O, böyle tertipler içinde bulunabilir miydi? Muhtıradan önce, Demirel hükümetinin desteğinde ve yanında bulunan Tağmaç, nasıl olmuştu da onun hükümetine karşı muhtıra vermişti? Ve sonra nasıl olmuştu da, Demirel'in istemleri paralelinde Anayasa değişiklikleri yapılması için, aynı Tağmaç, Erim hükümetini zorlamıştı. (15)
Tabii bir anda aklımdan geçen bu sorulara, gerçekçi yanıtlar verebilmek olanaksızdı. Buna karşın, gerçek olan da, bu gizli örgütte Genelkurmay Başkanlığı'nın adının kullanılması idi.

Meçhul kişi konuşmasını sürdürdü:

"Hasan Cevahir was a patron. He made his fortune and acquired his influences as a profiteer in the heroin business. (Hasan Cevahir bir patron idi. O eroin işinden yararlanarak servetini ve etkinliğini kazandı).
Sunay'larla Oflu Hasan ailesinin yakınlığını bilmeyen kalmamıştı ve de İşkenceci'ler Sunay ve ekibine hizmet ediyorlardı. Tabii bu ekibin iç ve dış bağlantıları da vardı. Bizi sorgulayacak olanlar işte bunlardı... Tüm bunları bildiğim içinde, 16 Haziran 1973 günkü duruşmadaki sorgumda: "İstanbul
Mafyası olarak nitelenen tertipçilerin ta Sunay Çankaya'sına kadar uzanan delillerini...........tertipçilerin yüzüne fırlatacağım" diyordum. (Duruşma Tutanağı: s,39)

—Ben Albayım..." (16)
—"Burada, Anayasa, kanun falan geçmez..." arkasından küfürler savurdu ve
devamla:
—Harp esiri muamelesine tabi tutulacaksın."
Oysa harp esirlerine, Uluslararası Cenevre Anlaşması hükümlerine göre davranılırdı.
Buradaki muamele çok daha ağırdı aslında...
Ben, kendi yurdumda, kendi insanlarımca esir alınmıştım. (17)
Politik tutkuları ve iktidarı ellerinden kaçırmamak için beni tehlikeli sayan bir çete elinde rehine olduğumu kabullenmek daha doğru olurdu.
Bu barbarlığı, tüm yetkili organlara, Türk ve dünya basınına, ve insan hak ve
hürriyetlerine ilişkin çaba gösteren dünyanın tüm örgütlerine duyururum.
Daha sonra, Türkiye'nin iç ve dış durumuna ilişkin bir panoroma çizildi. Benim gibi, jeopolitik ve jeostratejiyi iyi kötü bilen bir kimse için bunlar pek yavandı. Ama zorunlu olarak Albayı(!) onayladım. Tartışılacak yer değildi burası. Eğer güçleri yeterse, Ankara'dakiler bu örgütün gerçek niteliğinin ne olduğunu öğrenirler. Ama (Le Monde) adresini verdi Ocak 1973'lerde. Bu köşkte yapılanlar ise, ülke sınırlarını aşmış yılın aktüel konusu olarak batıda 236 kitaba konu teşkil etmişti. Yetkililer yalanlamaya devam ededursunlar...
Sonra bir başka ses söze karıştı:
-"Burası Cibali Karakolu değil" diyordu. "Komandolarımız adamın hamurunu
çıkartırlar." o sırada tak tuk sesler oldu odada... Komandolar(!) emre hazır olduklarını bildiriyorlardı herhalde...
Bay Albay, sözü yeniden aldı:
-"Suçlarını söyledim, istersen bir daha söyleyeyim" diye devam etti. "Faruk Gürler, Muhsin Batur, Kemal Kayacan ile senin ve arkadaşlarının
kudaslarının tüm ilişkilerini, 12 Mart'ın nasıl yapıldığını, Taksim soygununu nasıl
yaptırdığını, bütün örgütlerle olan ilişkilerini, bunların içinde bulunan bütün
tanıdıklarını, evinde yapmış olduğun toplantılarda vermiş olduğun soygun ve
patlatma direktiflerini, 84 sanıklı davayı nasıl arzu ettiğiniz yöne çevirdiğini, Milli
Birlikçilerle cunta irtibatını, Boğaz Köprüsünü nasıl havaya uçuracağını, bir günde 300 generali nasıl öldüreceğini... Şimdi sana kalem kağıt vereceğiz, bütün bunları aşağı inip odanda yazacaksın."

Masaya oturduğum zaman zorla bir su içirtmişler bu arada bir-şeyler koklatmışlardı. Burnumdaki rahatsızlık nedeniyle pek koku almazdım. Fakat bu öylesine bir kokuydu ki, ben bile hissetim. Kıpırdanmak olanaksızdı. Malum: Gözler, bilekler ve eller ve de ayaklar bağlı idi. Namluların uçlarını omuzlarımda hissediyordum. Birden bayılmıştım. Ne kadar öyle kaldım bilmiyorum. Bunun bir narko analiz olup olmadığından da haberim yoktu. Ancak yüzüme vurulan sayamadığım kadar çok sayıda tokatla kendime geldim.

Bay Albay:(!)

-"Numara yapma ulan." diyordu.
Bütün vücudumun yanmakta olduğunu ve bir ter boşaldığını hissediyordum.
Kendime gelmem için biraz beklenildi. Bay Albay emir verdi:
-"Hepiniz dışarı çıkın" diye.
Bay Albay'ın sesi daha yumuşaktı şimdi:
-"Bak Talat, ben senin eski bir arkadaşınım. Ne de olsa senin fenalığını istemem.
Örgüt seni öldürme kararı aldı. Ben seni kurtarmaya çalışacağım. Bana yardımcı ol." dedi ve birden sertleşti:
-"Komandolarımız adamı haşat etmek için hazır bekliyor. Şunu da söyleyeyim ki, ben seni sevdiğim için başkalarının vurmasına dayanamadım. Onun için suratına ben vurdum. Sakın üzülme..."
Dışarıdakiler, patır patır içeri girdiler ve namlular omuzlarımdaki yerini buldu.
Sonraları gerçekten anlayacaktım ki, bu adam, beni çok iyi tanıyordu. Bu iki başlı bir tanıma idi. Söylediği anıların bir kısmı Çocukluğum ve gençliğime ait olanlar idi... MİT adamın çocukluğunu bilmezdi. Meçhul kişi, anamı babamı da tanıyor gibi rol yapıyordu. Sorgudan önce bu amaçla hazırlık yapmıştı18 sonra bir zaman gelecek:
-"Sen 1959'da İskenderun’da Saray Lokantası’nın önünden geçerken bir gün de
burada biz yemek yiyeceğiz demedim mi?"
Diye soracak ve anlayacaktım ki; MİT o zamanlardan beri, benimle ilgilenmeye
başlamıştı.

Böyle bir cümle kullanıp kullanmadığımı anımsamam olanaksızdı. Ama bir gerçek
vardı. Demek ki 1959'larda ben Kurmay Binbaşı olarak, Saray Lokantası'nda yemek yiyebilmek maddi olanağına sahip değildim. Derken Bay Albay söze devam etti:
-"Şimdi sana kağıt kalem vereceğiz, suçlarını bize yazacaksın." İçirilen ilaç nedeniyle gerçekten kişiliğimde bir farklılık hissediyordum. Dışarı çıkarıldım. Aynı yöntemle odama getirildim. Oyunun birinci perdesi bitmişti.
Beccaria diyor ki: "Bir adama, hakimin hükmünden önce suçlu gözü ile bakılamaz. Ortada suç ya vardır, ya yoktur. Varsa o suça ancak kanunun tespit ettiği ceza verilecektir ki, bu takdirde işkence faydasızdır. Şayet suç yoksa bir masuma eza ve cefa etmek, müthiş bir vahşet olmaz mı?"
Şimdi ben ne yapacaktım? Yazacağım yazılar 5 Temmuz 1972 sabahına yetişecekti.
Fakat ben bildiğiniz gibi, bu odada zaman kavramını yitirmiştim.
Masaya oturdum ve yazmaya başladım.
Bileklerim, ayrıntılarını açıkladığım biçimde zincirlenmiş ve kilitlenmiş, sızım sızım sızlanmaya başlamıştı. Aradaki kilidin fazla geldiğini hisseder olmuştum. Ve böyle elim zincirli olarak bana yükletilen tüm uydurma suçlamalar için bir şeyler yazacaktım.
Peki, neyi, nasıl yazmalıydım? Aslında işkencecilerin senaryolarına göre benden
istenilenler belirli bir baskı içinde açıklanmıştı.
Varsayalım ki, bütün bu suçlamaların bir kısmı gerçek ve ben bunları kabulleniyorum.
Gerçek olmayanlar için, kalem gücüme göre inandırıcı birer senaryo  uydurmalı idim.
Peki, henüz ayaklarından başka hiçbir kısmı yapılmayan Boğaz Köprüsü'nü nasıl
tahrip edecektim?

İktidar kavgası için kurban olarak seçildiğimi anlamıştım. Anti emperyalist ve Tam Bağımsızlıkçı inançlarımdan korkanlar ve emperyalist uşağı kodamanlar kinlerini tatmin için, bir daha belimi doğrultamamacasına bir darbe indirmek istiyorlardı bana. Hiçbir sonuç alamazlarsa, attıkları çamurla Türkiye'nin
geleceğinde söz sahibi olmamı engellemek istiyorlardı. "At bir çamur, yapışmazsa bile lekesi kalır" sözü vardı ya. Vicdanen müsterih ve kendimden emin olmanın huzuru içindeydim. Balık üzerinde nasıl su durmazsa, bize atılan çamurlar da ne yapışır, ne de iz bırakırdı. Fakat buradan nasıl kurtulacaktım? Beterin beteri vardı. O sıralarda aydınlanmamış üç olay olmuştu. Büyükada'da kendini asan iki kişi ile bavul cinayeti ve sabotaj olayları... Bunların da faili olabilirdim onlarca...

Hatta beni mafya lideri gibi, uluslararası şöhrete ulaştırmak istiyorlardı bunlar...
"Boğaz Köprüsünü havaya uçuracak adam" diye.

Sonraları ceza ve tutukevinde benim gibi(!) bu işin birçok isteklisi olduğunu öğrenerek üzüldüm doğrusu. Köprü provokasyonu suçlamasının tekelini elimden kaçırdığım için... Çünkü Köprüyü havaya uçurmak isteyenlerin sonu gelmiyordu.
Bir gün gazeteler, "Köprünün 400 metreden atılan füzelerle havaya uçurulacağım"

İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığınca 23 Kasım 1972 tarihinde yapılan brifinge
dayanarak açıkladılar. (19)

El elden üstündü. Anarşistler füze imal etmişti fakat keratalar akıllarını iyiye
kullanmıyorlardı. Mısır'ın kendi füzesi vardı. "El Nasır" derlerdi adına, Mısır'lı benim füzem var diyebiliyordu. Bize ise, büyük dost ve müttefikimiz verirse alırdık. Bazen verdiklerini geriye aldığı da olurdu. Böyle, hem verici, hem de alıcı dostumuz(!) vardı.

Küba krizi sonucu Türkiye'ye sorulmadan Kennedy-Kruşçev'le pazarlığa oturmuş,
Türkiye adına da karar vermişti. Dostlukta böyle şeyler olurdu(!) Jüpiter füzeleri geri çekilmişti. (20) Daha sonra Edward Kennedy yazdığı anılarında bu olaydan söz edince Türk kamuoyu gerçeği öğrenmişti...

"Tam Bağımsızlık" ilkesini Atatürk ortaya koymuş ve uygulamıştı.

Ama şimdi komünistler sahip çıkmıştı... NATO'cular CENTO'cular, TOTO'cular artık
"Tam Bağımsızlık" istemiyorlardı. Onlar dünün Amerikan mandacılığını milliyetçilik diye ulusa yutturmaya çalıyorlardı.

Bizim füzecileri alıp, milli füzemizi yaptırmak ne kadar isabetli olurdu değil mi?
Füzeciler ortaya çıktığı için, biz köprü işinden kendimizi kurtarmış sayıyorduk ki,
Savcının iddianamesi elimize geçti. Gördük ki gençliğin "En Büyük Devrimci Eylemi" olacak nitelenen bu iş gene bizim üstümüzde kalmış.
Gönlümüz isterdi ki, tüm savcıların sıfatı Cumhuriyet Savcısı olsun ve de teminatı bulunsun. Fakat bizim Savcının sıfatı "Sıkıyönetim Savcısı." İyi ama Savcı, sıkıyönetim komutanından daha mı iyi biliyordu bu işleri? Herhalde öyle ki, iddianamesi ile komutanı yalanlıyordu.
"Ya Yüksek Mahkemenize sunulan bu iddianame doğrudur, ya da İstanbul
Sıkıyönetim Komutanlığınca yapılan 23 Kasım 1972 tarihli açıklama."
Nerede kalmıştık? İşkenceciler tarafından suçlandığım konularda, yönlendirme ve baskı yapılarak odaya indirilmiş ve masa başına oturtulmuştum. Gelen, verilen kağıt kalemle görevimi yapmalıydım. Bileklerim zincirli olarak, yeni bir yazı yöntemi bulmam gerekiyordu.
Bu düşünceler içinde kıvranırken, bodrumun koridorunda bir şarjör mermi boşaltıldı.

Patlamalar, ahşap, köhne köşk içinde yankılandı...

Bu silah tehdidi de, bütünüyle bana yönelikti. Çünkü bir defa daha aynı tarzda
davranıldığının tanığı olacaktım.
Yazmaya başladım, işi uzatıyor, nöbetçi baktıkça yazar gibi yapıyordum. Çünkü
burada oturmak, yatmaktan daha iyi idi. Bir şeyler karaladım.
İçeri, Bay Yüzbaşı girdi. Her halde bu yoklama idi. Tuvalete gitmemin ne kadar güç bir iş olduğunu anlamıştım.
—Yüzbaşım, sizden bir dileğim var." dedim. Ve ekledim; "Ben prostat hastasıyım (21) sık sık tuvalete çıkarım. Bunun için mümkünse bir plastik kabın, bedeli karşılığı alınmasını istirham ediyorum" dedim.
Bay Yüzbaşı:
—Peki" dedi.
Rahatlamıştım. İşkence köşkünde kopardığım ilk ödündü bu. Şu anda hiçbir şey beni bu ölçüde mutlu edemezdi. Çünkü kapıda nöbet tutan Mehmet'in ilkel hakaretinden, kendimi kurtarıyordum bir anlamda.
İcabında ötekini bir iki gün tutardı insan. Bu suretle de Mehmet'le ilişkiyi en azına indirmiş oluyordum.

Kap geldi. İnsan bazen nelere sevinebiliyordu. Yazı yazmaya başladığımda, 2. katta bulunan işkence odasındaki sesler, inilti halinde geliyordu. Odadan ormandaki hayvanlarda belki benzerine rastlanan insan çığlıkları yükseliyor ve komşu odalardan iniltiler duyuyordum. Kapıların çarptırılması, oda kapılarına süngü ve tekme ile vurulması ise değişmeyen yöntemlerdi.
Yazdıklarım bana göre bitmişti. Ne yazdığımın da gerçekten farkında değildim. Ama şu kadarını biliyordum ki, orda bulunduğum süre içinde el yazımla yazdığım bu notlarda, gene Türkiye'nin sorunlarını kendi bakış açımdan dile getirmeye
çalışmıştım. Ve sanırım, bunların meraklı okuyucuları da çıktı.
Yorulmuş ve uyumuştum. Tabii sırt üstü... Fakat soğuktan titriyordum. Tarih 4–5
Temmuz 1972 gecesi olmalıydı.
Ertesi gün yazdıklarımı alıp götürdüler. Anladığıma göre, sabah ve akşam bir-iki kişi yoklamaya geliyordu. Bunların hepsinin sivil kişiler olduğu anlaşılıyordu. Aralarında çok temiz yüz hatları olan kişiler görüyor ve şaşırtıyor dum.
Benden daha irice, aklaşmış saçlı, bir Bay Yarbay vardı. Gözlerine renkli numaralı gözlük takıyordu. Efendi ve terbiyeli bir adama benziyordu. Bir gün bana, işlerinin idari olduğunu, sorgulama işi ile ilgisi olmadığını açıklamak gereğini duymuştu.
Herhalde ima yoluyla bir şeyler anlatmak istiyordu. Bir başkası, gene alaburos tıraşlı, kır saçlı, ufak tefek efendi bir insandı. Merhametli görünüyordu. Yaptığı işten pek memnun değildi görünüşe göre.
Daha başkaları da vardı, bu idareci personel içinde. Odama girdiklerinde hepsini
görüyor ve tanıyordum. Bugün de onları tek tek teşhis edebilirim.
Fakat sorgulama yapan Bay Albay, Bay Yarbay, Bay Binbaşı'yı görmek mümkün
değildi. Onlar, kendilerini nedense gizliyorlardı. Bir müddet sonra, gene birkaç kişi içeri girdi. Bay Yüzbaşı, Bay Sfenks'te vardı içlerinde. Pamuk ve bantlı gözlükten nereye gideceğimi anlamıştım. Bilinen yöntem ile yukarı çıkartıldım ve oturtuldum.
Bay Albay söze başladı:
-"Bize hikaye anlatıyorsun. Kül yutturmaya çalışıyorsun. Örgütümüz bütün Türkiye'ye hakim, bilmediğimiz tek şey yok. Bak sen akıllı bir Kurmay'sın. Şimdi sana şablon da vereceğiz, sorularımızı yeniden cevaplandıracak sın."
Kendilerinden bana yardımcı olmalarını, suçlamaların soyut olduğunu ve somut
sorular şeklinde sorgulama yapılması dileğinde bulundum.
Gene o, ikinci ses: "Burası Cibali Karakolu değil" diyordu. Nedense Cibali Karakolu ile çok zora vardı; aklını bir kere takmıştı...
Bay Albay devam etti:
-"Ya Talat Turhan, sen Kontrgerilla Örgütünü uyuyor mu sanıyorsun? Bu memleketi size mi bırakacaktık? Bizi bırakın da, rahat rahat memleketi idare edelim."
Bu sözleri ancak bir "Faşist Cunta" yetkilisi söyleyebilirdi. Gerçekten anlaşılıyordu ki, çeşitli güçlerden oluşturulan ve cuntalaşan bir örgüt, İstanbul'u ve belki de Türkiye'nin bir kısım bölgelerini kontrol altına almıştı. Benim kanıma göre, bunlar ister subay, ister MİT elemanı, ister polis görevlisi isterse sivil olsunlar, bu örgüt içinde, sıfatlarını yitirirler ve örgüt hiyerarşisine göre sıralanırlardı. Bu bir "Faşist Cunta" idi ve gerçekten Anayasa'yı, tebdil ve tağyir fiilini işleyen ve işleten, bir gizli örgüttü; tıpkı "Halaskar zabitan grubu" gibi. Bu gizli örgütün baskılan ile Anayasa durmadan değişiyordu. (22)
Bence, (23) bu gizli örgütün iktidar olmaya yönelen bir hedefi olduğu anlaşılıyordu. Bu amaçla insanlara işkence yapılıyor ve gereksinme duydukları bazı " itiraf nameler " alınıyordu. Ben de seçilen bu insanların önde geleni sayılıyordum onlarca. Kuşkusuz sahte Albay, Yarbay, Binbaşı kendi
başlarına bu tertiplere girmiyorlardı. Başlarında Generalleri olmalıydı. O generallerin de dayandığı güçler vardı. Ve belliydi ki, onlara kendi kendilerine rütbe verip bu işlerin Türk Silahlı Kuvvetleri adına yapıldığı izlenimini yaratıyorlardı.
Bizce olayın en korkunç yönü buydu.
Bay Albay devam etti:
-"Bizim burada 21 kurmayımız var." diye.
Biz ayrılalı, kurmay görevleri çeşitlenmişti herhalde... Tüm kurmaylarımızın
bilgilerine... Kurmayların ismini de işkenceciler kullanarak yıpratıyorlardı. Gerçekten de burada her şey vardı, her istenilen bir saniyede bulunuyordu. Kıdem sıra kitapları,
General, Amiral albümleri, kişilere ait dosyalar v.s. Bu bina elbette MİT'e aitti. İşkenceciler içinde de MİT görevlileri bulunuyordu. Ancak bu kişiler MİT İstanbul Bölgesi Başkanı Turan Deniz'in denetiminden çıkmışlardı. 
Tümg. Memduh Ünlütürk  yönetiminde Org. Faik Türün hiyerarşisi içinde çalışmaktaydılar. Bazı sorularla, beni istedikleri doğrultuda ikrara zorluyorlardı.
Direndiğim de, omzumdaki namlular daha sertçe basılır gibi oluyordu. Gene ilaçlı su içirilmiş ve burnuma bir şeyler koklatılmış tı.
Tanıdığım kimselerin bir kısım itiraflarında söz ediliyor:
-"Enayiliğin anlamı yok, herkes her şeyi söyledi, bilmediğimiz tek şey yok. Bak işte filanın ifadesi, bak ne diyor. Başkalarının ifadesi de belli. İstersen bu adamları getirelim buraya, konuşsunlar senin yanında."
Gibi sözler sarf ediyorlardı.
Israrla Orgeneral Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ile olan ilişkilerimden, 12 Mart'tan söz ediyorlar ve bu konudaki örgütsel çabalarımın ne olduğunu öğrenmek istiyorlardı.
Özellikle, 84 Sanıklı Dava'da Mahkemeye nasıl etki yapıp, davayı çökerttiğimi
soruyorlar, bu konuda da bazı kişilerin ifadelerinden bölümler okuyorlardı. Ve Taksim Soygununun direktifim altında yapıldığını söylüyorlardı.
Artık çok ileri gitmiştim. Benimle uğraşacak halleri mi vardı? Bileklerim bağlı iken yazamadığımı, mümkünse yazı yazarken kilidin Çözülmesini rica ettim. Ama bu istek kabul edilmedi.

Odama gönderilirken, baskılar devam ediyordu. Masa başına oturdum. Kağıtlar ve kalem yine gelmiş, bu defa şablon da vardı. Çünkü anlatırken unuttum; işkencecilere göre bir sıfatım vardı. "İstanbul ve Trakya bölgesi komutam" diye. Şimdi kuvvet dökümünü de benden istiyorlardı.
Çoğu kez yazdıklarım yine Türkiye'nin hayatî sorunlarını içeriyordu.
İlk yemek, 48 saat sonra 5 Temmuz akşamı verildi. Bu iki küçük dilim ekmekle, 1/4 porsiyon nohuttu. Gece yine soğuktu. Rutubet aynı rutubetti, işkence sesleri devam ediyordu, nöbetçiler acımasız kontrollerinde hiç sektirmiyordu insanı. 6 Temmuz 1972 günü sabah kahvaltısı 3 tek zeytin, bir küçük dilim ekmekti. Bundan sonra yemekler hep böyle öldürmeyecek kadar verilecekti. Zeytin 3–6–9 adet olarak değişiyordu.
Kahvaltıda bazen pek küçük bir parça peynir ile bir küçük dilim ekmek veriyorlardı.
Hiç unutmam bir gün, akşam yemeği olarak 50gram ekşimiş karpuz ile bir küçük dilim ekmek verilmişti.
Hani rejim yapanların işine gelirdi burası. Yeni bir zayıflama türü keşfetmişlerdi. İnsan yerinden kıpırdamadığı halde zayıflıyordu. (24)

1 Ağustos 1972'de, Selimiye'deki Asayiş Bölüğüne geldiğimde, bel kemerim yasak diye alındı. Kemersiz pantolonumu elle tutup ancak yürüyebiliyordum. Sonra eve gönderip 12cm daraltılmasını istedim. 12cm göbek, kaç kilo eder bilemem tabii. Ama iyice zayıflamıştım.
6 Temmuz 1972 günü bilinenlerin dışında yeni bir şey olmadı. Bütün gün sırtüstü
yatmak durumundaydım. Sıkıldıkça el kitabını okuyordum. Tabii bu arada,
yazdıklarımı alıp götürdüler. Ama bütün gün işkence sesleri, derinden derine geldi.

Bu korkunç sesler bir insan için ıstırapların en büyüğü idi.
7 Temmuz 1972 günü, sabahleyin sorguya götürmek için geldiler ve yukarı
çıkarıldım. Bay Albay:
-"Sen artık çok ileri gittin. Bize gene kül yutturmaya kalkmışsın" dedi.
İkinci adamın tekerlemesi değişmiyordu:
-"Burası Cibali Karakolu değil." diyordu.
Sorgular, sorgular. Hep aynı tehditler... Nihayet anlaşılmıştı. Komandolara görev
düşüyordu. Esasen Komandolar vatani görevleri yapmak için bekliyorlardı(!)
-"Yatırın şu adamı", emri verildi.
Ellerimin kilidi açılıp kollarım serbest bırakıldı. Sonra başladı meşhur falaka sahnesi...
Bütün dünyam yıkılmıştı sanki o anda. Mahvolmuştum. Komandolar şevkle görev
yapmaya devam ediyorlardı. Bu işkence ne kadar devam etti, bilemezdim tabii.
O anda neler söylediğimin farkında değilim. Ayaklanma indirilen sopa darbelerinin acısını artık duymaz olmuştum.
Birden "Cibali Karakolu"nu pek çok seven ses haykırdı.
-"Burası cami değil ulan!" diye. İşkence durdu.
-"Biz adamı konuşturmasını biliriz. Daha dur bakalım, bu gördüğün hiçbir şey değil.
Komandolarımız adamın hamurunu çıkarırlar." gibi sözler söylendi. Konuşup
konuşmayacağım yeniden soruldu.
O sırada Bay Albay'ın sesi duyuldu:
-"Sana işkence yapılmasına dayanamadığım için dışarı çıkmıştım, yazık ediyorsun kendine."
Bay Albay'a; yaptıklarından utanmaları gerektiğini söyledim ve öldürülmemi istedim.
Bunu eğer kendileri yapmayacaklarsa intihara hazır olduğumu bildirdim. Arzu edildiği şekilde mektup bırakmaya da razıyım dedim.
Yanıtı:
-"Biz adamı ne zaman öldüreceğimizi biliriz." oldu.
Daha sonra, benden istenilenlerin biraz daha açılmasını ve yardımcı olunması
dileğimi yineledim.
Benden önce gözaltına alınan, bazı tanıdığım kişilerin ifadelerini okudular.
Anlaşılıyordu ki, aynı koşullar altında, gerçek olmayan bu itirafları almayı başarmışlar ve bu ikrar nameleri doğrulama mı istiyorlardı.
Bu arada, yeni bir suçumu daha öğrendim: Gn. Sedat Kirtetepe'yi
Emniyet Genel Müdürlüğüne ve Gn. Nihat Aslantürk'ü İstanbul Emniyet Müdürlüğüne nasıl tayin ettirmiştik? (23)
-"Nihat Aslantürk Trabzonludur. Sunay tayin ettirmiş olabilir" dedim.
-"O bizim adamımız değil." yanıtını aldım.
-Hımmm...
Bir gerçeği daha anlamıştım ki; evime gelen polisler şeklen onun emrinde idiler, ama bu örgütün elemanı olarak görev yapıyorlardı...
O anda sanki hayatım anlamını yitirmişti; intihar etmeliydim. Ama bunu nasıl
yapabilirdim?
Bu açıklamalarımı, dün birisi gelip anlatsaydı kolay kolay inanmazdım doğrusu...
Ayaklarım şişmişti, yürüyemiyordum. Sürüklene sürüklene odaya götürüldüm.
Beş dakika sonra yine mermiler atılıyordu koridorda. Bu varan ikiydi. Hemen
sorgudan geldiğime göre, bu tehditler herhalde bana yapılıyordu.
Sakalım, uzadıkça uzuyordu, kokmaya başlamıştım. Taharet edemiyordum. El ve
ayak kemiklerim sızlıyor, rutubetin tüm olumsuz etkilerini hissediyordum. Sırtım yara olmuş olmalıydı ki, sızım sızım sızlıyordu.
Biraz sonra Bay Yüzbaşı girdi içeri. Bir şey yazacak düşünecek halde değildim.
Kalem kağıt getirmişti.
Ancak, yarın yazabileceğimi söyledim ve bir istirhamda bulundum.
-"Mümkünse çamaşır değiştirmek istiyorum" diye.
Ne de olsa insandı, halimi görüp üzülmüş olmalıydı. Yüz hatlarından
alkolik olduğunu sezinliyordum. Kalender olurdu böyleleri. Bir kere düşmüştü
buraya... Görev, görevdi...
Evden ayrılırken bir el çantası hazırlanmıştı. Bay Yüzbaşı bu çantayı getirdi. Tabii bu kadarı yetmezdi. Çamaşırlarımı değiştirmek için el ve ayaklarımdaki zincirlerin sökülmesi gerekti.
Önce ellerim çözüldü. Fanila değiştiriyordum ki, Yüzbaşı'nın gözü sırtıma takıldı.
Herhalde somyanın demir yaylarının, halka halka izlerini görmüştü.
Ayaklarımı çözüp, dışarıya çıkmak nezaketini gösterdi. İğrenç bir kilottu çıkardığım.
Çantamda bulunan tıraş makinesinden bir jilet çıkartıp, yattığım yerin sağında,
duvardaki sıva çatlağının içine yerleştirdim.
Bay Yüzbaşı içeri girmişti.
Eski çamaşırlarımı, çantama tıktım. Yüzbaşı el ve ayaklarımı zincirledi ve kilitledi...
Bu birkaç dakikalık serbestlikten ve isteğimin yerine getirilmesinden memnun
olmuştum.
Yanında iki Mehmet'te vardı. Biri çavuş olmalıydı. Bazen denizci elbisesi(26) bazen karacı elbisesi giyiyor, bazen de sivil giyiniyordu. Ordu'luydu sanırım. Soyadının Kara olduğunu tahmin ediyorum.
Yüzbaşı, birisine bit battaniye getirmesini emretti battaniyeyi iki kat yapıp, yayların üzerine konulmasını sağladı.
Bu arada, sırtım çok ağrıdığı için, yatak üzerinde oturup oturamayacağımı sordum.
İzin verdi. Fakat buraya belli bir saatten sonra Mehmet'ler hükmediyordu. Bu hususu garantilemek için:
-"Nöbetçiler müsaade etmiyorlar da" demiş bulundum.
Bu konuşmama, nöbetçi eri içerledi. Sanki kendisini şikayet ediyormuşum gibi geldi ona...
Bay Yüzbaşı, sürahideki suyu her zamanki gibi döşemeye serpti. Yaptığı iyilik yeterli idi. Rutubetin biraz daha artması için, sabah akşam bu rutin hizmet aksatılmıyor du. Her ne olursa olsun, işkence köşkünde bu kadar ilgi
insana yeter de, artardı bile...
Sonraları, aynı tezgâhtan geçen arkadaşlarımın öykülerini dinleyecek ve bunların
birer özel işlem olduğunu anlayacaktım.
Bay Yüzbaşı Mehmet'ten yeni su getirmesini istedi. Kızdığını anladığım Çavuş Kara, suyu biraz gecikerek getirdi.
Kapı tekrar kapanmıştı.
Şimdi vicdan muhasebesine sıra gelmişti. İntihar etmeli miydim, etmemeli miydim?
Jilet elimin altında idi.
İntihara karar verseydim, uygulaması oldukça zordu. Bileklerim bağlı idi, ellerimi
kullanamazdım. Yazı yazarken açmaya başlamışlardı ama o araya sığmazdı bu iş...
Çünkü Mehmet tetikte, iki dakikada bir durumu kolaçan ediyordu. İstanbul'un
elektrikleri sık sık kesilirdi ya, böyle bir anı beklemeliydim.
Sonra, intihar etmenin bir bakıma suçluluğu kabul anlamına geleceği ve bir dava
adamına yakışmayacağını, istençsizlik (iradesizlik) olduğunu düşündüm ve bu
saplantıdan vazgeçtim.
Tabii, bu o kadar kolay olmadı. Bu karan dört günde alabildim. Daha sonra jileti
tuvalete atarak yok ettim.
Sorgular sektirmeden her gün devam ediyordu. Tüm düşünsel gücümü toparladım ve bir durum muhakemesi yaptım:
Türk Silahlı Kuvvetlerinde iki grup Gn. Kur. Bşk.'lığı ve Kuvvet Komutanlıkları'nı ele geçirmek için kıyasıya bir çatışma içindeydiler. Bu kavgada benim, Orgeneral Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ve arkadaşları safında olduğum varsayılıyor, ilk önce ve en kolay hesabı görülecek adam olarak seçildiğim çok net biçimde anlaşılıyordu.
Arkadaşlık ve tanışma ilişkileri saptırılarak, seçilen kişilerden, her türlü işkence
yöntemleriyle beni suçlayan, aslı esası olmayan ifadeler almışlardı.
Benden istenilen bunların onaylanması idi. İlk evrede Org. Faruk Gürler'in
Genelkurmay Başkanı olmasını engellemek, daha sonra Org. Muhsin Batur ve Org. Kemal Kayacan ve yakınlarını temizleyip Türk Silahlı Kuvvetleri'ne tümüyle egemen olmak istiyorlardı. Ama tüm tertiplere karşın, Ağustos 1972 ortalarında Org. Faruk Gürler Genelkurmay Başkanı oluyor, "Rövanş almak" isteyenler Bomba Davası'nı kullanıp oyunlarına devam ediyorlardı.
Bunun için Emekli Tümgeneral Celil Gürkan'la olan arkadaşlığımdan yararlanmak
istiyorlardı. Beni Gürkan'a, onu ise diğerlerine bağlamayı planladıkları anlaşılıyordu.
Daha sonra bu kanımı doğrulayan olaylara tanık olduk.
Bunlardan önde geleni 24 Ağustos 1972'den sonra bu örgütün hiyerarşik ilişkisini yeniden düzenlediğini, Zihni Paşa Köşkü'nden Selimiye Ceza ve Tutuk evine gelenlerden öğrenmemdi.


BU BÖLÜM DİPNOTLARI.,

13. O dönemde ölen ünlü mafya babasının cenazesine gönderilen çelenkler ABD'de bile yankı uyandırmış hatta The Heroine Trail adlı kitaba fotoğraf konulmuştu, s.30.
14 Ağustos 1972'de Oflu Hasan ölmüş cenazesine Çalışma Bakanı katılmış ve zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın oğlu Dr. Atilla Sunay'da çelenk göndermişti. Cenaze resimleri basında yer aldı. Daha sonra Amerika'da 1974 yılında basılan The Heroin Trail adlı kitapta bu resme yer verilecek ve Oflu Hasan hakkında ilginç savlar öne sürülecektir, (s. 30-31).
15. Kurtul Altuğ, 12 Mart ve Nihat Erim Olayı.
16. Daha sonra bu kişinin Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ayrılmış uzun süre MİT'in Komünist masasında görev yapmış Top. Bnb. (E) Eyüp Özalkuş olduğunu saptayacak, ilk kez adını duruşma tutanağına geçirecek ve yetkililere duyuracaktım.
17. Sorgulayıcılar Esir Sorgulama Yöntemi olan "Teknik Sorgulama" yapıyorlardı. Bu amaçla onlar için işkence dahil her türlü tertibe başvurmak olağandı. Bomba Davası -Savunma 2'de (Ek–9) da örneğini sunduğum bir yüksek askeri okulumuzda okutulan İstihbarat Ders Notları'nı incelediğimde neden Kontrgerilla Gizli Örgütü'nce esir alındığımı daha iyi algıladım.
18. Bu yönteme Esir Sorgulamada Yakınlık Gösterme Usulü denilmektedir.
"Bu usulü kullanan, sorguya çektiği esire karşı arkadaşça davranır, ona ilgi gösterir, doğup büyüdüğü şehri söyler, oradaki gazino ve eğlence yerlerinden bahseder."
19. Daha sonra "Sabotaj Davası"nda Mahir Cayan ve Ömer Ayna imzalı bir mektup okundu:
"... Boğaz Köprüsü'nün bir ayağı da yakın gelecekte havaya uçacak, izin verirseniz onu söylemeyelim" Milliyet: 8 Haziran 1973, Son Havadis: 8 Haziran 1973, Tercüman: 8 Haziran 1973.
20. Türkiye'de konuşlandırılan bu füzeler hükümete haber verilmeksizin geri alındı... Tıpkı bugün İncirlik Üssü'nün kullanıldığı gibi...
21. İşkencecilerden ödün alabilmek için doğallıkla yalan söylüyordum. Çünkü burada tuvalete gitmek her seferinde ayrı bir işkence idi.
22. Bu nedenle yasal organlara sürekli yazılı olarak dilekçeyle başvurup bu Sağ Cunta'nın saptanılmasını istedim. Bugün de istemimi yineliyorum. İşlenen suç TCK 146/1'dir ve Af Yasası dışındadır.
23. Bu savımın doğruluğunun saptanılması için 12 Haziran 1973 günü mahkeme aracılığıyla Başbakanlığa, GKB'ye ve KKK'ya bir dilekçe verip Parlamento Araştırması istedim. Aradan 28 yıl geçti. Benden sonra TBMM'de aynı doğrultuda yapılan girişimler sonuçsuz kaldı. Anayasasında "Demokratik Hukuk Devleti" yazan Türkiye’de...
—1997 yılında yayınlanan "Ergenekon" -Devlet İçinde Devlet- (Can-Dündar, Celal Kazdağlı, İmge Yayıncılık) adlı kitapta işkenceci tosuncukların Pentagon'un hizmetindeki vatanseverlerden(î) oluştuğu yazıldı...
24. Zihni Paşa İşkence köşkünde bir ay misafir edilip daha sonra serbest bırakılan bir kişi zayıflama nedenini soran arkadaşlarına Faktürün(!) ilacı kullandığı söylüyordu. (Samim Akay, Yeni Gündem, sayı 40, 7–20 Şubat 1986). Çok kişi eczanelerde bu ilacı aramıştı. Oysa Samim Akay, Faik Türün isminden bu ilacı üretmişti(!)..
25. İstanbul Emniyetine Elrom'un öldürüleceği hakkında ciddi ihbar yapılmıştı. Bu ihbarlar üzerinde durulmamış ve olay gerçekleşmişti. Bu durumu incelemek için, o dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanı olan Adnan Çakmak görevlendirilmiş ve verdiği rapor sonucu, Elrom'un öldürülmesi'nde İstanbul Emniyeti'nin ihmali görüldüğü için, Em. Md. Muzaffer Çağlar, Emniyet 1. Şube Müdürü Ilgız Aykutlu v.b. görevden alınmışlardı. Adnan Çakmak arkadaşım olduğu için, işkenceciler kendi adamlarının görevden uzaklaştırılmasını bana bağlıyorlar ve bunun da intikamını almak istiyorlardı. Adnan Çakmak'ta bir bahane ile Zihni Paşa Köşkü'nde işkenceye alınmıştı...
26. Daha sonra Zihni Paşa İşkence Köşkü'nde görev yapan askerlerin çoğunun 1951 doğumlu olduğunu, Gölcük Donanma Üssü'nden Donanma Komutanı Amiral Kemal Kay acar? Tarafından burada görevlendirildiğini öğrendim. Amiral Kemal Kayacan aynı zamanda İstanbul Sıkıyönetim Komutan muaviniydi. Ama bu işkence köşkünde O'nun da aleyhinde ifade alıyorlardı. Bu köşkte görev yapanların bir ödülle konuşturulması olanaklı olabilirdi. Bunun yapılmamasının ayıbı hepimizin dir...


19 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder