Johnson Mektubu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Johnson Mektubu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2019 Cumartesi

JOHNSON MEKTUBU VE BİLİNMEYENLER

JOHNSON MEKTUBU VE BİLİNMEYENLER,




Amerikan Başkanlarının Karanlık Tarihi,
GÜNAHKAR BİR MAKAMIN ANATOMİSİ.,

Amerikan Başkanlarının Karanlık Tarihi, 40’tan fazla Amerikan Başkanı’nın cinsel münasebetlerinden Skandallarına, Komplolarından CIA Örtbaslarına kadar 
uzanan rezilliklerini ayrıntılarıyla ortaya koyuyor. Portre Resimleri, dönemin hicivli karikatürleri ve şahane gazete kareleri dünyadaki en güçlü makamın 
gerçek yüzüne ışık tutuyor.

Thomas Jefferson (1801-1809)

Yabancı limanlara yapılan her türlü malın ithalatını veya ihracatını yasaklayan 1807 Ambargo Yasası’nı geçirdi. Ticarete ve endüstriye büyük zarar veren 
siyasi bir karardı.

Franklin D. Roosevelt (1933-1945)

İkinci Dünya Savaşı sırasında Japon kökenli 120 bin erkek, kadın ve çocuğu hapseden Başkanlık Kararnamesi 9066’yı imzaladı.

Richard Nixon (1969-1974)

Önemli toplantıları Oval Ofis’te, hatta Beyaz Saray’da bile yapmıyor, “175 numaralı oda”da yapıyordu. Gizlilik onun için bir zorunluluktu ve yaptığı bu 
toplantıların havası bir kabine görüşmesinden ziyade komplo kokuyordu.

William J. Clinton (1993-2001)

Monica Lewinsky ile yaşadığı “cinsel ilişkiyi” reddettiği için mahkemeye saygısızlık suçu işledi. Ortaya çıkan deliller yalan söylediğini kanıtladı.

(Tanıtım Bülteninden).,

https://www.dr.com.tr/Kitap/Amerikan-Baskanlarinin-Karanlik-Tarihi/Arastirma-Tarih/Tarih/Dunya-Tarihi/urunno=0001782106001?gclid=CjwKCAjwnrjrBRAMEiwAXsCc4zAU7wsoTLN0jwArFHv5R3XotQIi1zlHN5jFgg8P-Gcg08X8d_alghoCJAoQAvD_BwE

***

JOHNSON MEKTUBU VE BİLİNMEYENLER.,


Johnson mektubu ve bilinmeyenler
6.6.2018 04:08



Dönemin ABD Başkanı Jonhson, dönemin Başbakanı İnönü’ye çirkin hitap ve içerikte bir mektup yolladı. 
Johnson mektupta, Türkiye’yi, Kıbrıs Harekatı’ndan vazgeçmesi yönünde tehdit ediyordu.


Prof. Dr. Ata Atun.
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı,

Dönemin ABD Başkanı Jonhson, dönemin Başbakanı İnönü’ye çirkin hitap ve içerikte bir mektup yolladı. Johnson mektupta, Türkiye’yi, Kıbrıs Harekatı’ndan vazgeçmesi yönünde tehdit ediyordu. Mektup, Türkiye-Amerika ilişkilerini sarstı, Türkiye’nin ABD’den bağımsız bir diplomasi ve sanayi geliştirmesinin başlangıcını oluşturdu

Gerek Kıbrıs’ın gerekse Türkiye’nin kaderinde 5 Haziran 1964 bir köşe taşı konumunda. Bundan tamı tamına elli dört sene evvel yaşanmış bir olay, gerçekte Anavatan Türkiye’deki siyasilerin onurunu kırmıştı ama sonradan siyasilere ve de ekonomistlere bir uyarı, bir hatırlatma oldu ürkütmekten, onurlarını kırmaktan ziyade.

Eğer bugün Türkiye Cumhuriyeti dünya üzerinde kendi silahını, araç ve gerecini üreten, savaş malzemesi ihraç edebilen beşinci ülke ise bunu ABD Başkanı Lyndon Baines Jonhson’un dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği çirkin hitaplı ve içerikli mektuba borçlu. Johnson mektubuna uzanan sürece bir göz atalım: Kıbrıs’ta 21 Aralık 1963 Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde Rumlar tarafından kasten başlatılan toplumlararası çatışmaların ada sathına yayılması Türkiye’yi alarma geçirmişti. Rumlar, nüfus olarak Kıbrıslı Türklerden sayıca fazla olmalarına güvenerek mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti’ne tek başlarına hakim olabilmek için Kıbrıslı Türklere acımasız saldırılar başlatmışlardı.

İNÖNÜ ABD’Yİ UYARDI

ABD ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin ekonomik ve askeri baskısı ile yeniden yapılan Avrupa, Kıbrıs’ta yaşanan olaylarla ilgili olarak Makarios’u ve Yunanistan’ı haklı görürken, Türkiye’yi haksız ve sorun çıkarıcı olarak nitelemekteydiler. Açıkçası ABD, Avrupa ve NATO, diğer deyimle ‘Batı Bloku’ Kıbrıs konusunda, dindaşları Makarios’un ve Yunanistan’ın yanındaydı. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, 1964 yılının Nisan ayının başlarında ünlü Time dergisine Kıbrıs konusunda, Kıbrıs sorununun gerçek içeriğini ve Türkiye’nin haklılığını vurgulayan bir demeç vermiş, Time dergisi İnönü’nün bu demecini 16 Nisan 1964’te yayınlamıştı. İnönü’nün sözleri içinde yer alan en önemli iki konudan birisi ‘Batı Bloku’nun ittifaktan ne anladığını sorgulaması diğeri de Kıbrıs konusunda adil davranmaması durumunda ‘Batı Bloku’nun hegemonyası dışında kalacak ‘yeni bir dünya düzeninin kurulacağı’ydı. İnönü’nün Time dergisinde yayınlanan demeci Milliyet gazetesi tarafından detaylı olarak Türk kamuoyuna duyuruldu. Milliyet gazetesinin öne çıkardığı cümle ise ‘Yeni şartlarla yeni bir dünya kurulur. Türkiye de bu dünyada yerini bulur’ oldu.

Reklamdan sonra devam ediyor 


İnönü, ‘Batı Bloku’nun kaypaklığını farketmiş, daha ABD Başkanı Johnson’un mektubu kaleme alınmadan ve Türkiye’ye gönderilmeden bir buçuk ay önce, kendini müttefik diye satan ABD’nin, Türkiye’nin zannettiği gibi her koşulda değil, ancak kendi çıkarları zarar gördüğü durumlarda, Türkiye’nin zarar görüp görmeyeceğini dikkate almaksızın NATO güvenlik ve savunma sistemini çalıştıracağını anlamış ve kendi üslubuyla ABD’yi ve ‘Batı Bloku’nu uyarmıştı. Ne yazıktır ki, ‘Batı Bloku’ bu uyarıyı anlamak istememiş ve Başbakan İsmet İnönü’nün öngörüsü hem kısa vadede, hem de uzun vadede çok doğru çıkmıştı. İnönü’nün uyarısını ve ne demek istediğini anlayamayan Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların devlet gücünü kullanarak Kıbrıslı Türklere soykırım uygulamaya başlamasından sonra Kıbrıs’ta yaşanan çatışmaların artması ve Rum tarafının silahlanma kararı alması üzerine 2 Haziran 1964’te Türk Hükümeti Kıbrıs’a çıkarma yapma kararını açıklamış ve gerekli askeri hazırlıklara da başlamıştı. Çıkarmada kullanılabilecek gemiler seferberliğe çağrılmış, paraşütler tek tek elden geçirilmiş, mevcut tüm silahlar, savaş uçakları ve özellikle de o dönemde Türkiye’nin silah üretimi yapmaması nedeni ile ABD hibesi tüm silahlar elden geçirilerek cenk hazırlıkları başlatılmıştı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında mutlak galip olarak savaştan çıkan ABD, Kurucu atalarının kökeni olan Avrupa’nın kalkınması için bir program hazırlamış ve Başkan Truman 12 Mart 1947 ‘de açıkladığı Truman Doktrini ile ABD-Avrupa ve ABD-Türkiye ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasını sağlamıştı. Doktrin içeriğinde tüm Avrupa devletlerine yardımlar yapılırken, özellikle de Yunanistan ve Türkiye’ye de komünizm tehlikesi ve yayılmasına karşı ilk tampon güç görevini yapmaları için Marshall Planı içeriğince silah ve ekonomik yardım yapılmıştı.

1963’TE TÜM GÜÇ ABD YAPIMI UÇAKLARDI.



1947’de imzalanan Türk-Amerikan Yardım Anlaşması (Marshall Planı) içinde yer alan askeri hibe programı uygulanırken özellikle Türkiye’deki uçak yapımı dahil tüm askeri araç gereç ve silah üreten tesislerin kapatılması şartı getirilmişti. Bu nedenle de 6 Ekim 1926’da Atatürk tarafından Kayseri’de kurulan uçak fabrikası 1952’de, uçak motoru imal fabrikası da 1954’te kapatılmış. Amerikan uçakları Türkiye’ye gelmeye başladıklarında, Türk yapımı ve İkinci Dünya Savaşı döneminde tahıl, hammadde ve ham maden karşılığında Almanya’dan gönderilen tüm mevcut uçaklar da o zamanki adı Kayseri Askeri Havalimanı olan, günümüz Kayseri Hava İkmal Bakım Merkez Komutanlığı arazisi içine gömülmüştü. Bu nedenle de Kıbrıs olaylarının başladığı 1963’te Türk Hava Kuvvetleri’nin bütün gücü de sadece ABD yapımı uçaklardan oluşmaktaydı.

JOHNSON’DAN İNÖNÜ’YE İHTAR YAZISI


Türkiye’nin Kıbrıs’a silahlı müdahale etmek ve çıkarma yapmak kararlığını gören ABD’nin savaş yönetiminin beyni olan Pentagon, Türkiye’nin bu kararını önlemek için ABD Başkanı Jonhson’u uyararak çıkarmayı önlemesini talep etmişti. Başkan Johnson, Pentagon’un isteği üzerine kendi imzasıyla içeriği çirkin ve diplomatik teamüllere uymayan çıkartmayı durdurmak amaçlı bir ihtar yazısını İnönü’ye iletilmek üzere 5 Haziran 1964’te Türkiye’deki ABD Büyükelçisi Raymond Hare’ye şifreli teleks ile göndermişti.

Johnson Mektubu Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktasını oluşturdu. 1952 yılından başlamak üzere yukarı doğru yükseliş eğilimi gösteren Türkiye-ABD ilişkileri, on iki yıl sonra Johnson’un mektubu ile duraklamış ve orada aşağıya doğru bir kıvrım yaparak iniş eğilimine geçmişti. ABD’li diplomatlar arasında Türkiye’de görev yapmış olanlar, görev dönemlerini ‘Mektuptan önce veya mektuptan sonra’ diye tanımlamışlardı uzun müddet.

Johnson mektubunun, dönemin soğuk savaşını yansıtan bir de perde arkası var. Dimitris Konstantopoulos adlı Yunan bir gazetecinin Vassos Lissaridis ile yaptığı, bana göre tarihin belli bir karanlık kısmına ışık tutan bir röportajda bu bilgilerin bazı ipuçları yer almakta. Olayı anlayabilmek ve takip edebilmek için önce Dr. Vassos Lissarides’in kim olduğunu bilmek gerekiyor. Lissarides, sosyalist milliyetçi EDEK’in kurucusu, Makarios’un özel doktoruydu. Ben de çocukluğumdan beri tanıdığım Dr. Vassos Lissaridis’le, babam Prof. Dr. Hakkı Atun’un İngiliz Sömürge İdaresindeki görevi nedeni ile birkaç kez babamın çalışma ofisinde karşılaşmıştım. İngiliz sömürge döneminde EAM ulusal direnişi ile EOKA arasındaki köprü adamıydı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması kararının alındığı Londra Konferansı’nda EOKA’yı temsil etmişti. 21 Aralık 1963 sabahında çatışmaların başlamasından sonra, kendine ait özel birliği ile Çağlayan Bölgesi’ne saldıran, Rum Temsilciler Meclisi Başkanı iken ASALA’ya Trodos dağlarında eğitim kampı açtıran, PKK lideri Öcalan’a ünlü Rum gazeteci Mavros Lazaros adı altında C015918 nolu Kıbrıs pasaportunu verdiren kişi ve tam bir Helen Milliyetçisi.

Röportajda, gerçekte tarihe ‘Johnson Mektubu’nun perde arkasında da Lissaridis’in yer aldığını fark ettim. Özetleyecek olursak, 21 Aralık 1963 sabahı başlayan Rum saldırılarından sonra Türkiye’nin huzursuzluğunu fark eden dönemin Cumhurbaşkanı Makarios, sağ kolu ve doktoru Lissaridis’i, dönemin Ticaret Bakanı Andreas Araouzo ile birlikte günümüz Rusya’sının o dönemdeki Devlet Başkanı Nikita Kruşçev ile görüşmeye ve yardım istemeye gönderilir. Kruşçev, kendilerini, dönemin Rus başkanlarının ve Politbüro üyelerinin yazlık köşklerinin bulunduğu, Karadeniz kıyısında, Gürcistan, Abhazya ve Rusya sınırı arasında yer alan Soçi şehrinde kabul eder.

Geçmişteki dostluklarından bahseden Lissaridis konuyu Türkiye’ye getirir ve “Türkiye’den saldırı bekliyoruz, Rusya bizim için ne yapacaktır” diye kendisine sorar. Tabağındaki Yunanistan’dan gelen zeytini gösteren Kruşçev, “Bak bu zeytin senin vatanından gelmektedir. Size tehdit Türkiye’dendir. Güzel hoş ama bizim gibi muazzam ve güçlü bir ülke, Türkiye gibi küçük bir gücün ülkenizi istila etmesine izin vermez” yanıtını verir. Lissaridis, “Bunları Makarios’a söyleyebilir miyim” diye sorduğunda da Kruşçev gülerek, “Sakın bana buraya turistik bir gezi için geldiğinizi söyleme” yanıtını verir. Sonra da ABD Başkanı Johnson’a diplomatik bir mektup gönderir ve şunu der: “Eğer Türkiye, Kıbrıs’ı istila ederse, Sovyetler Birliği’nin Türkiye aleyhinde harekete geçmek için başka bir şeyi kalmaz ve bu hareket askeri amaçlı olacaktır...”

ÜLKE ÇIKARINA GÖRE...


Bu olaydan bir buçuk yıl önce 16-28 Ekim 1962’de yaşanan Küba Krizi ve bu krizin aşılması için Türkiye’nin ABD-SSCB arasındaki gizli bir anlaşmayla harcanmasından sonra askeri, ekonomik ve diplomatik gücünü ABD’ye ispatlayan SSCB’yi bir kez daha karşısına almak istemeyen Johnson, 5 Haziran 1964’te İnönü’ye söz konusu çirkin uyarı/tehdit mektubunu yazmak zorunda kalır.

Bu mektup başta İnönü olmak üzere dönemin Türk siyasilerinin ve politikacılarının çok ağırına gitmiştir. Ama rahmetlik İnönü uzağı görebilen, kalbi ile değil beyni ile düşünen, halk tabiri ile ‘feleğin çemberinden geçmiş’ bir kişi olduğundan fevri hareket etmez. Türkiye’nin çıkarları hangi yöndeyse o şekilde davranır.

Johnson mektubu yaklaşık bir buçuk yıl kamuoyundan gizlendi. Türk siyasi hayatına etki olarak da Türkiye’nin Kıbrıs’ta süregelen katliamlara ve soykırıma uluslararası yasalara uygun müdahalesinin on yıl daha gecikmesine neden oldu. Türkiye medyası mektubun farkına vardı ama uzun bir müddet içeriğine ulaşamadı. Dönemin lider gazetelerinden Cumhuriyet “Johnson, İnönü’yü Washington’a davet etti” ve Milliyet de “İnönü ABD’ye davet olundu” manşetleri ile mektubun gelişini Türk kamuoyuna işittirdiler. İnönü Hükümeti’nin düşmesi ve Demirel Hükümeti’nin işbaşına geçmesinden sonra, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Parker Hart’ın “ABD çıkarmaya engel olmadı, Türkiye’ye sadece tavsiyede bulunuldu” açıklaması yaptı. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin mektubun yayınlanmasının doğru olacağı düşüncesi ile girişimler başlattı. Abdi İpekçi’nin makalesinde yazdığı “... Johnson, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede NATO için verilmiş silahları ve NATO’ya ayrılmış birlikleri kullanamayacağını hatırlatmıştır. Asıl önemlisi Türkiye’nin yapacağı bir harekât karşısına Sovyet Rusya çıkarsa, NATO’nun böyle bir Rus müdahalesini NATO’ya yapılmış addetmeyebileceğini, yani bu durumda Türkiye’nin yalnız kalabileceğini bildirmiştir...” satırları konunun öneminin ve vahametinin ortaya çıkmasını hızlandırdı. Tartışmalar sürerken 13 Ocak 1966’da , Johnson’un mektubunun gönderilişinden bir yıl yedi ay sonra mektup bir şekilde Türk basınına sızdırılmıştı.

Bu Mektubun içinde bana göre çok önemli olan ikinci konu, buna tehdit de denebilir, “ABD’nin, olası bir Kıbrıs harekâtında NATO ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni toplantıya acilen çağıracağı” mesajıydı. Johnson açıkça Türkiye’yi, “Eğer harekâttan vazgeçmezseniz ben, NATO’yu ve BM Güvenlik Konseyini toplantıya çağırırım” sözleri ile tehdit ediyordu.

https://www.aydinlik.com.tr/johnson-mektubu-ve-bilinmeyenler-ozgurluk-meydani-haziran-2018


***

1 Aralık 2018 Cumartesi

Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 2

Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 2



2- Batı’ya Giden Yol

‘Sovyet Tehdidi’ Nedeniyle Atatürk’ün Dış Politikası Terk Ediliyor

İkinci Dünya Savaşı, tüm dünya tarihinde olduğu gibi Türkiye tarihinde de bir dönüm noktası oldu. Savaş’ın sona ermesinden sonra iki kutuplu bir dünya ortaya çıktı. Türkiye bu iki kutuptan birini tercih etmeliydi. Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki kutupta yer almaktansa ABD önderliğindeki Batı kutbunu seçti. Böylece Bağımsızlık Savaşı’ndan beri iyi ilişkilerin sürdüğü Sovyetler Birliği’yle yollar ayrılmış, uzak durulan Batı’yla ilişki kurulmaya başlanmıştı. Tabii bunda ideolojik nedenler de rol oynadı. Türkiye’nin seçimi, Sovyetler Birliği’nden gelecek ‘komünist tehlikeye’ karşı kendini savunma içgüdüsüyle alınmış bir karardı.

Türkiye Batı ittifakında yer alabilmek için hem dış ilişkilerinde hem de ekonomi ve siyasetinde önemli değişikliklere gitti. Çok partili yaşama geçildi, dernekleşme ve sendikalaşma konularında önemli ilerlemeler sağlandı. Dış politikada da Batı’ya tamamen bağlanarak Atatürk döneminde izlenen çevre ülkelerle ittifak kurma ve bağımsızlığı savunma stratejisinden vazgeçildi.

Türkiye, Sovyetler’i bir tehdit olarak görse dahi, dış politikada tamamen Batı’ya bağlanmak zorunda değildi. Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte zaten Avrupa’da büyük bir güç elde etmişti. Artık amacı daha fazla yayılmak değil, etrafında bir güvenlik çemberi oluşturmaktı. Bu amaçla komşularıyla Savaş’tan sonra saldırmazlık anlaşmaları imzalayan Sovyetler, aynı teklifi Türkiye’ye de getirdi. Fakat Türkiye 1925’te imzalanmış ve 1939’a kadar sürekli yenilenmiş anlaşmayı yenilemek yerine Sovyet tehdidine karşı Batı’ya başvurmayı tercih etti.

Türkiye ABD İlişkilerinin Başlaması

ABD ile ilişkiler İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde imzalanan 23 Şubat 1945 tarihli Ödünç verme ve Kiralama Anlaşması ve 27 Şubat 1946 tarihli 10 milyon dolarlık bir kredi anlaşmasıyla başladı.[10]

Türkiye, Batı kutbunda yer alırken, Sovyetler’le sınırdaş olmasının getirdiği stratejik özelliğini kullanarak büyük destek umuyordu. Bu desteği de 1947 yılında Truman Doktrini’yle birlikte aldı. ABD’nin bu doktrindeki amacı, Sovyet tehdidi altında gördüğü Yunanistan ve Türkiye’yi askeri ve ekonomik yardımlarla güçlendirmek ve kendine bağlamaktı.[11] Türkiye, bu anlaşmayı sevinçle karşıladı. Batı, sonunda Türkiye’nin değerini anlamış ve Türkiye’nin Batı yardımıyla kalkınacağı ortaya çıkmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlıyor” mesajıyla yardıma teşekkür etti.[12]

ABD olası bir Sovyet savaşına karşı kendini güvenceye almak için Türkiye’yi çok önemli görüyordu. Bu nedenle de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silahlarını, teşkilatını, eğitimini değiştirerek Amerikanlaştırmaya çalıştı. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldu. Hem yönetim, hem de ordu ABD isteklerine göre yeniden şekilleniyor, Türkiye adım adım ABD’nin bölgedeki üssü haline geliyordu.

Türkiye’nin Batı İttifakı’na dahil olması Batı’nın Sovyetler’e karşı kendini savunabilmesi için gerçekten de çok önemliydi. 1950 yılında ABD Genelkurmay Başkanı Bradley, ABD’nin toptan bir savaşı ancak Batı Avrupa için göze alacağını ‘Combat Forces Journal’ dergisinde bir yazısıyla açıklar. Türkiye, İran ve Irak bölgesel savaş alanlarıdır. ABD, bölgesel savaşlar için kaynaklarını harcamak niyetinde değildir.[13] Böylece ABD’nin dostluğu ortaya çıkıyordu. ABD olası bir savaşın Ortadoğu’da gerçekleşmesini, böylelikle Avrupa’nın zarar görmemesini istiyor, aynı zamanda Ortadoğu’daki savaşın kendisi için daha az masraflı olacağını hesaplıyordu. Ne de olsa Sovyet Tehdidi’ne karşı savaşacak olanlar Ortadoğu halkları olacaktı. Üstelik Türkiye’nin bölgesel savaş alanı olarak görülmesi, Türkiye’nin hâlâ bir Avrupa ülkesi olarak sayılmadığının itirafı oluyordu.

Avrupa Konseyi ve NATO’ya Giriş

Türkiye 1949’da kurulması planlanan Avrupa Konseyi’nin kurucuları arasında yer almak ister ama 5 Mayıs 1949’daki kurucular arasında Türkiye yoktur. ‘Müttefiklerimiz’ İngiltere ve Fransa Türkiye’yi dışarıda bırakmıştır. Bu durum ülkede büyük hayal kırıklığına yol açar. İktidar yayın organı Ulus, hayal kırıklığını şöyle belirtir:

“Memleketimize karşı bir ihmal ve küçük görme anlamına gelen bu unutkanlıktan duyduğumuz gücenikliği açıkça belirtmekten kendimizi alamıyoruz.”

Türkiye ve Yunanistan stratejik önemleri nedeniyle Konsey’e 5 ay sonra alınır ve bu karar büyük sevinç yaratır. Dışişleri Bakanı Sadak, bunu büyük bir olay olarak görür:

“Avrupa Konseyi’ne katılmamızın sonucu, Anadolu’nun Avrupa siyasal ve ekonomik birlik sınırları içine girmesi, bizim için başlı başına bir olaydır.”[14]

Ancak Türkiye’nin NATO’ya alınması bu kadar kolay olmaz. Mayıs 1950’de CHP Hükümeti NATO’ya girmek için ilk resmi başvuruyu yapar ancak İtalya dışında tüm ülkeler karşı çıkar. Demokrat Parti iktidarının da ilk işi NATO’ya tekrar başvurmak olur. Yanıt yine hayırdır. İşin ilginç yanı pek çok konuda birbirine rakip olan CHP ile DP’nin, en iyi anlaştıkları konunun NATO’ya üyelik olmasıdır.

ABD, Türkiye’nin NATO’ya girmesi konusunda kararsız olsa da Senatör Cain, “Kore Savaşı’na birlik gönderin, NATO’ya girersiniz” şeklinde buyurur.[15]

Türkiye, alelacele, Meclis’ten bir karar bile çıkarmaya gerek görmeden, bir tugayını Kore’ye gönderir. Kore’ye asker göndermek ulusal bir dava haline dönüştürülür. Türkiye aynen Kırım Savaşı’nda olduğu gibi, hiçbir çıkarının olmadığı bir savaşta Batı adına savaşmaya gitmektedir. Kore’deki Türk birliği, Amerikan birliklerinin geri çekilmesini örtmek için savaşa sürülür. Pek çok askerimizin öldüğü çarpışmaları Kore 8. Ordu Komutanı General Walker şu şekilde anlatıyor:

“Türk Tugayı yiğitlik simgesidir. Düşman çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda kaldığımız zaman Türkleri savaşa soktum. Eğer elimin altında Türk birliği olmasaydı bugün bütün Amerikan birlikleri yok edilmiş bulunacaktı.”[16]

Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye, NATO’ya sonunda üye olur. Türkiye yurt savunmasını tamamen NATO’ya devretmiştir. ABD’nin Sovyetler’e karşı Avrupa’da kullanmayı düşündüğü Jüpiter füzelerini yerleştirecek ülke bulamadığı dönemde Türkiye, füzelerin Anadolu’ya yerleştirilebileceğini bildirerek NATO’yu bile şaşırtmıştır.[17]

Amerikan Üsleri

1954’te imzalanan Askeri Kolaylıklar Anlaşması’yla birlikte düzenlenen Amerikan üs ve tesisleri, hava üsleri, stratejik füze üsleri, muharebe elektronik tesisleri ve her türlü ikmal-levazım malzemesinin stoklanması için gerekli tesislerden oluşmaktaydı. Üsler için ABD’ye toplam 34 milyon m2’lik bir alan tahsis edilmişti! Üstelik üslerin kurulması için gerekli olan kamulaştırma bedelleri ve bakım giderleri Türkiye Milli Savuma Bakanlığı tarafından karşılanacaktı. Amerikan askeri personeline de yargı ayrıcalığından özel posta servisine ve gümrüksüz satış mağazalarının açılmasına kadar pek çok kolaylık sağlanıyordu. Amerikalı askerler yargı ayrıcalığını kullanmaktan çekinmediler. Bir Amerikan Yarbay aracını Türk çocukların üstüne sürerek birinin ölmesine neden oldu. Bir Amerikan çavuş da sarhoş olup Türk bayrağını yırttı. Ancak Üs Yönetimi tarafından ‘görevlidir’ kağıdıyla bu askerler bile yargılanmaktan kurtuluyorlardı.[18]

ABD’yle imzalanan ikili anlaşmalarla ABD’nin Türkiye’deki ayrıcalıklı konumu pekişti. Anlaşmalarda ipin ucu o kadar kaçtı ki, Dışişleri Bakanlığı ikili anlaşmaların sayısı konusunda kesin bir rakam veremiyordu.[19]

Johnson Mektubu

Türkiye, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, 1947’de, ABD’den aldığı askeri malzeme yardımını 1964’te bu sefer İnönü’nün Başbakanlığı döneminde Kıbrıs’ta kullanmak istediğinde ABD’nin büyük tepkisini çekti. Dönemin ABD Başkanı Johnson, ünlü mektubuyla 1947 yılında yardımları sevinçle kabul etmiş olan İnönü’yü silahların ancak ABD’den onay alınırsa kullanılabileceğini belirterek sert bir dille uyardı:

“Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında mevcut iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut bulunan askeri yardımın veriliş maksatları dışında amaçlarda kullanılması için, Hükümetinizin, Birleşik Devletler’in onayını almanız gerekmektedir. Hükümetiniz bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu, muhtelif vesilelerle, Birleşik Devletler’e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında , Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına, Amerika Birleşik Devletleri’nin onay vermeyeceğini, size bütün içtenliğimle bildirmek isterim.”[20]

Mektup Ankara’da soğuk duş etkisi yarattı. Müttefik ve dost olarak görülen Amerika, Türkiye’yi yalnız bırakmış, yalnız bırakmakla da kalmamış daha önce verdiği askeri yardımın ABD’nin onayı dışında kullanılmasına karşı çıkmıştı. Kıbrıs’a yapılması düşünülen askeri müdahale çaresiz ertelendi. Türkiye ABD yardımı sayesinde güçlü bir ordu oluşturmuştu, ancak Silahlı Kuvvetler fiilen hareketsiz bırakılmıştı.

Mektup uzun süre kamuoyundan saklandı, ancak açıklandığında büyük tepki gördü. ‘Yankee Go Home’ sloganlarının ilk atıldığı eylemler Johnson mektubunun ortaya çıkmasından sonra meydana geldi. Mektup, yurt savunmasını tamamen NATO ve ABD’nin güdümüne bırakmanın ne kadar doğru olduğunun tartışılmasına da neden oldu. Hatta İsmet İnönü ünlü sözünü söyleyerek ABD’ye gözdağı vermeye çalıştı:

“Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de oradaki yerini alır.”[21]

1965 yılında Sovyetler’le ilişkiler düzeltilmeye başlandı. Ancak Türkiye, hedefini çoktan Batı olarak koymuştu ve her türlü tavizi vermeye de hazırdı. ABD ile ilişkiler bir dönem bozulsa da yine eski seyrinde devam etti. Bir savunma anlaşması için 1965’te başlayan görüşmeler 3 Temmuz 1969’da imzalanan Türk-Amerikan Savunma İşbirliği Anlaşması’yla sonuçlandı. Artık ilişkiler eski seyrine kavuşmuştu.

Kıbrıs Müdahalesi Ve Ambargo

Kıbrıs’a 1974 yılında yapılan askeri müdahale ile Türk-ABD ilişkilerinde yine bir kriz gözlendi. ABD, Kıbrıs müdahalesine sert tepki gösterdi ve hemen bir askeri ambargo uygulamaya başladı. 1978 yılına kadar devam eden ambargo, Türkiye ekonomisine büyük darbe vurdu. 12 Eylül’e kadar varacak toplumsal çalkantıların dolaylı nedenlerinden biri oldu.

Avrupa İle İlişkiler

ABD’yle olduğu gibi Avrupa ile ilişkiler de İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde başladı. Türkiye’nin Batı ittifakında yer alma çabasının iki hedefi vardı. Birincisi NATO’ya üye olmak, NATO sayesinde Sovyetler’e karşı savunmayı sağlamlaştırmak ve askeri açıdan Avrupalı olmak, ikincisi Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) girerek siyasi ve ekonomik anlamda da Avrupalı olmaktı. Türkiye için NATO’ya girmek kolay oldu, çünkü NATO askeri bir ittifaktı ve Türkiye Sovyetler’e komşu olması nedeniyle Batı’nın ve ABD’nin Sovyetler’e karşı savunmada önem verdiği bir ülkeydi. Ancak AET’ye katılma konusunda Türkiye NATO’da olduğu kadar rahat olamadı.

Türkiye, 31 Temmuz 1959’da AET’ye ortaklık başvurusunda bulundu. Türkiye nasıl NATO’ya üyeyse, AET’ye de üye olmalıydı ama Avrupalılar Türkiye kadar istekli değildi. Türkiye’nin gelişmemiş ekonomisi AET üyelerini endişelendiriyordu, bu nedenle Türkiye’yi kabul etmemek genel bir tavırdı. Ancak Türkiye’nin Sovyetler’e komşu olması nedeniyle güvenlik endişeleri ağır bastı ve Türkiye’ye ‘hayır’ yanıtı verilmedi. Evet yanıtı için ise bekleneceği söylendi. Başvurudan 4 yıl sonra 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması’yla Türkiye’nin AET’ye üyeliği için üç aşama belirlendi. Bunlar hazırlık, geçiş ve gümrük birliğinin gerçekleşmesiydi. Hazırlık aşamasında bir sorun yaşanmadı ve Türkiye 1967 yılında geçiş aşaması için başvuruda bulundu. Temmuz 1970’de uzun görüşmelerden sonra gümrük birliğine geçiş sürecini belirleyen Katma Protokol kabul edildi. Türkiye’nin stratejik önemi nedeniyle nispeten hızlı giden ve resmi olarak hayır yanıtını içermeyen AET’ye katılma süreci, 1970’lerle birlikte değişime uğradı.

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***