Tuğg.Doç.Dr. Oktay BİNGÖL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tuğg.Doç.Dr. Oktay BİNGÖL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Aralık 2018 Cumartesi

BAŞKANLIK SİSTEMLERİNİN PERFORMANSI BÖLÜM 2

BAŞKANLIK SİSTEMLERİNİN PERFORMANSI BÖLÜM 2


5.3. Yolsuzluk ve Başkanlık Sistemleri 

Yolsuzluk endeksine göre en temiz 10 Ülke; 
Danimarka, Yeni Zelanda, Finlandiya, İsveç, Norveç, İsviçre, Singapur, Hollanda, Lüksemburg ve Kanada’dır. 

Bu ülkelerin tamamı parlamenter rejimlere sahip ülkelerdir. Sadece İsviçre kendine özgü sistemi ile listede yer almaktadır. Listenin son on ülkesi ise insani gelişme endeksine benziyor. Yolsuzluğun diz boyu olduğu son 10 ülkenin Irak hariç dokuzu tek parti, başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerine sahiptir.11 

Tablo 3. 2014 Yolsuzluk Endeksinde En Kötü Durumdaki Devletler 

Başkanlık sistemlerinin kısa sürede yozlaşarak yolsuzlukla karakterize edilen “kleptokrat yönetimlere” dönüştüğü sık görülen bir olgudur. Kleptokrat lider, yasama, yürütme ve yargı gibi devlet erklerini kendi kişisel kontrolünde toplar, ülkede ekonomiden dış siyasete her şeyin karar vericisi kendisi olur. Bu tür bir lider, kamu ihalelerinin tahsis makamıdır, imara açılacak arazilere, yol geçirilecek yerlere, hava alanı yapılacak bölgelere, yıkılacak binalara, özelleştirilecek madenlere kendisi karar verir. İhaleye girecekleri belirler, kazananı yönlendirir, payını da alır. İhaleler ve imtiyaz hakları kendi belirlediklerine gider. Devlet kadrolarını kendi şirketlerinin kadroları olarak görür, atamaları bizzat yapar, en küçük kadrolara kadar ilgilenir, etrafını ve dayandığı tabanı kollar. 

Kleptokrat yöneticiler, devlet hazinesini kendi kişisel banka hesapları gibi kullanırlar. Kendi ve aile geleceklerini garantiye almak, iktidarı kaybettiklerinde ve ülke dışına kaçtıklarında güven içinde yaşayabilmek için kamu kaynaklarını yurtdışındaki gizli hesaplara transfer ederler. Kleptokratik yöneticilerin başarısı toplumun bölerek yönetilmesine bağlıdır. Amaç üretici sınıfların ve vergi verenlerin örgütlenmesini ve hak aramasını engellemektir. Bu nedenle toplum etnik, kabilesel, dinsel ve mezhepsel hatlarda kutuplaştırılarak parçalara ayrılır. İttifak yapılan gruplara uygun meşrulaştırıcı söylemler kullanılır. Gruplar birbirlerine düşmanlaştırılarak siyasi yolsuzluk devam ettirilir. 

Kleptokratik yönetimin ülke üzerinde etkileri yıkıcıdır. Ekonomi bozulur, siyaset yozlaşır ve insan hakları ağır bir şekilde ihlal edilir. Kleptokrat yöneticilerin çevresinde konumlanarak güç kazanan ve zenginleşen oligarklar resmi devletin altını oyarlar.12 Kleptokratik devletlerin liderleri, kamu kaynaklarına el koyarak yarattıkları kişisel zenginlikleri ile ünlüdür. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün (Transparency International) 2004 yılında yayımladığı bir rapor bu konuda çarpıcı iddialarda bulunmaktadır.13 Rapora göre; başkanlık sistemiyle yönetilen çok sayıda ülkedeki “Başkan” milyar dolarlarla ifade edilen servetlere 
sahip olmuşlardır. 

5.4. Barış-Şiddet Yokluğu ve Başkanlık Sistemleri 

Şiddetten yoksun ve barış içinde yaşayan ilk on ülke şaşırtıcı olmamalıdır. İzlanda, Danimarka, Avusturya, Yeni Zelanda, İsviçre, Finlandiya, Kanada, Japonya, Avustralya ve Çek Cumhuriyeti’dir. 

Rejimlerini tekrar yazmaya gerek yoktur. Tahmin edilebilir. 

Barıştan yoksun şiddet, çatışma ve korku içinde yaşayan en kütü durumdaki on ülke de aslında şaşırtıcı değildir. Irak ve Pakistan hariç geri kalanlar başkanlık ve yarı başkanlıkla yönetilmektedir.14 Bu durum, başkanlık sistemlerinin daha istikrarlı olduğu şeklinde ve yaygın kullanılan iddiayı desteklememektedir. Parlamenter sistemlerde muhalefet, tartışma, uzlaşmazlık ve zaman zaman tıkanma söz konusudur ancak bunların aşılma yolları da mevcuttur. 


Tablo 4. 2015 Küresel Barış Endeksinde En Kötü Durumdaki Devletler 

Benzer şekilde bir savaşın tarafı olan devletlere bakıldığında da başkanlık sistemiyle yönetilen devletlerin ağırlıklı olduğu görülmektedir. Heidelberg Uluslararası Çatışma Araştırmaları Enstitüsünün (Heidelberg Institute for International Conflict Research - HIIK) 2014 yılı raporunda saptanan 21 savaşın ve 25 sınırlı savaşın taraflarının büyük kısmı başkanlık veya yarı başkanlık sistemi ile yönetilmektedir.15 

Şüphesiz ki her bir savaşın farklı ekonomik, siyasi, tarihsel ve askerî nedeni vardır. Ancak, başkanlık sisteminde yürütmenin güçlendirilmiş yapısının, saldırgan politikaların benimsenmesinde, savaşa varan kriz ortamının tırmandırılmasında ve nihayet savaş kararı alınmasında etkisi olmadığını iddia etmek güçtür. Bu hususta en yakın örneği, Rusya Federasyonu'nun Türk hava sahasını ihlal eden uçağının 24 Kasım 2015'te düşürülmesinin ardından benimsemiş olduğu saldırgan tutumda sistemin Putin'e vermiş olduğu güçte aramak meselenin tamamını açıklamasa bile önemli bir bölümünü izah etmektedir. Buna karşın, Türk devlet yapısı, hükûmet ve büyük ölçüde aynı tezi benimsemiş olmakla beraber meclis vasıtasıyla krizin aşılmasında yapısal esnekliğin sağladığı avantajı kullanabilmiştir. 

5.5. Başkanlık Sistemleri ve Basın Hürriyeti 

Basının özgürlüğünün en ileri düzeyde olduğu ilk on ülke; Finlandiya, Norveç, Danimarka, Hollanda, İsveç, Yeni Zelanda, Avusturya, Kanada, Jamaika ve Estonya’dır.16 Tamamı parlamenter sisteme sahiptir. Basın hürriyeti açısından en kötü durumda bulunan ülkeler ise başkanlık, yarı başkanlık ve tek 
parti totaliter rejimleridir. 

Tablo 5. 2015 Basın Hürriyeti Endeksinde En Kötü Durumdaki Devletler 

5.6. Başkanlık Sistemleri, Büyük Güç ve Hızlı Büyüme 

Başkanlık ve yarı başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin bazı alanlarda başarıları da bulunmaktadır. 
Örneğin G-20 ülkelerinin 11’i (ABD, Arjantin, Brezilya, Çin, Endonezya, Fransa, Güney Kore, Meksika, Rusya ve Suudi Arabistan) parlamenter sistem dışında yönetimlere sahiptir. Ancak G-20’de olmanın GSMH ile dolayısıyla büyük oranda nüfus ve doğal kaynakla ilişkili olduğu göz ardı edilmemelidir. Ayrıca yüksek oranlı savunma harcamalarında ilk 10 ülke arasında 6 ülke başkanlık, yarı başkanlık, monarşi ve tek parti yönetimine sahiptir (ABD, Çin, Rusya, Fransa, Suudi Arabistan, Güney Kore).17 

2014-2017 dönemi için Dünya Bankasının veri ve tahminlere göre dünyada ekonomisi en hızlı büyüyen 10 ülke, Etiyopya, Türkmenistan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Burma, Özbekistan, Fildişi Sahilleri, Yeni Gine, Hindistan, Bhutan ve Mozambik’tir.18 Geçmiş dönemlerde de Güney Kore, Malezya, Endonezya ve Filipinler gibi başkanlık ve yarı başkanlık sistemleri hızlı büyüme oranları yakalamışlardır. 

Başkanlık ve yarı başkanlık sistemleriyle hızlı büyüme arasında, belirli koşullarda ve bir dönem için geçerli olmak üzere, doğrusal bir ilişki olduğu görülmektedir. Ancak, devletlerin performansını belirleyen olumsuzlukların tamamının sadece yönetim sistemi ile izah edilemeyeceği gibi, ekonomideki büyüme gibi olumlu gelişmeler de doğrudan sistemle izah edilemez. Kaldı ki burada ileri sürülen verilerin tamamı makro ekonomik değerlere ilişkindir. Adil gelir dağılımı, kaynakların etkin ve doğru kullanımı, milli ekonomi, özelleştirme, dışa bağımlılık, borçlanma, işçi hakları, yoksulluk, işsizlik ve refah oranı, sosyal ve 
sağlık güvenceleri, emeklilik gibi ölçütler bu kapsamın dışındadır. 

6. Başkanlık ve Yarı Başkanlık Sistemine Dair Bazı Ön Kabul/Yargılara İlişkin Eleştiri 

Başkanlık ve yarı başkanlık sistemleri üzerinden yürütülen tartışmalara egemen olan ön kabul veya yargıların oluşturulacak sistemin performansını olduğu kadar meşruiyetini de belirlediği açıktır. Bu hususta öncelikle söz konusu ön kabul ve yargıların sistem ile olan ilişkisi açıklığa kavuşturulmalıdır. Bu bölümde, yukarıda dünyadaki örnekleri üzerinden oluşturulan özellikler listesi ışığında bu hususta öne çıkan ön kabul/yargıların sınaması özetle sunulmuştur. 

 Birinci sorunsal "Başkanın Meşruiyetini Güçlü Kılan Seçim" konusudur. 

Bu hususta lehte düşünenler, başkanın egemenlik gücünün ve vasıtalarının . yürütmede hükümetten daha etkin olmasında, yasama ve yargıya ilişkin düzenlemelerin yapılmasında. kullanımında öne çıkan konumunu aldığı oyla ilişkilendirmektedirler. Bu yaklaşıma göre meclis üyelerinden bir kısmı parti 
merkezlerinin tercihleriyle belirlendiğinden esasen halk tarafından seçilmemekte, halka seçtirilmektedir. Ayrıca hükümetler başkanlardan daha az oy alarak göreve gelebilmektedirler. 

Bu yaklaşıma yönelik birinci eleştiri, seçimden ne anlaşılması gerektiği üzerinedir. Seçimler, halkın egemenlik haklarını farklı tercihler üzerinden bir gruba veya şahsa geçici kaydıyla devredilmesidir. 

Gelişmiş demokrasilerde iktidarın çoğunluk üzerinden oluşturulması ancak farklı tercihlerin -ötekilerin-19 de kabulünü sağlayabildiği ölçüde bu gücün kullanılabileceği gerçeğinin önüne geçmemektedir. Diğer bir ifadeyle başkan ya da hükûmet olunması (iktidarın kazanılması) iktidarın kullanılması anlamına 
gelmemektedir. Bu ancak katılım ile sağlanabilir. Özetle, iktidarlara gücü çoğunluğun tercihi, meşruiyeti ise azınlıktakilerin katılımına imkân sağlayan rıza verir. 

Bu yaklaşıma ilişkin ikinci eleştiri, başkanın kullanacağı gücün başlıca dayanağı olarak aldığı büyük oy oranının gösterilmesidir. Şüphesiz, iki ya da üç seçenekli bir seçimde oyların dağılımı bir düzine seçenekten oluşan bir seçime göre da az olacaktır. 

 İkinci sorunsal "Güçlü Bir Başkanın Toplumsal Ayrışmayı Önleyebileceği" konusudur. 

Yukarıdaki ile de ilgili olan bu ön kabul, sistemin toplumu ve yönetimi şekillendireceği tezini savunan birinci nesil yönetim (modernist) anlayışının bir ürünüdür. Nitekim Makyevel'in, Prens/Hükümdar adlı eserinde feodal beyler ile atanmış yöneticiler arasında yaptığı mukayesede, bu hususa ilişkin dolaylı 
göndermeler çıkarmak mümkündür. Yaşanan tarihi tecrübeler ışığında, çağdaş yönetim bilimi ne tek başına sistemin ne de tek başına birey veya toplumun başarılı bir ortamı sağlayamayacağı noktasına gelmiştir. Bu nedenle yönetimde üçüncü nesli temsil eden günümüzün ana akım yaklaşımları, her ikisi 
arasında karma modellerin geliştirilmesine yönelmiştir. 

Toplumsal ayrışma eğilimi ya da bir arada yaşama tercihi, esasen sosyolojik, kültürel, tarihsel, kimliksel, ekonomik vb. pek çok alt yapıdan beslenir/etkilenir. Yönetim kavramının bu eğilim veya tercihe olan etkisi yapısal veya şekilselden ziyade niteliksel ve üsluba ilişkindir. 

 Üçüncü sorunsal "Güçlü Bir Başkanın Bürokratik Vesayeti/Tahakkümü Yeneceği" konusudur. 

Bu tezi savunanlar, parlamenter sistemin yönetim ve otorite zafiyeti varsayımından hareketle, bürokratik seçkinin gücüne müdahale edemeyeceği görüşündedirler. Gerçekten de son derece karmaşık ilişkiler içeren devlet aygıtının çalışma düzeneği, kendi içinde özerkleşmiş alanlar yaratır. 
Bu sakıncanın aşılabilmesinin en demokratik yöntemi, bürokrasiden gelenlerin parlamenter sisteme geçebilmeleridir. 
Başkanlık sisteminin en fazla eleştiriye maruz tarafı, başkanın bürokrasiyi kişiselleştirebilme gücüne ulaşması endişesidir. Gerçekten de başkanlık sisteminde bakanlar başkanın bürokratları olmanın ötesinde fazlaca bir anlam taşımamaktadırlar. 
 Dördüncü sorunsal "Başkanlık Sistemi İle Büyük İşler Yapılabileceği" konusudur. 
Başkanlık sisteminin yürütme erkinin daha etkin olarak kullanılmasına imkân sağlayan özelliği, parlamenter sistemin bu kapasiteye sahip olmadığı anlamına gelmemektedir. Örneğin Türk İstiklal Harbi, kurucu bir meclisin başarısıdır. 

 Beşinci sorunsal "Güçlü Bir Başkanın Totaliter Olacağı" konusudur. 

Yönetenlerin totaliterliği, hukuken güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerin mevcudiyeti, kurumsal yapı ve alt sistemlerin gücü kadar bireylerin insanlık erdemine sahip olma düzeyi ile de orantılıdır. Totaliterliğe boyun eğmeyen bireylerden oluşan bir toplumu hiçbir örgütlü gücün baskı altında uzun süre tutabildiği bir örnek tarihte yaşanmamıştır. O halde sorunu ait olduğu yerde, toplumsal psikoloji ve sosyolojide aramak gerekir. 

Türkiye örneğinde bu tartışmanın en ironik tarafı, büyük güçlerle donatılmış parti başkanlarının başkanlık sistemine karşı ön yargılı tutumlarıdır. 

7. Sonuç 

Sonuç olarak, Türkiye'deki başkanlık sistemi tartışmalarının ABD, Fransa ve başarısı genel kabul gören bir kaç istisna örnek üzerinden yapılması resmin tamamını yansıtmamaktadır. Genel olarak kültürel, sosyolojik ve tarihsel altyapıya dayanmayan durumlarda başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinin 
istikrarsızlık, çatışma, yolsuzluk ve özgürlüklerin kısıtlanması ile insan hakları ihlallerine açık olduğunu, bu devletlerin performansının pek de iç açıcı olmadığını saptıyoruz. 

Başarılı devletleri; ekonomik kalkınmanın yanında özgürlükler, demokrasi, hukuk devleti, katılımcılık, adil paylaşım ve şeffaflık gibi temel ölçütleri sağlayabilme kapasitesiyle tanımladığımızda, bu çalışmada kullanılan endeksler ve diğer veri setleri bağlamında, başarı ile parlamenter sistem arasında dikkate değer oranda olumlu ilişki ortaya çıkmaktadır. 

Başkanlık sistemi tartışmalarının mevcut kutuplaşmalar üzerinden yapılması, meseleyi önce cepheleştirme daha sonra da statik mevzilere taşıma eğilimini güçlendirirken toplumca bir doğru yaratabilme fırsatını daha tüketme tehlikesini taşımaktadır. 


KAYNAKÇA;

1 Hasan Dursun, “Erkler Ayrılığı ve Yargıç Bağımsızlığı”, TBB Dergisi, 2009, Sayı 80, 29-104. s.40 
2 A.g.e. s.41. 
3 A.g.e. s.41-42. 
4 Fred Riggs, “Bureaucracy and the Constitution”, Public Administration Review, 1994, (54:1), 65-72. s.72. 
5 Alfred Stepan and Cindy Skach, “Presidentialism and Parliamentarism Compared”, The Failure of Presidential Democracy (ch 
1), Linz and Valenzuela, eds. Baltimore: Johns Hopkins University Press. 1994. 
6 David Easton, The Political System: An Inquiry into the State of Political Science. New York: Alfred A. Knopf, 1953, Bölüm 5. 
7 Robert I. Rotberg, When states fail:Causes and consequences, New Jersey, USA: Princton University Press, 2004, s.5. 
8 “Failed States Index 2015”, Funds for Peace, http://fsi.fundforpeace.org/rankings-2015 
9 “Human Development Report 2015”, UNDP, http://report.hdr.undp.org/ 
10 Dünyanın en zengin politikacıları için bkz. "The World's Richest Politicians - Forbes", 
http://www.forbes.com/pictures/mff45eihf/michael-bloomberg/ ; "Top 50 Richest Politicians | Celebrity Net Worth", 
http://www.celebritynetworth.com/list/top-50-richest-politicians/ 
11 “Corruption Perception Index 2014”, Transparency International, https://www.transparency.org/cpi2014/results#myAnchor1 
12 “National Strategy Against High-Level Corruption: Coordinating International Efforts to Combat Kleptocracy”, US Department 
of State Web Page, http://web.archive.org/web/20080710105943/http://www.state.gov/r/pa/scp/2006/70236.htm 
13 "Plundering politicians and bribing multinationals undermine economic development, says TI", Transparency International, 2004. 
14 “Global Peace Index 2015”, http://www.visionofhumanity.org/#/page/indexes/global-peace-index/2015 
15 HIIK Conflict Barometer 2014, http://www.hiik.de/de/konfliktbarometer/pdf/ConflictBarometer_2014.pdf 
16 “World Press Freedom Index 2015”, https://index.rsf.org/#!/ 
17 The Military Balance 2015, IISS, London: Routlegde. 
18 “The fastest-growing economies in the world”, http://www.businessinsider.com/world-bank-fast-growing-global-economies-
2015-6 
19 Siyasetin "biz ve ötekiler" çerçevesinde yorumlanmasına ilişkin bu yaklaşımı ilk kez 1927'de Alman siyaset bilimci C. Schmitt'in, Der Begriff des Politischen, adlı eserinde kullanmıştır. Aktaran, Gianfronco Poggi, Modern Devletin Gelişimi: 
Sosyolojik Bir Yaklaşım, (Çev.: Şule Kut ve Binnaz Toprak), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014, s. 19. 

***

BAŞKANLIK SİSTEMLERİNİN PERFORMANSI BÖLÜM 1

BAŞKANLIK SİSTEMLERİNİN PERFORMANSI BÖLÜM 1



(E)Tuğg.Dr. Oktay BİNGÖL, 
Yrd.Doç.Dr. Ali Bilgin VARLIK
11.01.2016
Amaç:
Merkez Strateji Enstitüsü (MSE):
Doç.Dr.Sinem Akgül AÇIKMEŞE,
(E)Tuğg.Dr.OktayBİNGÖL,
Prof.Dr.Mitat ÇELİKPALA,
Prof.Dr.ÇağrıERHAN,(E)
BüyükelçiDr.ErcanÖZER,
Prof.Dr.Abdülkadir VAROĞLU,
Yrd.Doç.Dr.Ali Bilgin VARLIK 

MSEDanışma Kurulu Bu belgede yer alan hususların tüm sorumluluğu yazarlara ait olup MSE’ ve üyelerini bağlamaz.
Bubelgenin her hakkı, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu esasları çerçevesinde MSE’ye aittir.

Hazırlayanlar:
(E) Tuğg. Oktay BİNGÖL, MSE Bşk.
Yrd.Doç.Dr. Ali Bilgin Varlık, MSE Gn.Koor., 
İstanbul Esenyurt Üni. 
http://merkezstrateji.com/


İÇİNDEKİLER 

1. Giriş | 1 
2. Başkanlık Sistemi | 1 
3. Başkanlık Sisteminin Kırılganlığı ve İstikrarsızlığı | 2 
4. Yarı Başkanlık Sistemi | 3 
5. Başkanlık Sistemlerinin Performansı | 3 
6. Başkanlık ve Yarı Başkanlık Sistemine Dair Bazı Ön Kabul/Yargılara İlişkin Eleştiri | 9 
7. Sonuç |

Başkanlık Sistemlerinin Performansı 

1. Giriş 

Türkiye’de bir süredir gündemde önemli bir yer tutan başkanlık sistemi tartışmalarında dikkate alınması gereken önemli bir husus, bu sistemin uygulandığı ülkelerde güvenlik, adalet, özgürlük ve refah başta olmak üzere devletin sunabildiği kamu hizmetlerinin yeterliliğidir. Diğer bir ifadeyle başkanlık 
sisteminin başarı karnesinin de tartışılması gerekmektedir. 

Bu raporda, başkanlık ve yarı başkanlık sisteminin ayırt edici özelliklerine kısaca değinildikten sonra, değişik alanlarda performansının saptanmasına ağırlık verilmektedir. Başkanlık sisteminin karnesi, akademik dünyada yaygın kullanıma sahip endekslerden ve diğer kabul gören veri setlerinden 
faydalanılarak hazırlanmıştır. 

Türkiye'deki sistem tartışmalarının yüceltme ve değersizleştirme üzerinden, çoğu zaman düşük bir üslup ile yapılması, bilimsel ve entelektüel birikim ve kapasiteden yeterince yararlanma imkânlarını kısıtlarken gelecek nesillere nasıl bir miras bırakılacağı konusunda iyimserliği zayıflatmaktadır. 

Başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistemlerin dünyadaki performansına ilişkin bu çalışma yukarıda belirtilen esaslar çerçevesinde değerlendirilmelidir. 

2. Başkanlık Sistemi 

Başkanlık sisteminin ayırt edici özellikleri; başkanın doğrudan halk tarafından seçilmesi, bakanların ve üst düzey yöneticilerin başkan tarafından atanması ve başkanın kendisinin yasama meclisinde yer almaması şeklinde ortaya çıkar. Başkanlar resmi basın ve medya faaliyetleri ile halkla doğrudan ve düzenli 
temas halindedir. Başkanın gücü kuvvetler ayrılığı uygulaması ile dengelenmekte dir. 
Bu kapsamda, yasama özellikle bütçe tahsisi ve kontrolü ile yüksek yargı ise yargısal denetimle denge unsurlarıdır. 

Başkanlık sistemi denilince ABD sistemi akla gelmektedir. Gerçekte ABD sistemi kolonilerin İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesinin ve iç savaşın izlerini taşımakta ve James Madison’un fikirlerine dayanmaktadır. Madison, “Federalist 51” adlı çalışmasında; insanın doğasından kaynaklanan olumsuzluklar yüzünden Erkler Ayrılığı ile Fren ve Denge (Checks and Balances) sistemine gereksinim 
bulunduğunu belirtmektedir. Madison’un aşağıdaki ifadesi dikkate değerdir. 

“... Birçok gücün aşamalı bir şekilde aynı organda toplanmasını önleyebilmek için her bir organın yöneticilerine gerekli anayasal araçlar ve diğerinin tecavüzlerine karşı koyacak kişisel güdülerin bulunması gerekir. ... İhtirasın karşısında diğer bir ihtirasın bulunması gerekir.”1 

Madison, bu tip araçların, yetkisini kötüye kullanan devletleri veya devlet organlarını kontrol etmek için gerekli olduğunu ifade etmektedir. Madison, insan doğasının bütün iyi yönlerinin toplumsal yaşama yansıdığı durumlarda devletin bir işe yaramayacağını, daha açık bir deyişle, bütün insanların melek 
olduğu durumda, devlete gereksinim duyulmayacağını ifade etmektedir. 

Madison’un Fren ve Denge düşüncesine dayanan devlet modeli 1787 tarihli Amerikan Anayasasının temelini oluşturmuştur. ABD’nin 1787 Anayasası’nda erkler ayrılığı esasına göre, yasama, yürütme ve yargının her birisinin diğerinden göreceli olarak bağımsız iş görmesi esası benimsenmiş, fren ve denge esasına göre ise her erkin diğer erkin faaliyetlerini kontrol edecek belirli bir güce sahip olması anlayışı kabul edilmiştir. Bu doğrultuda, ABD’de örneğin, Kongre’nin, Başkanı bütçe yoluyla kontrol etmesi esası benimsenmiş, bunun karşılığında Başkanın da Kongre’yi veto gücüyle kontrol etmesi yolu kabul edilmiştir.2 

Madison modeli, temel olarak, devlet gücünün farklı kurumlar arasında paylaşılmasını esas aldığından ABD bu esasa uygun olarak yapılandırılmıştır. 
Bu çerçevede, örneğin, yasama gücü; kanun çıkarma yoluyla Kongre, kanunu yorumlama yoluyla mahkemeler, Kongre’ye kanun teklif etme, kanunu 
uygulayarak kısmi sorumluğu üzerine alma ve istemediği kanunu veto yoluyla Başkan tarafından paylaşılmaktadır. Başkanın kanunları uygulama ve devleti yönetme gücü de çeşitli organlar arasında paylaştırılmıştır. Bu bağlamda, mahkemelerin idari organlar üzerinde yargısal rehber ilkeler kabul etmesi, 
Kongre’nin kamu kurum ve kuruluşlarının bütçesini geçirmesi ve söz konusu kurum ve kuruluşların kendilerini savunmaları için Komite toplantısı düzenlemesi yürütme erkinin çeşitli organlar tarafından paylaşılmış olduğunun somut bir kanıtıdır. Yargı gücü de devletin çeşitli organları paylaşılmış bir konumdadır. Kongre, yargının kararını beğenmediği durumda, o kararın tam aksine kanunlar 
çıkarabilmekte, Başkanlar da mahkemelerin kendi düşünceleri doğrultusunda karar vermelerini ümit ederek kendi dünya görüşüne yakın kimseleri mahkeme yargıçlıklarına atayabilmektedir. ABD’de Başkanın bir kanunu veto etmesi durumunda o kanunun geçmesi için Kongre’nin her iki kanadında da 2/3 
çoğunluğu, bir diğer deyişle, nitelikli çoğunluğu arayan demokratik bir devlet dizgesi kurulmuştur. 
ABD’de alınan bu önlemlerin temel amacı, çoğunluğun azınlığı ezmesini önleyebilmektir.3 

Başkanlık sistemini üç temel ölçütle tanımlamak mümkündür. 

1) Devlet başkanının halkoyu ile seçimi 
2) Devlet başkanının görev süresince parlamentonun oyu ile görevden alınamaması 
3) Başkanın yürütüme organını sevk ve idare etmesi. 

Farklı bir bakış açısıyla klasik başkanlık sisteminin; monarşi, aristokrasi ve demokrasinin unsurlarından müteşekkil bir yapı sergilediği de görülebilir. Başkan, merkezinde yer aldığı yürütme gücü, güvenlik-savunma, dış ilişkiler, temsil ve törensel işlevleri tek elde toplamasıyla monarşik görünüm sergiler. ABD’de Yüksek Yargısı ile Senato aristokratik bir görünüm verirken Kongre’nin Temsilciler Meclisi kanadı demokrasiyi temsil eder. 

3. Başkanlık Sisteminin Kırılganlığı ve İstikrarsızlığı 

Amerikalılar doğal olarak kendi sistemlerinin dünyadaki en iyi sistem olduğuna inanmışlardır. ABD’nin dünyanın iki süper gücünden biri ve sonrasında tek hegemonu olduğu dikkate alındığında bu düşüncedeki doğruluk payının yüksek olduğu söylenebilir. ABD, bu güvenle kendi etki alanı içinde, özellikle bağımsızlığını yeni kazanan veya eski sistemlerinde başarısız olan ülkelerde başkanlık sistemleri kurulmasını teşvik etmiş, çoğunlukla da dışarıdan içeriye ve yukarıdan aşağıya dayatmıştır. Ancak ABD’nin kendisi ile Kosta Rika, Venezüella ve Kolombiya hariç diğer ülkelerde kalıcı istikrar sağlanamamıştır. Az gelişmiş ülkelerdeki 30’a yakın başkanlık sistemi bir kaç yıl içinde krize girmiş, darbe 
veya devrim yapılmıştır. Parlamenter esaslarla kurulan 40 devletin ise 13’ünde kriz ve sonrasında darbe veya devrim olduğu4 göz önünde bulundurulduğunda başkanlık sisteminin kırılganlığı bariz olarak ortaya çıkmaktadır. 

Başkanlık sisteminin genellikle devlet organları arasında çatışmayı ve tıkanmayı, parlamenter sistemin ise işbirliği, taviz ve uzlaşmayı teşvik ettiği kabul edilmektedir. Başkanlık sistemlerinde tıkanma ortaya çıktığında siyasilerin tıkanmanın çözümünü askerlere bıraktıkları, bu nedenle parlamenter sisteme 
göre iki kat daha fazla askeri darbe yapıldığı kanıtlanmıştır.5 Parlamenter sistemdeki tıkanmalarda ise güvenoyuna başvurma, erken seçime gitme gibi seçenekler söz konusudur. Türkiye’de 7 Haziran 2015 sonrası ortaya çıkan tıkanmanın seçimlerin 01 Kasım’da yenilerek aşılabilmesi tipik bir örnektir. 

Başkanlık sistemlerinde kazanan hemen her şeyi alır. Birçok ülkede başkan, bir etnik ve mezhep grubundan gelir. Onunla beraber kendi etnik ve mezhep grubu kazanan, diğerleri kaybeden olur. Bu nedenle etnisite ve mezhep siyasetinin baskın olduğu az gelişmiş ülkelerde seçimler bir türlü istikrar getirmez, aksine kanlı çatışmaların nedeni olur. Başkanın sabit bir süreyle seçilmiş olması sistemin esnekliğini azaltır. Oysa parlamenter sistemde seçimlerin her zaman yenilenmesi olanağı vardır. Başkanlık sistemlerinde yürütme ile yasama organları arasında tıkanma sıklıkla yaşanır. 

Başkanlık sistemleri çok partili sistemle uyuşmaz, partiler azalır ve zamanla ikiye düşer. Başkan halkoyuyla seçildiğinden, milletvekilli seçimlerine ilgi azalmaya ve halkın siyasete siyasal faaliyete katılımı giderek erimeye başlar ve ağırlık merkezi kısa erimli/günlük siyasete doğru kayar. Bu koşullarda halkın yönetime katılma imkânını artırmaya yönelik olarak toplumsal sözleşmenin yerel yönetimlere daha fazla serbesti getiren âdem-i merkezi yönetim yapısı biçiminde oluştuğu görülmektedir. Başkanlık sistemi mutlak surette federasyonu zorunlu kılmasa da süreç içinde neden olduğu sıkışmaların aşılabilmesi için egemenlik yetkisinin onu taşıyamayacak ölçüde zayıflatılmış parlamento yerine yerel yönetimlere doğru kayması beklenir. 

4. Yarı Başkanlık Sistemi 

Başkan, doğrudan veya dolaylı olarak halkoyuyla ve sabit bir süre için seçilir. Başkan, yasama organı dışındadır ve başbakan ile yürütme sorumluluğunu paylaşır. Ancak, tek başına yürütme veya doğrudan yasama işlevini yerine getiremez. Başbakan ve kabinesi ise yasamaya karşı sorumludur. Yarı başkanlık, parlamenter sistemden ziyade başkanlık sistemine daha yakındır. Temel fark, yürütmenin halk tarafından seçilmiş bir başkan ile yasama tarafından seçilmiş başbakan arasında paylaşılmasıdır. Yarı başkanlık, 
başkan ve başbakanın ait olduğu partinin gücüne göre değişik şekiller alabilir. Yasama organında çoğunluk kimin tarafındaysa o daha güçlü olur. Başkan ve başbakan aynı partiden olduğunda liderlik, karizma, kişilik ve partiyi kontrol kapasitesi birisini öne çıkarır. 

5. Başkanlık Sistemlerinin Performansı 

Devletlerin siyasa (policy) ve siyaset (politics)e ilişkin etkinliklerinde yönetim sistemlerinin etkisi göz ardı edilemez. Ancak bu husus devletin performansının ölçülmesine ilişkin yegâne belirleyici de değildir. Ayrıca, aşikâr olduğu üzere, bütün parlamenter sistemler birbirinin aynı olmadığı gibi başkanlık veya yarı 
başkanlık sistemleri de tek bir model üzerine inşa edilmemiştir. Bu nedenle, belirli ölçütler üzerinden devletlerin başarıları sistemlerin başarılarına ilişkin belirleyici kanıt niteliği taşımaz. Bununla beraber .kaynak ve değerlerin dağılımını belirleyen. sistemlerin6 karakteristiklerinin devletin etkinliğini belirleyen bir boyutu bulunmaktadır. 

Başkanlık sistemlerinin devletin temel işlevlerindeki performansı; Başarısız Devletler, İnsani Gelişme, Yolsuzluk, Barış-Şiddet Yokluğu ve Basın Hürriyeti endeksleriyle yaygın kullanılan diğer ilgili veri setlerine göre aşağıda sunulmakta dır. 

5.1. Başkanlık Sistemleri ve Başarısız Devletler 

Sömürgeciliğin sona ermesi, büyük imparatorlukların yıkılması, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla XIX. Yüzyıl’ın ortalarından günümüze devletler topluluğunu onlarca yeni devlet dâhil olmuştur. Yeni ortaya çıkan devletler, uluslararası aktörlerin de destek ve müdahaleleriyle bir çeşit ulus-devlet inşa süreci yaşamış, başkanlık sistemlerinin dayatıldığı bu ülkelerin çoğunluğu uygulamada başarılı olamamıştır. Sonuçta, günümüzde “başarısız devletler” olarak tanımlanan yapılar ortaya çıkmıştır. 

Başarısız devletler, çok sayıda iç ve dış faktörün etkileşimiyle genel anlamda meşruiyet, otorite ve kamusal hizmetlerin sağlanmasında ciddi zafiyet içinde bulunan ülkelerdir.7 Başarısızlığın bir sonraki aşamasını, meşruiyet ve otoritenin tamamen yok olduğu, iç savaşın ortaya çıktığı, güvenliğin sağlanmadığı ve temel kamusal hizmetlerin sunulamadığı “çökmüş devletler” oluşturmaktadır. Devletin başarısızlığı ve çöküşünde etkili faktörlerin birisi de devlet sisteminin hatalı tasarımıdır. Bu hata Afrika bağlamında açıkça, Güney Amerika ve Asya’da çoğunlukla başkanlık sistemidir. 


Tablo 1. 2015 Başarısız Devletler Endeksi’nde En Kötü Durumdaki Devletler 

Parlamenter Sistem 


Günümüzde devletlerin başarı/başarısızlık durumlarını belirlemek için birçok çalışma ve endeks kullanılmaktadır. Bunlardan en yaygını olan “Peace For Fund” tarafından hazırlanan Başarısız Devletler (Failed States) Endeksi’dir. 2015 Endeksi’nde8 en kötü durumda olan 20 ülkenin yönetim biçimleri bir fikir 
vermektedir. En kötü durumdaki 20 ülkenin üçü hariç tamamı bir çeşit başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. 

Ekonomik, siyasal, sosyal ve güvenlik boyutlarında tespit edilmiş 12 gösterge esas alınarak hazırlanan tabloya göre; dengeli bir kalkınma sağlayamayan, etnik farklılıkları idare edemeyen, ülkenin tamamında veya bir kısmında otorite ve meşruiyet sorunu yaşayan, ciddi güvenlik zafiyeti olan ve insan haklarına saygı göstermeyen ülkelerin hemen tamamı bir çeşit başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. 

5.2. İnsani Gelişmişlik ve Başkanlık Sistemleri 

Başkanlık sisteminin başarı karnesinin doldurulmasında ikinci veri grubu, günümüzde ülkelerin gelişmişliğinin önemli bir göstergesi olarak kullanılan İnsani Gelişme Endeksi’dir. Bu endekse göre başkanlık sistemlerinin karnesine göz attığımızda daha çarpıcı sonuçlar ortaya çıkmaktadır. İnsani gelişme 
endeksinin son on sırasında tamamı başkanlık ve yarı başkanlık sistemleriyle yönetilen 10 ülke bulunmaktadır.9 Bu ülkelerde başkanların bizzat kendileri çok gelişmiştir,10 ancak ülkeleri insani gelişmişlikten çok uzaktadır. 


Tablo 2. 2015 İnsani Gelişme Endeksinde En Kötü Durumdaki Devletler 


İnsani Gelişme Endeksinde en gelişmiş durumda olan 10 ülke ise; Norveç, İsviçre, Avustralya, Hollanda, Danimarka, İrlanda, Almanya, Yeni Zelanda, Kanada ve ABD’dir. ABD hariç hepsi parlamenter sisteme sahiptir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

2 Kasım 2018 Cuma

15 TEMMUZ SONRASINDA TÜRK ORDUSU KRİZ VE ÇIKIŞ.,

15 TEMMUZ SONRASINDA TÜRK ORDUSU KRİZ VE ÇIKIŞ.,



15 Temmuz Sonrası Türk Ordusu Kriz ve Çıkış,


Oktay BİNGÖL Doç. Dr. Türk Silahlı Kuvvetlerinden 2011 yılında Tuğgeneral rütbesinde emekli olmuştur.
Yüksek lisansını İşletme, doktorasını Uluslararası İlişkiler alanında yapmıştır.

    Güvenlik, terörizm, çatışma çözümü, barış çalışmaları, savunma yönetimi, Asya-Pasifik, Afrika Siyaseti, Orta Doğu ve Türk dış politikası konularında çalışmalar yapmakta, lisans ve lisansüstü dersleri vermektedir. Çalışma konuları kapsamında muhtelif akademik yayınları bulunmaktadır. Yazarlığını ve editörlüğünü yaptığı, Başarısız Devletler: Kavramlar, Nedenler ve Sonuçlar (2016) ile Yeni Orta Doğu: Dinamikler, Aktörler ve Süreçler (2017) isimli iki kitabı yayımlanmıştır.

Merkez Strateji Enstitüsü Başkanıdır.

Ali Bilgin VARLIK
Yrd. Doç. Dr.

Türk Silahlı Kuvvetlerinden 2013 yılında Kurmay Albay rütbesinde emekli olmuştur.
Yüksek lisansını İşletme, doktorasını Uluslararası İlişkiler alanında yapmıştır.
Güvenlik, savunma yönetimi, askerî tarih ve strateji, Orta Doğu konularında çalışmalar yapmakta, lisans ve lisansüstü dersleri vermektedir. Çalışma konuları kapsamında muhtelif akademik yayınları bulunmaktadır. Strateji, Harp ve Askerî Harekât Üzerine Dünya Klasikleri Öz İnceleme Dizini ve Millî Güvenlik ve Askerî Bilimler Akademik Dergisi'nin editörlüğünü yapmıştır. Merkez Strateji Enstitüsü Koordinatörüdür.

15 Temmuz Sonrası Türk Ordusu Kriz ve Çıkış
Oktay BİNGÖL ve Ali Bilgin VARLIK © Barış Kitabevi, 2017
Tüm hakları saklıdır.
Yayıncı izni olmadan kısmen de olsa fotokopi, film, vb. elektronik ve mekanik
yöntemlerle çoğaltılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez. Eser Sahipleri
© Oktay BİNGÖL ve Ali Bilgin VARLIK
1. Basım 2017 Düzenleme - Tasarım
Karizma Reklamcılık: 0.312 418 20 92-93
Baskı ve Cilt Bizim Büro Matbaa
Sanayi 1. Cadde Sedef Sokak. No:6/1 İskitler -ANKARA
Tel: 0 312 229 99 28
ISBN: 978-605-
Sertifika No: 16207
Genel Dağıtım
Zafer Çarşısı No: 10-11 Yenişehir – ANKARA
Tel: 0312. 435 29 69 Faks: 0312. 434 33 93

ÖNSÖZ

Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Temmuz 2016’da büyük bir felaketle yüz yüze kaldı. Türk topraklarının yenilmesi imkânsız teminatı olan Türk Ordusunun komuta kademesi, korunan ve kollanan bir çete ile esir alındı. Gasp edilen uçakları ve tankları asırlardır ona güvenen, onunla gurur duyan, ona en değerli varlıklarını emanet eden Millete ölüm yağdırdı.

15/16 Temmuz’da tarihinin en karanlık ve acı günlerinden birini yaşayan Türk Ordusu ve onun muvazzaf ve emekli mensupları, sonrasında bin yıllık bir orduda radikal değişimlere tanıklık ettiler.

Bu kitap, Mustafa Kemal Atatürk’ün bir asır önce “ekonomik, kültürel, sosyal savaşlarımızda bize aynı zamanda en lüzumlu elemanları da yetiştiren büyük bir millî disiplin okuluna dönüştürülmesini” istediği Türk Ordusunun bugün içine düştüğü durumun nedenlerini ve dinamiklerini, KHK’larla yeni oluşturulan yapıyı da inceleyerek tartışıyor.
Bu tartışma yapılırken, dışsal etkenlerle birlikte kendisine içkin olan ve yıllardır derinlikte olgunlaşan kırılmalar, başkalaşımlar ve savrulmalara da yer veriliyor.

Bu bağlamda yazması ve okuması acıtıcı ve öfkelendirici olsa da gerçeklikler dillendiriliyor. Kitap, sorunları ve nedenlerini tespit etmekle kalmıyor, geleceğe iki temel konu ile – Sivil- Asker ilişkilerinin demokratik çerçevesi ve Türk Ordusunun çağa uygun kapasite kazanımına (dönüşüm) odaklanarak Nasıl Bir Ordu? sorusunun cevabını arıyor.
Alanında bir ilk olan ve güvenlik/savunma disiplininin oluşumuna katkı sağlayacağına inandığımız bu kitaba dair görüş, öneri ve eleştirilerin sonraki baskılarda ve ilişkili konulardaki yeni çalışmalarda ufuk açıcı olacağına inanıyoruz.

Kitabın hazırlanmasında bilgi ve deneyimlerini bizlerle paylaşan emekli silah arkadaşlarımıza ve kıymetli akademisyen dostlarımıza sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Oktay BİNGÖL- Ali Bilgin VARLIK Ankara, Ağustos 2017
Yüreği vatan aşkıyla dolu; fikri, vicdanı ve irfanı hür Türk Askeri'ne

İÇİNDEKİLER

Giriş...................................................................................... 1

Birinci Bölüm: Sorunu Tanımlamak.  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  ....... 7

Geç Kalan Dönüşüm.   Doç. Dr. Oktay BİNGÖL   ............... 7

TSK’nın Geçmiş Siyasi ve Askerî Dönüşümleri  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  ....12

Çuvaldızı Kendimize Batırmak: TSK’nın Geçmişten Günümüze  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL Önemli Kurumsal Sorunları  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL   .........27
Kumpaslarla Şekillendirilen Sivil-Asker İlişkileri. Doç. Dr. Oktay BİNGÖL    ...............47
Travmanın Ürünü: OHAL ve KHK’larla Şekillendirilen Ordu  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  .......51
Darbeye Dayanıklılık-Askerî Etkinlik İkilemi  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL.............................55
15 Temmuz Sonrası TSK’nın Komuta ve Kuvvet Yapısına İlişkin Düzenlemeler ve Sorunlar  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  ..61
Fırat Kalkanı Harekâtı’ndan Alınan Dersler.  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL ..........................   83
Sorunun Tanımlanması Kapsamında Değerlendirme ve Risk Tespiti .  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL .........87
İkinci Bölüm: Kuramsal Arka Plan. Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  ........97

Güvenlik Kavramı: Doğası ve Dinamizmi. Doç. Dr. Oktay BİNGÖL .......97
Güvenlik Sektörü Reformu.   Doç. Dr. Oktay BİNGÖL        ...110
Sivil-Asker İlişkilerinin Temel Kavramları, Modelleri ve Çağdaş Uygulamalar.   Doç. Dr. Oktay BİNGÖL   ...........114
Dönüşüm (Transformasyon) ve Askerî Dönüşüm.   Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  ..129


-i-

İÇİNDEKİLER

Giriş………………………………………………………………………………............1

Birinci Bölüm: Sorunu Tanımlamak…………………………….............7
Geç Kalan Dönüşüm…………………………………………………………...........7
TSK'nın Geçmiş Siyasi ve Askerî Dönüşümleri…………………...........12
Çuvaldızı Kendimize Batırmak: TSK’nın Geçmişten Günümüze Önemli Kurumsal Sorunları.....27
Kumpaslarla Şekillendirilen Sivil-Asker İlişkileri……………............47
Travmanın Ürünü: OHAL ve KHK'larla Şekillendirilen Ordu…………………………………………………………...51
Darbeye Dayanıklılık-Askerî Etkinlik İkilemi ……………………..........55 15
Temmuz Sonrası TSK’nın Komuta ve Kuvvet Yapısına
İlişkin Düzenlemeler ve Sorunlar…………………………………….......….61
Fırat Kalkanı Harekâtı’ndan Alınan Dersler…………………….............83
Sorunun Tanımlanması Kapsamında
Değerlendirme ve Risk Tespiti……………………………………….........….87

İkinci Bölüm: Kuramsal Arka Plan…………………………...............…97

Güvenlik Kavramı: Doğası ve Dinamizmi……………………..................97
Güvenlik Sektörü Reformu………………………………………..................110
Sivil-Asker İlişkilerinin Temel Kavramları,
Modelleri ve Çağdaş Uygulamalar………………………………….......….114
Dönüşüm (Transformasyon) ve Askerî Dönüşüm………...........…..129
Üçüncü Bölüm: Nas?l Bir Gelecek?.......................................................165
Geleceğin Güvenlik Ortamı……………………………………............……..165
Türkiye'nin Güvenlik Öngörüsü ………………………………...........…....191
Türkiye için Güvenlik Senaryosu ve Güvenlik
İhtiyaçları………………………………………………………………........………206
Üçüncü Bölüm: Nasıl Bir Gelecek?................................................165
Geleceğin Güvenlik Ortamı...................................................................165
Türkiye’nin Güvenlik Öngörüsü..........................................................191
Türkiye için Güvenlik Senaryosu ve Güvenlik
İhtiyaçları.....................................................................................................206
Dördüncü Bölüm: Nasıl Bir Ordu?................................................227

Giriş.................................................................................................................227

TSK’nın Dönüşümü İçin Model, Strateji ve Teşkilatlanma.............................................................................................228
Sivil-Asker İlişkilerinin Genel Çerçevesi: TSK’nın Demokratik Sivil Kontrolü...................................................240
Nasıl Bir Askerî Doktrin?.......................................................................250
Nasıl Bir Komuta ve Kuvvet Yapısı?..................................................269
Ne Tür Araç, Teçhizat ve Silah?...........................................................279
TSK İnsan Kaynaklarının Yapısı..........................................................282
Nasıl Bir Askerî Eğitim ve Öğretim?..................................................286
Nasıl Bir Askerî Liderlik?.......................................................................299
Sonuç Yerine: Paydaşlara Öneriler...............................................305
Kaynakça.......................................................................................................309
Dizin................................................................................................................329

-ii-

Dördüncü Bölüm: Nasıl Bir Ordu?.......................................................227

Giriş……………………………………………………………………….............…..227

TSK’nın Dönüşümü İçin Model, Strateji ve Teşkilatlanma…………….228
Sivil-Asker İlişkilerinin Genel Çerçevesi: TSK’nın Demokratik Sivil Kontrolü ………..240
Nasıl Bir Askerî Doktrin? ....................................250
Nasıl Bir Komuta ve Kuvvet Yapısı?........................................................269
Ne Tür Araç, Teçhizat ve Silah?.............................279
TSK İnsan Kaynaklarının Yapısı………………………………...........……282
Nasıl Bir Askerî Eğitim ve Öğretim?........................................................286
Nasıl Bir Askerî Liderlik?........................................299
Sonuç Yerine: Paydaşlara Öneriler………………………............……305
Kaynakça………………………………………………………….............………...309
Dizin………………………………………………………………..............…………329

-iii-

Tablolar

1 AGİT Üyelerinde Sivil-Asker İlişkileri 124
2 Reform ve Dönüşüm Arasındaki Temel Farklar 130
3 Dünya Ordularında Dönüşüm Modeli 147
4 Su Çatışmaları Sınıflandırması 182
5 Kapsamlı Askerî Güç Mukayesesi 209
6 Türkiye’nin Komşu ve Çevre Ülkelerle Savunma Harcamaları ve Asker Sayıları Mukayesesi 211
7 Türkiye'nin Güvenlik Gereksinimlerine Yönelik TSK’nın Görev ve İşlevleri 217

Şekiller

1 Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeni Komuta Yapısı 62
2 Millî Savunma Bakanlığı Kuruluşu 69
3 Hibrid Savaş Konsepti 184
4 Ulusal Güvenlik Siyasetinin Algoritması 230
5 TSK'nın Dönüşümü İçin Öngörülen Eko-Sistem Modeli 232
6 Doktrinin Temel Stratejileri 252
7 Askerî Harekât ve Faaliyetler 260
8 Askerî Harekâtta Gerginlik-Zaman Diyagramı 263
9 Güvenlik Ortamında İlgi ve Etki Sahaları 265
10 Harp Alanının Bölümleri 267
11 TSK'nın Önerilen Komuta Yapısı 270
12 Askerî Öğretim Kurumları 289
13 Askerî Öğretim Safhaları 296

-iv-

Kısaltmalar

AB: Avrupa Birliği
AD: Akdeniz Diyalogu
MD Mediterranean Dialogue
ADSK: Askerin Demokratik Sivil Kontrolü
AFD: Askerî Faaliyetlerde Devrim
(RMA-Revolution in Military Affairs)
AGİT: Avrupa Güvelik ve İşbirliği Teşkilatı
ASK: Askerin Sivil Kontrolü
AYİM: Askerî Yüksek İdare Mahkemesi
BGK: Bölgesel Güvenlik Kompleksi/RSC Regional Security Complex
BİO: Barış İçin Ortaklık/
PfP Partnership for Peace
DELTMA: Doktrin, Eğitim, Liderlik, Teşkilatlanma, Malzeme, Asker Geliştirme
DNI: ABD Ulusal İstihbarat Teşkilâtı/Department of National Intelligence
DP: Demokrat Parti DTD: Dış Tehdit Dokümanı
Dz.: Deniz
EMASYA: Emniyet ve Asayiş
EYP: El Yapımı Patlayıcı
FCS: Geleceğin Muharebe Sistemleri/Future Combat Systems
FETÖ: Fetullahçı Terör Örgütü
FKH: Fırat Kalkanı Harekâtı
GATA: Gülhane Askerî Tıp Akademisi
GM: Genel Müdür/Müdürlük Gnkur.Bşk.lığı: Genelkurmay Başkanlığı
Hv.: Hava
IŞİD: Irak Şam İslam Devleti İHA/İSA: İnsansız Hava ve Satıh Araçları K.K.K.: Kara Kuvvetleri Komutanı
KBY: Kürt Bölgesel Yönetimi KHK: Kanun Hükmünde
Kararname
KİD: Küresel İklim Değişikliği
KİS: Kitle İmha Silahları
Kuv.: Kuvvet
KYB: Kürdistan Yurtseverler Birliği
LRAD:Uzun Menzilli Akustik Cihaz/Long Range Acoustic Device
MDD: Millî Demokratik Devrim MEBS: Muhabere Elektronik Bilgi Sistemleri
MFP: Multiple Futures Project (Çoklu Gelecekler)
MGK: Millî Güvenlik Kurulu
MGKK: Mobil Görev Kuvveti Karargâhı
MSB: Millî Savunma Bakanı
NATO: Kuzey Atlantik İttifakı/North Atlantic Treaty Organization
NGO: Hükûmet Dışı Kuruluş/Non- Governmental Organizations
PDY: Paralel Devlet Yapılanması SAİ: Sivil-Asker İş Birliği
SKB: Silahlı Kuvvetler Birliği
SKHM: Silahlı Kuvvetler Komuta Harekât Merkezi
SSM: Savunma Sanayii Müsteşarlığı
SUTASAK: Subaylık ve Temel Askerî Anlayışı Kazandırma
SWORD: Özel Silahlar Gözlem Keşif Algılama Sistemi/Special Weapons Observation Reconnaissance System
TMMM: Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi/
COEDAT Centre of Excellence Defence Against Terrorism
TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri
TÜMAS: Türkiye'nin Millî Askerî Strateji Belgesi
YAŞ: Yüksek Askerî Şura

15 Temmuz FETÖ'cü darbe girişimi sonrasında Hükûmet, KHK (Kanun Hükmünde Kararname)lerle TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri)nin yapısında değişikliklere gitmektedir.

Temel olarak darbe tehlikesine karşı tedbir getirmeye yönelik bu düzenlemeler, yeni sorunların doğmasına neden olduğu gibi Türkiye'nin halen yoğun bir şekilde devam eden güvenlik ihtiyaçlarını da karşılayamayan bir yapı yaratmaktadır. Bugünün ve geleceğin süreklideğişim gösteren fırsat, risk ve tehditlerine cevap verebilecek dönüşümün TSK’da uzun süredir yapılamamış olmasının yarattığı hassasiyetler, KHK'larla1 yapılan düzenlemelerin de etkisiyle Türkiye'nin hasımlarının kolaylıkla istismar edebileceği, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını güvenlik ikilemine düşürebilecek hassasiyetler yaratmaktadır. Sivil-asker ilişkilerinin sağlıklı bir düzlemde kurulamadığı, güvenlik kavramının kuramsal, bürokratik, akademik, coğrafi, teknik-teknolojik, sosyolojik vb. Çok çeşitli boyutlarına ilişkin sorunların çözümlenemediği bu ortamda, Ordunun demokratik sivil kontrolü ve askerî yetenek geliştirme/kapasite kazanma için dönüşümü, diğer bir deyişle, hukuki ve işlevsel yetkinliği bir çıkmaza doğru sürüklenme riskini taşımaktadır.
Güncel akışın gerilimler, çatışmalar ve krizler içeren ortamında bulanıklaşan gerçeklik, bilgi kirliliğinde oluşan algılara, geçmişten edinilenler den beslenen ön kabullere ya da ihtiyatlı yargılara bağlı kalmaktadır.
Geçmişte yaşananlar ise tarih yazımının "seçici yanlışlığı" nedeniyle bugüne ya bütünüyle aktarılamadığından 2 ya da yaşamın sürekli değişkenliği nedeniyle eskidiğinden bugün için çok fazla bir değer ifade etmemektedir. Bu sis perdesini aralayabilmekte, aklın gözü olan felsefî yaklaşımın gücü ise bir yere kadar yetmektedir. Bu nedenle dünün ve bugünün getirdikleri, geleceğin getirecekleri için sadece verilerden biri olarak kabul edilebilir.

Bu kitap, tam da bu çıkmazlarda bocalayan ülkemizde, "Nasıl bir Ordu?" sorusunun cevabını arıyor. Her ne kadar bu soru son dönemde öne çıkmış olsa da esasında, güvenlik kavramının her döneme ilişkin ana sorun alanını oluşturmaktadır. Bu nedenle cevapların bugüne içkin olmasından ziyade geleceği kapsamasıgerekmektedir. Bugün bocaladığımız ana konu; Ordunun oldubitti müdahalelerinin önüne geçen bir yapı kurarken, evrensel demokratik normların sınırları içinde kalan, Cumhuriyetin varoluşundan kaynaklanan ve bekasının güvencesi olan bürokratik kültürel mirasının muhafazasını sağlayan meşru ve hukuki özelliklerinin ne kadarının korunacağı meselesidir. Ortaya koyduğumuz cevaplar kadar bu çalışmada tartışmaya açtığımız soruların da nederece anlamlı olduğunu şüphesiz zaman sınayacaktır.

Bütün orduların siyasetteki konumları ve muharebe kapasiteleri birbiriyle bir şekilde ilişkili, ancak mutlak surette zaman içinde devingendir. Bu birbiri içine geçmiş iki alanı; ADSK (Askerin Demokratik Sivil Kontrolü) ve Askerî kapasite artırımı için Askerî dönüşüm ana başlıklarıyla tanımlıyoruz. Bu iki alan; demokratik, kültürel, ekonomik, askerî, teknolojik vs gelişmişlik seviyelerine göre farklı ölçülerde de olsa her devlet için sorunlar içerir.

ADSK, sivil kurumlardan farklı olarak; güce, ihtisasa, hiyerarşiye, inisiyatife, yetkiye, sorumluluğa, kültüre ve geleneklere sahip olması nedeniyle özerk bir niteliği bulunan

Ordunun otonom alanının ve siyasetle ilişkisinin sınırlarının belirlenmesine yöneliktir.
ADSK, yasalar eliyle düzenlenen ancak güvenlik paradigması, devlet geleneği ve askerî kültür tarafından etkilenen bir süreçtir.
Askerî dönüşüm ise millî güç unsurlarının bütününü içeren kaynak ve imkânlarla siyaset ve harekât alanının ihtiyaçları arasındaki tutarlılığın sağlanmasına ilişkindir. Bu ise sistemin geri beslemesine, öngörüye ve değişim kültürüne sahip olunmasını gerektiren bir süreçtir. Bu süreç devamlılık ile karakterize edilse de değişiklikler çoğu zaman devrimsel/radikal nitelikler içerir, yumuşak geçişler nadiren mümkün olabilir.
ADSK, askerî dönüşümleri yönlendirebildiği gibi engelleyebilir de. Bu, sivil Asker ilişkilerindeki gelişmişlik, işbirliği ve bir arada çalışabilme yetkinliğine bağlıdır. ADSK kısa süre içerisinde alınabilecek kararlarla sağlanabilir. Ancak hukuksal düzenlemelerin doğru ve sağlıklı uygulanabilirliği, güvenlik sektörünün sivil kanadının belirli bir birikim ve yetkinliğe ulaşmasına bağlıdır.
Diğer taraftan, askerî dönüşümlerin sonuçlarını alabilmek için zaman, kaynak ve imkâna ihtiyaç duyulur. Bu nedenle ADSK için demokratik yönetime, askerî dönüşüm için stratejik yönetime ihtiyaç vardır.

Her iki değişimi de birlikte ele aldığımız bu çalışmada, her iki alanın da birbiriyle ilişkilerini gözetmeden bir ekolojik sistem oluşturulamayacağı tezi savunulmaktadır.

İncelemede Yöntem Böyle bir analizde en sağlıklı çıkış noktası, algıların aldatıcılığından sıyrılan gerçekliktir. Böylece, popüler cevapların ve geçici doğruların peşinde koşmaktan kaçınmak mümkün olur. Diğer bir deyişle, cari bilgi bombardımanı ve tartışmaların incelemenin bütününe hâkim olmasının önüne geçilmesi gerekir. Ancak bugün karşımızda kanayan bir yara gibi duran akut sorunların tedavisinden öteye, bu sorunları da atlamadan, kangrenleşmiş asıl sorunun saptanmasına yönelmek temel bir görevdir. Bu, görünen nedenler- den çok, daha alt katmanlarda onları yaratanlara yönelik bir arayıştır. Bu çabayla Birinci Bölümde (Sorunu Tanımlamak) sırasıyla Ordunun dönüşüm meselesinin neden sürekli bir şekilde gerçekleştirilemediği, bu durumun bizi nasıl bir sorunlu alana taşıdığı ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasına hâkim olan güvensizlik ortamında KHK’larla yapılan düzenlemelerin mevcut sorunları nasıl daha da kötüleştirdiği üzerinde durulmaktadır. Bu kapsamda 15

Temmuz’dan kısa süre sonra başlatılan Fırat Kalkanı Harekâtı, KHK’larla getirilen yeni sivil-asker iş birliği (SAİ) ve komuta-kuvvet yapılanmalarının test alanı olarak incelenmektedir.

Sorunların tanımlanması gerçekte zor bir uğraştır. Öncelikle araştırmacının kendini sorunun dışında tutarak özne-nesne ve değer-olgu ayrıştırması yaptığını iddia etmesinin çoğu zaman karşılığı yoktur. Bu durum, bu kitabın konusu ve yazarlarının kimliği bağlamında da geçerlidir. Konu TSK, yazarlar da emekli de  olsa askerler olduğunda, sorunu kurum içi ve dışı tüm boyutlarıyla tanımlayabilmek ahlaki, vicdani ve bilimsel zorlukları barındırır.

GİRİŞ

Bu noktaya nasıl ve neden geldik? sorusunun yanıtı aranırken sadece dış etkenlere odaklanmak eksik kalır. Kurum ve Kurumun içindekilerin tarihsel rollerini de incelemek gerekir. Bu noktada Birinci Bölümde “kendimiz” öz eleştiriye tabii tutulmuştur. Bu öz eleştiride hedeflenenler, “belirli şahsiyetler” den ziyade süreçler, işlemler,
uygulamalar ve kendine kurallaştırmalardır. “Çuvaldızı kendimize batırırken”, biz yazarlar da “kendimize” dâhildir.

Devletler bekalarını ve yurttaşlarının güvenlik ihtiyacını kuvvet kullanma tekelini3 elinde bulundurmak suretiyle ve güvenlik sektörü vasıtasıyla yerine getirirler. Burada Ordu başat aktördür. Ordunun devlet için vazgeçilemez olma özelliği ne ölçüde tartışılmaz ise devlet içindeki konumu da o oranda tartışmalara konu olmaktadır. Bu konumlanma yasalarla çizilse de, devlet ve Ordunun toplumdaki konumu, rollerindeki dönüşüm, ulusal güvenlik paradigması ve toplumsal ve askerî kültür ile doğrudan ilgilidir. Türkiye'nin hâlihazırdaki ve gelecekteki muhtemel güvenlik ihtiyaçlarını karşılayabilme imkânı, bir ölçüde kesişim alanları bulunan iki mesele tarafından belirlenmektedir.

Yukarıda da değinildiği üzere birincisi, Ordunun demokratik sivil kontrolü; ikincisi, askerî yetenek kazanma/kapasite artırımıdır.

Ancak bu iki alanın daha büyük kavram olan güvenlik içerisindeki konumlarını saptamadan yapılacak değerlendirmeler eksik kalacaktır. Bu nedenle İkinci Bölümde (Kuramsal Arka Plan) öncelikle inceleme evrenini oluşturan güvenlik kavramı üzerinde durulmuştur. Ardından güvenlik sektörünün dönüşümü üzerinden bizi " Demokratik sivil kontrol" kavramına götüren sivil-asker ilişkileri ile ilgili kuramlara ana hatlarıyla yer verilmiştir.

Bölümün sonunda, özellikle Soğuk Savaş sonrasında modern ordulardaki dönüşüm eğilimi ve dönüşüm konusundaki tek başarılı örneği oluşturan uygulamaya değinilmiştir.

Üçüncü Bölüm (Nasıl Bir Gelecek?)de günümüzün ve geleceğin güvenlik ortamı ile bu ortamda Türkiye'nin güvenlik ihtiyaçları analiz edilmektedir. Bu analizde, TSK'nın ayrıntılı görev ve işlevler listesi oluşturulmuştur. Ayrıca bu görevlerin yerine getirilebilmesi için güvenlik sektörünün diğer aktörlerinin dönüşümünde dikkate alınması gereken hususlara kapsamla kısıtlı olmak üzere öneriler getirilmiştir. Dördüncü Bölüme (Nasıl Bir Ordu?) önceki bölümlerde yer alan hususlar ışığında önerilen Ordunun hukuki ve işlevsel dönüşüm modelinin, ilke ve esasları ile mimarisi oluşturularak başlanmıştır.

Bu model TSK’nın demokratik sivil kontrolü ile askerî kapasite artırımı arasındaki etkileşim; sinerji yaratabilme ve ekolojik sistem oluşturabilme başta olmak üzere diğer yönetim prensipleri ışığında tasarlanmıştır. Bölümde askerî yetenek kazanma/kapasite artırımı için belirlenen ölçütler (Bürokrasi, doktrin, yapılanma, liderlik, eğitim ve öğretim,  harp silah ve araçları, insan kaynakları) ışığında ne gibi düzenlemeler yapılması gerektiği üzerinde durulmuştur.

Kitabın Sonuç bölümünde, başta Hükûmet olmak üzere konuyla ilgili siyasal ve sosyal paydaşlara önerilerde bulunulmaktadır.
Zamanın eskitmediği hiçbir şeyin olmadığını temel veri alarak, bu çalışmada önerilenlerin ancak sürekli dönüşümü mümkün kılan, hatalarından ders alarak kendisini yeniden inşa edebilen bir ekolojik sistem oluşturabildiği ölçüde geçerli olduğu fikri temel çıkış noktasını teşkil etmektedir.
Söylerken de, gerçekleştirirken de kolay olmayan bu yetkinliğin kazanılabileceği iddiası, dogma olmakla "ekol" yaratabilmek arasındaki farkı ortaya koyacaktır.

Bu kitapta temel amaç; Türkiye Cumhuriyetinin, Türk Milleti'nin ve içinde yer alınan geniş coğrafyadaki halkların beka ve güvenliklerinin sağlanması için vazgeçilmez önemi haiz olan TSK’nın çağımızın ve sürekli değişen güvenlik ortamının gereklerine cevap verebilen; insanı, toplumu ve hukuku önceleyen; verimli, etken ve etkin bir yapıya kavuşturulmasına katkı sağlamaktır.

Bu katkı ancak, kalıplaşmış ve dogmalaşmış bakış açılardan ziyade eleştirel, açık ve bütüncül bir yaklaşımla sağlanabilir.
Bu itibarla bu kitap alanda ilk olma özelliği de taşımaktadır. İlk olmanın öne çıkan iki boyutu önemlidir. Birincisi, eleştiriye, yoruma ve katkıya açıklıktır. İkincisi ise daha sonra yapılacak olan çalışmalara kapı aralamasıdır. Aslında her ikisi de kitabın hazırlanmasındaki amacın gerçekleştirilmesini  kolaylaştıracaktır.

1 Eserin tamamında dilbilgisi kuralı gereği "ke" olarak telaffuz edilen "k" harfiyle ilgili kısaltmalarda, kullanışta yaygınlık kazanmış olan
   "ke" olarak telaffuzu esas alınmıştır. Bu nedenle örneğin "KHK'lerle, TSK'nin" yerine "KHK'larla, TSK'nın" şeklindeki kısaltmanın kullanımı benimsenmiştir.
2 Tarihsel anlatıda "olay örgüsü" olarak tanımlanan; çok sayıda ve dağınık olayları birlikte kavrayarak bütün ve eksiksiz bir öyküyü
   şematize ederek anlatabilme sorunu için bkz. Paol Ricceur, Zaman ve Anlatı 1: Zaman?Olayörgüsü?Üçlü Mimesis, (Çev.: Mehmet ve Sema Rifat), İstanbul:
   Yapı ve Kredi Yayınları, 2007, s. 16.
3 Max Weber, Sosyoloji Yazıları, (Çev. Taha Parla), 12.Baskı, İstanbul: Deniz Yayınları, 2008, s. 138.

1.  BÖLÜM

SORUNU TANIMLAMAK
Geç Kalan Dönüşüm,  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL


15 Temmuz 2016'da maruz kalınan FETÖ'cü darbe girişimi, hemen her alanda toplumca uzunca bir süredir ertelenen pek çok sorunla yüzleşme mecburiyetini ortaya koydu.

Cumhuriyet tarihinin en büyük travmalarından birini oluşturan bu saldırıyı hazırlayan toplumsal, kültürel, siyasi, ekonomik vb. alanlarda pek çok nedeni sıralamak mümkündür ve hatta sorunun anlaşılabil- mesi için zorunludur. Bunların hepsinin ortak paydası ise yaşanan tecrübelerin ve süreçlerin; toplumun eğitim seviyesi yüksek, gündemi takip edebilen kesimlerinde belli bir seviyede tartışılmasına karşın geniş halk kitlelerinde olayların sadece “hain bir cemaat örgütünün alçakça hareketi” olarak tanımlanıp geçiştirilmekte olmasıdır. Zira toplum bu tür olayları önceki darbeler de dâhil, yeterince açık yüreklilikle ve nesnel bir şekilde tartışma geleneğine sahip değildir. Yaşamın "engellenemezi" olan değişimleri görmezden gelmek, sorunların zamanla daha da kötüleşerek artmasına neden olmuştur. Türkiye’de değişimi her toplumsal katman kendine göre algılamış ve tanımlamıştır. “Yeni Türkiye” kavramı, kullananlara göre bir “değişim” idi. Toplumun dikkate değer bir bölümü bunu

Cumhuriyetin yıkılması ve Atatürkçü Düşünce Sisteminin tasfiyesi olarak gördü. Toplumda önemli sorunlarımızdan birisi, ortak paydalarımızın gittikçe azalması,
fikirlerin kimlik ve değerler üzerinden kalıplaştırılarak dondurulduğu bir ortamda toplumun uzlaşma kültürünü ve gelişme heyecanını kaybetmesi ve daha da ötesinde, farklı grupların birbirlerine düşmanca bakmaya başlaması, farklı görüşleri bastırılması gereken tehditler olarak görmesidir. Bu ülkenin sorunları açık yüreklilikle tartışılabilseydi, aslında onları hazırlayan nedenlerin zırhı da yırtılabilir ve zamanında belirli dönüşümler gerçekleştirilebilirdi.

   Dönüşümler ancak güç sahiplerinin sorgulandığı ve değişebildiği ya da değiştirilebildiği ortamlarda gerçekleşebilir; bu ise nadiren toplumsal erdemle, çoğunlukla da toplumsal bir mecburi yetle olur. Erdemin egemen olmadığı toplumlarda ne bu zırhlar yırtılabilir ne de güç, egemenliğin tek sahibi olması gereken vatandaşların yararına dağıtılabilir. Ne de vatandaşlar bu durumun farkına vararak değişim yönünde demokratik haklarını kullanabilirler.
Katılımcı demokrasiyi geliştirebilen, yukarıdan aşağıya tek yönlü yönetim yerine çok yönlü etkileşimi mümkün kılan iyi yönetişime geçişi başarabilen toplumlar erdemli toplumlardan dır.

Bu toplumlardaki içsel dinamikler, dönüşümün zorunlu ve hatta doğal sayıldığı yetkinliği yaratır. Bu yetkinlik esasında "demokratik sistem" meselesinden çok "demokratik toplum" anlayışıyla sağlanabilir.

Toplumsal örgütlenmelerin, yurttaşın devlete karşı güçsüz yanını kapatmanın ötesinde diğer yurttaşlar aleyhine güç kazanma kapasitesini ehlileştiremediği toplumlarda dönüşüm talepleri ya tekelleşir ya da baskılanır. Bu nedenle aslında bir toplumdaki dönüşüm yurttaşın haklarının korunmuşluğu, taleplerini dile getirebilme gücü ve bilinç düzeyi ile doğrudan ilgilidir. Ayrıca, servetin kaynağının rant ve talan olduğu toplumlar, emeğe saygı ve adil bölüşümü sağlayabilen toplumlara oranla dönüşüme isteksizdir.
Emekle hakkedilerek kazanılmamış gelire alışmış toplumlarda rant kollama kültürü en ince kılcal damarlara kadar yayılır, kuşaklar arasında aktarılır, insanların zihinsel topografyasında gömülü olarak kodlanır, çalışma-ödül nedenselliğini, liyakat ve verimliliği hedefleyen dönüşüme engel olur. Benzer şekilde, servetin, gücün, statülerin, saygınlığın birey ve/veya gruba sadakat / biat, iltimas, irtikâp ve rüşvetle dağıtıldığı toplumlar dönüşüme karşı dirençlidir.

Temel işlevlerini yerine getirememe derecesine göre, “kırılgan”, “zayıf”, “başarısız”, “çökmüş” devletler1 diğer alanlarda olduğu üzere güvenlik sektöründe de dönüşüm gerçekleştirme Geç Kalan Dönüşüm kapasitesi kısıtlı devletlerdir. Çünkü çoğu durumda bu devletlerde hükümetlerin başta ordu olmak üzere güvenlik sektörü üzerindeki otoriteleri ya tartışmalıdır ya da güvenlik sektörünün meşruiyeti devletin meşruiyetinin önüne geçmiştir. Ayrıca bu tür ülkelerde siyaset kurumu ve güvenlik sektörü; hesap vermeme, denetlenmeme ve gözetim yoksunluğu ile uzun süreli çatışmaların sonucu ortaya çıkan çatışma ekonomisine bulaşma nedeniyle çoğunlukla yozlaşmıştır.

Çatışma ortamı ve ekonomisi, içinde bilerek yer alan her aktör için maddi, statü, oy ve itibar olarak önemli getiriler sunar. Bu getirilerin devamını sağlama isteği,
dönüşümü engel olarak görür.

Uluslararası ortamın güç ilişkilerinin yoğun olarak yaşandığı anarşik yapısı devletleri sürekli bir gerilim ortamında hareket etmeye zorlar. Bu tedirginlik, güvenlik sektörünün gerek anayasal konumlandırılmasında gerekse mevcut gücün muhafazasında değişimin engellenmesi yönünde güçlü bir baskı yaratır. Stratejik istila yolları üzerinde bulunan, hasım güçler arasında yer alan, sorunlu komşularla kuşatılan, stratejik enerji kaynaklarının yaratmış olduğu risklere maruz kalan ve coğrafi konumları itibariyle sorunlu olan devletler bu tedirginliği daha yoğun olarak yaşadıklarından güvenlik sektöründeki değişimlere karşı esnek değildirler.

Küreselleşmenin ulus devletler üzerinde yarattığı aşındırıcı etkinin bu devletlerin güvenlik ihtiyaçlarını artırması, güvenlik sektöründe demokratik değişimlerin ya da kuvvet indirimine gidilmesi gibi riskli kararların alınmasını zorlaştırır. Esasında yukarıda değinilen sosyolojik, kültürel veya dışsal nedenler olmasa da devlet hayatında dönüşüm, özellikle de ordunun dönüşümü doğası gereği sorunludur. Siyasetin bugünün, devlet hayatının ise geleceğin sorunlarıyla ilgilenmeyi önceleyen tutumu arasında belirgin bir gerilim olagelmiştir. Yürütme erkinin, parçası olan bürokrasiye olan üstünlüğü nedeniyle kültürel, işlevsel, yapısal vb. kökü derinlere uzanan sorunlara kısa evreli ya da dar öngörülü çözümler getirmek gibi hayati hatalar yapma tehlikesi göz ardı edilemeyecek bir olgudur. Diğer taraftan, günlük siyaset ve ulusal güvenlik siyasetinin farklı öncelikler içermesi ve askerlerin geleneksel görev, yetki ve sorumluluklarını terk etmeye karşı dirençleri dönüşüm çabalarının ötelenmesine neden olur.

Ayrıca, herkesin değişimi istediği ancak hiç kimsenin değişmeyi kabul etmediği içsel dönüşüm projelerinin kaçınılmaz sonu başarısızlıktır.

Diğer taraftan dönüşümün yapılabilmesi için uygun koşulları (daha statik bir güvenlik ortamını) yakalama arzusu dönüşümün ötelenmesine yol açar.
Siyasi karar merciinin devletin güvenlik sektörünün aktörlerini birbirlerine göre konumlandırması kurumlar arasında saygınlık,rekabet ve güven bunalımını körükler.

Bu nedenle, güvenlik sektörünün dönüşümü, yürütme erkinden başka, egemenliğin diğer ana aktörleri olan yasama ve yargının belirli bir olgunluk ve kararlılığa sahip olmasını gerektirir. Ayrıca, kamuoyunu şekillendiren basın-yayın ve sivil toplum kuruluşlarının, aydın ve ileri gelenlerin ordunun hukuki konumu hakkında ilkesel, işlevsel etkinliği hakkında ise rasyonel bir bilgi düzeyine sahip olması gerekir. Ordunun dönüşümü, güvenlik sektörünün diğer aktörleri olan; emniyet teşkilatı, istihbarat kurumları, sivil savunma ve yerel güvenlik unsurları gibi diğer güvenlik birimlerinin, üniversitelerin, düşünce ve araştırma kuruluşları nın, güvenlik sektörü ile ilgili dernek ve vakıfların dönüşümünden farklılıklar arz etse de ayrı tutulamaz; çünkü bunlar aynı alanın farklı kesimlerinde konuşlanmışlar dır.2 Dolayısıyla ordunun dönüşümünün sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için, sistemin her bir unsurunun güvenlik paradigmasının belirleyenlerin e göre yeniden yapılandırılması gerekmektedir.

    Bütün bu problem sahalarının ortadan kaldırıldığını, ordu da dâhil olmak üzere bütün aktörlerin dönüşümden yana olduğunu varsaydığımızda dahi bu süreç
zorluklarla doludur. Bu sorun, demokratik sivil kontrolün ve işlevsel dönüşümün güvenlik beklentilerini ne ölçüde karşılayabileceği ve dönüşümde başarısız
olunabileceği endişesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü güvenlik ikame edilebilir ya da yokluğuna katlanılabilir bir şey değildir.

Dönüşüm, yüksek bir riski içerdiğinden, olgunlaşmış bir dönüşüm kültürü ve kapasitesi gerektirdiğinden, orduların etkinlikleri ve hukuki konumları, savaş ve darbe gibi büyük sınanmalara maruz kalmadıkları sürece genellikle sorgulanmaz.
Büyük sınamalar sonrası da doğru tespitler yapılamadığında dönüşüm başarısız olur.

Geç Kalan Dönüşüm,

Yukarıda ana hatlarıyla değinilen direnç noktaları, birbirlerini besleyen, karşılıklı olarak destekleyen ilişkiler oluşturduğunda yapısal ve kronik bir
soruna dönüşür. " Dönüşememe sarmalı " olarak tanımladığımız; toplumlarda ve devletlerde dönüşüme karşı duruş aslında başarısızlığın hem nedeni hem de sonucudur.
Hemen her toplum ve devlet bu sarmalın yarattığı girdaptan farklı seviyelerde de olsa etkilenir. Türkiye'de devletin oluşumundan kaynaklanan özellikler
dışında ordunun demokratik sivil kontrolü ve işlevsel dönüşümü ana hatlarıyla buraya kadar çizilen genel çerçeveye benzer özellikler taşımıştır.


D:\ALİ\01 AKADEMİK ÇALIŞMALAR\Kitaplar\02 Türkiyenin Güvenlik Yapılanması\13 Baskıdan Önce\00 Kapak 15 temmuz sonrası.jpg 

***

REHİNE DİPLOMASİSİ,

REHİNE DİPLOMASİSİ,


11.09.2018 
(E)Tuğg.Doç.Dr. Oktay BİNGÖL 


Devletlerin dış politikalarında kullandıkları çeşitli siyasal etkileme yöntem ve tekniklerini ifade eden diplomasinin bugünkü anlamında kullanımının Rönesans dönemi sonlarından itibaren Kuzey İtalya’nın şehir devletleri arasındaki etkileşimde başladığı kabul edilir. Süreç içerisinde Alplerin dışına taşan diplomasi yoluyla etki uygulama geleneği XVII-XIV yüzyıllar arasında Avrupa güç dengesi 
mücadelelerinde altın devrini yaşadı. Teknolojik gelişmeler ve artan iletişim olanakları, devletlerin merkezileşmesi ve sürekli halen gelen kriz ve çatışmalar diplomasinin araçlarını ve tekniklerini etkiledi. 

Değişen koşullara uyum göstermeye çalışan devletler diplomaside yeni usuller geliştirdiler. Eski dönemlerde iki devlet arasında ikili diplomasi önde iken, Avrupa’da ortak çıkarları olan monarşilerin temel yöntemi olarak çok taraflı diplomasi hâkim olmaya başladı. 1648 Westphalia Kongresi çok taraflı konferans diplomasisinin öncüsü oldu. Dünya savaşları sonrası uluslararası örgütlerin 
sayısında ve etkinliğindeki artış, konferans diplomasisine göre sürekliliği öne çıkan parlamenter diplomasinin gelişimine fırsat yarattı. XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir taraftan nükleer silahlarla ortaya çıkan dehşet dengesi diğer taraftan iletişim teknolojilerinin artması liderler arasında zirve diplomasisini yükseltti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra açıklık temel bir norm olarak taraftar 
bulmaya başlamakla birlikte diplomaside gizlilik her zaman varlığını korudu. Hükümetler ile kamuoyları arasındaki ilişkinin yapısı çoğu zaman hükümetleri diplomasiyi belirli aşamalarda ve durumlarda gizli olarak yürütmeye zorladı. Bazı anlaşmaları kamuoyunun öğrenmesi on yıllar alırken bazıları ebedi sır olarak kaldı, bu tür gizlilik doğal olarak spekülasyonlara ve komplo teorilerine temel 
teşkil etti. Toplumlar arasında artan iletişim hükümet başkanlarını, bakanları ve üst düzey bürokratların rol aldığı birincil diplomasiyi (1.track diplomacy), sivil toplum örgütlerinin, toplumsal grupların kanaat önderlerinin, iş çevrelerinin, çıkar gruplarının, akademisyenlerin ve daha geniş temelde kamunun dâhil olduğu ikincil ve üçüncül diplomasi formlarına dönüştürdü (2. track and 
3.track diplomacy). 

Diğerlerini etkileme yoluyla kendi isteklerimizi gerçekleştirmeyi amaçlayan diplomasi 21. yüzyılda hemen her konuda ve sektörde konuşulmaya başlandı. Bu bağlamda enerji diplomasisi, savunma sanayi diplomasisi, çevre diplomasisi ve kültürel diplomasi öne çıktı. 

Küreselleşme devlet aleyhine sonuçlar üretirken diplomasi de bir dış politika vasıtası olarak sadece devlete ait olma özelliğini kaybetti. Devlet dışı aktörler artan bir şekilde diplomasiyi kullanmaya başladılar. Terör örgütlerinin ve devlet dışı grupların diplomasi yürüten birimleri ve devletlerin nezdinde diplomasi temsilcilikleri yaygınlaştı. Devlet dışı aktörler özellikle kapalı kapılar ardında yürütülen diplomatik süreçlerde ve açık ortamlarda birincil aktörler himayesinde yer buldular. 

Diplomasi, normatif olarak politika ile uluslararası hukukun, milli çıkarlar ile bu çıkarların dile getirildiği dış ortamın sınırlarında yürütülür. Diplomasi devletlerin politikalarını uluslararası hukuk dilinde yeniden ifade eder. Bu nedenle diplomasi uluslararası hukukun normları tarafından etkilenir ve çevrelenir. Diplomasi temsilciliklerinin çalışmasının da yerleşmiş uluslararası kurallara göre olması 
beklenir. 

Günümüzde diplomaside ilgi çekmeye başlayan yeni bir kavram rehine diplomasisi (hostage diplomacy) dir. Kişiler ve toplumsal gruplar arası ilişkilerde rehine almanın (hostage taking) insanlık tarihiyle paralellik taşıdığına şüphe yok. Ancak rehine alma iletişim çağına kadar meydana geldiği coğrafyanın dışında fazla bilinmedi ve etkisi sınırlı kaldı. 

Siyasi birimlerin (devletler ve devlet öncesi siyasi birimler) siyasi, ekonomik ve askeri avantaj sağlama amaçlarıyla rehine alma eylemlerinin tarihi de oldukça eski. Rehinlerin stratejik bir vasıta olarak kullanıldığı ilk örneklerden birisi M.Ö 15. yüzyılda Mısırlıların Suriye’yi işgali sırasında onlarca çocuğu esir olarak alarak Mısır’a göndermesidir. Esirler, Suriye’nin ileri gelenlerin çocuklarıydı. Mısır Krallığı çocukları iki stratejik amaçla kullandı. Çocukların hayatlarının devamını Suriye’deki ailelerin boyun eğmesine ve işbirliği yapmasına bağladı. Ayrıca ve daha önemlisi çocukları Mısırlılaştırarak ve eğiterek Suriye’ye gönderdi ve kendine bağımlı yeni nesil yönetimlerin oluşmasını mümkün kıldı. 

Bu tür stratejik rehine olguları imparatorluklar var olduğu sürece devam etti. Daha zayıf siyasi birimler güçlülerle olan mücadelelerinde rehine almayı güçteki asimetrinin zorunluluğu olarak gördüler. Kralların aile fertleri, prenslerin nişanlıları, din adamları, üst düzey yöneticiler ve yabancılar stratejik değer ifade ettikçe ve kolay hedef olarak değerlendirildiğinde rehin alındılar. Rehineleri 
kurtarmak için seferler düzenlendi. 

19. yüzyıl sonlarından itibaren diplomasinin kuralları yerleştikçe devletler arasında rehine alma eylemleri azalarak devlet dışı grupların ve terör örgütlerinin başvurduğu bir eylem türüne dönüştü. 

Dünya savaşları sonrası devam eden ulusal kurtuluş savaşlarında asimetrik bir vasıta olarak sıklıkla başvuruldu. Terör örgütleri için rehine alma stratejik bir eylem olarak siyasi, ekonomik, psikolojik ve askeri bir değer ifade etti. II. Dünya Savaşı sonrası artan kitlesel iletişim olanakları rehine almayı, tercih edilen bir eylem şekline dönüştürmeye başladı. 

Devletler de devlet dışı aktörler gibi 1970’lerden itibaren rehine almaya stratejik bir araç olarak başvurmaya başladılar. Örneğin 1979 devrimi sonrası Tahran’da 66 ABD vatandaşı rehin alındı ve kriz 444 gün sürdü. Sonraki yıllarda rehine alma işlemi “haydut devlet” olarak literatüre sokulan demokratik olmayan rejimlere özgü bir olguya dönüştü. 1990’larda Kuzey Kore ve Çin’in uygulamaları uluslararası kamuoyunun tepkisini çekti. Bu devletler sadece yabancı uyrukluları değil kendi vatandaşlarını da rehin aldılar. Krizler uzun pazarlıklar ve karmaşık bir diplomasi sonucu çözülebildi. 

Anti demokratik rejimler rehine alma eylemlerini, kendi iç hukuklarını kullanarak yasallaştırmaya ve meşrulaştırmaya çalıştılar. Rehine alınanlar casuslukla ve mevcut rejimleri devirmeye kalkışmakla suçlandılar. Bu tür suçlamalar iç kamuoyunun desteğini sağlamakta kısa vadede çoğunlukla işe yaradı, 
kitleleri “milli dava” etrafında kenetledi ve diktatörleri güçlendirdi. 

Rehine alma eylemlerinin nesneleri çoğunlukla başvuranların arasındaki krizle doğrudan ilgisi olmayanlardı. Eylemin masum kurbanları olarak acı çektiler ve çoğu durumda seyirlik bir şekilde hayatlarını kaybettiler. Rehineleri kurtarmak için yürütülen diplomaside taviz verme ve zorlama bir arada kullanıldı. Bu süreçlerde bir taraftan askeri-polisiye müdahale teknikleri gelişirken diğer taraftan görüşme ve müzakere alanlarına yeni boyutlar eklendi. Avrupa’da Rönesans sonrası XIX. yüzyıla kadar gelişen diplomasi normları zorlanmaya başladı. 

Rehinecilere taviz verildikçe eylemin stratejik değeri arttı. Başvuran, eylemin işe yaradığını düşündükçe benzer olaylar yaygınlaştı. Diğer taraftan başvuranlar, rehine almayı yasallaştırmak ve meşrulaştırmak için ortaya attıkları ve gerçekte kamuoyunu etkilemeyi amaçlayan gerekçelere, etraflarında kümelenen rant kollayıcılar ın (kontrol altındaki medya, organik ve inorganik  danışmanlar/ aydınlar, kollanan iş çevreleri) ve bilişsel kapanma sürecinin etkisiyle kendileri de inanmaya başladılar. Bu şekilde stratejik bir vasıtası olarak görülen rehine alma başvuranların bilinçlerini esir aldı, devletler ve ilgili ülkeler arasındaki kızgınlıklar ve öfkeler kalıcılaşmaya başladı. 

Başvuranlar iktidarlarını devam ettirirken kitleler çağdaş dünyadan soyutlanarak, “gururlu” ancak her yönden kusurlu bir yaşama mahkûm oldular. 

Geçmişte esir düşmek ve rehine alınmak onur kırıcı bir durumdu. Onur ancak esarette direnerek, isyan çıkararak ve kaçıp kurtularak korunabiliyor du. Direnmeyenler casuslukla ve işbirlikçilikle suçlanırdı. Bu ilişki stratejik rehinelikte değişti. Günümüzün stratejik rehineleri kahraman muamelesi görmeye ve ödüllendirilmeye başlandı. Bu durum rehine alan ile rehine arasındaki sempatiyi niteleyen Stokcholm sendromunun ötesinde yeni psikolojik tanımlamayı da gerektiriyor. 
Son birkaç yıldır rehine diplomasisi yapmakla suçlananların arasında ne yazık ki Türkiye de girdi. Konu kapsamında Türkiye aleyhine yazılan yazılar ve yapılan haberler Rahip Brunson kriziyle zirveye taşındı. 
Bu tür olumsuz ve hak edilmeyen bir algı inşasına ve saldırıya karşı yolu, etkili bilgi harekâtının ötesinde tam demokrasi ve gerçek hukuk devleti olabilmekten geçiyor. 

 http://merkezstrateji.com/assets/media/130828-oktay-suriye-krizinde-askeri-secenekler-ve-rasyonalite.pdf

***