3 Aralık 2018 Pazartesi

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 16

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 16



VIII. BÖLÜM

İŞKENCE İŞKENCENİN ULUSLARARASI BOYUTU

İlerici-devrimci ve yurtsever bir asker olarak sorumluluk üstlendiğim dönemlerde
Türkiye'nin sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, etnik, coğrafî, vb. pek çok sorununu yakından gözlemlemek, öğrenmek, tartışmak, bazı analizlerde bulunmak için "Asker Ocağı", önemli imkân ve fırsatlar sunuyordu. Askerî okullardaki eğitimimiz, kurmaylık öğrenimimiz bizlere temel bazı bilgiler vermişti, kuşkusuz. Her ne kadar resmî tarih ve resmî ideolojilerin etkisinde kalanlar olduğu gibi, bu kanaldan esinlenen bilgilerle yetinmeyerek genel kültürünü, bilgisini, araştırma ve bilinçlenmesini geliştiren nitelikli
insanlarımızı da görmek mümkündü, bu "Asker Ocağı"nda. "Asker Ocağı" aynı zamanda ülkenin her yöresinden gelen insanlarımızı (Mehmetçiği) tanıma, onları sevme ve eğitilmeleri sırasında onlarla kaynaşma olanakları sunuyordu. İlerici-devrimci ve yurtsever bir kurmay subayın Mehmetçik ile diyalogu taraflara, karşılıklı etkileşim ve yeni nitelikler kazandıran ve çok yönlü zenginliklerle dolu bir ortam veya zemin de hazırlıyordu.
Gerek bilgi birikimimizi, gerekse bilinçlenmemizi hazırlayıp yoğuran "Asker Ocağı"na çok şeyler borçlu olduğumu söylemeliyim. Eğer bugünkü bilgi ve bilinçlenmemiz ile insana ve insanlığa yararlı olmaya çabalıyorsak, kuşkusuz bunu bu coğrafyanın yetiştirdiği insanlara ve değerlere borçluyuz. Bizlerin sosyal bilimlerle, sanat ve estetikle, siyasal-ekonomiyle, felsefeyle tanışmamızda önemli etken olan insanımıza karşı borcumuzu ödememiz gerekiyor.
"Asker Ocağı" kapitalist enternasyonalin çok yönlü kuşatmaları karşısında "boy
hedefi" olarak seçtiği alanlardan biridir. Çünkü bu ocakta ülke gerçekleriyle,
insanımızla tanışan biri, eğer akıl, mantık, namus, ahlâk vb. gibi niteliklerini
kaybetmemişse, mutlaka ilerici bir grafik çizgisine sahip olacaktır. Kaldı ki, insanı insan yapan kimlik ve kişilik konusu sağlam ise, yukarda sayılan özellikleriyle her insan mutlaka bir tavır geliştirmek durumundadır.

Ordu'daki subay, astsubay ve erler arasında, gerek bilgi ve bilinçleri, gerekse kimlik ve kişilikleriyle öne çıkmış insanlarımızın daha ilerde risk ve sorumluluk üstlenmeleri tek başlarına onların elinde değildir. Sosyal hayatta, üretimde rol alanların bilinçlenerek iktidarları zorlamaları, kapitalist anarşiye karşı tutarlı bir tavır belirlemeleri, işçi sınıfı, emekçiler, ezilen ve sömürülen insanlarımızın daha donanımlı örgütsel güvencelere kavuşmasıyla doğru orantılı olarak "Asker Ocağı"ndaki ilerici unsurlar halkın bilinçli desteğini yanlarına almış oldukları için, onların bulundukları yerlerde işlevsel olmaları bir güvenceye bağlanmış demektir. "Asker Ocağı"ndaki bilinçlenmenin kalıcı olması ve yeni nitelikler kazanması siyasî iktidarların destek ya da kösteği ile de ilişkilidir.
Gerek dünyadaki gerekse ülkemizdeki tüm gelişmelerin politikayla çok yakından
ilişkili olduğunu burada tekrar etmeye herhalde gerek yoktur. Yasal ve anayasal
çerçevelere karşın, "Asker Ocağı" da politikayla yakından ilgilenir.
Türkiye'de 1908 Meşrûtiyet'in ilanından bu yana askerler politikada etkindir; söz ve karar sahibidir. Askerlerin Osmanlı'nın çöküş sürecindeki etkinliği, Cumhuriyet'in kurulması süreciyle Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın önderliği ile günümüze taşınmıştır.
Günümüz, ne Osmanlı'nın çöküşü ve ne de Cumhuriyet'in kuruluş günüdür.
Günümüzde neler sürekliliğini korumuştur, neler bu süreklilik ve kopuş sürecinde
nicelik ve nitelik değiştirmiştir? Tarihsel ve sosyal açıdan benzerlikler, farklılıklar
nelerdir? Türkiye neden siyasi-ekonomik kriz dönemlerini yaşamaktadır? Sağlı "sol'lu burjuva partileri bu yapısal krize neden çözüm yöntemleri üretemiyorlar? Sistemi, düzeni, rejimi köklü reformlarla temelden değiştirip dönüştürmek isteyenler, tarihsel haklılıklarına karşın, neden işlevsel olamıyorlar? Uluslararası sermaye, hegemonlar ve onların gizli örgütleri insanı ve insanlığı neden yeni sömürgeci yöntemlerle tutsak etmek istiyorlar? Egemen gerici sınıflar, uluslar ötesi emperyalizmin uzantısında neden hâlâ kaba güce ve zora başvuruyorlar? Kapitalist anarşi neden zora başvurmadan iktidarda kalamıyor? İnsanın insanlaşma sürecinde düşünen, isyan eden, ayağa kalkan, taleplerini haykıran, ihtiyaçlarının gerçekleşmesi için mücadele eden insan, neden yeniden yere düşürülmek isteniyor? Sosyal mücadelede insanlığın kazandığı ve kat ettiği bunca yola ve ilerici değer yargıları yaratmalarına karşın, neden egemen gerici sınıflar işkenceden yarar umuyor ya da sistematik işkenceyi sürdürebiliyorlar? Sovyet deneyiminin çözülüp gerilemesiyle birlikte, "yenidünya düzeni", "küreselleşme" söylemleriyle öne çıkan egemen gerici sınıflar ve onların satılık sözcüleri insana nasıl oluyor da "refah, bolluk, bereket, özgürlük" türküleri söyleyebiliyorlar?
Yaşamım boyunca bu ve benzeri soru ve sorunların nedenlerine bilimsel yanıtlar
aradım. Çözüm yöntemleri üzerine zihin talimleri yaptım. Tekrarına gerek var mıdır?
Biliyorsunuz işkenceyi en hayasızca biçimde bizzat yaşadım; iliklerime kadar
işkenceyi hissederken, daima işkencecileri, onları bu kirli ve aşağılık işe zorlayıp
kullanan-lan, bu çürümüş insan müsvettelerinin arkasındaki kişi, grup ve örgütleri, dahası, kapitalist enternasyonali, onların gizli örgütlerini, cinayet şebekelerini gördüm; değerlendirmelerimi ulusal boyuttan uluslararası boyuta taşımak gerektiğini öğrendim. Şimdi de hayat ve mücadelenin bana öğrettiği onurlu bir görevi yerine getiriyorum. Kapitalist enternasyonalin gizli-açık tüm örgütleriyle pisliklerini ve onların yerli ortaklarını zevkle açığa vuruyorum... Dünyanın sahipleri hegemonlar çok yönlü uluslararası kurumlara dayanarak baskı ve sömürüsünü sürdürüyordu. Baskı, sömürü (artı-değer sömürüsü) üretim, mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinde, daha adil, daha eşit, daha özgürlükçü, daha demokratik bir dünya ideali için savaşım verenlere karşı uygulanıyordu. Sosyalistler, komünistler daha henüz enternasyonalist olamamış, mevcut sosyalist kuruluşlarını koruyamamışlardı; fakat hegemonlar enternasyonalizmi keşfedivermişlerdi. Ulusal kurtuluş savaşımı veren "Üçüncü Dünya Halkları"na "geri kalmış" ya da "gelişmemiş" sıfatları uygun görülüyordu. Bu halklar
da ne ulusal ve ne de sosyal kurtuluşlarını tamamlayabilmişti. "Küreselleşme" yöntemleriyle günümüzde hem eski sosyalist ülkeler, hem de "geri kalmış" veya
"gelişmemiş" sıfatına layık görünen ülkeler hegemonların çıkarları doğrultusunda ve yeni sömürgecilik anlayış ve bağlantılarıyla daha geri bir konuma getirilmişlerdir.
Egemen gerici güçler, "Aydınlanma Çağı"nın, bilimsel bilgi ve bilinçlenme sürecinin ve toplumsal kurtuluş çağının bütün kazanımlarını baskı, tehdit, işkence, keyfî ve fiilî infaz vb. yöntemleriyle geri almayı düşünmektedir. Toplumsal devrimleri, "sosyal devlet" ve "sosyal adalet" değer yargılarını hegemonlar bugün "YDD" adına birer birer geri almanın hesabı içindedir.
Hegemonlar bir yandan gizli cinayet şebekeleriyle, yerel ve mevzii savaşlar çıkarma yöntemleriyle, ezilen ve sömürülen emekçi halkları birbirine karşı kışkırtarak kullanmaktadır; öte yandan insanlığın kazanımları olan özgürlük, gerçek demokrasi, eşitlik vb. gibi kavramları asıl anlamlarından soyutlamaktadır; "Küreselleşme Çağı"nın zorunlu bir aşama veya süreç olduğunu vurgulayan hegemonlar, sistematik işkencenin başka biçimde devamı için okullar açmakta, eleman yetiştirmekte en hain yöntemleri denemektedir.
İşkence olgusu, evrensel ölçekteki egemen gerici sermayenin gücünün kırılmasıyla, insanı insan yapan eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum ütopyasının ete kemiğe bürünmesiyle ancak ortadan kalkabilecektir. Kapitalist anarşi yerli yerinde kalacak sermayenin mafyalaşması, talan ve yağma düzenlerine dokunulmayacak, "YDD"nin yeni sömürgeci emperyalist niyeti kınlamayacak, ölüm tüccarlarının fabrikaları üretime devam edecek ve fakat işkence yeryüzünden kalkacak?! İşkencenin ideolojik ve sınıfsal karakterine değinmeden sözüm ona yapılan "işkence karşıtı" söylemler bize hiçbir şey anlatmıyor. Çünkü bizzat en büyük işkencecileri eğitip yetiştiren ABD, "İnsan Haklan" ve "İşkenceye karşı" örgütleri doğrudan finanse ediyor, CIA ve AID kanalıyla... Emperyalizmin bu ikiyüzlülüğünü açığa vurmadan, anılan örgütler ağıyla ne insan haklan savunulur, ne medenî haklar ve ne de işkenceye karşı savaşım yerli yerine oturur. Egemen gerici güçlerin ideolojik, sınıfsal kimliği araştırılıp sorgulanmadan yapılan insan haklan ve işkence karşıtı savaşımların sonuç alması düşünülemez. Tutarlı bir savaşım, ancak egemen gerici güçlerin sınıfsal yapısı karşıya alınarak yapılmalıdır. Bu savaşım çok yönlü ve karmaşık, fakat anlaşılabilinir açıklıkta ve onurlu biçimde verilmektedir.
Düzenin sistematik bir uygulaması olan işkence olgusuna bireysel bir olgu olarak
bakamayız. Emperyalizm, oltasına taktığı bütün ülkelerde, hegemonyasını sürdürmek ve çıkarlarını korumak için gerektiğinde her yola başvurmaktadır. İşkence, fiilî infazlar, insanların ortadan kaldırılması, terör olayları, başvurulan yöntemlerden sadece birkaçıdır. Türkiye'deki işkence uygulamaları dünya genelindeki uygulamalarla benzerlik- göstermektedir. Çünkü sistem ve mekanizma aynı amaca kurguludur. Emperyalizmin ya da bugünün deyimiyle "küreselleşme"cilerin denetimindeki okullarda, istihbarat örgütleri denetiminde ve finansmanında tüm dünya ülkelerine darbeci, provokatör, sabotajcı, devlet teröristi, "Teknik Sorgulayıcılar, işkenceciler yetiştiriyor. Tüm dünyaya işkence aletleri pazarlıyorlar... Pek çok kitabımda tekrarladığım kimi konulan burada özetlemek istiyorum: Genel deyimiyle bu okullara "School of the America' s" SOA denilmesine karşın başka isimlerle kurulmuş olanları da vardır.
—İlk okul Panama'da 1946 yılında kurulmuş olup 1984 yılına kadar Latin
Amerika'daki tüm faşist darbecileri, sağcı AAA simgeli ölüm mangası liderlerini ve işkenceli sorgulama timlerini yetiştirmiştir.
—Panama’daki okul ABD'de Columbus kentinde Fort Benning garnizonunda bulunan ABD piyade okulu içine taşınmıştır. Fort Benning'teki SOA'da aynı türden insanlar tüm ABD kıt'asını içine alacak şekilde işlevini sürdürmektedir.
—Bu amaçla kurulan okulların en büyüğü ve etkin olanı ABD'nin Kuzey Caroline
bölgesi'nde Fort Bragg'ta konuşlandırılan J.F. Kenedy Özel Savaş Okulu olup tüm dünyaya hitap etmektedir.

Bu tür okulların Avrupa ayağı Almanya'nın küçük bir kasabası olan
Oberammergau'da:
—Ayaklanmaları Bastırma Okulu ve
—İstihbarat Okulu adı altında NATO ülkelerine hitap etmektedir.
Dünya Medyası'nda bu okullara:
—Darbeci, suikast ve cinayet okulları da denilmektedir.
ABD'de yoğunlaşan tepkiler üzerine Temsilciler Meclisi ve Senato'da yapılan tüm
girişimler sonuçsuz kalmıştır.

Dünyada ve ülkemizde işkence sürüyor. Küreselleşmeciler işledikleri cinayetlere
yasal kılıf uydurma girişimlerini sürdürecek kadar azgınlaştılar.
Dünyada pek çok devrimci insan, kırda, kentte, ceza evinde, işyerinde, üretimde,
okulda, çeşitli ve çok yönlü baskı, tehdit ve işkence altındadır. İşkenceye karşı
savaşımda risk ve sorumluluk alanlara sahip çıkmamız, onları kavgalarında yalnız bırakmamamız gerekiyor.
Burada güncel olduğu için yalnızca birine yer vermek istiyorum; bu konuda
kavgamıza omuz veren herkesi yüreklendirmek ve selamlamak istiyorum:
Türkiye'de bu konuya ilk kez ciddiyetle eğilen "TBMM İnsan Haklan İnceleme
Komisyonu" başkanı Dr. Sema Pişkinsüt görevden alınmış, 1974'lü yıllarda işkenceyi engellemek vaadi ile iktidara gelen "Karaoğlan" Ecevit yandaşlarınca 29 Nisan 2001 günü yapılan DSP kongresinde tartaklanarak susturulmuştur.
TBMM İnsan Haklan İnceleme Komisyonu Eski Başkanı Dr. Sema Pişkinsüt ve
arkadaşlarının onur savaşımlarının kutluyor, daha ileri adımlar atmalarını diliyor ve destekliyorum.

Dr. Sema Pişkinsüt'ün rol ve sorumluluk aldığı değerli çalışmaları, şöyle sıralanabilir:

TBMM İnsan Haklan İnceleme Komisyonu Raporu:

1. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Şanlıurfa raporu, 1998–2000.
2. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Erzincan raporu, 1998–2000.
3. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Erzurum raporu, 1998–2000.
4. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Elazığ raporu, 1998–2000.
5. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Tunceli raporu, 1998–2000.
6. Soruşturma ve Kovuşturma İstanbul raporu, 2000.
7. Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi raporu 1998–2000.
8. Elazığ Çocuk Islahevi raporu, 1998–2000.

KURMAY SUBAYA İŞKENCE(*)

(...) Evet, Talat Turhan Atatürk devrimcisi idi. Satılmıyordu; evinde otursa iyi idi...
Büyüklerimize zaman zaman dil de uzatıyordu. Hesabına bakılmalı idi. Fırsat bu
fırsattı...
İstanbul'un tüm yetkili kademelerinde oturan kişilerin çoğuyla, Harp Okulu ve Kara Harp Akademisi mezunu olarak ya da "Silahlı Kuvvetler Birliği'nden" ortak yanımız vardı.
Ve de evim 3-4 Temmuz 1972 gecesi, bir işgal ordusunun yapamayacağı kadar
çirkin, ayıp, utanç verici bir aramaya tabi tutuluyordu. Tüm Harp Okulu ve de tüm Harp Akademileri mezunlarının ve de eski "Silahlı Kuvvetler Birliği" örgütü
arkadaşlarımızın bilgilerine...
Arabamız gecenin sessizliğinde çabuk erişti Kadıköy'e. Kaymakamlık binasının
önünde indik. Burada arkası kapalı, tenteli bir kamyonet bekliyordu. Bu kamyonete bindirildim. Gözlerim siyah bezden bu amaçla yapılmış, bir bantla kapatıldı. Ellerim kelepçelendi. Daha Önce de iki er silahlarını üzerime doğrultmuşlardı esasen... O sırada bir ses duydum. Bu sesin sahibi evimde arama yapanlardan biriydi. Oldukça içerlemişti bana adam... Nasıl olur da, hem de Sıkıyönetim içinde bize haktan, hukuktan, kanundan bahseder diye... Tabii bu kadar yüzeysel de değil. Belki bir şebekenin adamıydı ve belki de o şebeke bana karşı idi; belki, karşı-devrimciydi, belki faşist veya hilafetçiydi... Anlaşılıyordu ki bir görevli değil, bir intikamcı, bir düşmandı...
Ne olduğu bilinmeyen kişi erlere soruyordu:

—Kıpırdıyor mu?" ve ekliyordu.
(*) Bknz.: -Talat Turhan, Bomba Davası Savunma 2 İşkence, s. 91-146, 1986. Talat Turhan'ın Savunması, Klasör: 2-1975.
- "Kıpırdarsa parayla mı verdiler vurursunuz..." Bu birinci fasıl...
Araba hareket etti. Ve beni "Milli İstihbarat Teşkilatı"na ait olduğunu ve "Erenköy"de bulunduğunu sandığım eski bir köşke sorgulama bürosuna getirdi. Onlar bunun farkına varmayayım diye gecenin karanlığında, kapalı bir araba içinde gözlerimi bantlamışlar dı ama...
Burada, aylardan beri, özellikle Mahir Cayan ve arkadaşlarının hapishaneden kaçma olayından sonra, insanlık dışı, çağ dışı bir işkence sürdürülüyordu. Uğraşı Türkiye'nin sorunları üzerine düşünmek ve davranmak olan bir kimse için, bu barbarlığın ve bu yerin bilinmemesi olanaksızdı.
Esasen, ta 1961'lerde bana MİT'in İstanbul Bölgesi Başkanlığı önerilmişti. Buna ait belgeyi sicil dosyamda bulmak mümkündür. Ben bu görevi kabul etmemiştim. Ne büyük öngörü değil mi? Belli olmaz, eğer o zaman peki deseydim, bugün belki bende işkenceciler arasında bulunacaktım.
Evet, şimdi bu yerde bana işkence yapılıyordu... Nereden, nereye değil mi? Ama ben yine de memnundum yerimden. Bu asırda işkence yapanlar safında bulunmaktansa, işkence görenler arasında olmayı yeğ tutardım.
İki el kıskaç gibi kollarımı sıkıyordu. Her hareket bilinerek yapılıyor ve yapıcıları
rollerini doğrusu çok iyi öğrenmiş bulunuyorlardı.

Birkaç merdivenden çıkarıldım. Sağımda solumda bulunanlar rahat yürüyorlardı.
Sonradan gördüğüme göre beyaz mermerli giriş merdivenleri idi bunlar... Sonra dar merdivenlerden indirilip bodrumda bir odaya götürüldüm. Gözlerim açıldı.
İçeride sivil elbiseli iki yeni insan vardı. Ellerimdeki kelepçeler çözüldü. Biri uzun
boylu, Boşnak tipli, kır saçlı, sfenks gibi bir adamdı. Yaptığı işten memnun muydu değil miydi, anlaşılması olanaksızdı. Saat 01.00 günlerden 4 Temmuz 1972... Ve beni bu çilehanede Amerikan Kurtuluş Bayramı'nı kutlamaya getirmişlerdi herhalde...

Bir siyah levha üzerine, tebeşirle tarih ve ismim yazılmıştı. Tarihte 3 Temmuz 1972 yazıyordu. Oysa gün 4 Temmuz 1972 olmuştu. Değiştirilmesini istedim, gün tarihi olsun diye(!)
.. Ama sanırım karşımdakinin kültürü ne demek istediğimi anlamaya yeterli değildi.
.. Aslında kültürü ve insanlığı olsaydı herhalde ekmek parasının böylesine tenezzül etmezdi...

Elime bir levha tutuşturuldu, göğsüme koymam istenildi, "Bay Sfenks" fotoğrafımı çekti. Daha sonra bu kişinin başka görevleri de olduğunu görecektim.
Fotoğraf bir cepheden, bir de yandan çekildi. Tabii yandan çekilirken levha
konulamıyordu. Bay Sfenks'in görevi bitmiş ve gitmişti. Odaya bir berber girdi.
Saçlarımı bir no’lu makineye vurdu. Berber gitti. Burada mesai 24 saatti... Doğrusu gece gündüz "vatan kurtarmak için"(!) çalışıyorlardı. Ona göre ödenekleri vardı. Ama bu ödeneklerden berbere bir pay düşmezdi. Çünkü o, bir ere benziyordu. Onun da baş tıraşı benim gibiydi. Kafasının içindekiler tabii bilinemezdi. Görevini bitirdi ve gitti. Öteki sivil şahıs, benim boyumda, zayıf, yaptığı işten pek memnun görünmeyen, çok içtiği anlaşılan, sigaradan dişleri paslanmış hatta çürümüş bir insandı.

Daha sonra köşk görevlileri içinde bu adamı beğenecektim. Ceplerimde ne varsa
boşlatmamı istedi ve öyle de yaptım. Bir zabıt ta tuttu. Sonra askerlere hastanede verilen cinsten pijama getirdiler. Bana soyun dediler. Bir don ve bir gömlek kaldım. Bu pijamaları giyecektim. Oysa ne olur ne olmaz diye, evden ayrılırken bir küçük bavul hazırlanmış içerisine pijama da konulmuştu. Fakat buranın kendine özgü bilimsel(!) işkence metotları vardı. Bunlar, ara nağmeleri idiler. Pijamaları giydim. Bu arada bir soru sormam gerekti karşımdakine. Beni tersliyordu: "Sen askersin, buranın da askeri bir yer olduğunu anladın herhalde, bana kumandanım diyeceksin(!)" Biz Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ayrılalı doğrusu epeyce mesafe alınmıştı anlaşılan... Ama ben, buranın hâlâ askeri bir yer olduğuna inanmak istemiyordum. Asker pijamalarını giydim. Ne de olsa eski bir askerdim. Askerin hâlâ her şeyini severdim. Hatta bu eski, kirli pis ve en adi cins bezden yapılmış pijamasını bile... Bu seremoniyi bir diğeri izledi. Ellerime zincir, ayaklanma pranga vurulması... Bir zincir getirildi. Bu zincir 3 mm kalınlığında ve 3 cm Tik birbirine geçen 18 halkadan oluşmuştu. Tüm uzunluğu 45 cm kadar idi. Arta kalan uzunluk zincir baklalarının birbirine geçmesinden azalıyordu. Bu zincir, bir 8 yaparak bileklerime sarıldı ve iki bilek arasına bir kilit vuruldu. Normal büyüklükteki bir asma kilitti bu. Markasını bulamadım. Katmer katmer maden parçalarından yapılmıştı.

Üzerine bir kağıt ve bant yapıştırılmıştı. Kilidin numarası 18 idi. Savcıya böyle bir
zincir takarak bir saatlik bir deney yapmasını salık veririm. Bilekler ve kemikler,
zaman geçtikçe sızım sızım sızlayacak yatma pozisyonum buna uydurulacaktı. Tabii, insan deneyle en iyisini buluyordu. Akıl bu deney için yaratılmamıştı ama, buna da yarıyordu. Sonra da odada bulunan tek kişilik somya üzerindeki, nasıl olacağı kolayca tahmin edilen bir yatağa yatmam istendi. Daha sonra, bu yatağın pek konforlu(!) olduğunu anlayacaktım. Yattığımda yeni bir zincir getirildi. Bu zincir ellerim dekiler ile aynı cins idi. Uzunluğu 105 cm kadardı; fakat biraz daha büyük bir asma kilitle bağlandı. Kilidin öteki ucu sol ayağıma dolanıyordu. Dolanan kısım 30 cm kadardı; ayaktaki kilidin numarası 49 idi. Böylece, peşrev kabilinden sayılan ikinci işkence aracını görmüş oldum. Bilekleri birbirine bağlayan zincir, zincirleri birbirine bağlayan 18 no’lu kilit ve de ayağa bağlanan pranga...

Oda korkunç bir rutubet ve küf kokuyordu. Bu mevsimde bodrum katı da olsa böyle rutubet olmazdı ama dışarıdan bu amaçla devamlı su dökülürse neden olmasın dı.
Burada da öyle yapılıyordu herhalde!..
İçerideki kişi, yanımdaki komedinin üzerinde duran plastik, üstü açık sürahiden suyu bu rutubetli yerin, köhneleşmiş ahşap tabanına bir güzel serpti. Herhalde serinleme mi düşünmüyordu. Komedinin üzerinde duran plastik, pis küçük bir su bardağının yarısını da bana bıraktı... 

Besbelli bu da bir yöntemdi. Kapı üzerime kilitlendi. Kapatıldığım odada yapayalnızdım.


17 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder