27 MAYIS 1960 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 MAYIS 1960 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2019 Pazartesi

KİM KÖŞKÜ DÜŞÜRDÜ.? 27 MAYIS 1960

KİM KÖŞKÜ DÜŞÜRDÜ.? 27 MAYIS 1960

27 Mayıs İhtilali’ni anlatan kitapların köşkün ele geçirilişiyle ilgili bölümleri tam bir karışıklık içinde kaldı: 

Müşerref Hekimoğlu:

“… Modern Eğitimli Muhafız Alayı ile korunan bir devlet başkanı nasıl böyle kolayca ele geçirilebilmişler, bu kolaylığı hangi plan sağlamıştı?” 

Sami Küçük köşke geldiğinde gördüğü ihtilalci subayları anlatırken satır aralarında ortalıkta dolaşan süvari erlerinden bahseder. Başlarında subayları olmayan süvari erleri! 

Sami Küçük elinde tomsonu Köşk’e girdi. Holde bir kalabalık. Bir sivil, Burhanettin Uluç ve… Sivili tanımadı önce. Sonra Bayar olduğunu anladı.” (a.g.e., s. 135) 

Oysa Albay Sami Küçük, 27 Mayıs İhtilalinin hemen ertesinde yaptığı açıklamalarda Süvari erleri ile “talim elbiseli bir iki subayı” gördüğünü yazılı olarak belirtmişti.

“Bu sırada Veteriner General Burhanettin Uluç, yalnız, elinde şapkası yaya olarak bu yoldan yukarı çıkmakta idi. Kendisine bilgi verdim.

Köşkün merdivenleri önüne gelince, benden daha evvel buraya gelen Kur. Alb. Emin Aytekin bana: “Celal Bayar teslim olacak. Üç subay isteniyor. Sen silahlısın, sen teslim al” dedi. Etrafıma bakınca yanımda Tank Bnb. Muzaffer Karan’ı gördüm. Onu ve bir de teğmen alarak içeri girdim.

İçerde bir sivilin etrafında 10 kadar süvari eri ile talim elbiseli bir iki subayı ve o siville münakaşa eden General Burhanettin Uluç’u gördüm. Erleri aralayarak sivilin yanına yaklaştım ve Burhanettin Uluç’a münakaşa zamanı olmadığını, kendisini götüreceğimizi, sağ koluna girmesini rica ettim, bende sol koluna girerek kendisini dışarı çıkardık. Bu sırada Muzaffer Karan ilk plan gereğince Celal Bayar’ı Harp Okuluna tankla götürmede ısrar etti ise de orada hazır bulunan Muhafız Alay Komutanının station vagonuna bindirerek Harp Okuluna getirdik.” 

Sonra bir köşk'ü kim teslim aldı kavgası sürüp gidecektir senelerce. Kazanılmış bir ihtilaldeki kendi mevcudiyetlerini ballandıra ballandıra anlatırlarken, biri 700 - 800 kişilik Süvari grubunu görmeyecek (Osman Köksal), diğeri atları gördüğünü söyleyecek fakat Subayların ve erlerin nerde olduğu belli değildi diyecek (Emin Aytekin), bir diğeri savunma hattının içinde Köşk'te Celal Bayar'ın yanında talim elbiseli iki subay ve on kadar Süvari erinden bahsedecek (Sami Küçük) satır aralarında. 

Görevini yapmaktan başka bir iddiası olmayan Yzb. Fethi Gürcan ve arkadaşı Yzb. Nusret Kocabey ise, isimsiz “Nefer” olmaya yatkın yapılarıyla, “devlet hiyerarşisini” parçalamışlardı ve artık ihtilalin hiyerarşisine uymanın gönül rahatlığı içindeydiler. 

Nusret Kocabey:

“Bu şekilde Burhanettin Uluç yüksek rütbeli bir general olduğu için onun komuta etmesini daha yerinde bulduğumuz için Devlet reisini Burhanettin Uluç’a teslim ettik. O da yanlarındaki harp okullularla beraber onu götürdüler. Ben birliğimi topladım. Fethi birliğini topladı. Oradan alayımıza biz geri döndük.

O gün, o civarda Sami Küçük’ten başka Milli Birlik Komitesi’nde yer alanlardan kimseyle karşılaşmadım. Yani Devlet Reisinin alınması, eğer ihtilalin oturmasında etken olarak olmuşsa, orada bu olaya gelişte Durmuş Çınar tankçı, Sami Küçük Milli Birlik Komitesinden, Fethi Gürcan, ben vardık. Başka kimseyi ben görmedim. Burhanettin Uluç. Onu söylemiştim. Onun dışında birliğiyle gelmiş veya Milli Birlik Komitesi içindeyken o çevrede olmuş olabileceklerden kimseyle karşılaşmadım. Sami Küçük’ü gördüm sadece.” 

En büyük sermaye temsilcisi, İş Bankası kurucularından, “sabık ve sakıt” Cumhurbaşkanı Celal Bayar, bir 27 Mayıs gecesi sabaha karşı çok iyi korunan Cumhurbaşkanlığı Köşkünden apar topar Yassıada'ya yollanmasının bilinçaltıyla ölünceye kadar “Bu kış komünizm gelecek” diye sayıkladı durdu.

27 MAYIS – İSTANBUL

İstanbul’da, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Harekat Dairesi Başkanlığı’nın emriyle harekat başladı.

Yani hiyerarşiye uygun bir ihtilal hareketiydi.

“26–27 Mayıs gecesi ben İstanbul Örfi İdare Kumandanlığı Harekat Başkan Muavini idim...”

Üniversite bahçesinde benim de katıldığım ‘harekat’ toplantısında, harekatın, çeşitli sebepler dolayısıyla (a.b.ç.), Örfi idare kumandanlığı karargahından verilecek kısa bir harekat emri ile başlamasını kararlaştırdık” 

Ateşli ihtilalci Orhan Erkanlı, harekat emrini alır almaz Tankları hedeflere doğru yola çıkardı.

“İlk aranan, Erkanlı’nın 3. Zırhlı Tugayı idi. Erkanlı sabredememiş, birliklerini yol üzerine çıkartmış, tankların motorları yarım saattir çalışmaya başlamıştı bile... Örfi İdare Karargahının ‘hareket’ emri gelir gelmez, jeep’ine atlıyor ve kafile şehre doğru yola çıkıyordu.” 

“Planlamaya göre Ankara ve İstanbul radyolarından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sesi aynı zamanda duyurulacak. İstanbul'da her şey saat gibi işliyor, telefonlar durmadan çalıyor, telin öbür ucundaki ses hedefin ele geçtiğini bildiriyor... Ama Ankara'dan haber yok hala.”

“… Radyo Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sesini duyurmaya hazırlandı. Hiç direnme olmadı ama Ankara'dan ses yok. Beklemek gerekiyor” 

İstanbul'da duruma tamamen hakim olunmuştu. Fakat, radyo yayınlarından Ankara'nın sesi çıkmıyordu.

Teyfik Subaşı:

“Bu düşüncelerle yorgun Harbiye'ye geldim. Harbiye'nin giriş kapısı, binanın merdivenleri, koridorlar velhasıl her taraf yüzlerce subay ile doluydu. Herkes, yakınlık derecesine göre, bir küme içinde yer almıştı. İhtilalin olduğu, bundan sonraki durumun ne olacağı, olayları ve hazırlığı bilmeyenlerce tartışılıyordu. Veya tam zamanı idi. Kotarılmış bir sonuçtan pay kapmak, hoş olurdu.

Ahmet Yıldız, Ordu Harekat Odası’nın kapısına iki nöbetçi dikmiş ve içeriye kimseyi aldırmıyordu. Ben bozulmuştum. Yüzbaşı Terzi'nin tepkisi daha da şiddetli oldu. Orhan Erkanlı'yı bulmaya çalışırken, bu gruplara da gözüm takılıyor ve bazı olayların tanığı oluyordum. Eğer Ankara'dan ses çıkmazsa, bizim halimiz ne olacaktı? Akıl satmaya kalkanların, bizi itham etmeyecekleri nereden belli idi? Konu bir yargılamaya dönüşse, kim birlik yürütmüş ise isyancı sayılacak ve hesabı görülecekti.” 

Aslında, ihtilali tasarlayan komite için İstanbul o kadar da önemli değildi. Esas hedefler ve “Siyasi İktidar” Ankara'daydı. Yoksa İstanbul'da sıkıyönetim yumuşak geçiyordu. Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Hukuk Fakültesi'nin duvarları Sıkıyönetim Komutanı’nın emriyle otomatik silahlarla tarandığı için, delik deşik olmuş ve öğrenci gösterileri engellenmişti. İstanbul'da ise Sıkıyönetim Komutanı bu kadar gayretkeş olmamıştı. 27 Mayıs sabahı da kolayca ihtilale “ikna” edildi.

Ankara'daki komitenin ihtilali başlatmak için ayak sürümesi, Orhan Erkanlı'yı gerekirse “İstanbul Hükümeti” kurma fikrine kadar sürüklemiş, fakat bu fikrinde yalnız kalmıştı. Dolayısıyla, 27 Mayıs gecesi de, yine her şey Ankara'da “çözümlenmek” zorundaydı. Ve Ankara’da çözümlendi.

27 MAYIS İHTİLALİ SABAHI

Genç subaylar, başarılarının rantını akılarına bile getirmeksizin, atlarına binip gün boyu halkın coşkulu tezahüratlarına katarak nameleştirdikleri nal sesleriyle ihtilalin coşkusunu Ankara sokaklarına yaymaya koyulmuşlardı. Komitenin planladığı darbe, gençlik ve halkla kaynaşarak dörtnala Devrim'e doğru koşuyordu.

Daima büyük bir fedakarlıkla bütün olayların içinde yer alan Teğmen Erol Dinçer, 27 Mayıs’ta ise, izinli olmasından da kaynaklanan bir irtibat kopukluğundan (irtibatı sağlayacak olan Tğm. Yılmaz Akkılıç Ankara dışında olduğundan), geç kalmıştı. İhtilal planları çerçevesinde Dinçer’in görevi, güvenmedikleri 43. Süvari Alayı’ndaki Keramettin Yüzbaşı’yı tevkif etmek ve onun bölüğünü alıp çıkmaktı. İrtibat kopukluğuna rağmen, ihtilalin başladığını anlar anlamaz hemen olaya katıldı.

Erol Dinçer: 

“27 Mayıs irtibat kopmuş durumda. Kurtuluş’ta evdeyim. Sabah kalktım bir baktım ihtilal olmuş. Baktım etrafta askeri öğrenciler var. Hemen durumdan görev çıkardım. Askeri tıbbiyeliler de harekete geçmişler. Onları örgütledim. Cebeci Karakolu’na el koydum. Öğrencileri görevlendirdim. Çevrede oturan Tahkikat Komisyonu üyelerini, DP Milletvekillerini filan toplamaya başladık. Sonra hemen alaya gittim. ‘Yahu’ dedim, ‘bana niye haber vermediniz?’ Hem irtibat kopukluğu, hem de 43. Süvari Alayı Komutanı’nı marangozhaneye kapatma önerime ‘ayıp olur’ diyen adamların etkisi falan...”

MENDERES’İN TUTUKLANMASI

Menderes 27 Mayıs günü Eskişehir'deydi. Hv. Alb. Muhsin Batur ve ihtilalci havacılar harekete geçmek için sabaha kadar “Radyo anonsunu“ beklemişlerdi. İhtilal tarihinin birkaç kez ertelenmesi nedeniyle emin olmak istiyorlardı. İstanbul ve Ankara radyolarından anonsları duyunca harekete katılmaya koyuldular.

İhtilal konusundaki tedirginlikleri nedeniyle, şehirlerinde bulunan Menderes konusunda hiç bir planları yoktu. Olsaydı, en azından Menderes ve yanındakileri gözleyecek, izleyecek bir tedbir almaları gerekirdi.

İhtilale katılmaya karar verdikten sonra yapılan organizasyon ayarlamaları yüzünden kaybedilen zamanda Menderes, Polatkan ve küçük çaplı maiyeti çoktan otomobillerle şehri terk etmişti.

Muhsin Batur ve ihtilalci havacılar, daha önceden yolları tutmayı da akıl edememişlerdi!.. 

İhtilalin Ankara ve İstanbul'daki başarısını öğrendikten sonra, Kütahya'daki Hava Er Eğitim Tugayı ile telefon irtibatı kurularak Menderes, Polatkan ve maiyetinin yakalanmaları sağlandı.

Böylece Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dan sonra Başkakan Adnan Menderes de tutuklanmış oldu.

Üniversite gençliği ve Ankara halkı, gördükleri subayları omuzlarında taşımakta, tezahüratları tüm caddelerde çınlamaktaydı. 

Memur kenti Ankara halkı, gençliğin dövüldüğünü görmüş, aydınların, gazetecilerin tutuklandığını izlemiş, İnönü’nün taşlanışında “Kurtuluş Savaşı kazanımlarına” karşı çıkıldığını hissetmişti. Ağaların ve tarikatların arkasında teşkilatlanmış kasabalı ve köylü öfkesinden ürkmüştü. D.P’ye ve yöneticilerine kızgındı. Bu belayı tepelemiş ordu gençliğini bağırlarına basmakta zerrece çekinmediler.

Ankara’yı bir bayram havası sarmıştı.

Damat Metin Toker de, hemen 27 Mayısçı olacak, fakat tıpkı Paşa kayınpederi gibi çağırdıkları gücü, “çağrılı güç”ü seyretmekten öteye gidemeyecekti. 

Metin Toker:

“ 27 Mayıs Öğleden sonra Ankara’yı gören herkes vicdanında en ufak tereddüt duymadan emin olmuştur ki, bu hareket beğenilen bir hareket olarak alkışlanmaktadır”. 

Menderes ve hükümetini istifa ettiremeyince az mı uğraşmışlardı İsmet Paşa ile birlikte, bu ihtilal için? Kendisi, bizzat İnönü'nün “Propaganda Şefi” idi. Ama, “damat”lıkla bahşedilen “şef”lik, “kayınpederin ömrü” ile sınırlı kalmaya mahkumdu. Türkiye hala “doğu”luktan çıkamadığı için, “yetenek” değil “yakınlık” önemliydi.

27 Mayıs sabahı, Paşa babasıyla birlikte, DP'nin devrilişini büyük bir şevkle izliyorlardı. İktidarın artık ellerinde olduğunu düşünüyorlardı. Halbuki, “uykusuz gecelerin” yaklaştığının farkında değillerdi. 

http://kutuphane.halkcephesi.net/Ben%20Ihtilalciyim/bolum_2.htm



10 Haziran 2016 Cuma

27 MAYIS 1960 ASKERİ DARBESİ



27 MAYIS 1960 ASKERİ DARBESİ



8


Devletin içine düştüğü yok olma tehlikesinin korkunç derinliğini görmekten aciz olan zavallılar, elbette ciddi ve hakiki çareyi görmemek için gözlerini yumarlar. -Gazi Mustafa Kemâl Atatürk- (1924)
——————–
27 Mayıs 1960 askeri darbesi yapıldığında 13 yaşında Selimiye Askeri Ortaokulu son sınıf öğrencisi idim. Bu harekat hakkında fikir yürütecek yaşta değildim. Ama ordudaki askeri hiyerarşinin alt üst olduğunu görüyor, bunun nedenlerine akıl erdiremiyordum. Zamanın tek kitle iletişim aracı olan devlet radyosu ile gazeteler de kamuoyuna yeterli bilgiyi vermekten çok uzaktı.
Herşeye rağmen zamanın tek ve en etkili bilgi kaynağı devlet radyosu idi. Özel Yassıada Mahkemesi başsavcısının; “ SANIKLAR GETİRİLDİLER.. BAĞLI OLMAYARAK YERLERİNİ ALDILAR..” sözü Yasssıada mahkemelerinden aklımızda kalan tek slogan idi.
Getirilen sanıklar; Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, Demokrat Parti milletvekilleri, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları başta olmak üzere bütün üst düzey Demokrat Parti bürokratlarıydı.
Peki neden bu kişiler sanıktı. Ne yapmışlardı? Memlekette yönetime el koyduğunu söyleyen ve içinde yüzbaşıdan orgenerale kadar değişen rütbedeki askerlerin bulunduğu Milli Birlik Komitesini kimler devlet yöneticilerinden hesap sormak üzere görevlendirmişti.?
Bu soruların cevabını bulmak o günün Türkiyesinde imkansızdı. Aradan geçen 56 yıl içinde de soruların cevapları ne yazık ki bulunamadı. Millet tepkisiz ve sessiz olarak kendisine verilen bilgiler kadar olayları takip ediyordu.
Kendi komutanlarını hapsedip idamla yargılayan Türk Ordusu, 27 Mayıs darbesinin yıkımını yaşadı. Ordu, boğazına kadar siyasete battı. Nitekim 27 Mayısı, 22 Şubat 1961, 21 Mayıs 1963 Harbokul Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir ayaklanmaları takip etti.
Bu ayaklanmalar şiddetle bastırıldı. Ayaklanan grubun lideri Kurmay Albay Talat Aydemir veTnk.Bnb. Fethi Gürcan asıldılar. 1963 ve 1964 dönemi Harbiye öğrencilerinin tamamı ordudan atıldı. Yine pek çok subay çeşitli hapis cezaları alarak ordu ile ilişkileri kesildi. Ayrıca orduyu gençleştirmek bahanesi ile 8.000 kadar subay bir gecede emekli edildi.
27 Mayıs ve takibeden diğer askeri ayaklanmalar ordunun gücünü çok zayıflatmıştır. 10’ar yıl ara ile gelen 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri de askerleri tamamen iç siyasetin içine sokarak ordunun savaşma imkan ve kabiliyetini çok olumsuz yönde etkilemiştir.
27 Mayıs 1960 sabahı radyolardan Milli Birlik Komitesi üyesi Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in okuduğu bildiri bu harekatın sebebini vurgulamaktadır.
“Sevgili Vatandaşlar, Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz; partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiştir.
Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkâr bir fiile müsaade etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir.”
Alparslan Türkeş’in bildirisine rağmen seçimle gelen iktidardaki Demokrat Parti yönetimi ile atadıkları üst düzey bürokratlar önce hapsedilmiş ve sonra Yassıada’da kurulan askeri mahkemede idam talebi ile yargılanmışlardır.
Yönetimin yargılandığı Yassıada Mahkemesinde duruşmalar 14 Ekim 1960’da başlamış ve 15 Eylül 1961’e kadar devam etmiştir. Sadece bu dava için oluşturulan Yüksek Adalet Divanı vasıtasıyla 10 yıllık DP iktidarı 18 ayrı davada sorgulanmıştır. 592 sanıklı davada 1068 kişi tanık olarak dinlenmiştir. Halka açık olarak yapılan Yassıada duruşmalarını 150.000 kişi izleme imkanı bulmuştur. Ayrıca duruşmalar mahkeme salonundan yapılan naklen yayınlarla radyodan halka duyurulmuştur.
27 Mayıs 1960 aslında tam bir askeri müdahale de değildir. Bu müdahale ordu içindeki çok küçük bir subay grubunun insiyatifi ile meydana gelmiş genç subaylar hareketidir. Bu subay grubu; önce orduda darbe yapıp komuta katını ele geçirmişler ve eş zamanlı olarak Demokrat Parti yönetimini devirmişlerdir.
27 Mayıs 1960 darbesi ile Türk siyasi yaşamı da altüst olmuştur. Ordudaki hiyerarşi ve disiplin anlayışı da darmadağın olmuştur. Geçen 56 yıl boyunca askerlerin siyasilerin üzerindeki baskısı hep devam etmiştir.
Ne gariptir ki; askeri darbe ile yönetime el koyarak ( anayasayı, hukuku ve anayasa ile oluşturulan devlet organlarının tamamını yok sayarak) yeni bir anayasa yapmak zorunda kalan askeri yönetim, demokrat parti yöneticilerini anayasayı ihlal ettikleri gerekçesi ile asmışlardır. Anayasanın tamamını ortadan kaldıran darbecilerin, kaldırdıkları anayasayı ihlal ettikleri gerekçesi ile benzeri siyasi yargılamalara 12 Eylül 1980 darbesinde de aynen devam edilmiştir.
27 Mayıs’ta DP yöneticilerini yargılamak üzere oluşturulan Yüksek Adalet Divanı’nın Yassıada duruşmaları tam bir hukuk rezaletidir. Mahkemece 15 kişi idama mahkûm edilmiş ve bunlardan Başbakan Adnan Menderes ile iki bakanı asılmıştır. Başbakanı ve iki bakanını asan ayni devlet, ayni şahışların itibarlarını 1993 yılında iade etmiştir. Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan’ın İmralı Adasındaki naaşları devlet töreni ile İstabul Topkapı’da yapılan anıt mezara nakledilmiştir.
Sonuç olarak;
Askeri darbelerin demokrasi ve hukuk devleti anlayışına, özellikle askerin bizat kendisine verdikleri zararın tahribatı çok derin olmaktadır. Bu tahribatın onarılması ise kolay değildir. Yaşadığımız olaylar yeni nesillere ders olmalıdır.
Milletimizin bir daha askeri darbe istemediği unutulmamalıdır…
Demokratik sistem içindeki hukuk düzeninin devamı için her bireye ve her kuruluşa düşen önemli görevler olduğu daima göz önünde tutulmalıdır..
Dr.Tahir Tamer Kumkale


23 Aralık 2014 Salı

TÜRK MİLLETİNİN RED ETTİĞİ İHTİLAL


TÜRK MİLLETİNİN RED ETTİĞİ İHTİLAL



İddiacı ve iftiracılar bilsin ki!..

Mustafa Nevruz SINACI

27 Mayıs, Türk Dünyası’nın büyük kırılma, Milli Mücadele düsturu, Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbını ilga, şerefli maziyi hafızalardan silme teşebbüsü ve yakın Türk tarihinin en elemli kâbusudur. Bu uğursuz şeamet ve bedhahların bekraundu üzerinden 53 yıl geçti. Ama halâ acıtan, ıstırap veren ve henüz tedavisi kabil olmamış, kamu vicdanında kanayan bir yara..












Bu nedenle, sulbünün (zürriyet, soy, sülale) üstüne mezar toprağı ve nifak tohumları serpilen, geleceği karartılan ve makûs bir talihe mahkûm edilen millet; hâlâ gaflet, (paralize) dalâlet ve şeamet uykusundan hıyanete uyanamadı.
Aradan geçen 53 yıla rağmen, ne siyaset ve ne de kadim millet 27 Mayıs’ın muzlim karanlığından aydınlığa çıkamadı... Aslen ihanet şebekelerinden olup, zahiren Atatürkçü görünen sahtekârların ve dini siyasete alet ederek, vurguna soyunanların farkına varamadı!
Dahası, tıpkı “ilâh, silâh ve ilâç tüccarlığı” yaparak insanlık âleminin kanını emen emperyalist vampirler ile vahşi kapitalistler gibi; ‘İleri demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk’ söylemleri ile sözde ‘barış, helâlleşme ve kardeşlik’ adına açılımlar yaparak; Asil ve kadim Milleti dönüştürüp bölmeye kalkışan simsarların oyunlarını da idrak edemedi!..  
Lâkin Darbeleri Araştırma komisyon faaliyette… Bizce son derece haklı, doğru ve yerinde; Silsile-i meratip ve meşru müdafaa dâhilinde (emir ve komuta zincirinde) vaki 12 Eylül yargıda. Demokratlar olarak şiddetle karşı olduğumuz, nefretle kınadığımız 28 Şubat ise; milyarlarca dolar soygun, vurgun ve aleni yolsuzluğa-soysuzluğa rağmen, asli failleri ‘mağdur’ hanesine duhul edilerek “siyaseten” mahkemede.. Bu bir çelişki ve kepazeliktir.
Soygun-vurgun erbabını sigaya çekmemek; Adalet ve milletle alay etmektir. Zira 28 Şubat, tam bir “hesaplaşma - yüzleşme, tüyü bitmemiş yetimin, masum ve mazlumun hakkını tahsil ve tazmin” biçiminde muhakeme edilmedikçe, üstüne sinen şaibe asla kalkmayacak ve kamuoyunda: “28 Şubat aslında, Milli Görüş’ü iktidara taşımak için sahnelenmiş menfur bir oyun ve tezgâhtır” şüphesi zail olmayacaktır…
Öyle ise, hükümet, hesaplaşma ve yüzleşmeye ‘doğru yerden’ başlamak zorunda idi. Geçmişle yüzleşmek ve darbelerle hesaplaşmak: TC’nin çökertilerek, düşürüldüğü yerden kaldırılmasına matuf olmak üzere; Sorgulama ve yargılamaya 27 Mayıs isyanı ile başlamak şarttı. Geç değil. Nasıl olsa kurulu bir komisyon var. “Niyet hayr, akibet hayr” hakikatinden hareketle; Eğer, en kısa sürede 27 Mayıs yargı önüne çıkartılır ise amenna! Değilse, tüm olup bitenler, yukarda ifade edildiği gibi düzmece, lânetli mbk cuntasının kurmaya cüret ve cesaret gösteremediği; İstiklâl Mahkemelerinin zıttı “İnkılâp Mahkemelerinin” zımnen ya da fiilen devreye sokulması gibi bir yönelim anlamına gelir..

27 Mayıs Nedir?  Bir ihtilal midir?  Darbe midir?  Fiili durum mudur?













Öncelikle bu olayın hukuki adını koyalım. Bana göre 27 Mayıs olayı, bilinçli bir Ordu hareketi değildir! Dolayısıyla Şerefli Türk Ordusunu bu bühtandan uzak tutmak şart.. Her ne kadar 27 Mayıs isyanı, asker libasına bürünmüş sergerdelerce alçakça icra edilmiş olsa bile; Mezkür kalkışmada emir-komuta zinciri bulunmadığı cihetle, menfur olayın ordu iradesiyle vuku bulduğunu iddia etmek abestir. Çünkü o günün yasal Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun ve bütün Kuvvet Komutanları; Atatürk ve Türk Milleti adına hareket ettikleri yalanını kullanan menfur isyancılar tarafından “kalleşçe” tutuklanmıştır.


Ancak!.. 
Bu gün, bu cihetle Silivri davalarını eleştirenler bilmelidir ki:
















27 Mayıs günü ordumuzda 260 general görev yapıyordu. Bu generallerin 235’i, hain isyancılar tarafından emekli edildi. Çoğunluğu albay, yarbay ve diğer kademelerden olan 13 Bin subay Maarif Bakanlığı (MEB) emrine verildi. Tazminatları ABD tarafından karşılanan 5 bin Subay ordudan uzaklaştırıldı. Sonuç: Generaller dâhil, Türk Ordusu’nun tasfiye sürecinde 235 + 13 000 + 5 000 = 18.235 Subay, Üst Subay ve General ile 1936 askeri öğrenci olmak üzere: 18.235 + 1.936 = 20.171 askerin “Milli Ordu” ile ilişiği kesilerek, menfur bir temizlik ve tasfiye hareketi ile; Şerefli Türk Ordusu “Peygamber Ocağı” dumura uğratılmak istendi...


Ödenmekte olan bedel...

Mustafa Nevruz SINACI

Nitekim bundan sonraki aşamalarda sırasıyla 1111 Sayılı kanun, Yönetmelik, tamim, talimat ve yönergelerde yapılan meş’um değişikliklerle önce: Asker kişilerin yabancı uyruklu (gayrimüslim) kadınlarla evlenme yasağı; Azınlıklar üzerindeki (lüzumlu ve zorunlu) kısıtlar; Nesebi gayrisahih olanlar için uygulanan tedbirler; Askerlik mesleğine katılmada aranan “alt ve üst soyda fahişelikle müştegil mazarrattan ariyet; Süfli işlerle uğraşan akraba ile mukarreb olmamak;, Müslüman bir soy lüzumu gibi özel, önemli, hayati ve özellikle görev stratejisine münhasır zorunlu şartların ilgası ile Türk Ordu’suna çok büyük darbeler vurulmuş olmakla;























1960’dan sonra Harp Okullarından itibaren Ordu’da: Merkezi yurtdışında yer alan bir Yahudi tarikatı masonluk ile menfur türevleri lions ve rotary kulüp üyesi kripto, sabe, dönme ve devşirmelerin (Peygamber Ocağı’nda) makam-mevki, yetki ve rütbe sahibi oldukları büyük üzüntü ile müşahede olunmuştur. Derdest olan davalara bakıldığında ise: Hiç biri Milli Ordu ve kutsal askerlik mesleği ile bağdaşmayan casusluk, fahişeler ve/veya fahişelikle iştigal, din düşmanlığı, terör ve tedhiş örgütü ile iştirak ve işbirliği., gibi utanç verici suç ve suçlamalarla yargılananların varlığı korkunç bir şeamettir. İşte bu şeamet, ihanet, gaflet ve dalalet 27 Mayıs isyanının doğurduğu lânet, elim felâket ve melânetin beklenir sonucudur.
Bu organize teşekkül ve teşebbüs, tıpkı Osmanlı’da Patrona Halil ve Milli Mücadele öncesi mütegallibenin Ordu’yu tasfiye girişimi gibidir. Atatürk’ün 1924 (1928) Anayasasının ilgası; TBMM’nin kapatılması ve Cumhuriyetin kesintiye uğratılması gibi “tam hukuksuzluk” haline rağmen CHP’nin tek taraflı olarak kapatılmaması; Aleni iştirak ve işbirlikçiliktir.
Anayasa Mahkemesinin 1963/83 sayılı iğrenç Tedbirler Kanunu’nun, sözde özgülükçü olduğu iddia edilen 1961 a.yasasına aykırı olmadığına karar vermesi; yasanın1. Aydemir artçı darbe girişiminin akabinde çıkması; Yasayla, kadim DP lehi ve 27 Mayıs aleyhine beyan ve ifade suçtu. Konuşan ve yazanlar 5 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacaktı. Eğer yasa, 1961 anayasası ile uyumlu ise malum ve mezkür anayasa özgürlükçü olabilir mi?
Elbette olamaz. Zira aynı anayasa Demokrasi, insan hakları, adalet ve hukukun askıya alarak; Bütün Anadolu’da infaz timleri ve toplama kampları kurulmasına; kadim DP evrakının müsadere ve partinin “usulen tefhim” daha açık bir ifade ile belâ savma bab’ından bir dava ile re’sen kapatılmasına mütedair karşı tedbir veya evrensel hukuk hükümlerine dair amir bir atıf içermemekle; Bil’âkis., Ata-Türk ilkeleri ve Türk İnkılâbının “Hâkimiyet Kayıtsız ve Şartsız Türk Milletinindir” emri icabı “devlet idaresinde, millet iradesinin hâkim unsur” olarak kabul, ilân ve tesciline dair hükmü yok sayarak; Bazı antidemokratik sulta ve cuntalardan müteşekkil vesayet kurumları ihdası ile “devlet ve halk düşmanı statükoyu” oluşturmuş bulunmaktadır. 
SONUÇTA: Bir ülkede hem darbe, hem cunta, hem de Cumhuriyet olmaz. Bu yüzden 27 Mayısla birlikte Türkiye Cumhuriyeti sona ermiştir. Meclis kurulduğunda ilk söylenen söz, ‘TBMM her gücün üstündedir’ olmakla; 27 Mayıs isyancılarının Meclisi ortadan kaldırmaları, asi ve gayrimeşru olduklarının karinesidir. Dünyada Meclisin olmadığı ve fakat Cumhuriyetle yönetilen hiçbir ülke yoktur. Dolayısıyla 27 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti'nin cebren, vatana ihanet, silâh ve hile ile ortadan kaldırılmasıdır. Cemal Gürsel'in "Kurucu Meclis"in açılışında söylediği, "Bugün burada ikinci Cumhuriyeti kuruyoruz" sözünü unutmayın!..


            











Bununla birlikte hem darbe yapıp, hem Atatürkçülük iddiaları palavradır. Hiçbir güç hem darbeci, hem de cumhuriyetçi ve Atatürkçü olamaz. Darbe, ancak "faşist", "saltanatçı" bir anlayışın ürünüdür. Tutarlı olmak istiyorlarsa, en azından açıkça “biz faşistiz" demeleri gerekirdi. Ancak o zaman, fikren tutarlı oldukları düşünülebilir. Bunun dışında söyledikleri her söz yalan, bütün iddiaları iftira, tefrika ve palavradır.
Gerçek şu ki: Menfur 27 Mayıs fetret ve nefret kalkışmasının acıları henüz bitmemiş ve yaraları sarılmamıştır. Kamu vicdanı hâlâ “iştirak” cuntasının illegal lideri İsmet Paşa’ya koşup giderek: "Paşam emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur" diyen kriptolar ve tam bir mürailikle "Ne içindeyim, ne dışındayım" cevabını veren bedhahtan müştekidir. Biline!..



İnsan hakları, adalet, siyasi fazilet, hukuk ve Demokrasi Şehid'lerimizi; Rahmet, minnet, saygı ve şükranla anıyoruz. Aziz ve mübârek Rûhları şâd olsun...



..