Uluslararası Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uluslararası Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2020 Cuma

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü ve Küresel Güvenlik BÖLÜM 2

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü ve Küresel Güvenlik BÖLÜM 2




Bir devlet açısından kalabalık bir nüfusa sahip olmak askeri güç hesaplamaların da önemli olsa da, ekonomik refah, verimlilik, eğitim, teknolojiye kullanma gibi alanlarda dezavantaj olduğu açıktır. Bu durum, ülkelerin kişi başına düşen gayri safi milli hasılası verilerinde de gözlemlenmektedir (bkz. Tablo 4). Ayrıca, Dünya Bankası’nın 2009 verilerine göre Çin nüfusunun % 11.8’i (160 milyon kişi) günde 1.25 ABD Doları’nın altında bir gelirle yaşamaktadır. Hindistan içinse bu oran %32.7 gibi ürkütücü bir düzeydedir.10


Tablo 4: Kişi Başına Gayri Safi Milli Hasıla, 2012
Kaynak: Dünya Bankası, http://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD

Dolayısıyla sadece ticari veriler yanıltıcı olabilir. Ticari verileri genel ekonomik verilerle karşılaştırdığımızda ilgili devletlerin hem ekonomik hem de politik güçleri hakkında daha dengeli bir görüşe sahip olabiliriz. Diğer taraftan, Çin ve Rusya gibi başat güç statüsü için ABD ile rekabet eden devletlerin bir dezavantajı da finansal konumlarıdır. Her ne kadar Çin Amerikan küresel borcunun önemli bir kısmına sahip olsa da, dünyada rezerv ve ödeme
birimi olarak halen ABD Doları kullanılmaktadır. Aslında ABD’nin tüm dış borcu neredeyse

     Çin ve Japonya arasında paylaştırılmıştır. Bu durum, hem ilgili üç devlet arasındaki finansal ve ticari simbiyotik yaşamı göstermekte, hem de bu devletler açısından alacakların tahsili ve yatırıma çevrilmesinin güçlüğünü açığa çıkarmaktadır. Çünkü dünya piyasalarında geçerli olmayacak bir ABD Doları, Çin ve Japonya’nın da işine gelmeyecektir.


Tablo 5: ABD hazine bonosuna sahip ülkeler ve payları, 2012 Temmuz itibariyle
Kaynak: ABD Hazinesi (US Treasury), http://www.treasury.gov/resource-center/data-chartcenter/tic/Documents/mfh.txt.


Dolayısıyla Çin ve diğer devletlerin başat güç olabilmeleri için hem ekonomik kalkınmalarını tamamlamaları hem de dünyada kabul görecek rezerv ve ödemelerde kullanılacak bir para birimi oluşturmaları hiç de kolay görünmemektedir.

Askeri harcamalar ve askeri güç açısından da büyük güçleri karşılaştırdığımızda yine ABD’nin diğer devletlerden önde olduğu görülmektedir. ABD’nin 2010 yılındaki savunma bütçesi 692 milyar Dolar civarındadır. Çin’in savunma bütçesi ise 2011 tahminlerine göre 100 milyar Dolar’dır (603 milyar Yuan). Dolayısıyla ABD’nin savunma harcaması Çin’inkinden yaklaşık 7 kat fazladır. Oransal olarak bu verileri değerlendirecek olursak ABD’nin savunma harcaması GSMH’nın % 4.7’si iken, Çin’in harcaması GSMH’nın %1.6’sıdır. Diğer taraftan ABD’nin 5,113 nükleer savaş başlığı varken Çin’in savaş başlığı sayısı 250’dir.11 2011 IISS
(International Institute for Strategic Studies) raporuna göre, Rusya’nın savunma harcaması 52.7 milyar Dolar, İngiltere’nin 62.7 milyar Dolar ve Hindistan’ın 31.9 milyar Dolar’dır.

Temel savaş teçhizatı açısından da ABD diğer devletlerin oldukça ilerisindedir (bkz. Tablo 6).


Tablo 6: Askeri Denge-Temel Teçhizat Sayıları
Kaynak: IISS 2011 raporu, aktaran BBC, 
http://www.bbc.co.uk/news/world-us-canada-16428133

Bilginin üretilmesi, araştırma ve geliştirme açısından devletleri karşılaştıracak olursak,OECD’nin 2011 Bilim, Teknoloji ve Endüstri verileri raporuna göre ABD diğer devletlerden açık ara öndedir. “GSMH’den araştırma ve geliştirmeye (ARGE) harcanan yüzdelik oran anlamına gelen ARGE yoğunluğu, bir ekonominin yeni bilgi yaratmaya yaptığı yatırımı göstermektedir.” Tüm OECD bölgesine yapılan yatırım %100 ise, bu oranda ABD’nin payı %41.24; Japonya’nın payı %15, Almanya’nın payı %8, Çin’in payı %12.51 ve Rusya’nın payı ise sadece %3.11’dir. Avrupa Birliği’nin 27 üyesinin toplam payı ise %30.47’dir.12
Tüm bu veriler dikkate alındığında ABD, diğer devletlere nazaran 21. yüzyılın başında halen en güçlü devlettir. Bu sonuç, diğer devletlerin güçsüz olduğu veya ABD’nin tek güçlü devlet olduğu veya dünyanın tek kutuplu olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak ABD’nin hem sistemdeki konumu, hem yeterlilikleri açısından diğer devletlerden farklı olduğu ve halen en güçlü olduğu sonucuna varılabilir.

Başat Güç Olarak ABD’nin Rolü ve Küresel Sorumlulukları

Uluslararası sistemdeki bu özel konumu ABD’ye özel sorumluluklar ve işlevler
yüklemektedir ve yüklemelidir de. 21. yüzyılda güvenliğin artık sadece devletlerin güvenliği değil, bireylerin de güvenliği anlamına geldiği genel kabul görmektedir. Bu açıdan bakıldığında güvenliğin, sadece askeri boyutu değil, ekonomik ve sosyal boyutları da bulunmaktadır. Dolayısıyla öncelikle ABD olmak üzere büyük devletler dünyanın askeri ve güvenlik açısından istikrarının yanında, ekonomik, finansal ve sosyal istikrarını da dikkate almak durumundadırlar.
Ancak bireylerin güvenliğine ve küresel barışa giden yol sistemde devletler arasındaki istikrardan geçmektedir. Bu nedenle ABD’nin güvenlik ve istikrar açısından genel rolü şöyle özetlenebilir:

ABD, uluslararası sorunlarda ve politik çatışmalarda öncelikle barışçıl çözüme şans tanımalıdır. Suriye hakkında Eylül 2013’te yaşanan gelişmeler Suriye’ye askeri müdahale olasılığını doğurmuş ve bazı çevrelerce müdahale desteklenmişti. Ancak ABD, Rusya ve Çin’in anlaşarak askeri müdahaleden ziyade kimyasal silahların imhası politikasını benimsemeleri ve bu yönde Birleşmiş Milletler’in mekanizmalarını kullanmaları olumlu bir gelişmedir. Gerek bu bölgede askeri güç kullanımının sorunları çözmemesi, gerekse Amerikan ekonomik gücünün kendi ekonomisindeki sorunları gidermek için kullanılmasının
faydalı olacağı dikkate alındığında, Suriye’ye diplomatik şans tanınması yerindedir.

Orta Doğu, Kafkasya, Orta Asya, Afrika coğrafyalarında devletlerin demokrasiyle imtihanı devam etmektedir. Her ne kadar “tarihin sonu” tezi yanlışsa da, demokrasi ve liberal yönetim yapısı bu coğrafyadaki devletler açısından cazip ve umut verici bir seçenek olmaya devam etmektedir. Ancak askeri ve askeri olmayan müdahaleler demokrasinin bu bölgede desteğini azaltmaktadır. ABD ve büyük devletler bu bölgelerde demokrasinin gelişmesini desteklerken askeri müdahale seçeneğini metot olarak devre dışı bırakmalıdır. J.S. Mill’in dediği gibi, iyi toplumlar ancak kendi üyelerinin eseri olacaktır.13 Dolayısıyla Ortadoğu’da demokrasiye gerçek bir şans verilmedir.14

Terörizmin ve terör eylemlerinin engellenmesi konusunda da ABD’ye ve genel olarak Batılı devletlere rol düşmektedir. Terör eylemleri Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen gibi görece kalkınmamış bölgelerde meydana gelmekte veya filizlenmektedir. Bu eylemlere girişenlerin de daha ziyade eğitimini tamamlamamış, dezavantajlı kişiler olduğu ve ekonomik açıdan umutlarını da yitirmiş oldukları gözlemlenmektedir. 

Dolayısıyla, ABD ve Batılı devletler “uluslararası toplum” vizyonunu ve uygulamasını genişletmeli ve diğer coğrafyalardaki, özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile Orta Asya devletlerini de “uluslararası toplum” içine dahil etmelidir. Uluslararası toplum bugüne kadar hem akademik hayatta hem de politik uygulamada, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika bölgesi ile Avustralya ve Japonya gibi birkaç devletle sınırlandırılmıştır. 15  
Genişlemiş uluslararası toplumun pratik sonucu, dünya istikrarı ve ekonomisinin daha geniş bir açıdan değerlendirilmesi olacaktır.
Yani dar bir grup ülkenin refahı ve güvenliği değil, daha geniş bir coğrafyanın (ve mümkünse tüm kürenin) refahı ve güvenliğinin dikkate alınması sağlanacaktır.16
ABD’nin askeri gücünün gerekli olabileceği bir konu, soykırıma varabilen büyük çaptaki insan trajedileridir. Bunların niteliklerini belirlemek kolay değildir ve belki de gerekli değildir. Burada kastedilen “insani müdahale” teorisi değildir; yani insani gerekçeler öne sürülerek politik ve ekonomik amaçların elde edilmesine yönelik askeri bir tercihten farklı bir yaklaşım önerilmektedir. Tarihsel örnekler bu tür trajediler hakkında bir fikir verebilir.

Örneğin bir taraftan Bosna-Sırbistan çatışmasına müdahalede çok geç kalındığı ve Srebrenitsa’da soykırım yaşandığı, diğer taraftan da Ruanda’ya hiç müdahale edilmeyerek bir trajediye sadece tanıklık edildiği genel kabul görmektedir. Her ne kadar bir büyük güç olarak uluslararası sorunlara askeri müdahalede bulunsa da bulunmasa da Amerikan dış politikasının eleştirilecek olsa da, yukarıdaki örneklerde açık olduğu üzere, bazı durumlarda ABD ve büyük güçlerin müdahalesi uluslararası istikrar ve bireysel güvenlik açısından gereklidir.
Dolayısıyla ABD, “seçici müdahale” yaklaşımını dış politikasına yansıtmalıdır.
ABD aynı zamanda küresel güvenliğin ve istikrarın sağlanması yolunda liderlik gösterebilir.

Uluslararası politikada bürokratik liderlik yetersiz kalmaktadır. Örneğin BM genel
sekreterlerinin yetkileri içerisinde gösterdikleri liderlik uluslararası sorunların çözümünde çoğu durumda yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla büyük güçlerin liderliği, yani politik liderlik sistemde gerekli olmaktadır.17 Çevresel sorunlardan kitle imha silahlarının yayılmasının engellenmesine, göç sorunundan eğitimin yaygınlaştırılmasına kadar birçok uluslararası konu vizyon ve finansal destek gerektirmektedir. Bunu da ABD, Rusya, Çin, Japonya ve Almanya başta olmak üzere büyük devletler ve bu devletlerin ortak eylemi başarabilecektir. 

Bu noktada önemli bir teorik yaklaşım “çevre amaçları”dır (milieu goals).18 

Bu yaklaşıma göre devletler, komşularına ve diğer devletlere yardım ederken aslında kendilerine de yardım etmiş olacaklardır. Çünkü istikrarsız ve kalkınmamış bir coğrafyanın olumsuzlukları, sonuçta bu bölgede bulunan devletleri etkileyecektir. Dolayısıyla ulusal çıkarlar ile küresel amaçlar
arasında bir etkileşim vardır; yani küresel amaçlara hizmet ederek ulusal amaçlar daha iyi elde edilecektir. Bu nedenle devletler, ulusal çıkarları ile küresel amaçlar arasında bir denge kurmak durumundadırlar.

ABD’nin ve Büyük Devletlerin Küresel Güvenlikteki Rolünü Gerçekleştirmesi Yolunda Diğer Devletlerin Muhtemel Katkısı: Küresel Güvenlik ve Temel Çatışma Bölgesi Olarak Ortadoğu

Başat güç olarak ABD’nin ve diğer büyük devletlerin küresel güvenliği sağlamaları yolundaki rolünden yukarıda bahsedildi. Ancak bu rolü ve sorumluluklarını yerine getirirken büyük güçlere diğer devletlerin de yardımından söz edilmesi gerekir. Politik ve askeri her tür ilişki
bir etkileşim içinde gelişeceğinden sorumluluklardan tek taraflı bahsedilmesi yeterli olmayacaktır. Bu nedenle, uluslararası politikada son dönemlerde yaşanan gelişmeler nedeniyle örnek bölge olarak Ortadoğu incelenecektir.

Neden çatışmalar ve temel sorunlar Ortadoğu merkezli olmaktadır? 1948’den bugüne Ortadoğu sorunlu bir bölge olmasına rağmen, 1990 sonrasındaki gelişmeler Ortadoğu’nun tamamen bir savaş, çatışma ve en iyi ihtimalle bir rekabet bölgesi haline geldiğini göstermektedir. Örneğin şu gelişmelerden bahsedilebilir: 
1) Körfez Savaşı (1990) ve ardından Irak’ta yıllarca süren çatışma ve istikrarsızlık; 
2) Lübnan’da bitmeyen çatışma ve krizler; 
3) Irak’ın tamamen işgali ve Balkanlaştırılması; 
4) Libya’ya askeri müdahale, işgal ve siyasal sistemin tasfiye edilmesi; 
5) Mısır’da darbe ve karşı-darbe süreçlerinde yaşanan çatışma ve süren istikrarsızlık; 
6) Suriye iç savaşı; 
7) Filistin sorunu ve Arap-İsrail çatışması. 

Anılan bu gelişmeler, Ortadoğu bölgesinin niteliğini ve uluslararası politikadaki yerini açıkça göstermektedir.

Neden bu çatışmalar yaşanmıştır? 
Bu konuda değişik fikirler/hipotezler öne sürülebilir.

Örneğin:

Bölgedeki petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarını ele geçirme,
Petrolün güvenli bir şekilde dünya piyasalarına sevkiyatı, Büyük güçlerin mücadelesi, Bölge devletlerindeki rejimlerin istikrarsızlığı ve rekabetleri, Bölge toplumları arasındaki ayrılıklar ve anlaşmazlıklar, Silah endüstrisinin ürün deneme, tanıtım ve satış ihtiyacı, Büyük (grand) stratejiler için uygun ortamın varlığı, Medyanın gündem yaratma isteği, Temel stratejik konuların ve gündemin gizlenmesi için hedef yanıltma.
Başka nedenler de öne sürülebilir olmasına rağmen, tüm bu nedenlerin bizi götürdüğü sonuç, bölgenin her ne kadar doğal, coğrafi, siyasi ve toplumsal yapısı itibariyle bir istikrarsızlık bölgesi olmaya aday olmasına rağmen, temelde bu yapının kullanmaya ve yönlendirmeye açık olduğudur.

Bu yönlendirme ve kullanma stratejisinden kurtulmak için birşeyler yapılabilir mi? Bölge devletlerinin ve özellikle Arapların diplomatik yollarla aralarındaki sorunları çözmeleri (günlük dildeki ifadeyle “oturup konuşmaları”) bir tavsiye olarak sunulabilir olmasına rağmen, zaten asıl sorunun da bu olduğundan hareketle, böyle bir tavsiyenin ne faydası ne de pratikte bir anlamı olacaktır. Immanuel Kant’ın doğru öngörüsünden hareketle, bölgede barış ve istikrar yolunda tarihin bize faydalı olacağı, ancak bireylerin tarihten ders çıkarmalarının
zaman alacağı ve bu nedenle gereksiz zarar ve acıya maruz kalınacağı söylenebilir. 19 Bu sürecin nasıl kısaltılabileceği yönünde bazı tavsiyeler verilebilir:

Bölge devletlerinin eğitime, ancak bu eğitimde rasyonel düşünceye önem ve ağırlık vermesi gerekir. Eğitim sürecinin kolay olmadığı ve sonuçları için beklenmesi gerektiği genel olarak kabul gören bir düşüncedir. Ancak bölgenin kemikleşmiş sorunlarına kısa yollardan cevap verilmesi mümkün değildir. Eğitim ve diğer alanlarda sorunlara çözüm aramak ve bulmak, bir süreç işidir.

Birinci tavsiyeden hareketle, bölge devletleri, toplumları ve bireylerinin bilim ve teknolojiye önem vermesi gerekmektedir. Bilimsel gelişme ve bunun günlük yaşama pratik uygulamasını sağlayacak teknolojik ilerleme olmadan, bölgede gelişmeden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Saat, matbaa, uçak gibi teknik gelişme ve icatların Ortadoğu toplumlarına geç geldiğini biliyoruz.20 Bunun temel nedenlerinden biri de bilim ve teknolojik gelişmelere direnmek olmuştur. Dolayısıyla bölgenin talihi açısından gelişimlere açık olmak ve bizzat
teknolojik ve bilimsel yenilikler oluşturmak birincil önemdedir.

Bölgede insani kalkınmaya ağırlık verilmelidir. Ortadoğu bölgesinin ve devletlerinin ekonomik açıdan yoksul olduğunu söylemek zordur. Hatta bölge, tarihin başlangıcından bugüne “Verimli Hilal” olarak adlandırılmaktadır. Ancak bu zenginliğin günlük yaşama ve kitlelere yansıtıldığını söylemek zordur. Bunun temel nedeni, milli gelirin savaşa, çatışmaya ve rekabete harcanmasıdır. Ekonomiden insani kalkınmaya ayrılan pay artırılmalıdır.

Bölgenin Balkanlaşması ve yeni zayıf devletlerin ortaya çıkması bölgesel ve küresel istikrar açısından faydalı olmayacaktır. Küçük ve zayıf devletler büyük güçlerin çekişmesine davetiye çıkarmaktadır. Dolayısıyla Balkanlaşma sürecine bölge devletleri karşı çıkmalıdır.

İç politik rejimlerin bir “kurum” olduğu anlaşılmalıdır. Klasik liberal yaklaşımın tarihsel olarak temel zayıf noktası ve hatası, gelişme ve kalkınmanın kurumsal değişimle olacağı inancı ve bu inancı yaygınlaştırmasıdır. Ancak kurumsal gelişme, toplumsal ve siyasal kalkınmanın sadece bir yöntemi ve safhasıdır. Dolayısıyla, yönetim şekillerini değiştirerek bölgenin kaderini değiştirmeye çalışmak, “şekilsel” bir değişiklik olacaktır. Sonuçta kalkınma, ilerleme ve gelişim “birey” düzeyinde ve bireyle mümkün olacaktır. Ortadoğu’da tüm rejimlerin demokrasi olması durumunda sorunların çözüleceği teorisi (Demokratik Barış
teorisi) yanlış olduğu kadar sorunlar yaratacak bir reçetedir. 

Kaldı ki demokrasinin yönetim sistemi ve değişimiyle çok da ilgisi yoktur. Bölge devletlerinin, parti ve sandık siyasetinden (yani iç politikada particilik yaklaşımından) uzak durması faydalı olacaktır. Partiler ve seçim, demokrasinin sadece şekilsel bir şartıdır. Ortadoğu devletleri daha az siyaset yapmayı ve fakat
daha çok çalışmayı öğrenmek durumundadır. Yukarıda belirtildiği üzere, gerçek demokrasinin gelişmesi için bölgeye şans tanınmalıdır.

Bölge dışından kurtarıcı beklemek de rasyonel değildir. Kısa dönemde rejimlerin ayakta kalmasına faydalı gibi gözükse de, uzun vadede bölge devletleri ve toplumlarının politik kalkınması ve ekonomik refahı kendi güçlerine dayanarak sağlanabilir. Yukarıda John Stuart Mill’in düşüncesine değinildiği üzere, iyi bir toplum ancak kendi üyelerinin eseri olabilir.

Burada kastedilen, bölge dışından gelecek bilimsel, teknolojik veya ekonomik destek değil, bu desteğin bölge kaderi için bir kurtarıcı olarak görülmemesi gerektiğidir. Doğaldır ki bölge, karşılıklı etkileşim ve dışa açık bir şekilde gelişecektir.

Gerek siyaset insanları (politika yapımcıları) gerekse medya, hem iç hem de dış politikada Ortadoğu ve çatışma yerine, gerçek ve temel konulara ağırlık vermelidir. İç politikada yukarıda değinildiği üzere, eğitim-gelişme-teknoloji-bilim-ekonomi-kalkınma gibi konular asıl ve temel konular ve sorunlar olarak ön plana çıkarken, dış politikada da gerçek ve birincil çatışma konuları vurgulanmalıdır. Örneğin, Arktik bölgede kaynakların bölüşümü, alternatif
enerji kaynaklarının gelişimi, teknolojik ve bilimsel rekabet, dünya istikrarı, barış, az gelişmişlik gibi konular temel dış politika konularıdır.

Bölge devletleri yukarıdaki tavsiyeleri gerçekleştirmek yerine, bugünkü politikalarını uygulamaya devam ederlerse, hem bölgedeki savaş ve çatışmalar devam edecek, hem de kendi toplumları sosyal, politik ve ekonomik açıdan kalkınamayacaktır. Böyle bir durumda da ABD başta olmak üzere büyük devletleri suçlamaya hakları olmayacaktır.

Sonuç

Gerek hegemonik istikrar tartışmalarında kullanılan gerekse Uluslararası İlişkiler disiplininde genel kabul gören kriterlere göre, ABD bugünkü sistemde en güçlü devlettir. Sadece GSMH’sının büyüklüğü ve ticari imalat gibi ekonomik verileri değil, sahip olduğu askeri teçhizat hacmi ve ARGE’ye ayırdığı pay da ABD’nin diğer devletlerden farklı bir konumda olduğunu göstermektedir.

Çin, Almanya, Japonya, Hindistan, Rusya gibi devletler ABD’nin küresel çaptaki rakipleridir.

Ama şimdilik sadece rakipleridir. Çin ve Hindistan’ın temel sorunu nüfus büyüklüğüdür.

Ekonomik açıdan son dönem göstergeleri ve kalkınma hızları iyi olsa da, nüfuslarının büyük bölümü fakirlik içindedir. Ayrıca ARGE’ye ayırdıkları pay ve teknolojik inovasyon kapasiteleri de ABD ile karşılaştırılmaz. Rusya halen yeniden yapılanma döneminden geçmektedir. Ayrıca Rusya’nın ARGE’ye ayırdığı pay ve askeri harcama düzeyi ABD’nin oldukça gerisindedir. Avrupa Birliği bazen büyük güç olarak değerlendirilse de, tek başına Almanya’nın mücadelesi ve bazen Almanya’ya Fransa ve İngiltere’nin desteği AB’yi süper güç yapmaktan uzaktır. Ayrıca, devletlerden oluşan bir sistemde yaşıyoruz, AB ise halen
hükümetler arası bir örgüt niteliğindedir. 2011 verilerine göre 27 AB üyesinin OECD bölgesindeki toplam ARGE payı %30’dur, tek başına ABD’nin payı ise %41’den fazladır.

Bu özel konumu ABD’ye küresel güvenlikte bazı özel sorumluluklar yüklemektedir.
Çatışmaların barışçıl çözümü, gerektiğinde büyük insani sorunlara askeri müdahale, uluslararası toplumun genişletilerek ekonomik ve sosyal kalkınmanın yaygınlaştırılması, uluslararası sorunların çözümü amacıyla küresel çapta liderlik, demokrasinin gelişmesi için politik destek, sosyal değerleri yaymak amacıyla yapılan askeri müdahalelerden kaçınma bunlardan en önemlileridir.

Ancak küresel güvenlik yolunda büyük güçlerle ABD’nin uyumlu çalışması yanında, diğer devletlerin ve özellikle sorunlu bölgelerdeki devletlerin de bu sürece katkıda bulunması gerekmektedir. Yukarıda örnek bölge olarak Ortadoğu ele alındı. Ortadoğu devletlerinin de, bu süreçte eğitime ve sosyal konulara yatırım yapması ve insani kalkınmaya öncelik vermesi gerekecektir. Kalkınma, gelişme ve refahın küresel düzeyde ele alınması gereklidir, ancak bu
yolda Ortadoğu devletlerinin de kendi ev ödevlerini yapması gerekmektedir.
Böylece vurgulanması gereken felsefi ve teorik nokta, uluslararası sistemde elimizdekilerden yola çıkarak bu sistemin daha iyiye götürülebileceği dir. 21 
    Aşırı iyimser veya aşırı kötümser teoriler ve yaklaşımlar ne doğrudur ne de faydalıdır.  Küresel güvenliği ve buradan hareketle küresel refahı ve barışı gerçekleştirme noktasında konumu  ne olursa olsun her devlete görev düşmektedir. 

Tabii ki bu görevlerin önemli bir kısmını da ABD ve diğer büyük devletler üstlenmelidir.


DİPNOTLAR;

1 Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Nilüfer Kuyaş (Çev.), İstanbul, Alan Yayıncılık, 2003.
2 Nejat Doğan, “Uluslararası İlişkiler Teorileri: ABD’nin Uluslararası Sistemdeki Yeri ve Teorilerin
Paradigmasal Değişimi” C. Çakmak, C. Dinç ve A. Öztürk (eds.), Yakın Dönem Amerikan Dış Politikası: Teori
ve Pratik, Ankara, Nobel, 2011, s. 15-16.
3 Bildirinin bu bölümü Nejat Doğan, “Uluslararası İlişkiler Teorileri: ABD’nin Uluslararası Sistemdeki Yeri ve
Teorilerin Paradigmasal Değişimi” makalesi ss. 21-23’den alınmıştır.
4 Robert O. Keohane, After Hegemony: Cooperation and Discord in the World Political Economy, Princeton,
Princeton University Press, 1984.
5 Bruce Russett. “The Mysterious Case of Vanishing Hegemony; or, Is Mark Twain Really Dead,” International
Organization, Vol. 39, No. 2, 1985, ss. 205-231. Bu görüşler, Soğuk Savaş’ın bitiminde de kendini hissettirecek
ve Francis Fukuyama, “tarihin sonu”nun geldiğini ilan ederek, liberalizmin Soğuk Savaş’ı kazandığını ve ABD
liberal demokrasisinin bugün için ve gelecekte artık tek model olduğunu savunacaktı Bkz. Francis Fukuyama,
“The End of History?” The National Interest, Summer 1989, ss. 3-18; The End of History and the Last Man,
New York, Free Press, 1992.
6 Susan Strange, “The Persistent Myth of Lost Hegemony,” International Organization, Vol. 41, No. 4, 1987, ss.551-574.
7 John Lewis Gaddis, We Now Know: Rethinking Cold War History, New York, Oxford University Press, 1997.
8 Joseph S. Nye, Yumuşak Güç: Dünya Siyasetinde Başarının Yolu. Ankara, Elips, 2005, ss.14-15.
9 Yumuşak gücün yumuşak olmadığı teorik tartışması hakkında bkz. Janice Bially Mattern, “Why Soft Power
   isn’t So Soft: Representational Force and the Sociolinguistic Construction of Attraction in World Politics,”
   Millennium, No. 33/3, 2005, ss. 583-612; Demokratik barış teorisi için bkz. Nejat Doğan, “The Interaction
   Between Democracy and Peace: Bridging the Gap Between Liberalism and Realism in International Relations,”
   Expanded EU: From Autonomy to Alliance, K.M. Khovanova, N. Doğan, M. Kovalev (eds.), Amsterdam/New
   York, Rodopi, 2008, ss. 13-26.
10 Dünya Bankası; http://data.worldbank.org/indicator/SI.POV.DDAY. Erişim: 29.9.2013
11 http://en.wikipedia.org/wiki/Comparison_of_US_and_Chinese_Military_Armed_Forces. Erişim tarihi:  3 Ekim 2013.
12 OECD (2011), “R&D expenditure”, OECD Science, Technology and Industry Scoreboard 2011, OECD
Publishing. http://dx.doi.org/10.1787/sti_scoreboard-2011-16-en
13 John Stuart Mill, “A Few Words on Non-Intervention,” Gertrude Himmelfarb (Ed.), Essays on Politics and
Culture, New York, Doubleday, 1962, ss. 396-413.
14 Nejat Doğan, “Demokrasi ve Ortadoğu’nun Geleceği,” 38th International Congress of Asian and North
African Studies (ICANAS), International Relations - Vol. II, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu,
Ankara, 2011, ss. 601-620.
15 Örneğin bkz. Hedley Bull ve Adam Watson (Eds.), The Expansion of International Society, New York,
Oxford University Press, 1984.
16 Nejat Doğan, “Fighting International Terrorism: Combining Sic Semper Tyrannis with E Pluribus Unum,” 3rd
International Social Science Congress of the Turkish World, Celalabat/ Kırgızistan, 2005, vol. 1, ss. 269–278.
17 Nejat Doğan, Pragmatic Liberal Approach to World Order: The Scholarship of Inis L. Claude, Jr. University
Press of America, Maryland, December 2012, ss. 161-194.
18 Inis L. Claude Jr. “National Interest and the Global Environment: A Review of Arnold Wolfers, Discord and
Collaboration: Essays on International Politics,” Conflict Resolution, No. 8/3, 1964, ss. 294-296.
19 Immanuel Kant, “Perpetual Peace: A Philosophical Sketch,” Hans Reiss (Ed.) Kant: Philosophical Writings,
Cambridge, Cambridge University Press, 1991, ss.93-130.
20 Örneğin bkz. Bernard Lewis, What Went Wrong?: Western Impact and Middle Eastern Response, London,
Phoenix, 2002, ss. 130-147.
21 Nejat Doğan, Pragmatic Liberal Approach to World Order: The Scholarship of Inis L. Claude, Jr. University Press of America, Maryland, December 2012.

***

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü ve Küresel Güvenlik BÖLÜM 1

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü ve Küresel Güvenlik 




Nejat Doğan* 
* Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü 


Özet


Amerikan dış politikası ile güvenlik ve savunma stratejileri Uluslararası İlişkiler disiplinin çeşitli teorileri etrafında incelenmektedir. Bu teorilerden biri de hegemonik istikrar teorisidir.

Bu teori çerçevesinde ABD’nin sistemde başat olup olmadığı konusu işlenegelmiş ve Amerikan gücünün unsurları tartışılmıştır.

Ticari ve ekonomik konumu yanında bilim ve teknoloji alanındaki performansı ve kültürel çekiciliği ile uluslararası kurumlardaki statüsü ABD’nin halen başat ve birincil güç olduğunu göstermektedir. Çin, Japonya, Rusya ve Avrupa Birliği ABD’ye rakip olarak gösterilmektedir.

Ancak bu aktörler Amerikan gücünü 21. yüzyılın başında yakalamaktan uzaktır. Avrupa Birliği, güçlü bir “örgüttür”, ama halen devletlerden oluşan bir sistemde yaşamaktayız. Çin, gerek finansal sistemde gerekse zenginliğin bireylere yansıtılmasında halen sorunlar yaşamaktadır. Rusya ise yeniden yapılanma dönemindedir ve petrol ile gaz satımının ulusal ekonomik ve politik kalkınmaya fazla bir katkısı olmadığını Arap dünyasının yüzyıllık tarihi kanıtlamıştır. Son on yıldaki ekonomik durgunluk ise, Avrupa ülkeleri kadar Japonya’yı da etkilemiştir. Hindistan ise büyük güç olmaktan halen uzaktır.

Bu özel konumu ABD’ye küresel güvenlikte bazı özel sorumluluklar yüklemektedir.

Çatışmaların barışçıl çözümü, gerektiğinde büyük insani sorunlara askeri müdahale, uluslararası toplumun genişletilerek ekonomik ve sosyal kalkınmanın yaygınlaştırılması, uluslararası sorunların çözümü amacıyla küresel çapta liderlik, demokrasinin gelişmesi için politik destek, sosyal değerleri yaymak amacıyla yapılan askeri müdahalelerden kaçınma bunlardan en önemlileridir. Ayrıca, küresel güvenliğin sağlanması yolunda hem diğer büyük güçlerin hem de bölgesel aktörlerin ve genel olarak tüm devletlerin üstlenmesi gereken bazı
sorumluluklar mevcuttur.

Küresel güvenliğin sağlanması ve güçlendirilmesi yolunda önemli bir konu, dünyadaki gelişmelerin azımsanmaması ve aşırı uçlardaki teorilerin (realizm ve idealizm gibi) varsayımlarının gözden geçirilmesidir. Aşırı kötümser veya aşırı iyimser olmaya gerek bulunmamaktadır; hâli hazırdaki kurumların desteğiyle, elimizdekilerle başlayarak uluslararası sistemin geliştirilmesi mümkündür ve bu yönde çaba gösterilmelidir.

Uluslararası İlişkiler Teorileri ve Amerikan Dış Politikasının Açıklanması
Uluslararası İlişkiler disiplinindeki gelişmelere bakıldığında öyle anlaşılmaktadır ki, belirli uluslararası ilişkiler teorileri “ABD’nin sistemdeki konumunu açıklayabilme ve bu konumu savunabilme gücüne göre disiplin içinde yükselmekte veya gözden düşmektedir. Aynı zamanda, disiplindeki gelişmeler Thomas Kuhn’un bilimdeki değişimin nasıl gerçekleştiği hakkındaki görüşlerine uymaktadır.1 Uluslararası ilişkiler teorileri disiplininde doğrusal bir gelişimden ziyade, uzmanlardan çoğunun (her on yılda bir gibi) kısa denilebilecek bir süre
içerisinde “yeni” veya “moda” denilebilecek teorileri benimsediği gözlemlenmektedir.

Böylece disiplinde sürekli bir ‘paradigma değişimi’nden söz edilebilir. Tabii ki bu durum, varolan teorilerin tamamen ortadan kalktığını değil, artık eskisi kadar benimsenmediğini ve disipline yeni giren akademisyenler ve öğrencilerin bu teoriler üzerine gittikçe daha az araştırma yaptığını göstermektedir. Paradigma değişimini takiben, uzmanların çoğunun “normal bilim” yaptığı, yani revaçta olan teorileri benimseyerek ABD’nin sistemdeki konumu ve bu konumu savunma üzerine çalışmalar yaptığı sonucuna varılabilir.

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında gerçekçilik (realism), disiplinde başat konuma yükseldi ve tartışmasız bir şekilde bu konumunu uzunca bir süre korudu. Gerçi işlevselcilik (functionalism) gerçekçiliğe alternatif akım olarak ilgili dönemde ortaya çıksa da, başat teori olabilmek için yeterli düzeyde araştırmacının ilgisini hiçbir zaman çekmemiştir. Fakat 1950’li ve 1960’lı yıllarda işlevselcilik teorisinin bölgesel düzeyde uygulaması olan yeniişlevselcilik
(neo-functionalism) teorisi, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni bölgeden uzak tutma ve
Alman gücünü kontrol altına alma gibi Avrupa’yı ortak amaçlar ve çıkarlar etrafında birleştirme politikasına katkıda bulunmasından dolayı araştırmacıların dikkatini çekmiştir.

1970’li yılların başından itibaren Amerikan gücünün zayıflamaya başlamasıyla birlikte, hegemonik istikrar (hegemonic stability), karşılıklı kompleks bağımlılık (complex interdependence) ve rejim (regime) teorilerinin uluslararası ilişkiler disiplininde öne çıktığı görülmektedir. Bu gelişmeler 1970’li yılların sonunda gerçekçilik akımının yeniden güçlenmesi yolunda bir tepkiye yol açmıştır; ancak bu tepkinin temelinde Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki politik ve askeri rekabetin artması ile çeşitli coğrafyalarda Sovyetler Birliği’nin askeri müdahalelerde bulunarak buralarda Amerika’nın etkisinin nispeten
azalmasına yol açmasında yatmaktadır. Soğuk Savaş’ın son bulmasıyla da, yine liberal teorilerin ön plana çıktığı görülmektedir. 1980’lerin ortası ile 1990’ların başında özellikle demokratik barış (democratic peace) teorisinin güçlenmesi rastlantı değildir; çünkü Doğu Bloğu’nun çekildiği yerlerde demokratik rejimlerin kurularak geliştirilmesi ABD’nin birincil dış politika amacı ve eylemi olmuştur. Son zamanlarda da, ABD’nin etnik çatışmaları ve terörizm gibi savaş dışındaki şiddet kullanım yollarını uluslararası istikrara ve kendi ulusal güvenliğine temel tehdit olarak görmeye başlamasıyla, kültürel çalışmaların uluslararası
ilişkiler disiplininde başat konuma yükseldiğini görüyoruz. Tüm bu gelişmeler birlikte değerlendirildiğinde, uluslararası ilişkiler teorilerinin bir disiplin olarak gelişimi ile ABD’nin uluslararası sistemdeki konumu arasında ilginç bir paralellik olduğu sonucuna varılabilir.”2

Bu tespitin ötesinde, bugünkü teorik tartışmaların ABD’nin sitemdeki konumu ve küresel güvenlik açısından açıklayıcı ve politikaların belirlenmesinde yol gösterici bir katkısının olup olmadığı da irdelenmelidir. Bu açıdan hegemonik istikrar teorisine daha yakından bakmak faydalı olacaktır. Soğuk Savaş ve özellikle 11 Eylül olayları sonrasında dünyanın tek kutuplu olup olmadığı ve diğer büyük güçlerin sistemdeki rolleri ve Amerikan gücünü nasıl “dengeleyebileceği” konuları ön plana çıkmıştır. Aşağıdaki öncelikle hegemonik istikrar
teorisinin ABD’nin sistemdeki konumu hakkındaki tartışmalarına değinilecek, sonra da ABD’nin diğer büyük güçlerle karşılaştırmalı bir analizi yapılacaktır.
Hegemonik İstikrar Teorisi ve ABD’nin Sistemdeki Yeri 1960 ların sonları ve 1970 lerin başlarında ABD nin uluslararası sistemdeki konumu “hegemonik güç” üzerinde akademik tartışmaları başlatmıştı.3  ABD’nin Vietnam Savaşı’nı
kaybetmesi, Avrupalı devletlerin uluslararası finansal rejimlere meydan okuması ve petrol krizi gibi problemler; uluslararası ilişkiler uzmanlarının hem İkinci Dünya Savaşı sonrasında sistemin nispeten istikrarlı olmasının asıl nedenlerini, hem de ABD’nin bu istikrara gerçek katkısının ne olduğunu irdelemesine yol açtı.

Hegemonik İstikrar Teorisi (HİT), bu sorulara yanıt arayan en önemli akımdı. “Kamu malları” düşüncesini esas alan HİT, sistemde ancak güçlü bir devlet varsa uluslararası sistemin açıklığından, diğer bir deyişle liberal politik ekonominin geçerli olmasından söz edilebileceğini savunuyordu. Bu güçlü devletin, sistemde işbirliği kurallarına uyulması yönünde yaptırım uygulama yetkinliğine ve isteğine sahip olması gerekiyordu. Tek başına yetkinlik veya tek başına istek, sistemin açıklığını sağlayamazdı. Hegemonik gücün asıl rolü de, işbirliği kurallarına uyan devletleri ödüllendirmek ve karşılığını ödemeden sistemde belirli hizmetlerden faydalanmaya çalışan devletleri (free riders) cezalandırmaktı. Bu teoriyi
savunanlara göre, rolünü yerine getirebilmek için hegemonik gücün hammadde ve sermaye açısından zengin olmasının yanında, dünya pazarları ve finansal kurumlar üzerinde kontrolünün olması ve “değerli mallar” (en ileri teknoloji ve bu teknolojiyle üretilen mallar) açısından karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olması gerekiyordu.4 

Dolayısıyla, uluslararası ilişkiler uzmanlarını uğraştıran asıl soru, ABD’nin halen bir hegemonik güç olarak kabul edilip edilmeyeceğiydi. Tahmin edileceği üzere, bu konuda çok farklı görüşler ortaya atıldı.

Örneğin Bruce Russett ABD’nin hala bir hegemon olduğunu öne sürüyordu. “Is Mark Twain Really Dead?” başlıklı makalesinde Russett, ABD’nin artık bir hegemon olmadığını kabul eden teorisyenlerin temel hatalarının gücün kaynaklarına odaklanmaları ve fakat sistemdeki politika çıktılarını gözardı etmeleri olduğunu savunuyordu. Russett’a göre, ABD nispeten güç
kaybetmiş olsa da, sistemdeki politika çıktılarını kontrol etmeye devam ediyordu. Bu başarının önemli bir nedeni kültüreldi; diğer bir deyişle ABD, Antonio Gramsci’nin çalışmalarına dayanılarak geliştirilen “kültürel hegemon” tanımına uymaktaydı. Hegemon, sadece ekonomik ve askeri kaynaklarla değil, kültürünü tüm dünyaya yayıp geliştirmekle de gücünü ve otoritesini kabul ettirebilirdi. Nitekim Russett’a göre, liberal demokrasi dünyada tek  model olarak karşımızda duruyordu.5

Diğer taraftan Susan Strange, Russett ile aynı sonuca ulaşsa da, ABD’nin hala hegemon olmasını farklı nedenlere dayandırıyordu. Strange’e göre, Amerikan gücünün kaynakları tükenmemişti; teorisyenlerin yaptıkları temel hata, bu gücün kaynaklarına bakmak yerine, karşılaştırmalı güç analizi (relational power) yapmalarıydı. Tabii ki ABD, 1940lı yıllardaki gibi uluslararası sistemin tartışmasız tek süper gücü değildi. O yıllarda hemen tüm önemli güçler yıkıma uğramış ve ekonomileri altüst olmuştu. Dolayısıyla, dönemin verilerini 1940 lı yılların verileriyle karşılaştırarak, ABD’nin güçten düştüğünü öne sürmek yanıltıcı olacaktı. Strange, gücün yapısının (structure of power) bir devletin sistemdeki pozisyonunu belirleyeceğini savunuyor ve birbirinden farklı ancak aralarında yakın bir ilişki bulunan dört adet güç yapısı olduğunu söylüyordu: ticari mal üretimi, finansal pozisyon, güvenlik, bilgi üzerindeki kontrol. Böylece, dünya gayri safi milli hasılasının eski dönemlerdeki gibi yarısını üretmiyor olsa da, dünya üretiminin yaklaşık yüzde yirmisine sahip olan, finansal piyasalara
hakimiyeti süregelen, önemli bir askeri güce sahip olan ve temel güç kaynaklarını kontrol eden ABD, hala sistemin hegemonuydu. 6

ABD’nin hala hegemon olduğunu savunan teorisyenlerin kendi aralarında tartıştıkları önemli bir konu da, ABD’nin halim mi (benign) yoksa tehlikeli (malign) mi bir hegemon olduğuydu. Kolektif eylem teorisine göre, işbirliğiyle yapılacak herhangi bir eylemde grubun bazı üyeleri üzerlerine düşen görevleri yerine getirmedikleri halde bu eylemin faydalarından yararlanmaya
çalışacaklardır. Diğer bir deyişle, grubun bu üyeleri hegemon tarafından sağlanan mallardan faydalanırlarken sorumluluklarını yerine getirmeyeceklerdir. Bu durumda hegemonun rolü, bir yandan sistemde güvenlik ve serbest ticaret rejimi gibi kamusal malları sağlarken, diğer yandan da sorumluluğunu yerine getirmeyen devletleri bulup gerekli işlemi yapmaktır. Ancak bu işlem neleri kapsayacaktır? Hegemon bu üyeleri cezalandırıp kamusal mal alanı dışına mı
çıkaracaktır, yoksa siyasal ideoloji gibi sistemdeki diğer etkenler nedeniyle bu üyelerin yaklaşımını gözardı ederek kamusal mal alanını onlara da mı açık tutacaktır? Kısaca, kamusal mal alanının sınırı ne olacaktır?

Teorisyenler, ilgili dönemdeki özellikle güvenlik ve savunma alanlarında ABD’nin konumu ve gereksinimlerini dikkate alarak, ABD’nin “halim” bir hegemon olduğunu savunmuşlardır. ABD’nin bir yandan kamusal malları sağladığı diğer yandan da gerekli katkıyı yapmayan devletleri cezalandırmadığı savunulmakta ve bu dış politika yaklaşımının da özellikle iki kutuplu dünyanın çatışmacı ortamına bağlandığı görülmektedir. Bu yaklaşıma göre, demokratik liberal bir kültüre sahip ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletleri işbirliğine özendirmiş ve çatışmaların barışçıl yollardan çözümüne uğraşmıştır. 

Bu yaklaşımın temel ögelerinin John Lewis Gaddis’in “We Now Know” başlıklı çalışmasında da özetlenmiş olduğu görülmektedir. Gaddis’in öne sürdüğü üzere, Soğuk Savaş döneminde her iki süper güç de bir çeşit “imparatorluk” kurmasına rağmen, Sovyet İmparatorluğu güç ve baskı ile Amerikan İmparatorluğu ise diğer devletlerin davetiyle kurulmuştu. ABD, Avrupa’da işbirliğine dayalı bir sistem kurarken bu sisteme katılmaları için Avrupalı devletlere karşı ne
askeri kuvvet kullanmış ne de kuvvet kullanma tehdidinde bulunmuştu. Böylece, bu devletlerle çok özel bir ilişki geliştiren ABD, NATO’yu da demokratik bir temel üzerine inşa etmişti. Diğer taraftan Sovyetler, Orta Avrupa ve Doğu Avrupa ülkelerine bir “uydu” muamelesi yaparak onların demokrasiye ulaşmasını engellemişti.7

ABD’nin 21. Yüzyılda Sistemdeki Konumu

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve özellikle 11 Eylül olaylarıyla ABD’nin sistemdeki konumu ve kapasitesi uluslararası politikanın temel konularından biri olmuştur. 1990-2000 döneminde sistemde her ne kadar çatışma olsa da, Irak-Kuveyt (I. Körfez) krizinde görüldüğü gibi, bu çatışmalar görece işbirliğiyle çözülmüş ve küresel politikada Soğuk Savaş dönemine göre iyimserlik hakim olmuştur. Ancak 11 Eylül saldırıları ve sonrasında ABD’nin Afganistan’dan Irak’a geniş bir coğrafyada büyük çapta bir askeri ve politik mücadeleye girişmesi ABD’nin
yeterlilikleri konusunda bir taraftan akademik tartışmaları başlatmış diğer taraftan da Rusya’nın yeniden yapılanma sürecine girmesiyle tek kutuplu dünya görüşünün büyük oranda kabulüne neden olmuştur. Dolayısıyla temel soru ABD’nin bugün için sistemdeki konumu ve 21. yüzyılda sistem için Amerikan gücünün olumlu neler yapabileceğidir.

Soğuk Savaş döneminde yukarıda değinilen Russett, Strange, Gaddis gibi teorisyenlerin öne sürdükleri temel görüşlerin 2013 itibariyle de çoğunlukla geçerli olduğu sonucuna ulaşabiliriz.

Gerek BM ve NATO gibi resmi uluslararası örgütler gerekse ekonomi, finans, enerji, güvenlik gibi değişik alanlardaki kurumlar ve kurallar (rejimler) yoluyla ABD’nin uluslararası politikanın çıktılarını hala kontrol edebildiğini gözlemle
mekteyiz. Diğer taraftan, Russett’ın düşüncelerine paralel olarak Soğuk Savaş sonrasında Joseph S. Nye gücün sadece askeri ve ekonomik kaynaklı olmadığını vurgulayarak “yumuşak güç” teorisini ortaya atmıştır. Nye’a göre “Bir ülke dünya siyasetinde istediği sonuçları elde edebilir; çünkü onun değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen diğer
ülkeler onu izlemek ister. Bu anlamda sadece askeri güç tehdidini ya da ekonomik yaptırımları kullanarak diğerlerini değişmeye zorlamak değil, dünya siyasetinde gündemi oluşturmak ve onları kendine çekmek de önemlidir. Bu yumuşak güç, yani diğerlerinin senin istediğin sonuçları istemelerini sağlamak, insanları zorlamak yerine kendi yanına çeker.”8

ABD’nin bu politikayı uygulamada başarılı olduğunu görüyoruz. Gerek iç politikada liberal demokrasinin bir rejim olarak tüm dünyada uygulanabileceği düşüncesi, gerekse ekonomik refah ve askeri başarının Amerikan örneğiyle olabileceği düşüncesi bugünkü sistemde yaygındır. Her ne kadar yumuşak gücün “çok da yumuşak olmadığı” iddia edilse ve “demokratik barış” teorisi ve uygulamasının şiddet getirdiği öne sürülse de, genel anlamda model ülke ve model rejim sunma anlamında ABD’nin görece gücünü koruduğu söylenebilir.9
Gerçek ile sanal dünyaların pek de ayırt edilemediği bugün, uluslararası politikada bir şeyi uygulamak kadar uyguladığına inandırmak da önem kazanmaktadır; yumuşak güç ve demokrasi buna iyi bir örnektir. Sonuçta Plato’dan bugüne politika, düşüncelerin eyleme yön vermeye çalıştığı bir bilimdir.

ABD’nin uluslararası sistemdeki konumuna 2013 itibariyle Susan Strange’in sunduğu bakış açısından bakarsak da aynı sonuçlara ulaşabiliriz. Ticari mal üretimi, finansal pozisyon, askeri güç ve bilgi üzerindeki kontrol açısından ABD’nin görece güçlü konumunu sürdürdüğü iddia edilebilir.


Tablo 1: Ülkelerin Safi Milli Hasılaları, 2012


Dünya Bankası verilerine göre ABD’nin gayri safi milli hasılası (GSMH), diğer
ülkelerinkinden hala oldukça yüksektir. ABD’ye rakip gösterilen Almanya, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin’in gayri safi milli hasılalarının toplamı neredeyse ancak ABD’nin GSMH’sı düzeyindedir. ABD’nin üretimine en yakın olan Çin’in GSMH’sı ABD’nin GSMH’ sının yarısı kadardır.




Tablo 2: Ülkelerin Üretim Ortalama Yıllık Artışı %, 2000-2011 dönemi

Aynı ülkelerin 21. yüzyılın ilk on yılındaki gelişme hızlarına baktığımızda, Dünya
Bankası’nın ortalama yıllık üretim artışı verilerine göre, Avrupa devletleri, ABD ve Japonya’nın her yıl %1 ila %1.7 arasında büyüyebildiğini görüyoruz. Rusya’nın toparlanma dönemine girdiği söylenebilir. Hindistan ve özellikle Çin’in büyüme hızları ise çarpıcıdır.
2000-2011 döneminde her yıl yaklaşık %10 büyüyen Çin, ABD’ye ekonomi ve ticaret alanlarında rakip olarak görünmektedir. Ancak Çin, bazı ticari, finansal ve ekonomik konular açısından dezavantajlıdır.



Tablo 3: Kişi Başına Düşen Milli Gelir, 2012

  Öncelikle kişi başına düşen milli gelir açısından Çin başat güç veya büyük güç olarak kabul edilen diğer ülkelerle karşılaştırılacak düzeyde değildir. Ortalama bir Amerikalı ortalama bir Çinliye göre yaklaşık 6 kat fazla ferah içindedir. Avrupalı devletlerin ise kişi başına milli geliri 36.000 Dolar’ın üzerindedir. Her ne kadar ekonomik kalkınması hızlansa da, Hindistan’ın kişi başına milli gelir düzeyi diğer devletlerin verilerinden oldukça geridedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***