ADNAN MENDERES etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ADNAN MENDERES etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2019 Perşembe

YASSIADA BROŞÜRLERİ

YASSIADA BROŞÜRLERİ


27 Mayıs-Yassıada cinayetleri-Taha Akyol 

Nazlı Ilıcak’ın 27 Mayıs’ı savunan ve karşı çıkan 37 kişinin ‘sözlü tanıklığını’ tarihe aktaran “27 Mayıs Yargılanıyor” adlı kitabı, darbenin 50. yılında yeniden raflarda.
Nazlı Ilıcak Türkiye’de 27 Mayıs’ı ‘yargılayan’ ilk gazetecilerden biridir; diğeri de rahmetli Tekin Erer’di. Nazlı Ilıcak’ın “27 Mayıs Yargılanıyor” adlı kitabının özelliği, mülakatlardan oluşması, belge niteliğinde olmasıdır.
Önce 1974’te Tercüman’da tefrika edilmiş, 1975’te iki cilt halinde kitap olarak yayımlanmıştı. Şimdi Doğan Kitap tek cilt halinde yeni baskısını çıkardı. 
Ilıcak kitabında hem darbecilerle ve darbe yanlılarıyla hem darbenin mağdurlarıyla görüşmüş; onun için belge niteliğinde.

Toker’in yazdıkları,

Ilıcak’ın kitabında görüyorsunuz; zaman içinde görüşler nasıl değişip olgunlaşıyor. Metin Toker, 1974’te Ilıcak’a yaptığı açıklamalarda ateşli bir DP düşmanı ve 27 Mayıs yanlısı... Ama sonra “Kantarın topuzunu kaçırmıştık” diye özeleştiri yapacaktır. 1974’te Metin Toker’e Menderes dönemindeki kalkınmayı soran Nazlı Ilıcak Toker’den şu cevabı alıyor:
“Normal bir seyir içinde kalkınma zaten olacaktı, hangi hükümet gelirse gelsin kalkınma meydana gelecekti...” (Sf. 38)
Halbuki merhum Metin Toker, on beş yıl sonra kaleme alacağı kitabında şunları yazacaktır:
“Adnan Menderes ‘bütün memleketin bir şantiye haline geldiğini’ söylüyordu. Doğruydu. DP yöneticilerinin, özellikle Adnan Menderes’in CHP’lilere nazaran daha büyük düşündükleri, daha geniş ufka sahip oldukları reddedilemez...” (“DP’nin Altın Yılları”, Bilgi Yayınevi, 1990, sf. 240-241.)

Darbe meşru mudur?, 

Nazlı Ilıcak’ın kitabındaki tarihsel belgelerden biri, medeni hukuk profesörü Muammer Aksoy’un söyledikleridir. Merhum Aksoy, ihtilal mahkemelerinin kurulabileceği, geriye yürüyen ceza kanunu çıkarılabileceği yolunda fetva verenlerden biriydi. Ilıcak’ın bu konulardaki sorusuna cevap verirken hâlâ aynı görüşü savunuyor. 
Hukukun bu temel ilkelerinin “demokratik düzenin normal işlediği zamanlarda tatbik edilecek bir kural olduğunu” söyleyebiliyor! 

Darbe meşru mudur? 
Aksoy “Hitler’in rejimini veya Stalin’in rejimini tasavvur edelim” diyerek başlıyor darbeyi savunmaya!
Çok ilginç bir yön, Aksoy’un bu fikirleri 27 Mayıs günlerindeki kadar ateşli ve coşkulu savunmayışıdır. Hatta suçu darbecilerden Orhan Erkanlı’ya yüklerken, 
darbecilerin nasıl baskı yaptıklarını da ‘ifşa’ ediyor:
“Cezaların ağır olması ve mümkün olduğu kadar çok kişinin cezalandırılması için olağanüstü çabalar göstermiş, adeta çırpınmış bir kişiydi. 
Durmadan fetva toplamak için çalışmış ve aradıklarının çoğunu elde edemedikçe kızmış, lisan-ı münasiple tehditlerde bulunmuştur.” (Sf.129)
Aksoy keşke yaşasaydı, görüş değiştirmez miydi?

Tahkikat Komisyonu,


27 Mayıs’ın en önemli gerekçesi olarak Tahkikat Komisyonu gösterilir. 
Menderes Meclis’te Tahkikat Komisyonu kurarak CHP’yi kapatıp diktatörlüğünü ilan etmek istemişti. 
Komisyon’a yargı yetkisi bile vermişti! İddia böyle.


Ilıcak’ın kitabında DP’lilerin bu konudaki görüş ve savunmaları var.
Mesela Ahmet Hamdi Sancar DP hakkındaki korkunç iddiaları anlatıyor: “Menderes ve arkadaşları çaldıkları milyonları Avrupa bankalarına yatırmışlardı. 
Gençleri öldürtüp kıyma makinelerine göndermişlerdi. Türk kadınlarını Amerikan askerlerine peşkeş çekiyorlardı. 
Anadolu’yu parselleyip Ruslara satıyorlardı! 
Harp Okulu öğrencilerini imha edeceklerdi...(Sf. 292)”
Tahkikat Komisyonu, bu yalanların gerçek yüzünü ortaya çıkarıp seçimlere gitmek için kurulmuştu. “Anayasa ihlali, vatan ihaneti gibi iddialar işte budur!” (Sf. 293)
Tahkikat Komisyonu’nda görev yapan Nusret Kirişçioğlu, komisyonun raporundan uzun alıntılar yaparak CHP’yi kapatma gibi bir düşüncenin olmadığını kanıtlıyor. 
Raporda İnönü’ye itidal tavsiye edilerek seçime gidileceğinin vurgulandığını ortaya koyuyor. Komisyonun sadece ‘soruşturma ve tedbir’ yetkisinin olduğuna, 
yargıya ait ‘hüküm’ yetkisinin komisyonda bulunmadığına dikkat çekiyor. Demek ki Komisyon Anayasa’ya aykırı değildi. (Sf. 387-394)
27 Mayısçı ve 27 Mayıs’a karşı 37 kişinin ‘sözlü tanıklığını’ tarihe aktaran bu fevkâlade değerli belge-kitap için Nazlı Ilıcak’ı tebrik ediyorum. 

27 Mayıs ve yargı,

Turkiye 27 Mayıs’a nasıl geldi? Hem Menderes ve Bayar’ın hem İsmet Paşa’nın büyük hataları oldu. Siyasi tercihlere göre ‘öbürü’nü daha kusurlu bularak tartışmak mümkündür.
Ama iki husus var ki, olaylarla doğrulanmış gerçeklerdir:
-  27 Mayıs, kendisinden sonraki cuntalara, darbe teşebbüslerine, darbelere, hatta ‘silahlı devrim’ hareketlerine yol açtı. Çünkü meşruiyetin kaynağını “seçim” kavramından “devrim” kavramına kaydırdı.
-  27 Mayıs, yargıyı politize etti; yargıyı ideolojisine göre yapılandırdı. 
Demokrasi üzerinde ‘yargısal vesayet’i 27 Mayıs kurdu. 
Ben bugün bunun üzerinde duracağım.

‘Devrim hukuku ,

27 Mayıs’ın “devrim” sayılması, klasik darbelerin ötesinde bir ‘devrim hukuku’ anlayışına yol açtı: Masumiyet karinesi, doğal hâkim, cezaların geriye yürümezliği gibi temel hukuki prensipler “devrim dönemleri”nde geçerli olmazdı! Bunu koca koca profesörler söyledi!
Merhum Abdi İpekçi’nin anlattığı gibi, bu ‘hukuk profesörü’ne göre:
-  DP’lilerin hepsi, aksi ispat edilene kadar suçludur! Masumiyet karinesi normal zamanlarda geçerlidir, şimdi “devrim” zamanıdır, DP’liler bu kuraldan yararlanamaz! 
İmza: Ünlü medeni hukuk, idare hukuku, anayasa hukuku prof.ları!
İhtilalciler serbest bıraktıkları DP’lileri de bu ‘fetva’ üzerine yeniden tutuklayacaklardı!
-  Doğal hâkim ilkesi normal zamanlarda geçerlidir, şimdi devrim zamanıdır! DP’lileri yargılamak için özel mahkemeler, devrim mahkemeleri kurulabilir! 
Yassıada Divanı böyle kuruldu. Bu görüşe sadece ceza hukukçusu Prof. Tahir Taner karşı çıkmış, medeni hukuk Doçenti Muammer Aksoy ise Prof. Taner’i ‘inançsız’ diye suçlamıştı; devrime inançsız!
-  Devrim dönemlerinde geçmişe yürüyen ceza yasası çıkarılabilir! DP’lilere yüklenen suç ‘anayasayı ihlal’di ve cezası idamdı. Yargılanan 588 kişiye bu ceza verilebilir miydi?! Anayasayı ihlal suçuna ikinci derecede (fer’an) iştirak diye bir suç uydurdular ve bunu geçmişe yürüterek 400 kadar DP’liye bu suçtan ceza verdiler!
Bu korkunç ‘fetva’lardaki imzalar birer kara lekedir. İsimleri merak edenler Abdi İpekçi ile Ömer Sami Coşar’ın “İhtilalin İç Yüzü” adlı kitabına bakabilirler! 
(Sf. 276, 316-323) 

‘Bağımsız’ Yargı

Yassıada Mahkemesi bu fetvalarla kuruldu; başkanlığını Yargıtay Başkanı Recai Seçkin kabul etmedi çünkü hukuka aykırı buluyordu. 
Mahkeme başkanlığına getirilen Salim Başol’un şu sözü yargılamanın niteliğini göstermeye yeterlidir:
- Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.
Darbeciler, evet Anayasa Mahkemesi’ni kurmakla iyi ettiler ama Salim Başol’un üye yapılması ve Anayasa Mahkemesi’nin 27 Mayıs’la ve DP’lilerle ilgili konularda verdiği birçok karar, bu mahkemenin nasıl kadrolaştırıldığının kanıtıdır.
Bununla yetinmediler! Danıştay üyelerinin yarısını, vatandaşın günlük işleriyle ilgili davalara bakan Yargıtay’da ise üyelerin altıda birini ve adli yargıda 520 hâkim ve savcıyı ‘emekliye sevk’ yoluyla tasfiye ettiler. Böylece “27 Mayıs Devrimi”ne uygun bir yargı yapılanması yarattılar.
Hizaya getirdikleri bu yargıya da sözüm ona ‘bağımsızlık’ verdiler.

‘Devrimci Yargı’,

Yargıtay başkanlarının Adli Yıl açış konuşmalarında geleneksel olarak sadece ‘hukuki’ konuşma yaptıkları halde, 1960’ların ortalarından itibaren ‘devrimci’ siyasi konuşmalar yapmaya başlamaları tesadüf değildi.
Dostlar arasındaki sohbette bile “Menderes iyi adamdı” demenin suç olduğuna hükmeden Yargıtay, bu ‘yapılandırılmış’ Yargıtay’dı.
Merhum Ecevit’in 1970’lerde “Yargı devrimcilerin elindedir” sözleriyle tanımladığı da 27 Mayıs’ın yapılandırdığı yargıydı! (Atatürk ve Devrimcilik, sf. 106)
Şu iki eseri okumadan 27 Mayıs’ın günümüze kadar uzanan tahribatını anlamak mümkün olmaz:

- Nazlı Ilıcak, 27 Mayıs Yargılanıyor, Doğan Kitap 2010.
- Dr. Osman Doğru, 27 Mayıs Rejimi, İmge Kitabevi 1998.

İnönü ve İhtilal,

İSMET Paşa 27 Mayıs darbesinin neresindedir?    
İsmet Paşa’nın ordu üzerindeki etkisini anlatmaya gerek yok. 
Böyle bir şahsiyetin, Adnan Menderes’i, 1954’te petrol ve yabancı sermaye kanunları yüzünden ‘vatanı satmakla’ suçlaması elbette subayları etkilemiş, 
cunta çalışmaları o sıralarda başlamıştır.

Fakat Güneri Cıvaoğlu’nun haklı olarak belirttiği gibi, İsmet Paşa hiçbir zaman askere “ihtilal örgütü kur” demiş değildir.
Ancak bu gerçek, İnönü’nün, üstelik ordu üzerindeki büyük nüfuzuyla, “ihtilale yeşil ışık yaktığı” gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Karşılıklı Paranoyalar.,

Türkiye’nin 27 Mayıs felaketine sürüklenmesinin sorumlusu hem muhalefet hem iktidardır. Erdal İnönü ile birlikte SODEP’i kuran değerli araştırmacı 
Tevfik Çavdar’ın da belirttiği gibi, İsmet Paşa ve CHP yıkıcı, tahrikçi bir muhalefet yapmıştır.

Menderes’in bakanlarından Rıfkı Salim Burçak’ın yazdığı gibi de Menderes ve Bayar buna sertlikle, baskıyla karşılık verme hatasını işlemişlerdir.
DP’nin paranoyası, İnönü’nün orduya darbe yaptıracağıdır. Önlemek için muhalefete, basına ve yargıya ağır baskılar uygulamışlardır!
CHP’nin paranoyası ise DP’nin diktatörlük kuracağıdır. Önlemek için gençliği ve orduyu tahrik etmişlerdir!
Birbirlerini körükleyerek 27 Mayıs’a gelinmiştir!

İhtilale yeşil ışık,

Olayların en yakın tanığı olan rahmetli Metin Toker, “İsmet Paşa’yla On Yıl” adlı kitabının ilk baskısında, “Ordu+CHP=İktidar” formülünün gerçek olduğunu yazar! (Cilt 3, sf. 101)
Yine Metin ağabeyin yazdığı gibi:
“İhtilale yeşil ışığı onun (İnönü’nün) yaktığı bir gerçektir...” (Cilt 2, sf. 237)
Askerlere emir vererek değil elbette... 
İki tarafta da karşılıklı paranoyalar zirveye tırmanırken, İsmet Paşa’nın “Şartları gerçekleşirse ihtilal meşru olur” sözünün subaylar üzerindeki etkisini tahmin 
etmek zor değildir.
O dönemde meşhur bir “kıyma makineleri” fısıltısı vardır. Menderes yüzlerce genci öldürtmüş, izlerini yok etmek için cesetlerini kıyma makinelerinden geçirtip hayvan yemi yaptırmıştı!
İnönü bunu araştırmak için CHP bünyesinde bir komisyon kurdurur! Komisyon haftalarca çalışıp raporunu hazırlar: Bu fısıltı tamamen yalandır!
Komisyon Başkanı Kamil Kırıkoğlu, raporu İsmet Paşa’ya takdim eder... İsmet Paşa’nın tepkisi:
“Olmaz! Yoktur demeyeceksiniz! Vardır imajı vereceksiniz!” (K. Kırıkoğlu, Anılar, sf. 103)

Tarihte İnönü,

İsmet Paşa Cumhuriyet tarihinde şiddet kanunu olan Takrir-i Sükun’un uygulayıcısıdır ama demokrasiye geçiş gündeme geldiğinde her zaman Atatürk’ten daha istekli oldu. Takrir-i Sükun’u ve İstiklal Mahkemeleri’ni kaldırmaya Atatürk’ü ikna eden İnönü’dür.
1946’da demokrasiye geçişte iç ve dış şartların rolü çok önemlidir ama İnönü bunu isteyerek de yapmıştır.
Albay Talat Aydemir’in 1962 ve 1963’teki darbe teşebbüslerinin ancak Başbakan İnönü’nün tarihi şahsiyetinin ağırlığıyla bastırıldığı bir gerçektir. 
Zaten kendisine karşı yapılacak bir darbeye “yeşil ışık” yakması düşünülemezdi.
Bunlar doğru ama 27 Mayıs darbesine yeşil ışık yaktığı, hatta siyaseten ortamını hazırladığı da bir gerçektir. 
Menderes’in idamını önlemek için Komite’ye mektup yazmakla yetinmiş olmasını bile ben ‘kusur’ sayarım.
Netice: Bütün darbeler yanlıştır; bütün baskı politikaları yanlıştır!

Hukuk ve yargı açısından 27 Mayıs

27 MAYIS Darbesinin de Menderes’le arkadaşlarının idam edilmesinin de temel gerekçesi “Anayasayı İhlal” iddiasıdır: 
Menderes Meclis’te CHP hakkında Tahkikat Komisyonu kurmuştu, bu şekilde CHP’yi kapattırarak diktatör olacaktı... 
27 Mayıs demokrasiyi kurtarmıştı!

27 Mayıs’ı Savunanların tezi budur.

Şimdi Demokrat Partililerin yargılandığı Yassıada Mahkemeleri’ne gidelim. 
18 Mayıs 1961 günlü duruşma... 
Tahkikat Komisyonu Başkanı DP’li Nusret Kirişçioğlu sorgulanıyor.
Kirişçioğlu, Tahkikat Komisyonu’nun nihai raporunu anlatıyor: 
CHP’nin kapatılması falan yok, sadece yıkıcı muhalefet yaptığına dair örnekler veriliyor, 

İnönü’nün bunları önlemesi isteniyor.
Fakat Yassıada’daki ‘devrim mahkemesi’nin Başkanı Salim Başol, diyor ki:
“İddiaya göre bu raporda varılan neticeler yumuşaktır. Kamuoyunun baskısı altında yumuşak olmuştur. 
Daha sert neticelere varılacaktı!” 
(Yassıada Zabıtları, Anayasa Davası, cilt I, sf. 440)

Adaleti hukukçular katletti!,

Mahkeme Başkanı Başol’un sözleri utanç vericidir! Toplam üç bin sayfa tutan mahkeme zabıtlarında böyle yüzlerce örnek vardır.
Bugün hiçbir hukukçu yüzü kızarmadan bunu savunamaz.
Yassıada Mahkemesi, delillere göre değil, İstiklal Mahkemeleri gibi, “olacaktı, yapılacaktı” tasavvuruyla, ‘niyet okuma’ metoduyla idam kararları vermiştir.
Menderes, Zorlu ve Polatkan bu yolla ‘siyaseten katl’ edildiler.
27 Mayıs darbesinin hukuk tarihimizdeki korkunç tahribatı, Yassıada faciasından ibaret değildir.

Hukuk profesörlerinin utanmadan “devrimler normal hukuk kurallarıyla bağlı olmaz” diyerek verdikleri fetvalarla İhtilal Mahkemeleri kuruldu, bu fetvalarla geriye yürüyen ceza kanunları çıkarıldı. Merhum Abdi İpekçi “İhtilalin İç Yüzü” adlı kitabında hukuk profesörlerinin bu utanç verici fetvalarını anlatmıştı. 
(Sf. 276, 317, 322)

Dahası, 27 Mayıs Danıştay ve Yargıtay’da hâkim ve savcı kıyımı yaptı. Anayasa Mahkemesi’ni de kendi kafasındaki yargıçlardan oluşturdu. 
Sonra da “yargı bağımsızdır” denildi!
Böylece adaletin en önemli ilkelerinden biri olan “yargının tarafsızlığı” da 27 Mayıs’ta katledildi!
Adalet, hâlâ çıkamadığımız bir dehlizin içine atıldı böylece.

Karşılıklı Saplantılar.,

Ben Menderes yanlısıyımdır ama bugün tarihten ders alınması için şunu belirtmeliyim: 27 Mayıs’a sürüklenmemiz de Menderes ve Bayar’ın da İnönü’nün de veballeri vardır.
İnönü’nün ‘vatanı satıyorlar’ propagandası daha 1955’te orduda cuntaların kurulmasına yol açtı. Aynı sebepten Kemalist gençlik ve Kemalist üniversite militanlaştı.
Metin Toker “İnönü ihtilale yeşil ışık yaktı!” diye yazmıştı. (İsmet Paşa’yla On Yıl, Cilt 2,  sf. 237)

Çünkü İnönü, Bayar ve Menderes’in diktatörlüğe gittikleri saplantısına kapılmıştı...

Bayar ve Menderes ise “yalan haberleri, ihtilal tahriklerini önleyeceğiz” diye basın ve muhalefete gittikçe ağırlaşan baskılar yaptılar. 
Çünkü İnönü’nün daha 1950’lerin başından itibaren ihtilal hazırladığı saplantısına kapılmışlardı...
Karşılıklı vehim ve sert kavgalarla yuvarlanan kartopu çığa dönüştü, Türkiye 27 Mayıs darbesinin altında kaldı, seçimlere gideceğini açıklamış meşru 
iktidar süngüyle devrildi! Adalet katledildi!
Elli birinci yılında 27 Mayıs’ı kınıyorum.

Yassıada Cinayetleri,

KÜLTÜR  ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ı telefonla kutladım, kamuoyu önünde de açıkça kutluyorum; “ Yassıada Demokrasi Müzesi ”  projesi için...
Daha önce bu köşede birkaç defa yazdığımız dileğimi, Günay’a da ilettim:
- Adnan Menderes’in sekiz ciltlik konuşmalarını, üzerinde akademik bir çalışma yaparak yeniden yayımlamak...
 Bu konuşmalar yirmi yıl önce Demokratlar Kulübü tarafından yayımlandı. O günün tekniğiyle yapılmış bir baskı... İndeksi yok, açıklayıcı notları yok... 
Üstelik çoktan tükendi.
‘Akademik edisyon’ niteliğinde yeni baskısının yaptırılması fikrini Sayın Günay çok olumlu buldu, fakat haklı bir tereddüdü var:
- Nihayet siyasi bir liderin konuşmalarını bizim yayımlamamız doğru olur mu, bakmam lazım. Ama belge yayını, akademik araştırma, müzenin çeşitli 
materyallerle zenginleştirilmesi gibi çalışmaları muhakkak yapacağız.

 Meclis Yayımlasın,

 Bu durumda, aynı dileğimi TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek’e iletiyorum. Nitekim İsmet İnönü’nün konuşmalarını TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu 1993 yılında üç büyük cilt halinde yayımladı; muhalefet lideri olarak yaptığı konuşmalar dâhil... Çok da iyi oldu.
Üstelik, Menderes artık bir parti lideri değildir; milli iradenin üstünlüğünün simgesidir...
Darbelere karşı olmanın simgesidir...
Yassıada’daki idamların, daha doğrusu “siyaseten katl”  cinayetinin bu sene 60. yıl dönümüdür. Menderes’in bütün konuşmalarını yayımlamak ‘zamanın ruhu’na da TBMM’nin işlevine de yakışır.
İnönü’nün TBMM tarafından 1993’te yayımlanan konuşmalarının ön sözünü Hüsamettin Cindoruk yazmıştı, iyi de etmişti...
“Menderes’in Bütün Konuşmaları” nı da TBMM yayımlamalı, ön sözünü Cemil Çiçek yazmalıdır.
Metinleri yayına hazırlamak için gereken akademik çalışmayı Adnan Menderes Üniversitesindeki akademisyenler yapabilir; çok da anlamlı olur.

Hukukun Düşkünlüğü,

 Bu meseleyi böylesine önemseyişimin tek sebebi, siyasi görüşlerim değildir. Daha önemlisi, “Yassıada yargılamaları” nın korkunç bir hukuk cinayeti olmasıdır.
‘Devrim’ adına hukukun en temel kuralları olan “tabii hâkim”  ve “geçmişe yürüyen ceza kanunu çıkarılamaz”  ilkeleri çiğnenmiştir! Avukatlar tutuklanmış, 
savunmalar kısıtlanmış, belgeler tahrif edilmiştir!
Demokrasi dönemimizde yargının yaptığı hiçbir hukuk ihlali, bu boyutlarda olmamıştır.
Fransa’da Binbaşı Dreyfüs’ün siyasi husumetle mahkûm edilmesine yazar Emile Zola isyan bayrağını açmış, çığ gibi büyüyen adalet mücadelesi sonunda 
Dreyfüs beraat ettirilmişti.
Bu, Fransa’da ‘devrimin hizmetindeki yargı’ geleneğinden, hukukun üstünlüğüne geçişin en büyük virajı olmuştu...
Celal Bayar’ın Kayseri Günlüğü ’nde yazdığı gibi, Yassıada’da yüzlerce Dreyfüs faciası icra edildiği halde bizde bir tane Zola çıkmamıştı! 
Aksine bu hukuk cinayetlerinin altında “hukuk profesörleri” nin ve “Yargıtay yargıçları” nın imzaları vardı! Aydınlar da alkışlamışlardı!
Şimdi idamların 60. yıl dönümünde, Türkiye’de Zola’ların artık mevcut bulunduğunu göstermenin zamanı çoktan gelmiştir.
Menderes’in konuşmaları yayımlanmalı... Yassıada Müzesi açılmalı... Altmış yıldır üç maymunu oynayan Hukuk Fakülteleri Yassıada yargılamalarını 
akademik araştırma konusu yapmalıdır...
Düzeltme notu:  TBMM elbette 23 Nisan 1920’de açıldı, dünkü yazımdaki “1923”  kaydı, düzeltmeyi gerektirmeyecek kadar açık bir ‘sehiv’dir.

Bir Darbenin Anatomisi Yassıada Broşürleri,

***

11 Şubat 2019 Pazartesi

KİM KÖŞKÜ DÜŞÜRDÜ.? 27 MAYIS 1960

KİM KÖŞKÜ DÜŞÜRDÜ.? 27 MAYIS 1960

27 Mayıs İhtilali’ni anlatan kitapların köşkün ele geçirilişiyle ilgili bölümleri tam bir karışıklık içinde kaldı: 

Müşerref Hekimoğlu:

“… Modern Eğitimli Muhafız Alayı ile korunan bir devlet başkanı nasıl böyle kolayca ele geçirilebilmişler, bu kolaylığı hangi plan sağlamıştı?” 

Sami Küçük köşke geldiğinde gördüğü ihtilalci subayları anlatırken satır aralarında ortalıkta dolaşan süvari erlerinden bahseder. Başlarında subayları olmayan süvari erleri! 

Sami Küçük elinde tomsonu Köşk’e girdi. Holde bir kalabalık. Bir sivil, Burhanettin Uluç ve… Sivili tanımadı önce. Sonra Bayar olduğunu anladı.” (a.g.e., s. 135) 

Oysa Albay Sami Küçük, 27 Mayıs İhtilalinin hemen ertesinde yaptığı açıklamalarda Süvari erleri ile “talim elbiseli bir iki subayı” gördüğünü yazılı olarak belirtmişti.

“Bu sırada Veteriner General Burhanettin Uluç, yalnız, elinde şapkası yaya olarak bu yoldan yukarı çıkmakta idi. Kendisine bilgi verdim.

Köşkün merdivenleri önüne gelince, benden daha evvel buraya gelen Kur. Alb. Emin Aytekin bana: “Celal Bayar teslim olacak. Üç subay isteniyor. Sen silahlısın, sen teslim al” dedi. Etrafıma bakınca yanımda Tank Bnb. Muzaffer Karan’ı gördüm. Onu ve bir de teğmen alarak içeri girdim.

İçerde bir sivilin etrafında 10 kadar süvari eri ile talim elbiseli bir iki subayı ve o siville münakaşa eden General Burhanettin Uluç’u gördüm. Erleri aralayarak sivilin yanına yaklaştım ve Burhanettin Uluç’a münakaşa zamanı olmadığını, kendisini götüreceğimizi, sağ koluna girmesini rica ettim, bende sol koluna girerek kendisini dışarı çıkardık. Bu sırada Muzaffer Karan ilk plan gereğince Celal Bayar’ı Harp Okuluna tankla götürmede ısrar etti ise de orada hazır bulunan Muhafız Alay Komutanının station vagonuna bindirerek Harp Okuluna getirdik.” 

Sonra bir köşk'ü kim teslim aldı kavgası sürüp gidecektir senelerce. Kazanılmış bir ihtilaldeki kendi mevcudiyetlerini ballandıra ballandıra anlatırlarken, biri 700 - 800 kişilik Süvari grubunu görmeyecek (Osman Köksal), diğeri atları gördüğünü söyleyecek fakat Subayların ve erlerin nerde olduğu belli değildi diyecek (Emin Aytekin), bir diğeri savunma hattının içinde Köşk'te Celal Bayar'ın yanında talim elbiseli iki subay ve on kadar Süvari erinden bahsedecek (Sami Küçük) satır aralarında. 

Görevini yapmaktan başka bir iddiası olmayan Yzb. Fethi Gürcan ve arkadaşı Yzb. Nusret Kocabey ise, isimsiz “Nefer” olmaya yatkın yapılarıyla, “devlet hiyerarşisini” parçalamışlardı ve artık ihtilalin hiyerarşisine uymanın gönül rahatlığı içindeydiler. 

Nusret Kocabey:

“Bu şekilde Burhanettin Uluç yüksek rütbeli bir general olduğu için onun komuta etmesini daha yerinde bulduğumuz için Devlet reisini Burhanettin Uluç’a teslim ettik. O da yanlarındaki harp okullularla beraber onu götürdüler. Ben birliğimi topladım. Fethi birliğini topladı. Oradan alayımıza biz geri döndük.

O gün, o civarda Sami Küçük’ten başka Milli Birlik Komitesi’nde yer alanlardan kimseyle karşılaşmadım. Yani Devlet Reisinin alınması, eğer ihtilalin oturmasında etken olarak olmuşsa, orada bu olaya gelişte Durmuş Çınar tankçı, Sami Küçük Milli Birlik Komitesinden, Fethi Gürcan, ben vardık. Başka kimseyi ben görmedim. Burhanettin Uluç. Onu söylemiştim. Onun dışında birliğiyle gelmiş veya Milli Birlik Komitesi içindeyken o çevrede olmuş olabileceklerden kimseyle karşılaşmadım. Sami Küçük’ü gördüm sadece.” 

En büyük sermaye temsilcisi, İş Bankası kurucularından, “sabık ve sakıt” Cumhurbaşkanı Celal Bayar, bir 27 Mayıs gecesi sabaha karşı çok iyi korunan Cumhurbaşkanlığı Köşkünden apar topar Yassıada'ya yollanmasının bilinçaltıyla ölünceye kadar “Bu kış komünizm gelecek” diye sayıkladı durdu.

27 MAYIS – İSTANBUL

İstanbul’da, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Harekat Dairesi Başkanlığı’nın emriyle harekat başladı.

Yani hiyerarşiye uygun bir ihtilal hareketiydi.

“26–27 Mayıs gecesi ben İstanbul Örfi İdare Kumandanlığı Harekat Başkan Muavini idim...”

Üniversite bahçesinde benim de katıldığım ‘harekat’ toplantısında, harekatın, çeşitli sebepler dolayısıyla (a.b.ç.), Örfi idare kumandanlığı karargahından verilecek kısa bir harekat emri ile başlamasını kararlaştırdık” 

Ateşli ihtilalci Orhan Erkanlı, harekat emrini alır almaz Tankları hedeflere doğru yola çıkardı.

“İlk aranan, Erkanlı’nın 3. Zırhlı Tugayı idi. Erkanlı sabredememiş, birliklerini yol üzerine çıkartmış, tankların motorları yarım saattir çalışmaya başlamıştı bile... Örfi İdare Karargahının ‘hareket’ emri gelir gelmez, jeep’ine atlıyor ve kafile şehre doğru yola çıkıyordu.” 

“Planlamaya göre Ankara ve İstanbul radyolarından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sesi aynı zamanda duyurulacak. İstanbul'da her şey saat gibi işliyor, telefonlar durmadan çalıyor, telin öbür ucundaki ses hedefin ele geçtiğini bildiriyor... Ama Ankara'dan haber yok hala.”

“… Radyo Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sesini duyurmaya hazırlandı. Hiç direnme olmadı ama Ankara'dan ses yok. Beklemek gerekiyor” 

İstanbul'da duruma tamamen hakim olunmuştu. Fakat, radyo yayınlarından Ankara'nın sesi çıkmıyordu.

Teyfik Subaşı:

“Bu düşüncelerle yorgun Harbiye'ye geldim. Harbiye'nin giriş kapısı, binanın merdivenleri, koridorlar velhasıl her taraf yüzlerce subay ile doluydu. Herkes, yakınlık derecesine göre, bir küme içinde yer almıştı. İhtilalin olduğu, bundan sonraki durumun ne olacağı, olayları ve hazırlığı bilmeyenlerce tartışılıyordu. Veya tam zamanı idi. Kotarılmış bir sonuçtan pay kapmak, hoş olurdu.

Ahmet Yıldız, Ordu Harekat Odası’nın kapısına iki nöbetçi dikmiş ve içeriye kimseyi aldırmıyordu. Ben bozulmuştum. Yüzbaşı Terzi'nin tepkisi daha da şiddetli oldu. Orhan Erkanlı'yı bulmaya çalışırken, bu gruplara da gözüm takılıyor ve bazı olayların tanığı oluyordum. Eğer Ankara'dan ses çıkmazsa, bizim halimiz ne olacaktı? Akıl satmaya kalkanların, bizi itham etmeyecekleri nereden belli idi? Konu bir yargılamaya dönüşse, kim birlik yürütmüş ise isyancı sayılacak ve hesabı görülecekti.” 

Aslında, ihtilali tasarlayan komite için İstanbul o kadar da önemli değildi. Esas hedefler ve “Siyasi İktidar” Ankara'daydı. Yoksa İstanbul'da sıkıyönetim yumuşak geçiyordu. Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Hukuk Fakültesi'nin duvarları Sıkıyönetim Komutanı’nın emriyle otomatik silahlarla tarandığı için, delik deşik olmuş ve öğrenci gösterileri engellenmişti. İstanbul'da ise Sıkıyönetim Komutanı bu kadar gayretkeş olmamıştı. 27 Mayıs sabahı da kolayca ihtilale “ikna” edildi.

Ankara'daki komitenin ihtilali başlatmak için ayak sürümesi, Orhan Erkanlı'yı gerekirse “İstanbul Hükümeti” kurma fikrine kadar sürüklemiş, fakat bu fikrinde yalnız kalmıştı. Dolayısıyla, 27 Mayıs gecesi de, yine her şey Ankara'da “çözümlenmek” zorundaydı. Ve Ankara’da çözümlendi.

27 MAYIS İHTİLALİ SABAHI

Genç subaylar, başarılarının rantını akılarına bile getirmeksizin, atlarına binip gün boyu halkın coşkulu tezahüratlarına katarak nameleştirdikleri nal sesleriyle ihtilalin coşkusunu Ankara sokaklarına yaymaya koyulmuşlardı. Komitenin planladığı darbe, gençlik ve halkla kaynaşarak dörtnala Devrim'e doğru koşuyordu.

Daima büyük bir fedakarlıkla bütün olayların içinde yer alan Teğmen Erol Dinçer, 27 Mayıs’ta ise, izinli olmasından da kaynaklanan bir irtibat kopukluğundan (irtibatı sağlayacak olan Tğm. Yılmaz Akkılıç Ankara dışında olduğundan), geç kalmıştı. İhtilal planları çerçevesinde Dinçer’in görevi, güvenmedikleri 43. Süvari Alayı’ndaki Keramettin Yüzbaşı’yı tevkif etmek ve onun bölüğünü alıp çıkmaktı. İrtibat kopukluğuna rağmen, ihtilalin başladığını anlar anlamaz hemen olaya katıldı.

Erol Dinçer: 

“27 Mayıs irtibat kopmuş durumda. Kurtuluş’ta evdeyim. Sabah kalktım bir baktım ihtilal olmuş. Baktım etrafta askeri öğrenciler var. Hemen durumdan görev çıkardım. Askeri tıbbiyeliler de harekete geçmişler. Onları örgütledim. Cebeci Karakolu’na el koydum. Öğrencileri görevlendirdim. Çevrede oturan Tahkikat Komisyonu üyelerini, DP Milletvekillerini filan toplamaya başladık. Sonra hemen alaya gittim. ‘Yahu’ dedim, ‘bana niye haber vermediniz?’ Hem irtibat kopukluğu, hem de 43. Süvari Alayı Komutanı’nı marangozhaneye kapatma önerime ‘ayıp olur’ diyen adamların etkisi falan...”

MENDERES’İN TUTUKLANMASI

Menderes 27 Mayıs günü Eskişehir'deydi. Hv. Alb. Muhsin Batur ve ihtilalci havacılar harekete geçmek için sabaha kadar “Radyo anonsunu“ beklemişlerdi. İhtilal tarihinin birkaç kez ertelenmesi nedeniyle emin olmak istiyorlardı. İstanbul ve Ankara radyolarından anonsları duyunca harekete katılmaya koyuldular.

İhtilal konusundaki tedirginlikleri nedeniyle, şehirlerinde bulunan Menderes konusunda hiç bir planları yoktu. Olsaydı, en azından Menderes ve yanındakileri gözleyecek, izleyecek bir tedbir almaları gerekirdi.

İhtilale katılmaya karar verdikten sonra yapılan organizasyon ayarlamaları yüzünden kaybedilen zamanda Menderes, Polatkan ve küçük çaplı maiyeti çoktan otomobillerle şehri terk etmişti.

Muhsin Batur ve ihtilalci havacılar, daha önceden yolları tutmayı da akıl edememişlerdi!.. 

İhtilalin Ankara ve İstanbul'daki başarısını öğrendikten sonra, Kütahya'daki Hava Er Eğitim Tugayı ile telefon irtibatı kurularak Menderes, Polatkan ve maiyetinin yakalanmaları sağlandı.

Böylece Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dan sonra Başkakan Adnan Menderes de tutuklanmış oldu.

Üniversite gençliği ve Ankara halkı, gördükleri subayları omuzlarında taşımakta, tezahüratları tüm caddelerde çınlamaktaydı. 

Memur kenti Ankara halkı, gençliğin dövüldüğünü görmüş, aydınların, gazetecilerin tutuklandığını izlemiş, İnönü’nün taşlanışında “Kurtuluş Savaşı kazanımlarına” karşı çıkıldığını hissetmişti. Ağaların ve tarikatların arkasında teşkilatlanmış kasabalı ve köylü öfkesinden ürkmüştü. D.P’ye ve yöneticilerine kızgındı. Bu belayı tepelemiş ordu gençliğini bağırlarına basmakta zerrece çekinmediler.

Ankara’yı bir bayram havası sarmıştı.

Damat Metin Toker de, hemen 27 Mayısçı olacak, fakat tıpkı Paşa kayınpederi gibi çağırdıkları gücü, “çağrılı güç”ü seyretmekten öteye gidemeyecekti. 

Metin Toker:

“ 27 Mayıs Öğleden sonra Ankara’yı gören herkes vicdanında en ufak tereddüt duymadan emin olmuştur ki, bu hareket beğenilen bir hareket olarak alkışlanmaktadır”. 

Menderes ve hükümetini istifa ettiremeyince az mı uğraşmışlardı İsmet Paşa ile birlikte, bu ihtilal için? Kendisi, bizzat İnönü'nün “Propaganda Şefi” idi. Ama, “damat”lıkla bahşedilen “şef”lik, “kayınpederin ömrü” ile sınırlı kalmaya mahkumdu. Türkiye hala “doğu”luktan çıkamadığı için, “yetenek” değil “yakınlık” önemliydi.

27 Mayıs sabahı, Paşa babasıyla birlikte, DP'nin devrilişini büyük bir şevkle izliyorlardı. İktidarın artık ellerinde olduğunu düşünüyorlardı. Halbuki, “uykusuz gecelerin” yaklaştığının farkında değillerdi. 

http://kutuphane.halkcephesi.net/Ben%20Ihtilalciyim/bolum_2.htm



3 Aralık 2018 Pazartesi

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 16

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 16



VIII. BÖLÜM

İŞKENCE İŞKENCENİN ULUSLARARASI BOYUTU

İlerici-devrimci ve yurtsever bir asker olarak sorumluluk üstlendiğim dönemlerde
Türkiye'nin sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, etnik, coğrafî, vb. pek çok sorununu yakından gözlemlemek, öğrenmek, tartışmak, bazı analizlerde bulunmak için "Asker Ocağı", önemli imkân ve fırsatlar sunuyordu. Askerî okullardaki eğitimimiz, kurmaylık öğrenimimiz bizlere temel bazı bilgiler vermişti, kuşkusuz. Her ne kadar resmî tarih ve resmî ideolojilerin etkisinde kalanlar olduğu gibi, bu kanaldan esinlenen bilgilerle yetinmeyerek genel kültürünü, bilgisini, araştırma ve bilinçlenmesini geliştiren nitelikli
insanlarımızı da görmek mümkündü, bu "Asker Ocağı"nda. "Asker Ocağı" aynı zamanda ülkenin her yöresinden gelen insanlarımızı (Mehmetçiği) tanıma, onları sevme ve eğitilmeleri sırasında onlarla kaynaşma olanakları sunuyordu. İlerici-devrimci ve yurtsever bir kurmay subayın Mehmetçik ile diyalogu taraflara, karşılıklı etkileşim ve yeni nitelikler kazandıran ve çok yönlü zenginliklerle dolu bir ortam veya zemin de hazırlıyordu.
Gerek bilgi birikimimizi, gerekse bilinçlenmemizi hazırlayıp yoğuran "Asker Ocağı"na çok şeyler borçlu olduğumu söylemeliyim. Eğer bugünkü bilgi ve bilinçlenmemiz ile insana ve insanlığa yararlı olmaya çabalıyorsak, kuşkusuz bunu bu coğrafyanın yetiştirdiği insanlara ve değerlere borçluyuz. Bizlerin sosyal bilimlerle, sanat ve estetikle, siyasal-ekonomiyle, felsefeyle tanışmamızda önemli etken olan insanımıza karşı borcumuzu ödememiz gerekiyor.
"Asker Ocağı" kapitalist enternasyonalin çok yönlü kuşatmaları karşısında "boy
hedefi" olarak seçtiği alanlardan biridir. Çünkü bu ocakta ülke gerçekleriyle,
insanımızla tanışan biri, eğer akıl, mantık, namus, ahlâk vb. gibi niteliklerini
kaybetmemişse, mutlaka ilerici bir grafik çizgisine sahip olacaktır. Kaldı ki, insanı insan yapan kimlik ve kişilik konusu sağlam ise, yukarda sayılan özellikleriyle her insan mutlaka bir tavır geliştirmek durumundadır.

Ordu'daki subay, astsubay ve erler arasında, gerek bilgi ve bilinçleri, gerekse kimlik ve kişilikleriyle öne çıkmış insanlarımızın daha ilerde risk ve sorumluluk üstlenmeleri tek başlarına onların elinde değildir. Sosyal hayatta, üretimde rol alanların bilinçlenerek iktidarları zorlamaları, kapitalist anarşiye karşı tutarlı bir tavır belirlemeleri, işçi sınıfı, emekçiler, ezilen ve sömürülen insanlarımızın daha donanımlı örgütsel güvencelere kavuşmasıyla doğru orantılı olarak "Asker Ocağı"ndaki ilerici unsurlar halkın bilinçli desteğini yanlarına almış oldukları için, onların bulundukları yerlerde işlevsel olmaları bir güvenceye bağlanmış demektir. "Asker Ocağı"ndaki bilinçlenmenin kalıcı olması ve yeni nitelikler kazanması siyasî iktidarların destek ya da kösteği ile de ilişkilidir.
Gerek dünyadaki gerekse ülkemizdeki tüm gelişmelerin politikayla çok yakından
ilişkili olduğunu burada tekrar etmeye herhalde gerek yoktur. Yasal ve anayasal
çerçevelere karşın, "Asker Ocağı" da politikayla yakından ilgilenir.
Türkiye'de 1908 Meşrûtiyet'in ilanından bu yana askerler politikada etkindir; söz ve karar sahibidir. Askerlerin Osmanlı'nın çöküş sürecindeki etkinliği, Cumhuriyet'in kurulması süreciyle Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın önderliği ile günümüze taşınmıştır.
Günümüz, ne Osmanlı'nın çöküşü ve ne de Cumhuriyet'in kuruluş günüdür.
Günümüzde neler sürekliliğini korumuştur, neler bu süreklilik ve kopuş sürecinde
nicelik ve nitelik değiştirmiştir? Tarihsel ve sosyal açıdan benzerlikler, farklılıklar
nelerdir? Türkiye neden siyasi-ekonomik kriz dönemlerini yaşamaktadır? Sağlı "sol'lu burjuva partileri bu yapısal krize neden çözüm yöntemleri üretemiyorlar? Sistemi, düzeni, rejimi köklü reformlarla temelden değiştirip dönüştürmek isteyenler, tarihsel haklılıklarına karşın, neden işlevsel olamıyorlar? Uluslararası sermaye, hegemonlar ve onların gizli örgütleri insanı ve insanlığı neden yeni sömürgeci yöntemlerle tutsak etmek istiyorlar? Egemen gerici sınıflar, uluslar ötesi emperyalizmin uzantısında neden hâlâ kaba güce ve zora başvuruyorlar? Kapitalist anarşi neden zora başvurmadan iktidarda kalamıyor? İnsanın insanlaşma sürecinde düşünen, isyan eden, ayağa kalkan, taleplerini haykıran, ihtiyaçlarının gerçekleşmesi için mücadele eden insan, neden yeniden yere düşürülmek isteniyor? Sosyal mücadelede insanlığın kazandığı ve kat ettiği bunca yola ve ilerici değer yargıları yaratmalarına karşın, neden egemen gerici sınıflar işkenceden yarar umuyor ya da sistematik işkenceyi sürdürebiliyorlar? Sovyet deneyiminin çözülüp gerilemesiyle birlikte, "yenidünya düzeni", "küreselleşme" söylemleriyle öne çıkan egemen gerici sınıflar ve onların satılık sözcüleri insana nasıl oluyor da "refah, bolluk, bereket, özgürlük" türküleri söyleyebiliyorlar?
Yaşamım boyunca bu ve benzeri soru ve sorunların nedenlerine bilimsel yanıtlar
aradım. Çözüm yöntemleri üzerine zihin talimleri yaptım. Tekrarına gerek var mıdır?
Biliyorsunuz işkenceyi en hayasızca biçimde bizzat yaşadım; iliklerime kadar
işkenceyi hissederken, daima işkencecileri, onları bu kirli ve aşağılık işe zorlayıp
kullanan-lan, bu çürümüş insan müsvettelerinin arkasındaki kişi, grup ve örgütleri, dahası, kapitalist enternasyonali, onların gizli örgütlerini, cinayet şebekelerini gördüm; değerlendirmelerimi ulusal boyuttan uluslararası boyuta taşımak gerektiğini öğrendim. Şimdi de hayat ve mücadelenin bana öğrettiği onurlu bir görevi yerine getiriyorum. Kapitalist enternasyonalin gizli-açık tüm örgütleriyle pisliklerini ve onların yerli ortaklarını zevkle açığa vuruyorum... Dünyanın sahipleri hegemonlar çok yönlü uluslararası kurumlara dayanarak baskı ve sömürüsünü sürdürüyordu. Baskı, sömürü (artı-değer sömürüsü) üretim, mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinde, daha adil, daha eşit, daha özgürlükçü, daha demokratik bir dünya ideali için savaşım verenlere karşı uygulanıyordu. Sosyalistler, komünistler daha henüz enternasyonalist olamamış, mevcut sosyalist kuruluşlarını koruyamamışlardı; fakat hegemonlar enternasyonalizmi keşfedivermişlerdi. Ulusal kurtuluş savaşımı veren "Üçüncü Dünya Halkları"na "geri kalmış" ya da "gelişmemiş" sıfatları uygun görülüyordu. Bu halklar
da ne ulusal ve ne de sosyal kurtuluşlarını tamamlayabilmişti. "Küreselleşme" yöntemleriyle günümüzde hem eski sosyalist ülkeler, hem de "geri kalmış" veya
"gelişmemiş" sıfatına layık görünen ülkeler hegemonların çıkarları doğrultusunda ve yeni sömürgecilik anlayış ve bağlantılarıyla daha geri bir konuma getirilmişlerdir.
Egemen gerici güçler, "Aydınlanma Çağı"nın, bilimsel bilgi ve bilinçlenme sürecinin ve toplumsal kurtuluş çağının bütün kazanımlarını baskı, tehdit, işkence, keyfî ve fiilî infaz vb. yöntemleriyle geri almayı düşünmektedir. Toplumsal devrimleri, "sosyal devlet" ve "sosyal adalet" değer yargılarını hegemonlar bugün "YDD" adına birer birer geri almanın hesabı içindedir.
Hegemonlar bir yandan gizli cinayet şebekeleriyle, yerel ve mevzii savaşlar çıkarma yöntemleriyle, ezilen ve sömürülen emekçi halkları birbirine karşı kışkırtarak kullanmaktadır; öte yandan insanlığın kazanımları olan özgürlük, gerçek demokrasi, eşitlik vb. gibi kavramları asıl anlamlarından soyutlamaktadır; "Küreselleşme Çağı"nın zorunlu bir aşama veya süreç olduğunu vurgulayan hegemonlar, sistematik işkencenin başka biçimde devamı için okullar açmakta, eleman yetiştirmekte en hain yöntemleri denemektedir.
İşkence olgusu, evrensel ölçekteki egemen gerici sermayenin gücünün kırılmasıyla, insanı insan yapan eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum ütopyasının ete kemiğe bürünmesiyle ancak ortadan kalkabilecektir. Kapitalist anarşi yerli yerinde kalacak sermayenin mafyalaşması, talan ve yağma düzenlerine dokunulmayacak, "YDD"nin yeni sömürgeci emperyalist niyeti kınlamayacak, ölüm tüccarlarının fabrikaları üretime devam edecek ve fakat işkence yeryüzünden kalkacak?! İşkencenin ideolojik ve sınıfsal karakterine değinmeden sözüm ona yapılan "işkence karşıtı" söylemler bize hiçbir şey anlatmıyor. Çünkü bizzat en büyük işkencecileri eğitip yetiştiren ABD, "İnsan Haklan" ve "İşkenceye karşı" örgütleri doğrudan finanse ediyor, CIA ve AID kanalıyla... Emperyalizmin bu ikiyüzlülüğünü açığa vurmadan, anılan örgütler ağıyla ne insan haklan savunulur, ne medenî haklar ve ne de işkenceye karşı savaşım yerli yerine oturur. Egemen gerici güçlerin ideolojik, sınıfsal kimliği araştırılıp sorgulanmadan yapılan insan haklan ve işkence karşıtı savaşımların sonuç alması düşünülemez. Tutarlı bir savaşım, ancak egemen gerici güçlerin sınıfsal yapısı karşıya alınarak yapılmalıdır. Bu savaşım çok yönlü ve karmaşık, fakat anlaşılabilinir açıklıkta ve onurlu biçimde verilmektedir.
Düzenin sistematik bir uygulaması olan işkence olgusuna bireysel bir olgu olarak
bakamayız. Emperyalizm, oltasına taktığı bütün ülkelerde, hegemonyasını sürdürmek ve çıkarlarını korumak için gerektiğinde her yola başvurmaktadır. İşkence, fiilî infazlar, insanların ortadan kaldırılması, terör olayları, başvurulan yöntemlerden sadece birkaçıdır. Türkiye'deki işkence uygulamaları dünya genelindeki uygulamalarla benzerlik- göstermektedir. Çünkü sistem ve mekanizma aynı amaca kurguludur. Emperyalizmin ya da bugünün deyimiyle "küreselleşme"cilerin denetimindeki okullarda, istihbarat örgütleri denetiminde ve finansmanında tüm dünya ülkelerine darbeci, provokatör, sabotajcı, devlet teröristi, "Teknik Sorgulayıcılar, işkenceciler yetiştiriyor. Tüm dünyaya işkence aletleri pazarlıyorlar... Pek çok kitabımda tekrarladığım kimi konulan burada özetlemek istiyorum: Genel deyimiyle bu okullara "School of the America' s" SOA denilmesine karşın başka isimlerle kurulmuş olanları da vardır.
—İlk okul Panama'da 1946 yılında kurulmuş olup 1984 yılına kadar Latin
Amerika'daki tüm faşist darbecileri, sağcı AAA simgeli ölüm mangası liderlerini ve işkenceli sorgulama timlerini yetiştirmiştir.
—Panama’daki okul ABD'de Columbus kentinde Fort Benning garnizonunda bulunan ABD piyade okulu içine taşınmıştır. Fort Benning'teki SOA'da aynı türden insanlar tüm ABD kıt'asını içine alacak şekilde işlevini sürdürmektedir.
—Bu amaçla kurulan okulların en büyüğü ve etkin olanı ABD'nin Kuzey Caroline
bölgesi'nde Fort Bragg'ta konuşlandırılan J.F. Kenedy Özel Savaş Okulu olup tüm dünyaya hitap etmektedir.

Bu tür okulların Avrupa ayağı Almanya'nın küçük bir kasabası olan
Oberammergau'da:
—Ayaklanmaları Bastırma Okulu ve
—İstihbarat Okulu adı altında NATO ülkelerine hitap etmektedir.
Dünya Medyası'nda bu okullara:
—Darbeci, suikast ve cinayet okulları da denilmektedir.
ABD'de yoğunlaşan tepkiler üzerine Temsilciler Meclisi ve Senato'da yapılan tüm
girişimler sonuçsuz kalmıştır.

Dünyada ve ülkemizde işkence sürüyor. Küreselleşmeciler işledikleri cinayetlere
yasal kılıf uydurma girişimlerini sürdürecek kadar azgınlaştılar.
Dünyada pek çok devrimci insan, kırda, kentte, ceza evinde, işyerinde, üretimde,
okulda, çeşitli ve çok yönlü baskı, tehdit ve işkence altındadır. İşkenceye karşı
savaşımda risk ve sorumluluk alanlara sahip çıkmamız, onları kavgalarında yalnız bırakmamamız gerekiyor.
Burada güncel olduğu için yalnızca birine yer vermek istiyorum; bu konuda
kavgamıza omuz veren herkesi yüreklendirmek ve selamlamak istiyorum:
Türkiye'de bu konuya ilk kez ciddiyetle eğilen "TBMM İnsan Haklan İnceleme
Komisyonu" başkanı Dr. Sema Pişkinsüt görevden alınmış, 1974'lü yıllarda işkenceyi engellemek vaadi ile iktidara gelen "Karaoğlan" Ecevit yandaşlarınca 29 Nisan 2001 günü yapılan DSP kongresinde tartaklanarak susturulmuştur.
TBMM İnsan Haklan İnceleme Komisyonu Eski Başkanı Dr. Sema Pişkinsüt ve
arkadaşlarının onur savaşımlarının kutluyor, daha ileri adımlar atmalarını diliyor ve destekliyorum.

Dr. Sema Pişkinsüt'ün rol ve sorumluluk aldığı değerli çalışmaları, şöyle sıralanabilir:

TBMM İnsan Haklan İnceleme Komisyonu Raporu:

1. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Şanlıurfa raporu, 1998–2000.
2. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Erzincan raporu, 1998–2000.
3. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Erzurum raporu, 1998–2000.
4. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Elazığ raporu, 1998–2000.
5. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Tunceli raporu, 1998–2000.
6. Soruşturma ve Kovuşturma İstanbul raporu, 2000.
7. Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi raporu 1998–2000.
8. Elazığ Çocuk Islahevi raporu, 1998–2000.

KURMAY SUBAYA İŞKENCE(*)

(...) Evet, Talat Turhan Atatürk devrimcisi idi. Satılmıyordu; evinde otursa iyi idi...
Büyüklerimize zaman zaman dil de uzatıyordu. Hesabına bakılmalı idi. Fırsat bu
fırsattı...
İstanbul'un tüm yetkili kademelerinde oturan kişilerin çoğuyla, Harp Okulu ve Kara Harp Akademisi mezunu olarak ya da "Silahlı Kuvvetler Birliği'nden" ortak yanımız vardı.
Ve de evim 3-4 Temmuz 1972 gecesi, bir işgal ordusunun yapamayacağı kadar
çirkin, ayıp, utanç verici bir aramaya tabi tutuluyordu. Tüm Harp Okulu ve de tüm Harp Akademileri mezunlarının ve de eski "Silahlı Kuvvetler Birliği" örgütü
arkadaşlarımızın bilgilerine...
Arabamız gecenin sessizliğinde çabuk erişti Kadıköy'e. Kaymakamlık binasının
önünde indik. Burada arkası kapalı, tenteli bir kamyonet bekliyordu. Bu kamyonete bindirildim. Gözlerim siyah bezden bu amaçla yapılmış, bir bantla kapatıldı. Ellerim kelepçelendi. Daha Önce de iki er silahlarını üzerime doğrultmuşlardı esasen... O sırada bir ses duydum. Bu sesin sahibi evimde arama yapanlardan biriydi. Oldukça içerlemişti bana adam... Nasıl olur da, hem de Sıkıyönetim içinde bize haktan, hukuktan, kanundan bahseder diye... Tabii bu kadar yüzeysel de değil. Belki bir şebekenin adamıydı ve belki de o şebeke bana karşı idi; belki, karşı-devrimciydi, belki faşist veya hilafetçiydi... Anlaşılıyordu ki bir görevli değil, bir intikamcı, bir düşmandı...
Ne olduğu bilinmeyen kişi erlere soruyordu:

—Kıpırdıyor mu?" ve ekliyordu.
(*) Bknz.: -Talat Turhan, Bomba Davası Savunma 2 İşkence, s. 91-146, 1986. Talat Turhan'ın Savunması, Klasör: 2-1975.
- "Kıpırdarsa parayla mı verdiler vurursunuz..." Bu birinci fasıl...
Araba hareket etti. Ve beni "Milli İstihbarat Teşkilatı"na ait olduğunu ve "Erenköy"de bulunduğunu sandığım eski bir köşke sorgulama bürosuna getirdi. Onlar bunun farkına varmayayım diye gecenin karanlığında, kapalı bir araba içinde gözlerimi bantlamışlar dı ama...
Burada, aylardan beri, özellikle Mahir Cayan ve arkadaşlarının hapishaneden kaçma olayından sonra, insanlık dışı, çağ dışı bir işkence sürdürülüyordu. Uğraşı Türkiye'nin sorunları üzerine düşünmek ve davranmak olan bir kimse için, bu barbarlığın ve bu yerin bilinmemesi olanaksızdı.
Esasen, ta 1961'lerde bana MİT'in İstanbul Bölgesi Başkanlığı önerilmişti. Buna ait belgeyi sicil dosyamda bulmak mümkündür. Ben bu görevi kabul etmemiştim. Ne büyük öngörü değil mi? Belli olmaz, eğer o zaman peki deseydim, bugün belki bende işkenceciler arasında bulunacaktım.
Evet, şimdi bu yerde bana işkence yapılıyordu... Nereden, nereye değil mi? Ama ben yine de memnundum yerimden. Bu asırda işkence yapanlar safında bulunmaktansa, işkence görenler arasında olmayı yeğ tutardım.
İki el kıskaç gibi kollarımı sıkıyordu. Her hareket bilinerek yapılıyor ve yapıcıları
rollerini doğrusu çok iyi öğrenmiş bulunuyorlardı.

Birkaç merdivenden çıkarıldım. Sağımda solumda bulunanlar rahat yürüyorlardı.
Sonradan gördüğüme göre beyaz mermerli giriş merdivenleri idi bunlar... Sonra dar merdivenlerden indirilip bodrumda bir odaya götürüldüm. Gözlerim açıldı.
İçeride sivil elbiseli iki yeni insan vardı. Ellerimdeki kelepçeler çözüldü. Biri uzun
boylu, Boşnak tipli, kır saçlı, sfenks gibi bir adamdı. Yaptığı işten memnun muydu değil miydi, anlaşılması olanaksızdı. Saat 01.00 günlerden 4 Temmuz 1972... Ve beni bu çilehanede Amerikan Kurtuluş Bayramı'nı kutlamaya getirmişlerdi herhalde...

Bir siyah levha üzerine, tebeşirle tarih ve ismim yazılmıştı. Tarihte 3 Temmuz 1972 yazıyordu. Oysa gün 4 Temmuz 1972 olmuştu. Değiştirilmesini istedim, gün tarihi olsun diye(!)
.. Ama sanırım karşımdakinin kültürü ne demek istediğimi anlamaya yeterli değildi.
.. Aslında kültürü ve insanlığı olsaydı herhalde ekmek parasının böylesine tenezzül etmezdi...

Elime bir levha tutuşturuldu, göğsüme koymam istenildi, "Bay Sfenks" fotoğrafımı çekti. Daha sonra bu kişinin başka görevleri de olduğunu görecektim.
Fotoğraf bir cepheden, bir de yandan çekildi. Tabii yandan çekilirken levha
konulamıyordu. Bay Sfenks'in görevi bitmiş ve gitmişti. Odaya bir berber girdi.
Saçlarımı bir no’lu makineye vurdu. Berber gitti. Burada mesai 24 saatti... Doğrusu gece gündüz "vatan kurtarmak için"(!) çalışıyorlardı. Ona göre ödenekleri vardı. Ama bu ödeneklerden berbere bir pay düşmezdi. Çünkü o, bir ere benziyordu. Onun da baş tıraşı benim gibiydi. Kafasının içindekiler tabii bilinemezdi. Görevini bitirdi ve gitti. Öteki sivil şahıs, benim boyumda, zayıf, yaptığı işten pek memnun görünmeyen, çok içtiği anlaşılan, sigaradan dişleri paslanmış hatta çürümüş bir insandı.

Daha sonra köşk görevlileri içinde bu adamı beğenecektim. Ceplerimde ne varsa
boşlatmamı istedi ve öyle de yaptım. Bir zabıt ta tuttu. Sonra askerlere hastanede verilen cinsten pijama getirdiler. Bana soyun dediler. Bir don ve bir gömlek kaldım. Bu pijamaları giyecektim. Oysa ne olur ne olmaz diye, evden ayrılırken bir küçük bavul hazırlanmış içerisine pijama da konulmuştu. Fakat buranın kendine özgü bilimsel(!) işkence metotları vardı. Bunlar, ara nağmeleri idiler. Pijamaları giydim. Bu arada bir soru sormam gerekti karşımdakine. Beni tersliyordu: "Sen askersin, buranın da askeri bir yer olduğunu anladın herhalde, bana kumandanım diyeceksin(!)" Biz Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ayrılalı doğrusu epeyce mesafe alınmıştı anlaşılan... Ama ben, buranın hâlâ askeri bir yer olduğuna inanmak istemiyordum. Asker pijamalarını giydim. Ne de olsa eski bir askerdim. Askerin hâlâ her şeyini severdim. Hatta bu eski, kirli pis ve en adi cins bezden yapılmış pijamasını bile... Bu seremoniyi bir diğeri izledi. Ellerime zincir, ayaklanma pranga vurulması... Bir zincir getirildi. Bu zincir 3 mm kalınlığında ve 3 cm Tik birbirine geçen 18 halkadan oluşmuştu. Tüm uzunluğu 45 cm kadar idi. Arta kalan uzunluk zincir baklalarının birbirine geçmesinden azalıyordu. Bu zincir, bir 8 yaparak bileklerime sarıldı ve iki bilek arasına bir kilit vuruldu. Normal büyüklükteki bir asma kilitti bu. Markasını bulamadım. Katmer katmer maden parçalarından yapılmıştı.

Üzerine bir kağıt ve bant yapıştırılmıştı. Kilidin numarası 18 idi. Savcıya böyle bir
zincir takarak bir saatlik bir deney yapmasını salık veririm. Bilekler ve kemikler,
zaman geçtikçe sızım sızım sızlayacak yatma pozisyonum buna uydurulacaktı. Tabii, insan deneyle en iyisini buluyordu. Akıl bu deney için yaratılmamıştı ama, buna da yarıyordu. Sonra da odada bulunan tek kişilik somya üzerindeki, nasıl olacağı kolayca tahmin edilen bir yatağa yatmam istendi. Daha sonra, bu yatağın pek konforlu(!) olduğunu anlayacaktım. Yattığımda yeni bir zincir getirildi. Bu zincir ellerim dekiler ile aynı cins idi. Uzunluğu 105 cm kadardı; fakat biraz daha büyük bir asma kilitle bağlandı. Kilidin öteki ucu sol ayağıma dolanıyordu. Dolanan kısım 30 cm kadardı; ayaktaki kilidin numarası 49 idi. Böylece, peşrev kabilinden sayılan ikinci işkence aracını görmüş oldum. Bilekleri birbirine bağlayan zincir, zincirleri birbirine bağlayan 18 no’lu kilit ve de ayağa bağlanan pranga...

Oda korkunç bir rutubet ve küf kokuyordu. Bu mevsimde bodrum katı da olsa böyle rutubet olmazdı ama dışarıdan bu amaçla devamlı su dökülürse neden olmasın dı.
Burada da öyle yapılıyordu herhalde!..
İçerideki kişi, yanımdaki komedinin üzerinde duran plastik, üstü açık sürahiden suyu bu rutubetli yerin, köhneleşmiş ahşap tabanına bir güzel serpti. Herhalde serinleme mi düşünmüyordu. Komedinin üzerinde duran plastik, pis küçük bir su bardağının yarısını da bana bıraktı... 

Besbelli bu da bir yöntemdi. Kapı üzerime kilitlendi. Kapatıldığım odada yapayalnızdım.


17 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 10

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 10


ABDULLAH YILMAZ'İN MEKTUBU (1)

Ankara, 14 Kasım 1966

Muhterem Yarbayım,

Zatıalinizin bugün Akşam gazetesinde, karakter Ölçüsü her zaman tartışılabilen
çürümüş bir paşanın, 22 Şubat olayları üstüne yaptığı açıklamaya karşı cevap
yayımlamıştır. Doğruluğu apaçık bu cevabi yazınızdaki olayları çocuk yaşta yaşadım.
Kuşku yok ki politikacı tiplerini ve çürümüş yaşlı asker zihniyetini en iyi
yansıtmışsınız.

Ama ben bu satırları gerçek Atatürkçülüğün ne olduğunu açık kapı bırakmadan
anlattığınız için yazıyorum. Ve ben zaman olduğu üzere saygılarımın kabulünü
diliyorum.

Muhterem yarbayım, Atatürkçülük artık 1966'Iarda kalın çizgilerle ortadadır. Siz bunu, kendinize has ölçü içinde, yine kalın çizgilerle yazdınız, kamuoyuna duyurdunuz.
Anti-emperyalizmi, iktisadi yapıdaki değişikliğin gereğini, din sömürgenliğini ve
düzenin bozuk olduğunu ağza alamayan, ağır sayılabilecek vartalar atlatan Atatürkçü geçinenlerimiz var aramızda. Bu gardrop Atatürkçüleri, hiç bir zaman devrimci olamamış ve abesin savunucuları olmuşlardır. Aydemir'in hatıratı arasında "Kemalizm doktrininin" yorumu, bu tip insanların gayretkeşliği ile yayımlanmamıştır.
Bu konuda İstanbul'dan bir arkadaşım -doğruysa- aydınlatıcı bilgiler vermiştir bana mektubuyla. Aman bize aşın damgası vurulmasın
1. O dönemde yazdıklarım gerçekte, 27 Mayıs 1960, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 olayları nedeniyle TSK'dan tasfiye edilmiş binlerce genç subay ve Harp Okulu öğrencisini ilgilendirmesine karşın sadece değerli bir genç subay olan Abdullah Yılmaz duygulandığım yazılı olarak açıklamak cesaretini gösterebilmiş tir. Çünkü o dönemde 6 emniyet görevlisi tarafından izleniyordum ve mektuplarını kontrol ediliyordu...
kuşkusu sarmış bünyelerimizi. Türkiye gerçeği, bu arada katakulli yollarla
savsaklanmak eğilimine gidilmiştır. Zatıaliniz, bu tür sömürmeleri Önleyici
önemlisiniz dir.
1966'da artık iyice anlaşılan, Türkiye'nin vardığı berbat çizgidir. Statükocu
şampiyonlarının, çıkmaya felah yolu bulacak en ufak eğilimleri görülmemektedir.
Devrimciler burada çıplak gerçeği ifade edemiyorsa, durumu daha da karanlıklasın Devrimci, her zaman en önde ve en ilerde sayıldığına göre...
Davasına her zaman bağlı bir genç insan olarak, büyüklerimizden böyle gerçeğe dair ilerici bilimsel atılımları derin saygıyla karşılıyorum. Karınca kaderince yararlılığım dokunursa, onu yapmaya çalışmakla şeref duyarım.
Muhterem yarbayım, başarılar temenni eder, derin saygılarımın kabulünü bilhassa istirham ediyorum. (2)

Abdullah Yılmaz"

Adres:
Simel Limited Sirkeli
ZiyaGökalp Cad. No.: 19
Yıldızhan Kat:5 Personel Servisi
YENİŞEHİR-ANKARA
Y.n.: Abdullah Yılmaz, halen Londra'da yaşamakladır.

2. Abdullah Yılmaz'ın duyarlılığını yansıtan bu mektubunu 22 Şubat 1967 günü yanıtladım.

İHTİLALCİLER ARASINDA BİR GAZETECİ (BEDİİ FAİK'İN KİTABI-1967-)(1)

Paltomun içinde büzülerek, insanın nefesim kesen tipi altında, Merkez
Kumandanlığı'nın kapısına geldiğim zaman, motoru çalışır vaziyette ve arka kapısı ardına kadar açık siyah bir otomobilden Selçuk Atakan'ın gür sesi geldi:
- Atla..atla..çabuk!
Karanlıkta sadece sesi vardı. Ve biner binmez tipiye dalan otomobilde az sonra
arabayı kullanan erden gayrı üç kişi olduğumuzu fark ettim. Albay Selçuk, dizi üzerine çektiği battaniyenin bir ucunu da bana uzatırken, önde şoförün yanında dimdik oturan arkadaşını tanıttı:
— Kurmay Yarbay Talat Turhan.
—Tabii biliyorsun, Talat Turhan Milli Savunma Bakanının emir subayıdır. (2)
Talat Turhan'la el sıkıştık ve az sonra gördüm ki, o da gittikçe artmakta olan ordu içi gerginliklerden azap duyanlar arasındadır. O da had dereceye varmak üzere olduğunu gördüğü bölünmelerden yakınmakta ve Ordunun parçalara ayrılmasındaki tehlikeyi belirtmekteydi. Az önce doğru Selçuk Atakan'a gelmiş ve:
—En kötü durumdasınız, çünkü kararsızsınız. Bir karara varın ve durumu aydınlatın.

Ama unutmamalı ki, İsmet Paşa ve etrafındakiler yekpare bir ordu kütlesini
mütemadiyen bölerek, bizi birbirimize vurdurmaya kadar işi vardırabileceklerdir, size, bize, hepimize düşen her şeyden önce bunu önlemek, bu ayrılıkları kaldırmaktır!., demişti.
Atakan, bunun üzerine benim de Ankara'da okluğumu ve şimdi kendisine geleceğimi bildirerek bütün bunları birlikte konuşmamızı daha uygun görerek, şu tipi altında semtlerini büsbütün şaşırıp karıştırdığım Ankara'yı otomobille dolaşmak yolunu seçmişti.
Talat Turhan'ı da ilk defa tanıyordum. Ama onun en çok ordu içi bölünmelerden
kaygılandığı ve o sıralarda asıl görevin bu ayrılıkları süratle ortadan kaldırmak
olduğuna inandığı konuşur konuşmaz anlaşılıyordu. (1)

Atakan'a:

—Şimdi Avni Doğan beyle konuştum. Üzerinizdeki tazyikin, bunu yapanlar tarafından bir sonuç alınmadan kalkacağın: sanmıyor. Bilakis Hava Kuvvetleri'nden bir kısmıyla. İnönü'nün bugünlük en yakınlarından olan Turhan Feyzioğlu ve arkadaşlarının, şu sıralarda hâlâ toplantı halinde bulunmalarrıa bakılırsa, bu tazyikin bilhassa bu gece büsbütün artacağına inanmak kolaylaşır zannederim.

Albay Selçuk, Talat Turhan'a dönerek:

—Gördün mü? dedi, Havacıların bir koluyla mütemadiyen bizi zorlamaktadırlar, ama böyle bir zorlanmaya bizim dayandığımız kadar, o zorlamanın ortadan kalkmasına da çalışmak lazım geldiğini düşünen yok. Sanki sadece bizim dayanma gücümüzü ölçmeye kalkışmışlardır.
Talat Turhan fevkalade üzgün bir sesle, bana dönerek:
- Bu nifakçılık bitmezse, Ordu içi bölünmeler çok uzayabilir, yazık, dedi.
Selçuk Atakan'a sordum:
—Bana öyle geliyor ki, ilk tedbir olarak sizleri yerlerinizden koparıp almayı
deneyeceklerdir. O takdirde ne yapacaksınız?
Karanlıkta yüzünü pek iyi göremiyordum ama, susmasından, bir bildiğim olup
olmadığını daha iyi anlayabilmek için yüzümü seçmeye çalıştığını fark ediyordum. Bir süre sonra:
—Evet dedi, denemeleri mümkündür ama. bunun artık bütün bağlan kopana ve bütün namus sözlerini yerle bir edici pek açık bir manası olur ki, (4) o takdirde varılacak bir karan benim şimdiden bilmem
mümkün değildir. Böyle bir karar ancak hep birlikte verilebilir. Talat Turhan'la adeta bir ağızdan:
—inşallah buna lüzum kalmaz demiştik ama, işin oraya dayanmasının ne kadar
pamuk ipliğine bağlı bir halde durduğunu görmemek de gerçekten güçtü.
Selçuk Atakan:
—Şimdi dedi senden ricamız şu, İstanbul'a varır varmaz, burada sarılı olduğumuz müşkülat çemberini arkadaşlara anlat. Bilsinler ki, zorlayan değil zorlanan bizleriz.
Lütfen, Mucip Ataklı ile Haydar Tunçkanat'ın resmi elbiselerini giyerek, (5) Halim
Menteş ve Feyzi Arsın'la birlikte Hava Kuvvetleri karargâhında olduklarını,
Genelkurmay Başkanı'na bir hareketin başlamak üzere olduğu haberinin ısrarla
iletildiğini, Meclis'teki Muhafız Birliği'ne havacılar tarafından alarm emri verildiğini anlat ve bütün bunlara rağmen henüz tahammül gücümüzü tüketmediğimizi de söyle...
Kolunu tutarak:
—Tanrı sabrınızı arttırsın dedim, bildiklerimin ve gördüklerimin hepsini söyleyeceğim.
(6) İnşallah bütün bunlar bir kabus gibi gelip geçecek ve ilerde sadece boşuna
endişelenmiş insanlar olarak hepsini hatırlayıp güleceğiz.
Düğüm Noktası İsmet Paşa'da Talat Turhan:
—Evet dedi, herkes tehlikeleri görüp bunları önlemek hususundan üzerine düşeni
yapsa ve bir takım hırslı tahrikçilikleri bırakırsa. yavaş yavaş iyilik emareleri başlar ama...
—Bence dedim, meselenin düğüm noktası İsmet Paşa'dadır. Ordu içinde karacı havacı gibi bir ayrılığın yaratacağı tehlikeleri, açacağı yaraları, İsmet Paşa'nın iyi
bilmesi kadar tabii bir şey olamaz. Bana öyle geliyor ki, ya durum bütün vahametiyle ona gösterilmemektedir, yahut da kendisi kavrayamadığımız bir hesabın içindedir. İnönü gibi tecrübeli bir adamın, bugün kendisini destekler durumda

Kendisinden Ankara'da gözlemlediği havayı yansıtması isteniliyor.
görünenlerin yarın pekala karşı bir güç teşkil edebileceklerini hiç değilse bir üstünlük duygusu içinde yanlışlıklar, haksızlıklar yapabileceklerini ve bu sefer onlara karşı da yepyeni bir grup teşekkül ederek bunun sürüp gideceğini düşünemez olması akim kolay alacağı işlerden değildir. (7)

Ve birden Talat Turhan'a sordum:

— İlhami Sancar(8) acaba ne düşünüyor?
— Şu anda ben de onu düşünüyorum, dedi. Bunun üzerine Atakan ona dönerek:
—Galiba senin oraya yaklaşıyoruz dedi, bütün bunları ağa'na olduğu gibi
anlatmalısın, paşasıyla konuşsun ve her şeyden Önce ne yaparlarsa yapsınlar şu
bölünmeyi önlesinler.
Bir iki dakika sonra, karanlıklar içinde yükselen bir binanın önünde karları savurarak güçlükle duran arabadan atlarken. Talat Turhan dostça bağırıyordu:
— Allah memleketi korusun.
Araba beni yoluma yetiştirmek üzere Ankara Palas'a dönerken Talat Turhan yaveri olduğu Milli Savunma Bakanı İlhami Sancar'ın huzuruna varmıştı bile. Bakan sırtında yünlü bir ropdöşambr olduğu halde karşıladığı yarbayın:
—Beyefendi buraya yanınızda görevli bir subay olarak değil, bir küçük kardeşiniz
olarak geldim. Bizi birbirimize vurdurtmak istiyorlar, bilhassa Hava Kuvvetlerine nifak sokanlara dikkat ediniz, bu adamlar yekpare bir kütleyi bölmekte ve orduyu birbirine kırdırtmak istemektedirler. Allah aşkına bunu enleyiniz.
Deyişini dikkatle dinlemiş ve derhal hazırlanarak, hiç vakit kaybetmeden durumu
bildirmek üzere İsmet Paşa'nın evine koşmuştu.

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1. Aktarılan bu konuşma 21-22 Şubat 1962 gecesi yapılmıştır.
2. Özel Kalem Müdürlüğü görevin deydim.
3. Tüm bu girişimlerimize karşın ertesi gece (22/23 Şubat 1962) Kara Kuvvetlerim ile Hava Kuvvetleri karşı karşıya getirilmiş iktidar bu dehşet dengesi üzerinde yaşamını sürdürebilmişti.
4. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, dönemin kudretli albaylarına hiçbir zarar verilmeyeceğine dair namus sözü vermişti...
5. O tarihte bu iki kişi Tabii Senatördü.
6. Bedii Faik'in 9 Şubat 1962 tarihli protokole imza koyan İstanbul'daki komutanlarla da ilişkisi vardı.
7. Nitekim zamanla Hava Kuvveti erinden 11 Subay tasfiye edildi.
8. Milli Savunma Bakanı.


11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

9 Kasım 2016 Çarşamba

63 YIL ÖNCE BUGÜN ATATÜRK’ÜN NAAŞI ANITKABİRE NAKLEDİLMİŞTİ.




63 YIL ÖNCE BUGÜN ATATÜRK’ÜN NAAŞI ANITKABİRE NAKLEDİLMİŞTİ.
CUMHURBAŞKANI CELAL BAYAR’IN VE HALKIN KATILDIĞI GÖRKEMLİ BİR TÖREN İLE ATATÜRK’ÜN NAAŞI ETNOGRAFYA MÜZESİ’NDEN ANITKABİR’E NAKLEDİLMİŞTİ.





“Hocam, 10 kasım günü Atamızın naaşını Anıtkabir’e taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk, naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz” demişti;
Ankara Valisi Kemal Aygün, 8 Kasım 1953 günü gece saat 23:00’de Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Kamile Şevki Mutlu’yu ev telefonundan arayarak...
ÖNEMLİ NOT; RESİMLERE WEB ADRESLERİNE MAUSLA TIKLAYARAK ULAŞABİLİRSİNİZ.. ( TANER ÇELİK )
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgYWvMcO6TCtAsHaCjZU5c_kzRtOkid_sNCE463_H6ogLTyjrdLYkE6_N-cvZTI9JtVNBRxVDO4IubjrLuls8TRiuvEYXT6Bn0h7cmsMzSpYsHn9J1RdJe0X8rtkydUhRptRsO1oLfXtIil/s1600/KamileSevki2.jpgProf.
Dr. Kamile Şevki Mutlu (1906 - 1987) O sırada kırk derece ateşle yatan Prof. Mutlu önce bu görevi reddetmiş, başka meslektaşlarının yapmasını rica etmiş, ancak Valinin israrlarına dayanamayarak kabul etmişti. Ulu Önder Atatürk’ün 15 yıl süre ile kaldığı Ankara Etnoğrafya Müzesindeki geçici kabri, Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes, Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, Eski Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, Cumhurbaşkanlığı Genel Katibi Nurullah Tolon, Eski Genel Katip Kemal Gedeleç, Ankara Valisi Kemal Aygün ve Belediye Başkanı Atıf Benderlioğlu’nun da hazır bulunduğu protokolün nezaretinde 9 Kasım 1953'de açılmıştı. Kabrin açılmasında, Erkek Teknik Sanat Okulu ve Yapı Enstitüsü öğretmen ve öğrencileri de görev almıştı.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiG9B7FdJdcJ7Yw9Q7hoMOTwgp6ofNAX5oeVGKTAKGb4yfpNxoGmNmbdcM7OFwymCT5Z2RL5riRvDdS7PUDZi1F2Gcpo1Nc1YQpZS9Ajlt9Wc9bWMSpMU_FiIbqWfRjp3ZfmFT8cB3-J8I_/s1600/VincleTabutunuCikarilisi.jpg
Kabrin açılmasına saat 09:05’de başlanmış, kabri üstten ve yandan çevreleyen mermer levhalar birer birer çıkarılmış, kabrin üzerideki 80 cm. kalınlığındaki toprak tabaka alınarak, daha sonra Anıtkabir’deki ebedi istirahatgahına konulmak üzeri kağıt torbalarda toplanmıştı. Toprağın altındaki döşeme de kaldırılarak geçici kabri boydan boya kaplayan çelik kapaklar dışarı çıkarılmış, Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk Bayrağına sarılmış gül ağacından yapılmış tabutu ile karşılaşılmıştı. 500 kg. ağırlığındaki tabut; sal tertibatı yapılmış olan vinçle yukarı çekilerek, kaldırılmış ve sonra salonun zeminine yerleştirilmişti.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgH3bseH5zxSOwd8sH8CqhppPblbUFYM3t-9XLu57dreMLg6jo0ED4Nt_CIHd6RSJUMpGhryWCTbnWg2LZp0UA69fFUy9an-3-x7lD_5nM5WGBI8ADFtqfvAweQMtugyK3PaT3h-XzOOqJo/s1600/MakbuleAtadanTabutunBasinda.jpg
O sırada Başbakan Adnan Menderes “Hanımefendi buyurunuz” diyerek Atatürk’ün kızkardeşi Makbule Atadan’ı tabutun yanına götürmüştü.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj_qM8gvaz6PJc5oecwBAUOdqgxrgGfQwX7zmzibr9CdoeyPVXyaaxPC9-J1TvkxEoZ5qSqFAWqUiDQBXv86vF33_O-C4dro0jg8ffag4t_QhVDZs7gJoqw0Xjfji97whLGQfpxgpf1L_qR/s1600/MakbuleAtadan2.jpg
Daha sonra tabutun vidaları sökülmüş, tabutun içerisindeki kurşundan yapılmış sanduka gaz birikmesi ihtimali hesaba katılarak, bir matkap ile delinmişti. Madeni sandukanın içerisi özel bir solüsyon ile ıslatılmış tahta talaşı ile doldurulmuştu ve delinme anında ne bir koku ne de bir gaz çıkmıştı. Sanduka açılarak talaş naaşın ayak ucuna toplanmış, bu sırada talaşın arasında ağzı sıkıca kapatılmış içi sıvı dolu bir şişe bulunmuştu. Bu talaşa emdirilen solüsyondan bir numuneydi ve üzerine bir etiket ile terkibi yazılmıştı. Naaş, kahverengi bir muşamba ile kaplıydı ve içerisinde beyaz kefene sarılmış olarak Ata’nın naaşı vardı. Kefenin sargıları açılırken herkes nefesini tutmuş, Prof. Kamile Şevki Mutlu 15 yıl sonra ilk kez Atatürk’ün yüzüne bakmıştı. “Naaş çürüyüp bozulmuş, çıkan gazlar tabutu patlatmış, nöbetçi er kokudan bayılmış” gibi dolaşan rivayetlerin aksine Atatürk’ün naaşının derisi kahverengi bir renk almış olmasına rağmen yüz hatları bozulmamış, dağılmamıştı. Prof. Mutlu o an gördüklerini daha sonra, “Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca Ata’nın heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. Atatürk Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyuyor gibiydi.” diyerek anlatmıştı.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihiEQEgRom1hbZ-RBTv7Tu-pxIqjqMoNJaCb_VtnKEhlD-BZxszAHRiQ0A8NtAZuMHmm-DkBcsd1_bMbsVEWFIPkcEaX-p19CT_T5FSLqVE8Kue5wJq5p3OB_paVtYnd51YR3eBujcSPgr/s1600/AtaturkTahnit.jpg
Atatürk’ün naaşının Anıtkabir yapılana dek korunabilmesi için “tahnit” denilen özel bir işlem yapılmıştı. Gülhane Askeri Akademisi Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırınga ile özel bir formül enjekte edilmiş ve üzerine terkibinin yazıldığı iki adet küçük şişe Ata’nın naaşının koltuk altlarına yerleştirilmiş ve bu sayede naaş öldüğü günkü haliyle korunabilmişti. Ancak İslam dini kurallarına göre cenazenin toprağa defni şart koşulduğundan, geçici tahnitin bozulması ve cesedin çürümeye başlaması için nakilden bir gün önce Başbakan Adnan Menderes’in huzurunda tabut açılmış ve tahnitin bozulmaya ve cesedin çürümeye başlaması sağlanmıştı. Bu nedenle Atatürk’ün naaşını dağılmadan önce son görenler o törene katılanlar olmuştu. O tarihte Etnografya müzesi’nde asistan olarak çalışan Osman Ersoy ve Halide İntepe o gün ile ilgili izlenimlerini şu şekilde aktarmışlardı: “Sağlığında görmemiştim Atatürk’ü... Korkunç heyecanlıydım. Biz çalışanlar, asistanlar, memurlar sıra ile katafalka çıktık, oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre... 1-2 günlük sakalı vardı. Kaşları fevkalade iyi şekilde farkediliyordu.” -Osman Ersoy- “ Tabut kapanmadan en son gittim baktım. Başı yana doğru eğikti. Yüzü hiç bozulmamıştı. Azıcık sakalları çıkmıştı. Hani insan hasret giderek ölürse gözleri aralık kalırmış ya, öyle aralıktı gözleri... Ama bir ölü yüzü yoktu. Uyuyor gibiydi.” - Halide İntepe- (Kaynak: Atatürk araştırmacısı Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün Prof. Dr. Kamile Şevki Mutlu ile yaptığı sohbetten aktardıklarından) Daha sonra Prof. Mutlu kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırmış ve tek tek tabutun içerisine bakmalarını istemişti. İlk Başbakan Adnan Menderes bakmış, çok heyecanlanmış, rengi sapsarı olmuş, Ata’nın yüzüne bakamamış, katafalktan inip müzenin kapısına doğru uzaklaşmıştı. En son kalan Abdülhalik Renda naaşa bakar bakmaz tabutun yanına yığılıvermişti. Herkes tek tek gördükten sonra naaş tekrar solüsyonla ıslatılmış, başı pamuklarla örtülmüş ve tekrar beyaz kefene sarılmıştı.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiKalsbF3hhcz0Wtwzudxp18_rysgU_AQbhi8GnhLp5QyL4Bg6p8iyD8LCMt6TrmPpaUaH8eDgFwFu1TIhEcCu-mEZ06qkdAm8L5lbFFektvxSPiCpCdsy112ZKW1i6MS-GOG6oKG_PTH8/s1600/1953EtnografyadaKatafalk.jpg Naaş yeni bir tabuta yerleştirilip tekrar 15 yıl boyunca yattığı gül ağacı tabutun içerisine yerleştirilmiş, üzeri bayrakla örtüldükten sonra kapağı kapatılmıştı. Kabrin açılmasında hazır bulunan resmi heyet tarafından bir protokol hazırlanarak imzalanmış, Kız Teknik Öğretmen Okulu öğrencilerinin hazırladığı Türk Bayrağı, katafalkın üzerine serilmişti.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSzMl5MlomxMpl12AMHwmhshHQ9c1Ou3Sq8cvlod2o9V8raNzlwc_x0pn0jM0wBHmNrXsjfK4o9sBkXx7Bgk_B5-i9zt-dZqnd3M7aMxydqZCm1p2e5EAjze0q19mAfzeYt996QMmwnZb4/s1600/KizOgrencilerTabutaBayrakSererlerken.jpg
Ulu Önder Atatürk'ün aziz naaşının önünde, 9 Kasım’a kadar yüksek öğretim öğrencileri, subaylar, sivil erkan ve generaller saygı nöbeti tutmuşlardı.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhx1yAestHTzYoxajXlfOVryoZaaS_6E3n9AisH164AVu7Zgf2pYR3D0waseUmqXzhzfq4rr7Gk3Pt002YDrkXSgzK8JXvXgJYxzA53fKAl7nWlqFHZWdnI9-f44gjhO8SC0rCSqoVAw4zj/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara13.jpeg Törene katılacak olan resmi heyet, 10 Kasım 1953 günü saat 09:00’da, Etnografya Müzesi önüne gelmiş, Saat 09:05’de müzenin önündeki boru ile “Ti” işareti verilmesiyle birlikte Ankara tepelerinde top atışı başlamış ve tüm törene katılanlar saygı duruşunda bulunmuştu. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı'ndan 12 er, Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk Bayrağına sarılı tabutunu omuzlar üzerine kaldırıp Etnografya Müzesi önünde bekleyen top arabasına yerleştirmiş, 136 genç asteğmenin çektiği top arabası saat 09:20’de müze önünden hareket etmişti.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj_1BH1noN6cohd5QxXcrcIqCg5VuM0_oBA17RiT41WIcSKB_mPGCq6acg5nT7o9hR2ypkOhO9ix8RYRqiSegs_eAhHCyy5aOzLiYz2LFOldCmnZjupQunM97nuo9eDXLnkShc0YK8dgbo/s1600/AtaturkCenaze1953Etnografya.jpeg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjMmQdHywTFQcLk1DN6L7acZhyphenhyphenXqUCT5ZeltkK5pxU0lCLK9dONMe7nbasTOPShZbRQh1__4IiECOpGLr8zeZa5sMm3FK3yHQ4KKi-GF_31fnobjTJSkHVoCqjp7tVTyXNaa48gk6lOwGA/s1600/1953AtaturkCenazeNakli6.jpg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRepoGy3pDE6M3dCBJpaeL8Plm8vlDusKjDhVsUabrDd-MBFuhqs7mUkbkUR0xbiih7qD0urGjlFAypppvA9Chb39CmdJGZQExTK5_pL-gjYIEFj2wVysTAYftsun0INKlYOZIOHLvF2ts/s1600/EtnografyadanCikis.jpg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCpA3p4B_SzYWhlKmQ6VsMfAhNSRBK4eRrJtMCm4ayjBE45xOUs-EUB9YfU6GGn9_o2rgAb-r5vEFdaOKLQyr1yTa42GQ1p4j6WdLDFXvOvllI3DQ1VmSxLYJdUu_CHF8wvVQ_QxGWAEv-/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara10.jpeg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjKTQgS_HFKSDLtc54o-5L7b7jgvrB-25zOyubhx2pTRFDblUN0auQeOIt0Iq3_2HZqcBqHEiX_Qv6ZlfURZB5jMQ5dMAYSHJkipmCQ9T2E4QtMWe29Qrix-f9JZjxsDIQ4kwm9_KrfZHBm/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara15.jpeg
Töreni icra için oluşturulan birlik; tören komutanı, karargahı Kara Harp Okulu Bandosu ve sancağı, Harp Okulu Alayı Flamaları, Hava Harp Okulu'ndan bir bölük, toplu halde bayrakları taşıyan gençler ile bir izci alayından oluşmuştu. https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhyiZWE8Qqb6_5Cdhji_YsqLLIWWuxR2i0FMdYdh40tlQv3oWtP3m5AZTKiXg3WmpO4CUGF8NAEbVy50_81WLUFzkF0BfMEb2_tERq0wYqBUGjr-YUPtIY9Qf7A0hmGrfHUF2EBBq7xEwk/s640/Atatu%25CC%2588rk%252527u%25CC%2588n+Naas%25CC%25A7%25C4%25B1n%25C4%25B1n+An%25C4%25B1tkabire+Nakli%252C+9+Kas%25C4%25B1m+1953.jpeg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjo5gyAvhFs5-Nx1-ao1SxitnsNvpdDZJbKpgaQcHfznFMe-OwOhgcGvi7dlAbLIkQHpCj2ug_v18k8TrN0KC0TdkpqUQVq15jx6UCATl1gGKN5NSYppaQhgVyxMZ5wmglD2wwyGrQMU0s/s1600/AtaturkCenazeTopArabasi2.jpeg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiFtLCGvzKrdySnGjnfJNhma5ruzWIuV9UA5LGRzQw4pGW8q8nlS_t7GKFCvmSmkSxdd0oK4ehi6XpHSVMicQoMzWqUEaHbHgFoWTiQ69uOvK47p8dENrMG7vZn_Vuu4ruFjq_70ql00BZg/s1600/AtaturkEtnografya99.jpg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGiL2ejebgyDWgVzsxq5NDvUyiJTngNmP3H-X6p66m2PGWNYyhwNWgD-lgmVnMTEYs05kirwNfp9JvaCCjWkZ-d9-eQ2e2GqHEO9TY9oYqqwpJ7ddIyNJQMI5XG44BZIWJMx50qdm3xo6q/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara22.jpeg
12 general top arabasının iki tarafını çevrelemiş, Atatürk'ün İstiklal Madalyası, siyah kadife bir yastık üzerinde bir amiral tarafından taşınmıştı.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjP8_HenUU2V6O9b0Os22VRNRYYkDA9ULRMcQT4NTvy2lcWtIO4U98Ar-3UgXWniEqm9dvlIUgjfhKM385r2eQ43AzYQusp6t_uyJH5l9YylaMi8_f6qgpBnpdyFhHgzVywmkCpMTYMVe0Q/s1600/MadalyaTasiyanAmiral.jpg  
Top arabasının arkasından protokole dahil zevat geliyor, bu arada Hava Kuvvetlerine bağlı uçaklar da havadan korteje katılıyordu. https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwsjbEjs3qd-OOxBHGdG6eQl8F6nOtOLWleCC9v-OekJPzrovbV2G0fy-yjjvnrnfE_UbGEEcVQzLpapBLHucW4gKGBO1Wb088NH5NKkVAb8N_ZJSNyiLEZFNa8jz0RfE-MEhxjaEpcvE/s1600/AtaturkCenaze1953TopArabasi3.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi77Xlgv3ze1G9K-Q_E97E-eSqVIQzHubIgdeNqflLl_TmFtmVhgUS2fuojgGCF2uw6HBIXgjt4gXn8i9GUy8azyWBh018Kg6-BXh4acOwSzQi5guAeJPo5ulGgijSN8s146ABSfVEbBm9v/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara8.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgBRV810Z9VKP8MtcacXhMjQuSngAXZ0jcxFFJ4nBAhpGQTZArsCYGIAoW8brXBUzloBbAuIAPMZLJ5_03gEpJ_JIUsOC7GpUma5SvKUoGV5V_O0r1BESW_LmsSgaJAX9CAyDbdmyOOYU0E/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara1.jpeg
Kortej, Opera Binası önünden Bankalar Caddesi yolu ile Ulus Meydanına doğru ilerlemiş, Büyük Millet Meclisi önünden geçerek istasyon önüne gelmiş, buradan Ulaştırma Bakanlığı-Demiryolu köprüsünü takiben saat 11:15’de, Tandoğan Meydanına ulaşmıştı.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgCRvOTYxnDAOkB05qKXhQXN4SNN9v8UrxG1WQVNc6ssBfqumV3LYffPZ4HpLI6zT1ESCOKjir2WhIkqSB6_9PMWD9yTBKbmG-BvqPzAogqImi6tZUIu3eNLLWuZduNo5rG59DWFA498hw/s1600/AtaturkCenaze1953TopArabasi4.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjn8DGjs9C1TczB2rUQRUbvsGUsUcmh3SG72j_U-MoUX7Yy9nXCRFSk8_d3-5lm97fQVAaUxXBLs73CyQ_TXf7lK1B8d0CyBNLeQc-waZgvk8Od2iuzb4G1pcWjbFq_sC1sa2mdRti1kq4B/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara18.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgoPQzOaTi9XZwV3jDeXfmdMo5jVhl2rOENXaVaqvHQ49LCT_6aN6GJ8c46RgpiSWHDdxrLR21GRU6ldlh_iLYrGhi8WUY9NJZaKviAXiTzFStcfkV4AwGnlxEfO-Ol_dOVzuYDhFtwTK69/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara12.jpeghttps://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGNtvThb_1eb-lCSCHGacBJM6ipqCptuH4YLMv8Dre1ly_B3_64qQfetXgKo9PHycGglfyUYnWj0Sr9bM1hBPkqXMTXpa5dLrYgIEv9fj6aKBkfXgIrqq2G_ErPUei8Atz3gSQfb1YUaU8/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara19.jpeg Kortej yol boyunca ilerlerken, Türk Hava Kurumunun uçakları Atatürk’ün bir portresini Ankara semalarında dalgalandırıyor, naaşın üzerine ufak paraşütlere bağlı çiçek demetleri atılıyordu. https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2t2zZoh4-9VyH10xsS863Rqez9atXLUl5PRDsm1LUjsmJoPPW7AWTAXOs8-tn_i6CM-5x7Y5IDeNko34UHJUhCmeoTt17ee50_11QcUc-u7f0LZh0VypWqiJl2Erh3sM8tkYM0SRG328/s1600/AtaturkCenaze1953TopArabasi.jpeg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg0ofwYWcB0HqFUrBdyBbiBq3rVeucbYx1YxzEs8xeJ3XksWnYhLEjuKHraVz5q9SRwYaf4I8Casflt44mcBsrGVJf8sVVoAyxm73anwIiN8_9IX3jShOf3aSEIAKoDH-XjCSoz6EXQWFM/s1600/1953AtaturkCenazeNakli5.jpg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjxx1X6dOfNCi1IummwVQBkVDxlFN7GAAqfLfU4CiSbPcnV3faABnFvmJXVH1z5328hCNqP1Uv9fQS19tNujfh-8vhSVxz2mwmGLvjAz2MCdQ79V2qiS9VckZWPjneiy3X1_EOW-hlqC0I/s1600/1953AtaturkCenazeNakli1.jpg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhqS3U17Z09aIbbBoTJ4Lml9ltgCqUcpwQjGYtvBG7KORKYf31DKf2oBAtPvfNPqGUcr1NcG4qEuHTncPhN_bHguTUqGAzWwXdu-6bqkHTXmrXhyphenhyphenLkGR7ZLX-tdclocuWG4aXzBoAz-p0u7/s1600/AnitkabirEskiResim.jpg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjvA06LorNTDc67waK2LRYHOLkA1sH3N4B4Nu8d_V59Jc4Jy70g25TbiAG227QuL-1sYc3rnEP8QXtADr_wPA5NKaBlIeN_4aW6WjKnxO-Z42_E2TUnXtYxp_q9xV8mQTJFQQtxR8y6Y0a1/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara21.jpeg Kortej 12:15’de Anıtkabir'e ulaşmış, Aslanlı Yol’un başlangıcındaki alanda top arabasının yanaşacağı ve tabutun indirileceği merdivenler hazırlanmıştı. 12 er Atatürk’ün naaşını omuzlarına alarak Aslanlı Yol’da ilerlemeye başlamıştı. Tabutun sağ ve solunda 12 general yürüyor, yolun iki tarafına yerleştirilmiş kız ve erkek izciler ellerindeki çiçekleri tabutun geçeceği yola serpiyorlardı. https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhmT0WAPHUQ4iUg-5m54fVgYTk5xcCVSBILUlhfJWt5DowcfZUedKMMVevXqhjl4CwGR-CZ24gBSy4xYPh36mZc7QnAd1wdZhiotandV1xLdVGHfOQf227CX_UKXZa8kYyPLlxIb0uF8Zk/s1600/1953AtaturkCenazeNakli2.jpg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgLa5wiuU2Y1yBqix8HBD3GxRWPwOHHmiYY8VjgjMnMjg5yI1oibBSWn79OmVe_IuhBB164ouFKy4bvpA8D8DsE6u2QxsbSAxvHiVfYabjE6Na9QLz6QfpfMwdTblFJMUBb8bmId6HcDhs/s1600/1953AtaturkCenazeNakli4.jpg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgQ_F9ooNWyQNgZ4Zt6NclJWxEdkU7A1VO4cH3sgNMlsv7qoqnFSIsIkYT4aodPbXxt4hXHJwhFrNRz1Y4PoGL-PftDCdviPbvJCrxgkNweH3BY-CYYLSKTFancHLPsb4KHylGHO_sfXno/s1600/1953AtaturkCenazeNakli3.jpg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUfr924nHvBV8xn4U3JFQlGpYo9qqtf_M9WFztxaS0UDnNqP2YgOfN6tj9hjezX9IyRg1GyOZQc44ioaVEqz-9uNFM7uJDjOjB5o5XQ1WBgsZdrJsQwn63u4nMNxEksQBwhCQeNl5gSR8O/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara3.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEijfH2SxiC2kZYtAbV0VzqdCZy5WuhdPfDpp9r1ClM4FIf896jGQTqJxwaQdDISge63JEwM1PTzySyxY3afJjrIBGIV3MswFfWKC8gQLQ_eT79BeDTOViVn9jMG7R-A465jwnIkAHh2SVk/s1600/AtaturkCenazeTopArabasindanIndirilirken.jpeg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEign30wKZ-MWVXuAQHcl2ZFXVpHTGKCLYD_PMByihFkhWGMF7XrmpI21Bphevkq2fStZ0xYt32VVMWSCF4nGmqAFJQUAI646-Fb7movxylT5wb_UnygVt-t-jkIUlxK3a2ZMbJcPRlyYVCV/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara7.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEijwsoO4aLY7DeXNQ9MHyCuRU28n2oi4G1lO1SWnThI07pX-UT4RzSWoNvD8dqOic2kuJeLuL0OUBCgeKC6S0rDGcYvRG-IeETYl0u76u7s24xXG7CHE_MeZPE8e_nX1QDyVUH3TlGm_izq/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara4.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhU6tBOrcd5fxGpeRydE6m8K9Kx2PG-5ouYb9Nf9JoHYwLeSFZ5ZS6j5Uc4x1PZOmUvrkJ8lYhmfpmE92WizNZOxcwCxC_jc4sc5e5-pVxRnZxZY4Lsm2Vpd-BWWsZl4zitkVb3C102llY/s1600/AtaturkCenaze1953AslanliYol.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjy0q-jYjdkcdSvGtJ2rn3YoyPFuZGsakYwSL-nnRGSB0Jy5l82tthNXfQXD5Ik9-fJWa4kKVidvFUNEPajZOKxEFxk8StosuyS0a5oE6AhaFf5jqH2Y6iHWFzpdwXcnVl5oVR0b3TPTsi_/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara9.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhwMUd2oCSXvL7JED5DNRxZHg6mt3VXJO396GtpVIi6pbU-WbgMkgfDdMfxEe-8cm2n2E7GYYQdOv9fD7HIG__ggsst7wb9LkrgQf5Ctyhj_I-TxYiUR1EEsmE5wkVzhLhuVjB9S0qt2lY/s1600/AtaturkCenaze1953AnitkabirMerdivenlerde.jpeg
Atatürk’ün naaşı mozolenin Şeref Holü’ne çıkan merdivenlerin başına geldiğinde, merdivenlerin iki yanında üçer sıra nöbet tutan izciler O’nu selamlamışlardı. Tabut 12:50’de Şeref Holüne çıkan merdivenlerin ortasındaki Hitabet Kürsüsünün arkasında hazırlanmış olan koyu vişne rengi katafalk üzerine konmuştu.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiSTMgmW-kJZdeiaZ67RYKRDEndAhDAenf00Blc9esu9ca3Dono0Hg-n7JRvaDT5nPXOca6_Sho5s-ZL6uS8MgY-e9dcu1e4_axVlLdtVtrEZQhiw3e0rqARa3pfCHLVfgxoH6RE5pmMq4y/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara5.jpeg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEikUvHyLHsodMCjPu0WOgFHx2maEKI5W-uka2Ooke7ZA1PO66UOCqFX2Om33HrnKbYUMoQeeOElSAU9QQEV7kVrx7HFIpqpahL1njfWl9rc0K2pbaivttxaxNxPGGJmTnNeXrQWGGdLTcAC/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara2.jpeg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi62CEwd3BlueSefUXWDDObrVqS-AH_ysJpWBpjmIhjXwhhA0Kte8YOYPU8QA6RLwfYlcCkxgYqXEJur4NSA6pkpFOn1yEggkPOy35Wu331y5xK8TYrMfaqM8sqiinfI8sbFW0gpgmc6m0s/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara23.jpeg Saat 12:55’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar, katafalkın arkasında Türk Milletine hitaben yaptığı konuşmasını;
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjmmt0yABSwWCLQPw9dvJL6kRydG6jjNqUgV-6kmHkrb12oMvdR12jKwzxoXo6Rug-rfadfy1l3DxTbhFAb2za3CnCassjGC5_mBjGLP3LfVlDUaLcfd891DAtRM03nWbHmJpc-_-7YnhU/s640/Atatu%25CC%2588rk%252527u%25CC%2588n+Naas%25CC%25A7%25C4%25B1n%25C4%25B1n+An%25C4%25B1tkabir%252527e+Nakli%252C+9+Kas%25C4%25B1m+1953.jpeg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEigim8DJN4hTaWI8JSu4raF76iwWbXQQX_T5O7BuyUG20wrUDuJlW448uM4YTlXIw7pyl5Xib4mVitA_XrjqRv_z_hATl6t10KFIUiB0QlJJg2jm8G3sm7hsTo-D77lmu2gnCEhuNeyY4M/s1600/AtaturkCenaze1953CelalBayarKursude.jpeg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiNH2uo1RSoKhOVC4yms1JM4rFcZGwmkUVAdWQKh7hNjyjGDi57AG0Qi6zlTyhPW4W_hyviznLOHDsmBScjbLqn1VdOqOv5KqZlyPoFtIDQxhhyphenhyphenQD04Sjv66M5UE_8Yk0q4S-bqeb1TPwWg/s1600/CelalBayarKonusma.jpg
“Atatürk, şimdi seni kurtardığın vatanın her köşesinden gelen topraklarla gömüyoruz. Fakat hakiki yerin Türk Milleti'nin minnet dolu sinesidir. Nur içince yat” sözleri ile tamamlamıştı. https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg-bS4UHAWNCVHXvHk6E_bX3dcVLmTo4d-o_oa9K6vN1lN-spMmc7dHCPnPIrgOR5RO4j61R7JcRQf3ePQDiSZApCE-0OxNwPRYFYP8SNZsXWLq_5IkNkge8pCdYDvV9_divYHEHNa5hBbk/s1600/CelalBayar.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgSAN4Qih7p2ETBM9-owQ5sjJxkEgUQMJwQqbtNmaNujFcJ1M2jCKtK-vrRSjWET2YW1vJwCBfs6MH5ivbIBwa1T_lsWgvipVgF0rCnx1koshQicW2xmwXrDlfR-cBoUz24Vw0GkZiMngcr/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara6.jpeg
Tabut, O’nun her zaman itimadına mazhar olmuş Mehmetçiğin omuzlarında lahitin tam altında bulunan defin mahalline getirilmiş, sanduka açılarak tam saat 13:30'da Atatürk’ün aziz naaşı, Mehmetçiklerin elleriyle ebedi istiratgahına indirilmişti. https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipH6PUZmbHU81_iIP6ZGiOV1ODoKxZKeTl8gSuLabb-4NibObS4XNKjWIzO-gcbfvpTMxEQWEVb-iVSgnYJqFy3NF1rJDlB6lkLtWk2iATQ7IAbEBCsk7YXjr9Tds7UnoszCV76DADSzo/s1600/AtaturkCenaze1953MozoleyeGirerken.jpeg Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve diğer zevat da mezarın etrafında yer almışlardı. Kabirin etrafında Ankara ve yurdun dört bir köşesinden getirilmiş olan topraklar bulunuyordu ve kabire ilk toprağı Cumhurbaşkanı Celal Bayar atmış, diğer zevat da onu izlemişti. Defin işlemi tamamlandıktan sonra, Şeref Holü’nde lahitin önünde saygı duruşunda bulunulmuş, Etnografya Müzesi’nde geçici kabrin açılışında hazır bulunan heyet tarafından defin tutanağı hazırlanarak imzalanmıştı. https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgpmOVdUY0mfMjFqYOxhFeDrf2ZFpWrgp1EqllANgBxzkfv4f9xQPIWlEW72aSvccdkZd7rHG87_6eYwNyL9PbOx4k-CCpACgC_Ged7dsZHCbceie2oESpQVXP_M9FPZ4CwO3uvsOZTW3s/s1600/AtaturkCenaze1953AnitkabirMeydandaHalk.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg9sOql8i87pi8UZcOqWa0WAURdhyYxZqyu4FqdHm6tGqr1LPWMUpjHNEqsqzURUsZuW0phui5qmKZZ42iB6O2TMoRvxRMAOeOrJP3jj8QAXhyphenhyphen2EZpYwzh0h_BidUvRcCKkugG9vgYbDN4v/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara16.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhcPuJ6MGO9Sh1IjL0k1RTm-JRjoF-cy-ZfRuOx525pIDocISYDU6pD2Jo0Eu5cTUSYZvW0VDFmVK9DlCJaG5n2LKc4z23GsQx4Ehu4z1mJSTK7BYmWuu6HRUDFsFl7PbgArkVHuCrGk9HG/s1600/10Kasim1953Anitkabir.jpg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjwsgi-YVetWuvbsXMde4H3DmOgJgUH75Dy9iM3dyR1A63AwmTHZRp9iSQ-jAZDzq-n0O-wPJ-takyqM9X6OaQEhgOiozJKIIyxDs_MGX-eF4xEA8NbE83vhPnqU3qvfZTOF325t20ieCI/s1600/Atatu%25CC%2588rku%25CC%2588n-Vefat%25C4%25B1-Ankara723.jpg Resmi törenin sona ermesinin ardından, Anıtkabir halkın ziyaretine açılmış, anıt gece projektörlerle aydınlatılmıştı. https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh-qEO5CCQ4i2v4LkSApMF3cInzrlp2GNmt3iRgKfiX2QckSxdRXLwDhp61g6nVFEzJEymyM7AQjep-SBpzbFyfbkuq1eKwfvtkqMx-rXuHtDrJW3hctsvKGCWUIN7fKDf7uhSDPEjQKz6I/s1600/AnitkabirGece.jpg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiUJ4s-63ao9Cvd7bmkZ2fxPVByBadOJC_ch5D5aqtMhUtY1YNc_YL5sSGlmEc5zCeDfY5JgdfS_HN9BT9GOAyzQBpWc4gLRum__ICfL3k9OpudTvEv4tcFLJfhN9kiHmZmZWGc1XLsiJRT/s1600/Anitkabir1953.jpeg https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWW0qdloTsOPFuW7u3_UTxkYGOfuTbkdLyaGmb_I7u2PZORzuyAjp2HimC1mzKqzlRjmEuOZ_DXm701UBewLyh693NCfAUzXWxtb1GME-b8DCsiJg5k5RZEWXttx1FDy81Igq5YC6lVDy_/s1600/11Kasim1953SonPostaGazete2.jpg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgmvEPmU7KUgBnDfx-VYb_lF9o-x__by0-waO0VJ5aRI6LJh6wTN24Nuh3N2WjHWQl4ZElzlrhIV5I_3fDUif_8rBJPCJyxOR21pC7QvhBzaCgoWmASL9QnRaYKfPCxfjE__1qg3j9Z84Qv/s1600/EtnografyadaAtaninYeri.JPGEtnografya
Müzesinde Ata’nın 10 Kasım 1953 tarihine kadaryattığı yer, O’nun anısına hürmeten sembolik bir kabir olarak hala korunmaktadır. https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPuRhGuL76fMYs0K0a80uF68yw5Uai4JTM3CfcVPSo81jz0wozDrUa8ajI5u5nh_kD6-ucGuu6RI-NKKpm5Djf1848HGVmJe-qmRjrhR6ayyuedyz4D0O6_8WbW-48SYtTviorHT9bKMDR/s1600/1953AtaturkCenazeAnkara17.jpg
http://demokratlarkulubu.blogspot.com.tr/2016/11/10-kasm-1938-10-kasm-2016.html

..