Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 2
2- Batı’ya Giden Yol
‘Sovyet Tehdidi’ Nedeniyle Atatürk’ün Dış Politikası Terk Ediliyor
İkinci Dünya Savaşı, tüm dünya tarihinde olduğu gibi Türkiye tarihinde de bir dönüm noktası oldu. Savaş’ın sona ermesinden sonra iki kutuplu bir dünya ortaya çıktı. Türkiye bu iki kutuptan birini tercih etmeliydi. Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki kutupta yer almaktansa ABD önderliğindeki Batı kutbunu seçti. Böylece Bağımsızlık Savaşı’ndan beri iyi ilişkilerin sürdüğü Sovyetler Birliği’yle yollar ayrılmış, uzak durulan Batı’yla ilişki kurulmaya başlanmıştı. Tabii bunda ideolojik nedenler de rol oynadı. Türkiye’nin seçimi, Sovyetler Birliği’nden gelecek ‘komünist tehlikeye’ karşı kendini savunma içgüdüsüyle alınmış bir karardı.
Türkiye Batı ittifakında yer alabilmek için hem dış ilişkilerinde hem de ekonomi ve siyasetinde önemli değişikliklere gitti. Çok partili yaşama geçildi, dernekleşme ve sendikalaşma konularında önemli ilerlemeler sağlandı. Dış politikada da Batı’ya tamamen bağlanarak Atatürk döneminde izlenen çevre ülkelerle ittifak kurma ve bağımsızlığı savunma stratejisinden vazgeçildi.
Türkiye, Sovyetler’i bir tehdit olarak görse dahi, dış politikada tamamen Batı’ya bağlanmak zorunda değildi. Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte zaten Avrupa’da büyük bir güç elde etmişti. Artık amacı daha fazla yayılmak değil, etrafında bir güvenlik çemberi oluşturmaktı. Bu amaçla komşularıyla Savaş’tan sonra saldırmazlık anlaşmaları imzalayan Sovyetler, aynı teklifi Türkiye’ye de getirdi. Fakat Türkiye 1925’te imzalanmış ve 1939’a kadar sürekli yenilenmiş anlaşmayı yenilemek yerine Sovyet tehdidine karşı Batı’ya başvurmayı tercih etti.
Türkiye ABD İlişkilerinin Başlaması
ABD ile ilişkiler İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde imzalanan 23 Şubat 1945 tarihli Ödünç verme ve Kiralama Anlaşması ve 27 Şubat 1946 tarihli 10 milyon dolarlık bir kredi anlaşmasıyla başladı.[10]
Türkiye, Batı kutbunda yer alırken, Sovyetler’le sınırdaş olmasının getirdiği stratejik özelliğini kullanarak büyük destek umuyordu. Bu desteği de 1947 yılında Truman Doktrini’yle birlikte aldı. ABD’nin bu doktrindeki amacı, Sovyet tehdidi altında gördüğü Yunanistan ve Türkiye’yi askeri ve ekonomik yardımlarla güçlendirmek ve kendine bağlamaktı.[11] Türkiye, bu anlaşmayı sevinçle karşıladı. Batı, sonunda Türkiye’nin değerini anlamış ve Türkiye’nin Batı yardımıyla kalkınacağı ortaya çıkmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlıyor” mesajıyla yardıma teşekkür etti.[12]
ABD olası bir Sovyet savaşına karşı kendini güvenceye almak için Türkiye’yi çok önemli görüyordu. Bu nedenle de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silahlarını, teşkilatını, eğitimini değiştirerek Amerikanlaştırmaya çalıştı. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldu. Hem yönetim, hem de ordu ABD isteklerine göre yeniden şekilleniyor, Türkiye adım adım ABD’nin bölgedeki üssü haline geliyordu.
Türkiye’nin Batı İttifakı’na dahil olması Batı’nın Sovyetler’e karşı kendini savunabilmesi için gerçekten de çok önemliydi. 1950 yılında ABD Genelkurmay Başkanı Bradley, ABD’nin toptan bir savaşı ancak Batı Avrupa için göze alacağını ‘Combat Forces Journal’ dergisinde bir yazısıyla açıklar. Türkiye, İran ve Irak bölgesel savaş alanlarıdır. ABD, bölgesel savaşlar için kaynaklarını harcamak niyetinde değildir.[13] Böylece ABD’nin dostluğu ortaya çıkıyordu. ABD olası bir savaşın Ortadoğu’da gerçekleşmesini, böylelikle Avrupa’nın zarar görmemesini istiyor, aynı zamanda Ortadoğu’daki savaşın kendisi için daha az masraflı olacağını hesaplıyordu. Ne de olsa Sovyet Tehdidi’ne karşı savaşacak olanlar Ortadoğu halkları olacaktı. Üstelik Türkiye’nin bölgesel savaş alanı olarak görülmesi, Türkiye’nin hâlâ bir Avrupa ülkesi olarak sayılmadığının itirafı oluyordu.
Avrupa Konseyi ve NATO’ya Giriş
Türkiye 1949’da kurulması planlanan Avrupa Konseyi’nin kurucuları arasında yer almak ister ama 5 Mayıs 1949’daki kurucular arasında Türkiye yoktur. ‘Müttefiklerimiz’ İngiltere ve Fransa Türkiye’yi dışarıda bırakmıştır. Bu durum ülkede büyük hayal kırıklığına yol açar. İktidar yayın organı Ulus, hayal kırıklığını şöyle belirtir:
“Memleketimize karşı bir ihmal ve küçük görme anlamına gelen bu unutkanlıktan duyduğumuz gücenikliği açıkça belirtmekten kendimizi alamıyoruz.”
Türkiye ve Yunanistan stratejik önemleri nedeniyle Konsey’e 5 ay sonra alınır ve bu karar büyük sevinç yaratır. Dışişleri Bakanı Sadak, bunu büyük bir olay olarak görür:
“Avrupa Konseyi’ne katılmamızın sonucu, Anadolu’nun Avrupa siyasal ve ekonomik birlik sınırları içine girmesi, bizim için başlı başına bir olaydır.”[14]
Ancak Türkiye’nin NATO’ya alınması bu kadar kolay olmaz. Mayıs 1950’de CHP Hükümeti NATO’ya girmek için ilk resmi başvuruyu yapar ancak İtalya dışında tüm ülkeler karşı çıkar. Demokrat Parti iktidarının da ilk işi NATO’ya tekrar başvurmak olur. Yanıt yine hayırdır. İşin ilginç yanı pek çok konuda birbirine rakip olan CHP ile DP’nin, en iyi anlaştıkları konunun NATO’ya üyelik olmasıdır.
ABD, Türkiye’nin NATO’ya girmesi konusunda kararsız olsa da Senatör Cain, “Kore Savaşı’na birlik gönderin, NATO’ya girersiniz” şeklinde buyurur.[15]
Türkiye, alelacele, Meclis’ten bir karar bile çıkarmaya gerek görmeden, bir tugayını Kore’ye gönderir. Kore’ye asker göndermek ulusal bir dava haline dönüştürülür. Türkiye aynen Kırım Savaşı’nda olduğu gibi, hiçbir çıkarının olmadığı bir savaşta Batı adına savaşmaya gitmektedir. Kore’deki Türk birliği, Amerikan birliklerinin geri çekilmesini örtmek için savaşa sürülür. Pek çok askerimizin öldüğü çarpışmaları Kore 8. Ordu Komutanı General Walker şu şekilde anlatıyor:
“Türk Tugayı yiğitlik simgesidir. Düşman çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda kaldığımız zaman Türkleri savaşa soktum. Eğer elimin altında Türk birliği olmasaydı bugün bütün Amerikan birlikleri yok edilmiş bulunacaktı.”[16]
Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye, NATO’ya sonunda üye olur. Türkiye yurt savunmasını tamamen NATO’ya devretmiştir. ABD’nin Sovyetler’e karşı Avrupa’da kullanmayı düşündüğü Jüpiter füzelerini yerleştirecek ülke bulamadığı dönemde Türkiye, füzelerin Anadolu’ya yerleştirilebileceğini bildirerek NATO’yu bile şaşırtmıştır.[17]
Amerikan Üsleri
1954’te imzalanan Askeri Kolaylıklar Anlaşması’yla birlikte düzenlenen Amerikan üs ve tesisleri, hava üsleri, stratejik füze üsleri, muharebe elektronik tesisleri ve her türlü ikmal-levazım malzemesinin stoklanması için gerekli tesislerden oluşmaktaydı. Üsler için ABD’ye toplam 34 milyon m2’lik bir alan tahsis edilmişti! Üstelik üslerin kurulması için gerekli olan kamulaştırma bedelleri ve bakım giderleri Türkiye Milli Savuma Bakanlığı tarafından karşılanacaktı. Amerikan askeri personeline de yargı ayrıcalığından özel posta servisine ve gümrüksüz satış mağazalarının açılmasına kadar pek çok kolaylık sağlanıyordu. Amerikalı askerler yargı ayrıcalığını kullanmaktan çekinmediler. Bir Amerikan Yarbay aracını Türk çocukların üstüne sürerek birinin ölmesine neden oldu. Bir Amerikan çavuş da sarhoş olup Türk bayrağını yırttı. Ancak Üs Yönetimi tarafından ‘görevlidir’ kağıdıyla bu askerler bile yargılanmaktan kurtuluyorlardı.[18]
ABD’yle imzalanan ikili anlaşmalarla ABD’nin Türkiye’deki ayrıcalıklı konumu pekişti. Anlaşmalarda ipin ucu o kadar kaçtı ki, Dışişleri Bakanlığı ikili anlaşmaların sayısı konusunda kesin bir rakam veremiyordu.[19]
Johnson Mektubu
Türkiye, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, 1947’de, ABD’den aldığı askeri malzeme yardımını 1964’te bu sefer İnönü’nün Başbakanlığı döneminde Kıbrıs’ta kullanmak istediğinde ABD’nin büyük tepkisini çekti. Dönemin ABD Başkanı Johnson, ünlü mektubuyla 1947 yılında yardımları sevinçle kabul etmiş olan İnönü’yü silahların ancak ABD’den onay alınırsa kullanılabileceğini belirterek sert bir dille uyardı:
“Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında mevcut iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut bulunan askeri yardımın veriliş maksatları dışında amaçlarda kullanılması için, Hükümetinizin, Birleşik Devletler’in onayını almanız gerekmektedir. Hükümetiniz bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu, muhtelif vesilelerle, Birleşik Devletler’e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında , Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına, Amerika Birleşik Devletleri’nin onay vermeyeceğini, size bütün içtenliğimle bildirmek isterim.”[20]
Mektup Ankara’da soğuk duş etkisi yarattı. Müttefik ve dost olarak görülen Amerika, Türkiye’yi yalnız bırakmış, yalnız bırakmakla da kalmamış daha önce verdiği askeri yardımın ABD’nin onayı dışında kullanılmasına karşı çıkmıştı. Kıbrıs’a yapılması düşünülen askeri müdahale çaresiz ertelendi. Türkiye ABD yardımı sayesinde güçlü bir ordu oluşturmuştu, ancak Silahlı Kuvvetler fiilen hareketsiz bırakılmıştı.
Mektup uzun süre kamuoyundan saklandı, ancak açıklandığında büyük tepki gördü. ‘Yankee Go Home’ sloganlarının ilk atıldığı eylemler Johnson mektubunun ortaya çıkmasından sonra meydana geldi. Mektup, yurt savunmasını tamamen NATO ve ABD’nin güdümüne bırakmanın ne kadar doğru olduğunun tartışılmasına da neden oldu. Hatta İsmet İnönü ünlü sözünü söyleyerek ABD’ye gözdağı vermeye çalıştı:
“Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de oradaki yerini alır.”[21]
1965 yılında Sovyetler’le ilişkiler düzeltilmeye başlandı. Ancak Türkiye, hedefini çoktan Batı olarak koymuştu ve her türlü tavizi vermeye de hazırdı. ABD ile ilişkiler bir dönem bozulsa da yine eski seyrinde devam etti. Bir savunma anlaşması için 1965’te başlayan görüşmeler 3 Temmuz 1969’da imzalanan Türk-Amerikan Savunma İşbirliği Anlaşması’yla sonuçlandı. Artık ilişkiler eski seyrine kavuşmuştu.
Kıbrıs Müdahalesi Ve Ambargo
Kıbrıs’a 1974 yılında yapılan askeri müdahale ile Türk-ABD ilişkilerinde yine bir kriz gözlendi. ABD, Kıbrıs müdahalesine sert tepki gösterdi ve hemen bir askeri ambargo uygulamaya başladı. 1978 yılına kadar devam eden ambargo, Türkiye ekonomisine büyük darbe vurdu. 12 Eylül’e kadar varacak toplumsal çalkantıların dolaylı nedenlerinden biri oldu.
Avrupa İle İlişkiler
ABD’yle olduğu gibi Avrupa ile ilişkiler de İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde başladı. Türkiye’nin Batı ittifakında yer alma çabasının iki hedefi vardı. Birincisi NATO’ya üye olmak, NATO sayesinde Sovyetler’e karşı savunmayı sağlamlaştırmak ve askeri açıdan Avrupalı olmak, ikincisi Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) girerek siyasi ve ekonomik anlamda da Avrupalı olmaktı. Türkiye için NATO’ya girmek kolay oldu, çünkü NATO askeri bir ittifaktı ve Türkiye Sovyetler’e komşu olması nedeniyle Batı’nın ve ABD’nin Sovyetler’e karşı savunmada önem verdiği bir ülkeydi. Ancak AET’ye katılma konusunda Türkiye NATO’da olduğu kadar rahat olamadı.
Türkiye, 31 Temmuz 1959’da AET’ye ortaklık başvurusunda bulundu. Türkiye nasıl NATO’ya üyeyse, AET’ye de üye olmalıydı ama Avrupalılar Türkiye kadar istekli değildi. Türkiye’nin gelişmemiş ekonomisi AET üyelerini endişelendiriyordu, bu nedenle Türkiye’yi kabul etmemek genel bir tavırdı. Ancak Türkiye’nin Sovyetler’e komşu olması nedeniyle güvenlik endişeleri ağır bastı ve Türkiye’ye ‘hayır’ yanıtı verilmedi. Evet yanıtı için ise bekleneceği söylendi. Başvurudan 4 yıl sonra 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması’yla Türkiye’nin AET’ye üyeliği için üç aşama belirlendi. Bunlar hazırlık, geçiş ve gümrük birliğinin gerçekleşmesiydi. Hazırlık aşamasında bir sorun yaşanmadı ve Türkiye 1967 yılında geçiş aşaması için başvuruda bulundu. Temmuz 1970’de uzun görüşmelerden sonra gümrük birliğine geçiş sürecini belirleyen Katma Protokol kabul edildi. Türkiye’nin stratejik önemi nedeniyle nispeten hızlı giden ve resmi olarak hayır yanıtını içermeyen AET’ye katılma süreci, 1970’lerle birlikte değişime uğradı.
3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder