Hasan Polatkan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hasan Polatkan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2018 Pazartesi

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 10

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 10


ABDULLAH YILMAZ'İN MEKTUBU (1)

Ankara, 14 Kasım 1966

Muhterem Yarbayım,

Zatıalinizin bugün Akşam gazetesinde, karakter Ölçüsü her zaman tartışılabilen
çürümüş bir paşanın, 22 Şubat olayları üstüne yaptığı açıklamaya karşı cevap
yayımlamıştır. Doğruluğu apaçık bu cevabi yazınızdaki olayları çocuk yaşta yaşadım.
Kuşku yok ki politikacı tiplerini ve çürümüş yaşlı asker zihniyetini en iyi
yansıtmışsınız.

Ama ben bu satırları gerçek Atatürkçülüğün ne olduğunu açık kapı bırakmadan
anlattığınız için yazıyorum. Ve ben zaman olduğu üzere saygılarımın kabulünü
diliyorum.

Muhterem yarbayım, Atatürkçülük artık 1966'Iarda kalın çizgilerle ortadadır. Siz bunu, kendinize has ölçü içinde, yine kalın çizgilerle yazdınız, kamuoyuna duyurdunuz.
Anti-emperyalizmi, iktisadi yapıdaki değişikliğin gereğini, din sömürgenliğini ve
düzenin bozuk olduğunu ağza alamayan, ağır sayılabilecek vartalar atlatan Atatürkçü geçinenlerimiz var aramızda. Bu gardrop Atatürkçüleri, hiç bir zaman devrimci olamamış ve abesin savunucuları olmuşlardır. Aydemir'in hatıratı arasında "Kemalizm doktrininin" yorumu, bu tip insanların gayretkeşliği ile yayımlanmamıştır.
Bu konuda İstanbul'dan bir arkadaşım -doğruysa- aydınlatıcı bilgiler vermiştir bana mektubuyla. Aman bize aşın damgası vurulmasın
1. O dönemde yazdıklarım gerçekte, 27 Mayıs 1960, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 olayları nedeniyle TSK'dan tasfiye edilmiş binlerce genç subay ve Harp Okulu öğrencisini ilgilendirmesine karşın sadece değerli bir genç subay olan Abdullah Yılmaz duygulandığım yazılı olarak açıklamak cesaretini gösterebilmiş tir. Çünkü o dönemde 6 emniyet görevlisi tarafından izleniyordum ve mektuplarını kontrol ediliyordu...
kuşkusu sarmış bünyelerimizi. Türkiye gerçeği, bu arada katakulli yollarla
savsaklanmak eğilimine gidilmiştır. Zatıaliniz, bu tür sömürmeleri Önleyici
önemlisiniz dir.
1966'da artık iyice anlaşılan, Türkiye'nin vardığı berbat çizgidir. Statükocu
şampiyonlarının, çıkmaya felah yolu bulacak en ufak eğilimleri görülmemektedir.
Devrimciler burada çıplak gerçeği ifade edemiyorsa, durumu daha da karanlıklasın Devrimci, her zaman en önde ve en ilerde sayıldığına göre...
Davasına her zaman bağlı bir genç insan olarak, büyüklerimizden böyle gerçeğe dair ilerici bilimsel atılımları derin saygıyla karşılıyorum. Karınca kaderince yararlılığım dokunursa, onu yapmaya çalışmakla şeref duyarım.
Muhterem yarbayım, başarılar temenni eder, derin saygılarımın kabulünü bilhassa istirham ediyorum. (2)

Abdullah Yılmaz"

Adres:
Simel Limited Sirkeli
ZiyaGökalp Cad. No.: 19
Yıldızhan Kat:5 Personel Servisi
YENİŞEHİR-ANKARA
Y.n.: Abdullah Yılmaz, halen Londra'da yaşamakladır.

2. Abdullah Yılmaz'ın duyarlılığını yansıtan bu mektubunu 22 Şubat 1967 günü yanıtladım.

İHTİLALCİLER ARASINDA BİR GAZETECİ (BEDİİ FAİK'İN KİTABI-1967-)(1)

Paltomun içinde büzülerek, insanın nefesim kesen tipi altında, Merkez
Kumandanlığı'nın kapısına geldiğim zaman, motoru çalışır vaziyette ve arka kapısı ardına kadar açık siyah bir otomobilden Selçuk Atakan'ın gür sesi geldi:
- Atla..atla..çabuk!
Karanlıkta sadece sesi vardı. Ve biner binmez tipiye dalan otomobilde az sonra
arabayı kullanan erden gayrı üç kişi olduğumuzu fark ettim. Albay Selçuk, dizi üzerine çektiği battaniyenin bir ucunu da bana uzatırken, önde şoförün yanında dimdik oturan arkadaşını tanıttı:
— Kurmay Yarbay Talat Turhan.
—Tabii biliyorsun, Talat Turhan Milli Savunma Bakanının emir subayıdır. (2)
Talat Turhan'la el sıkıştık ve az sonra gördüm ki, o da gittikçe artmakta olan ordu içi gerginliklerden azap duyanlar arasındadır. O da had dereceye varmak üzere olduğunu gördüğü bölünmelerden yakınmakta ve Ordunun parçalara ayrılmasındaki tehlikeyi belirtmekteydi. Az önce doğru Selçuk Atakan'a gelmiş ve:
—En kötü durumdasınız, çünkü kararsızsınız. Bir karara varın ve durumu aydınlatın.

Ama unutmamalı ki, İsmet Paşa ve etrafındakiler yekpare bir ordu kütlesini
mütemadiyen bölerek, bizi birbirimize vurdurmaya kadar işi vardırabileceklerdir, size, bize, hepimize düşen her şeyden önce bunu önlemek, bu ayrılıkları kaldırmaktır!., demişti.
Atakan, bunun üzerine benim de Ankara'da okluğumu ve şimdi kendisine geleceğimi bildirerek bütün bunları birlikte konuşmamızı daha uygun görerek, şu tipi altında semtlerini büsbütün şaşırıp karıştırdığım Ankara'yı otomobille dolaşmak yolunu seçmişti.
Talat Turhan'ı da ilk defa tanıyordum. Ama onun en çok ordu içi bölünmelerden
kaygılandığı ve o sıralarda asıl görevin bu ayrılıkları süratle ortadan kaldırmak
olduğuna inandığı konuşur konuşmaz anlaşılıyordu. (1)

Atakan'a:

—Şimdi Avni Doğan beyle konuştum. Üzerinizdeki tazyikin, bunu yapanlar tarafından bir sonuç alınmadan kalkacağın: sanmıyor. Bilakis Hava Kuvvetleri'nden bir kısmıyla. İnönü'nün bugünlük en yakınlarından olan Turhan Feyzioğlu ve arkadaşlarının, şu sıralarda hâlâ toplantı halinde bulunmalarrıa bakılırsa, bu tazyikin bilhassa bu gece büsbütün artacağına inanmak kolaylaşır zannederim.

Albay Selçuk, Talat Turhan'a dönerek:

—Gördün mü? dedi, Havacıların bir koluyla mütemadiyen bizi zorlamaktadırlar, ama böyle bir zorlanmaya bizim dayandığımız kadar, o zorlamanın ortadan kalkmasına da çalışmak lazım geldiğini düşünen yok. Sanki sadece bizim dayanma gücümüzü ölçmeye kalkışmışlardır.
Talat Turhan fevkalade üzgün bir sesle, bana dönerek:
- Bu nifakçılık bitmezse, Ordu içi bölünmeler çok uzayabilir, yazık, dedi.
Selçuk Atakan'a sordum:
—Bana öyle geliyor ki, ilk tedbir olarak sizleri yerlerinizden koparıp almayı
deneyeceklerdir. O takdirde ne yapacaksınız?
Karanlıkta yüzünü pek iyi göremiyordum ama, susmasından, bir bildiğim olup
olmadığını daha iyi anlayabilmek için yüzümü seçmeye çalıştığını fark ediyordum. Bir süre sonra:
—Evet dedi, denemeleri mümkündür ama. bunun artık bütün bağlan kopana ve bütün namus sözlerini yerle bir edici pek açık bir manası olur ki, (4) o takdirde varılacak bir karan benim şimdiden bilmem
mümkün değildir. Böyle bir karar ancak hep birlikte verilebilir. Talat Turhan'la adeta bir ağızdan:
—inşallah buna lüzum kalmaz demiştik ama, işin oraya dayanmasının ne kadar
pamuk ipliğine bağlı bir halde durduğunu görmemek de gerçekten güçtü.
Selçuk Atakan:
—Şimdi dedi senden ricamız şu, İstanbul'a varır varmaz, burada sarılı olduğumuz müşkülat çemberini arkadaşlara anlat. Bilsinler ki, zorlayan değil zorlanan bizleriz.
Lütfen, Mucip Ataklı ile Haydar Tunçkanat'ın resmi elbiselerini giyerek, (5) Halim
Menteş ve Feyzi Arsın'la birlikte Hava Kuvvetleri karargâhında olduklarını,
Genelkurmay Başkanı'na bir hareketin başlamak üzere olduğu haberinin ısrarla
iletildiğini, Meclis'teki Muhafız Birliği'ne havacılar tarafından alarm emri verildiğini anlat ve bütün bunlara rağmen henüz tahammül gücümüzü tüketmediğimizi de söyle...
Kolunu tutarak:
—Tanrı sabrınızı arttırsın dedim, bildiklerimin ve gördüklerimin hepsini söyleyeceğim.
(6) İnşallah bütün bunlar bir kabus gibi gelip geçecek ve ilerde sadece boşuna
endişelenmiş insanlar olarak hepsini hatırlayıp güleceğiz.
Düğüm Noktası İsmet Paşa'da Talat Turhan:
—Evet dedi, herkes tehlikeleri görüp bunları önlemek hususundan üzerine düşeni
yapsa ve bir takım hırslı tahrikçilikleri bırakırsa. yavaş yavaş iyilik emareleri başlar ama...
—Bence dedim, meselenin düğüm noktası İsmet Paşa'dadır. Ordu içinde karacı havacı gibi bir ayrılığın yaratacağı tehlikeleri, açacağı yaraları, İsmet Paşa'nın iyi
bilmesi kadar tabii bir şey olamaz. Bana öyle geliyor ki, ya durum bütün vahametiyle ona gösterilmemektedir, yahut da kendisi kavrayamadığımız bir hesabın içindedir. İnönü gibi tecrübeli bir adamın, bugün kendisini destekler durumda

Kendisinden Ankara'da gözlemlediği havayı yansıtması isteniliyor.
görünenlerin yarın pekala karşı bir güç teşkil edebileceklerini hiç değilse bir üstünlük duygusu içinde yanlışlıklar, haksızlıklar yapabileceklerini ve bu sefer onlara karşı da yepyeni bir grup teşekkül ederek bunun sürüp gideceğini düşünemez olması akim kolay alacağı işlerden değildir. (7)

Ve birden Talat Turhan'a sordum:

— İlhami Sancar(8) acaba ne düşünüyor?
— Şu anda ben de onu düşünüyorum, dedi. Bunun üzerine Atakan ona dönerek:
—Galiba senin oraya yaklaşıyoruz dedi, bütün bunları ağa'na olduğu gibi
anlatmalısın, paşasıyla konuşsun ve her şeyden Önce ne yaparlarsa yapsınlar şu
bölünmeyi önlesinler.
Bir iki dakika sonra, karanlıklar içinde yükselen bir binanın önünde karları savurarak güçlükle duran arabadan atlarken. Talat Turhan dostça bağırıyordu:
— Allah memleketi korusun.
Araba beni yoluma yetiştirmek üzere Ankara Palas'a dönerken Talat Turhan yaveri olduğu Milli Savunma Bakanı İlhami Sancar'ın huzuruna varmıştı bile. Bakan sırtında yünlü bir ropdöşambr olduğu halde karşıladığı yarbayın:
—Beyefendi buraya yanınızda görevli bir subay olarak değil, bir küçük kardeşiniz
olarak geldim. Bizi birbirimize vurdurtmak istiyorlar, bilhassa Hava Kuvvetlerine nifak sokanlara dikkat ediniz, bu adamlar yekpare bir kütleyi bölmekte ve orduyu birbirine kırdırtmak istemektedirler. Allah aşkına bunu enleyiniz.
Deyişini dikkatle dinlemiş ve derhal hazırlanarak, hiç vakit kaybetmeden durumu
bildirmek üzere İsmet Paşa'nın evine koşmuştu.

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1. Aktarılan bu konuşma 21-22 Şubat 1962 gecesi yapılmıştır.
2. Özel Kalem Müdürlüğü görevin deydim.
3. Tüm bu girişimlerimize karşın ertesi gece (22/23 Şubat 1962) Kara Kuvvetlerim ile Hava Kuvvetleri karşı karşıya getirilmiş iktidar bu dehşet dengesi üzerinde yaşamını sürdürebilmişti.
4. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, dönemin kudretli albaylarına hiçbir zarar verilmeyeceğine dair namus sözü vermişti...
5. O tarihte bu iki kişi Tabii Senatördü.
6. Bedii Faik'in 9 Şubat 1962 tarihli protokole imza koyan İstanbul'daki komutanlarla da ilişkisi vardı.
7. Nitekim zamanla Hava Kuvveti erinden 11 Subay tasfiye edildi.
8. Milli Savunma Bakanı.


11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

28 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 3





KENDİ ÜLKESİNİ  İŞGAL EDEN ORDU., 3






Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi(2): 

Dayatılan Son, İhtilal! 

Çok Partili döneme geçişin rahatsızlığını daha ilk günlerde yaşamaya başlayanlar; kendi içlerinde guruplar oluşturmuş, küçük darbe birlikleri kurmuş, kendi içlerinde birbirine düşmüş, rahatsızlıklarını arttırmış, ülkeyi de rahatsız etmeye başlamıştır. Artık ortam her türlü hukuksuzluğun uygulanabilirliği kıvamına gelmiştir. Her dönemin hamanı basın, iki öğrencinin öldürülmesini abartmış, açlık-sefalet naraları atmıştır. Bugünlerin bir cümlesi olan ‘ Ordu Göreve ‘ naraları düşmeden, ordu içinden bazı isimler gaipten bu seslenişlere cevap vermiştir. Dayatılan son vuku bulmuştur; vakit darbe vaktidir. 

 Ali Fuat Başgil 27 Mayıs sabahını şöyle anlatmaktadır: 




 ” 26/27 Mayıs gecesi, her türlü tertibat yerli yerince alınmıştı. Plan gereğince önce PTT ve Ankara Radyosunu ve sonra da tespit edilen diğer yerleri ele geçirmek için sabah saat 04.00'da tam teçhizatlı ve elleri silahlı Harp Okulu talebeleri, uykuya dalmış şehre indiler. Yalnız PTT’nin işgali bir kişinin ölümüne mal oldu. Bilinçli patlayan silah sesleri durumu halka bildirmenin bir yöntemiydi. Çok kısa bir süre içinde ( 1.5 saat ) bütün kilit noktaları işgal edilmişti. Önce hükümet üyeleri, sonra büyün milletvekilleri derhal Harp Okulu’na sevk 
edildiler. Bu arada Ankara Radyosu iktidarın silahlı kuvvetler tarafından ele geçirildiğini ilan ediyordu. 

 Cumhurbaşkanı kendisine silah doğrultanlarca Köşk’ten sürüklenircesine çıkartılarak tutuklandı. 

 Tüm bunlar gerçekleşirken, Menderes Eskişehir’deydi. Durumu haber alır almaz Konya’ya geçmek üzere Kütahya’ya hareket etti. Kütahya Vilayet Konağına geldikten sonra burada tutuklanarak Ankara’ya götürüldü.” ( Ali Fuat Başgil 27 Mayıs İhtilali Ve Sebepleri ) 

 Milli Birlik Kuruluyor… 




 Halkın lehine bir iş yaptığını düşünenler aslında ne yaptığını bilmiyordu. Tek derdi demokrasiyi baltalamak, militer bir sistemi ve onun sivil ismini hükümran kılmak isteyenler darbeye konsantre olmuştu. Bu öyle bir darbe hipnozuydu ki; darbeden başka bir şey düşünemeyenler, hükümeti devirdikten sonra ne yapacaklarını dahi düşünmemişti. Milli Birlik Komitesi içerisinde mühim bir isim olan Orhan Erhanlı anlatıyor: 

 ” Hükümet devrilmişti ancak kimse ne olacağını bilmiyordu. Memleket radyo tebliğleri, telsiz ve telefon emirleriyle yönetiliyordu. İktidarı ele geçirenlerin kimler olduğu, Milli Birlik Komitesi içerisinde kimler olduğu bilinmiyordu. Kimse kimseye güvenmiyordu… 
Silah zoruyla Başbakanlığa girebildim. Bakanlar Kurulu salonuna girince şaşkınlığım bir kat daha arttı. Yoğun bir kalabalık mevcuttu. Çoğunu tanımıyordum… Her şey çok düzensiz görünüyordu. 
Oradan geç saatte ayrıldım. Yolda yürürken düşünme fırsatım oldu; tez zamanda bu komiteyi düzenleyemezsek, devleti de kendimizi de batıracağımızı idrak ettim. 

 Özel birkaç toplantı yaptık. Komiteyi resmen kurmayı ve isimleri kararlaştırdık. Ancak hiçbir şey net değildi. Komiteye erken gelenler oturmuş, adeta erken ben geldim, kabineye ben gireceğim niyeti güdüyordu. 

 6-7 saat süren son toplantıdan sonra milletin kaderini ellerine teslim edeceğimiz 38 kişilik bir liste oluşturduk. Kabul gösterenler olduğu gibi itiraz edenler, tehditler savuranlar da oldu. ( Orhan Erhanlı Anılar…Sorunlar…Sorumlular… ) 

 Tevkif Çılgınlığı ve Tahliye Rahatsızlığı… 

 Akli melekelerini kaybetmiş, emir verici akılların eseri olan emanet akıllı bazı rütbeliler öyle bir şaşkınlık içerisindedirler ki tutuklama görevini oldukça abartmışlardır. Bu tutuklama görevi öyle bir hal almıştır ki, tutuklananların sayılarının çokluğundan Harbiye’de, Harbiyelilere ne yatacak yer, ne de yiyecek kalmıştı. 

 Tutuklanmalar haddini aşınca Cemal Modaoğlu’nun emriyle bir kısım DP’liler serbest bırakılır. Her dönem üniversite içerisinde bulunan darbecilerin arka bahçe bekçisi bazı profesörler hemen bu durumdan rahatsız olup, tahliye icraatının failini Cemal Gürsel zannedip Cemal Modaoğlu’nun yanına koşmuşlardır. Bu tahliyelerden rahatsız olanlardan biri de, şu an kurtarılmış üniversite statüsünde bulunan İstanbul ÜniversitesiRektörü Sıddık Sami Onar’dır. Onar’ın dahiyane fikirleri bununla sınırlı değildir. İki öğrenci öldürülmesi olayını, yüzlerce öğrencinin öldürüldüğü haberi şeklinde yaymış, iki öğrenciden fazla ölü bulamayınca ondan fazla tabuta taş doldurarak şehitliğe defnetmek gibi yaratıcı fikirlere imza atmış bir ilim adamıdır! 

 Yassıada Yolculuğu… 




 Yassıada mimari Milli Birlik Komitesinin başında bulunan Cemal Gürsel’in bu ilk ada fantezisi değildi. Daha önce de kendisinin ‘ bana bir ada bulun tüm yobazları buraya tıkayım, işlerini görelim ‘ cümlelerine şahit olmuş kişiler mevcuttur. 

 Tutuklanmalardan sonra bir araya getirilen tutuklular, istiflenerek Yassıada yolculuğu için hazırlanıyordu. Numara sırasına göre dizilen kafileler, Harbiye öğrencilerinin hakaretleri eşliğinde askeri otobüslere bindirilmişti. Otobüslerden indirilip tahliye edilecekleri uçaklara doğru yürüyüşlerinde yine Harbiye öğrencileri küfürlerine, hakaretlerine devam ediyor tüfeklerinin dipçikleriyle itip kakıyorlardı. 

 Bu itiş kakış eşliğinde uçak yolculuğu biter, tutuklular vapurlara bindirilir. Vapurda yara bere içerisinde bulunan bakanlar, hükümet görevlileri yüzlerini birbirlerinden saklayarak ağladıkları yolculuklarından sonra nihayet Yassıada’ya varılır. 

 Sonra mı? Sonra gelsin aşağılamalar, zindan günleri, işkenceler, yıldırmalar, bezdirmeler… 

 Duruşmalar Başlıyor… Yassıada Saatleri… 

 14 Ekim 1960 Cuma günü duruşmalara; ” sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak yerlerine alındılar. Müdafiler hazır. Açık olarak duruşmaya başlandı ” sözleri ile başlanır. Aynı açılış cümlesi Yassıada Saati başlığıyla radyolardan millete duyurulur. Bu milletin iradesinin yargılanıp, idam edilmesinin açık aşikar ilanıdır. 

 Aynı gün Hürriyet Gazetesi, ” 401 sanık adalet huzuruna çıktı ” yalan ve taraflı başlığını atar. Zira adalet Yassıada’ya getirilen vapura bindirilmemiştir. 





 Sanıyorum, bugün milletin iradesine parmak sallayarak yön vermek isteyen rütbeliler bu geleneği o günlerde mahkeme salonlarına gelen milletin seçtiği vekillere parmak sallamayı, el kol kaldırmayı maharet bilen Yüksek Adalet Divanı mahkeme başkanı Salim Başol’dan devralmışlar. 

 Yargılamalara teker teker girmeye gerek yok. Şu diyalog malum muamelenin anlaşılması için yeterlidir: 

 Başol: Ne okudun, eğitimin nedir? 

 Tutuklulardan Biri: Yüksek tahsil yaptım. 

 Başol: Belli belli, otur! 

 Bu hukuksuzluk ve gayri ciddi -suçlu dahi olsa- (6-7 Eylül Olayları ki, olayda çok başka faktörler de suçludur ) insanların izzeti nefislerine dokunan hareketlerin yapıldığı bir ortamda; yeri geldiğinde, gereğince(!) tutuklulardan bazıları ailelerinin gözleri önünde rencide ediliyordu. Fatin Rüştü Zorlu elleri kolları bağlanıp, bir teğmen tarafından dövülüyordu. 



Sizi buraya Tıkan kuvvet böyle istiyor

 14'ler Tasfiye Ediliyor, Demokrasi Korunuyor! 

 MBK içerisinde diktörasiyi demokrasi zanneden bazı isimler, zamanında fitillerini ateşledikleri üniformalılardan 14 kişiyi Milli Şefimiz İsmet İnönü fikriyatının da etkisiyle tasfiye eder ve sürgün imajıyla yurtdışına sürgüne gönderir. Bu icraat ile birlikte aslında MBK bizzat kendi lehine anayasayı çiğnemiş ancak kendileri için lüzumlu gördükleri bu ictihada gereklilik kılıfı uydurmuştur. 

 14'ler içerisinde bulunan isimlerden birisi de Alparslan Türkeş’tir. Türkeş, bir sonraki darbelerde, sivil katletmelerde rol alacak, 50 yıl sonrasında işlenecek cinayetlere zemin oluşturan bir kitlenin yoğrulduğu kabın ismi olan MHP’nin başkanlığıyla yarım bıraktığı görevine devam edecektir. 

 Cemal Gürsel İtiraf ediyor… 




 MBK’nın başındaki isim Cemal Gürsel ilk açıklamalarında hükümeti devirip, bir nevi -henüz icat edilmemiş- Bodrum inzivası havasında köşesine çekileceğini belirtiyor birkaç gün sonra görevinin başından ayrılmayacağını ilan 
ediyordu. 

 MBK zor durumda, mahkemeler bitmiyor. Milletin başının boş olduğunu düşünenler bu başları doldurmaya niyetliler. Güya milletin lehine çıkılan yolda milletin seçtiği vekilleri hunharca yargılıyorlar, millet kimsenin düşüncesinde değil. Tutukladıklarını bir şekilde asıp konuyu kapatmaya öyle konsantre olmuşlar ki bu arada ülke ne durumda pek kimse ilgilenmiyor. 
Akıllarına geldiğinde bir anayasa fikrine kapılıyorlar. MBK bu ulvi görev için kendi üniversite kayıtlılarını göreve atıyor. Sonra Cemal Gürsel burnundan soluyarak şöyle buyuruyor: 

 ” Bir halt ettik, bu profesörlerin sözüne uyduk, başımıza dert açtık. Ne yapmak lazım geldiğini ben de kestiremedim. Bu iş uzarsa kötü olur. Anladığıma göre kısa kesmekte zor. Keskin teklifler gerek, bu işten bıktım, bir an önce bitirelim. ” ( Orhan Erkanlı hatıralarından ) 

 Ayağa Kalkın, Karar Anı… 



Yüksek Adalet Divanı Başkanı Selim Başol: 

 ” Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor ” cümlesini mahkemeler sırasında tutuklulara savuruyor. Derken iradenin emri vuku buluyor; 
peşinen verilmiş kararlar usulen açıklanıyor… 

 Eski Cumhur Başkanı Celal Bayar, eski Başbakan Adnan Menderes, TBMM eski Başkanı Refik Koraltan, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan başta olmak üzere 15 kişi ölüm cezasına; 402 sanık müebbet ya da ağır hapis cezasına çarptırıldı. 135 sanık beraat etti. 

 Kabus Bitti Mi? 

 Kararlar sonucunda Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu İmralı Adasında idam edildi. 

 Adnan Menderes’in darağacı altında son sözü: ” Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, devletime ve milletime saadetler dilerim” oldu. 

 İşte bu kabusun başlangıcıydı. Evveliyatında korku cumhuriyetinde karanlık fikirlerinin tohumlarını atanlar, 27 Mayıs Darbesinde bu kötü tohumların meyvelerini yemiş ve yedirmiştir. Kabustan uyanan bir milleti yeniden kabusa sürüklemiştir. Bugün yaşadığımız ortamda meşru(!) idamlar yerine gayrı meşru öldürmeler yaşanmışsa ve halen yaşanıyorsa bu bir nevi 27 Mayıs’ın yaptığı etkiden kaynaklanmıştır. Ve 27 Mayıs Darbesi bir sonraki darbeye, darbelerimize ilham vermiş, kabusumuzu, kabuslarımıza çevirmiştir. Aziz Türkiyeliler’in başı Sağolsun, Aziz milletimizin vicdanı sağ olsun! 

..