15 Mayıs 2020 Cuma

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü ve Küresel Güvenlik BÖLÜM 1

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü ve Küresel Güvenlik 




Nejat Doğan* 
* Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü 


Özet


Amerikan dış politikası ile güvenlik ve savunma stratejileri Uluslararası İlişkiler disiplinin çeşitli teorileri etrafında incelenmektedir. Bu teorilerden biri de hegemonik istikrar teorisidir.

Bu teori çerçevesinde ABD’nin sistemde başat olup olmadığı konusu işlenegelmiş ve Amerikan gücünün unsurları tartışılmıştır.

Ticari ve ekonomik konumu yanında bilim ve teknoloji alanındaki performansı ve kültürel çekiciliği ile uluslararası kurumlardaki statüsü ABD’nin halen başat ve birincil güç olduğunu göstermektedir. Çin, Japonya, Rusya ve Avrupa Birliği ABD’ye rakip olarak gösterilmektedir.

Ancak bu aktörler Amerikan gücünü 21. yüzyılın başında yakalamaktan uzaktır. Avrupa Birliği, güçlü bir “örgüttür”, ama halen devletlerden oluşan bir sistemde yaşamaktayız. Çin, gerek finansal sistemde gerekse zenginliğin bireylere yansıtılmasında halen sorunlar yaşamaktadır. Rusya ise yeniden yapılanma dönemindedir ve petrol ile gaz satımının ulusal ekonomik ve politik kalkınmaya fazla bir katkısı olmadığını Arap dünyasının yüzyıllık tarihi kanıtlamıştır. Son on yıldaki ekonomik durgunluk ise, Avrupa ülkeleri kadar Japonya’yı da etkilemiştir. Hindistan ise büyük güç olmaktan halen uzaktır.

Bu özel konumu ABD’ye küresel güvenlikte bazı özel sorumluluklar yüklemektedir.

Çatışmaların barışçıl çözümü, gerektiğinde büyük insani sorunlara askeri müdahale, uluslararası toplumun genişletilerek ekonomik ve sosyal kalkınmanın yaygınlaştırılması, uluslararası sorunların çözümü amacıyla küresel çapta liderlik, demokrasinin gelişmesi için politik destek, sosyal değerleri yaymak amacıyla yapılan askeri müdahalelerden kaçınma bunlardan en önemlileridir. Ayrıca, küresel güvenliğin sağlanması yolunda hem diğer büyük güçlerin hem de bölgesel aktörlerin ve genel olarak tüm devletlerin üstlenmesi gereken bazı
sorumluluklar mevcuttur.

Küresel güvenliğin sağlanması ve güçlendirilmesi yolunda önemli bir konu, dünyadaki gelişmelerin azımsanmaması ve aşırı uçlardaki teorilerin (realizm ve idealizm gibi) varsayımlarının gözden geçirilmesidir. Aşırı kötümser veya aşırı iyimser olmaya gerek bulunmamaktadır; hâli hazırdaki kurumların desteğiyle, elimizdekilerle başlayarak uluslararası sistemin geliştirilmesi mümkündür ve bu yönde çaba gösterilmelidir.

Uluslararası İlişkiler Teorileri ve Amerikan Dış Politikasının Açıklanması
Uluslararası İlişkiler disiplinindeki gelişmelere bakıldığında öyle anlaşılmaktadır ki, belirli uluslararası ilişkiler teorileri “ABD’nin sistemdeki konumunu açıklayabilme ve bu konumu savunabilme gücüne göre disiplin içinde yükselmekte veya gözden düşmektedir. Aynı zamanda, disiplindeki gelişmeler Thomas Kuhn’un bilimdeki değişimin nasıl gerçekleştiği hakkındaki görüşlerine uymaktadır.1 Uluslararası ilişkiler teorileri disiplininde doğrusal bir gelişimden ziyade, uzmanlardan çoğunun (her on yılda bir gibi) kısa denilebilecek bir süre
içerisinde “yeni” veya “moda” denilebilecek teorileri benimsediği gözlemlenmektedir.

Böylece disiplinde sürekli bir ‘paradigma değişimi’nden söz edilebilir. Tabii ki bu durum, varolan teorilerin tamamen ortadan kalktığını değil, artık eskisi kadar benimsenmediğini ve disipline yeni giren akademisyenler ve öğrencilerin bu teoriler üzerine gittikçe daha az araştırma yaptığını göstermektedir. Paradigma değişimini takiben, uzmanların çoğunun “normal bilim” yaptığı, yani revaçta olan teorileri benimseyerek ABD’nin sistemdeki konumu ve bu konumu savunma üzerine çalışmalar yaptığı sonucuna varılabilir.

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında gerçekçilik (realism), disiplinde başat konuma yükseldi ve tartışmasız bir şekilde bu konumunu uzunca bir süre korudu. Gerçi işlevselcilik (functionalism) gerçekçiliğe alternatif akım olarak ilgili dönemde ortaya çıksa da, başat teori olabilmek için yeterli düzeyde araştırmacının ilgisini hiçbir zaman çekmemiştir. Fakat 1950’li ve 1960’lı yıllarda işlevselcilik teorisinin bölgesel düzeyde uygulaması olan yeniişlevselcilik
(neo-functionalism) teorisi, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni bölgeden uzak tutma ve
Alman gücünü kontrol altına alma gibi Avrupa’yı ortak amaçlar ve çıkarlar etrafında birleştirme politikasına katkıda bulunmasından dolayı araştırmacıların dikkatini çekmiştir.

1970’li yılların başından itibaren Amerikan gücünün zayıflamaya başlamasıyla birlikte, hegemonik istikrar (hegemonic stability), karşılıklı kompleks bağımlılık (complex interdependence) ve rejim (regime) teorilerinin uluslararası ilişkiler disiplininde öne çıktığı görülmektedir. Bu gelişmeler 1970’li yılların sonunda gerçekçilik akımının yeniden güçlenmesi yolunda bir tepkiye yol açmıştır; ancak bu tepkinin temelinde Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki politik ve askeri rekabetin artması ile çeşitli coğrafyalarda Sovyetler Birliği’nin askeri müdahalelerde bulunarak buralarda Amerika’nın etkisinin nispeten
azalmasına yol açmasında yatmaktadır. Soğuk Savaş’ın son bulmasıyla da, yine liberal teorilerin ön plana çıktığı görülmektedir. 1980’lerin ortası ile 1990’ların başında özellikle demokratik barış (democratic peace) teorisinin güçlenmesi rastlantı değildir; çünkü Doğu Bloğu’nun çekildiği yerlerde demokratik rejimlerin kurularak geliştirilmesi ABD’nin birincil dış politika amacı ve eylemi olmuştur. Son zamanlarda da, ABD’nin etnik çatışmaları ve terörizm gibi savaş dışındaki şiddet kullanım yollarını uluslararası istikrara ve kendi ulusal güvenliğine temel tehdit olarak görmeye başlamasıyla, kültürel çalışmaların uluslararası
ilişkiler disiplininde başat konuma yükseldiğini görüyoruz. Tüm bu gelişmeler birlikte değerlendirildiğinde, uluslararası ilişkiler teorilerinin bir disiplin olarak gelişimi ile ABD’nin uluslararası sistemdeki konumu arasında ilginç bir paralellik olduğu sonucuna varılabilir.”2

Bu tespitin ötesinde, bugünkü teorik tartışmaların ABD’nin sitemdeki konumu ve küresel güvenlik açısından açıklayıcı ve politikaların belirlenmesinde yol gösterici bir katkısının olup olmadığı da irdelenmelidir. Bu açıdan hegemonik istikrar teorisine daha yakından bakmak faydalı olacaktır. Soğuk Savaş ve özellikle 11 Eylül olayları sonrasında dünyanın tek kutuplu olup olmadığı ve diğer büyük güçlerin sistemdeki rolleri ve Amerikan gücünü nasıl “dengeleyebileceği” konuları ön plana çıkmıştır. Aşağıdaki öncelikle hegemonik istikrar
teorisinin ABD’nin sistemdeki konumu hakkındaki tartışmalarına değinilecek, sonra da ABD’nin diğer büyük güçlerle karşılaştırmalı bir analizi yapılacaktır.
Hegemonik İstikrar Teorisi ve ABD’nin Sistemdeki Yeri 1960 ların sonları ve 1970 lerin başlarında ABD nin uluslararası sistemdeki konumu “hegemonik güç” üzerinde akademik tartışmaları başlatmıştı.3  ABD’nin Vietnam Savaşı’nı
kaybetmesi, Avrupalı devletlerin uluslararası finansal rejimlere meydan okuması ve petrol krizi gibi problemler; uluslararası ilişkiler uzmanlarının hem İkinci Dünya Savaşı sonrasında sistemin nispeten istikrarlı olmasının asıl nedenlerini, hem de ABD’nin bu istikrara gerçek katkısının ne olduğunu irdelemesine yol açtı.

Hegemonik İstikrar Teorisi (HİT), bu sorulara yanıt arayan en önemli akımdı. “Kamu malları” düşüncesini esas alan HİT, sistemde ancak güçlü bir devlet varsa uluslararası sistemin açıklığından, diğer bir deyişle liberal politik ekonominin geçerli olmasından söz edilebileceğini savunuyordu. Bu güçlü devletin, sistemde işbirliği kurallarına uyulması yönünde yaptırım uygulama yetkinliğine ve isteğine sahip olması gerekiyordu. Tek başına yetkinlik veya tek başına istek, sistemin açıklığını sağlayamazdı. Hegemonik gücün asıl rolü de, işbirliği kurallarına uyan devletleri ödüllendirmek ve karşılığını ödemeden sistemde belirli hizmetlerden faydalanmaya çalışan devletleri (free riders) cezalandırmaktı. Bu teoriyi
savunanlara göre, rolünü yerine getirebilmek için hegemonik gücün hammadde ve sermaye açısından zengin olmasının yanında, dünya pazarları ve finansal kurumlar üzerinde kontrolünün olması ve “değerli mallar” (en ileri teknoloji ve bu teknolojiyle üretilen mallar) açısından karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olması gerekiyordu.4 

Dolayısıyla, uluslararası ilişkiler uzmanlarını uğraştıran asıl soru, ABD’nin halen bir hegemonik güç olarak kabul edilip edilmeyeceğiydi. Tahmin edileceği üzere, bu konuda çok farklı görüşler ortaya atıldı.

Örneğin Bruce Russett ABD’nin hala bir hegemon olduğunu öne sürüyordu. “Is Mark Twain Really Dead?” başlıklı makalesinde Russett, ABD’nin artık bir hegemon olmadığını kabul eden teorisyenlerin temel hatalarının gücün kaynaklarına odaklanmaları ve fakat sistemdeki politika çıktılarını gözardı etmeleri olduğunu savunuyordu. Russett’a göre, ABD nispeten güç
kaybetmiş olsa da, sistemdeki politika çıktılarını kontrol etmeye devam ediyordu. Bu başarının önemli bir nedeni kültüreldi; diğer bir deyişle ABD, Antonio Gramsci’nin çalışmalarına dayanılarak geliştirilen “kültürel hegemon” tanımına uymaktaydı. Hegemon, sadece ekonomik ve askeri kaynaklarla değil, kültürünü tüm dünyaya yayıp geliştirmekle de gücünü ve otoritesini kabul ettirebilirdi. Nitekim Russett’a göre, liberal demokrasi dünyada tek  model olarak karşımızda duruyordu.5

Diğer taraftan Susan Strange, Russett ile aynı sonuca ulaşsa da, ABD’nin hala hegemon olmasını farklı nedenlere dayandırıyordu. Strange’e göre, Amerikan gücünün kaynakları tükenmemişti; teorisyenlerin yaptıkları temel hata, bu gücün kaynaklarına bakmak yerine, karşılaştırmalı güç analizi (relational power) yapmalarıydı. Tabii ki ABD, 1940lı yıllardaki gibi uluslararası sistemin tartışmasız tek süper gücü değildi. O yıllarda hemen tüm önemli güçler yıkıma uğramış ve ekonomileri altüst olmuştu. Dolayısıyla, dönemin verilerini 1940 lı yılların verileriyle karşılaştırarak, ABD’nin güçten düştüğünü öne sürmek yanıltıcı olacaktı. Strange, gücün yapısının (structure of power) bir devletin sistemdeki pozisyonunu belirleyeceğini savunuyor ve birbirinden farklı ancak aralarında yakın bir ilişki bulunan dört adet güç yapısı olduğunu söylüyordu: ticari mal üretimi, finansal pozisyon, güvenlik, bilgi üzerindeki kontrol. Böylece, dünya gayri safi milli hasılasının eski dönemlerdeki gibi yarısını üretmiyor olsa da, dünya üretiminin yaklaşık yüzde yirmisine sahip olan, finansal piyasalara
hakimiyeti süregelen, önemli bir askeri güce sahip olan ve temel güç kaynaklarını kontrol eden ABD, hala sistemin hegemonuydu. 6

ABD’nin hala hegemon olduğunu savunan teorisyenlerin kendi aralarında tartıştıkları önemli bir konu da, ABD’nin halim mi (benign) yoksa tehlikeli (malign) mi bir hegemon olduğuydu. Kolektif eylem teorisine göre, işbirliğiyle yapılacak herhangi bir eylemde grubun bazı üyeleri üzerlerine düşen görevleri yerine getirmedikleri halde bu eylemin faydalarından yararlanmaya
çalışacaklardır. Diğer bir deyişle, grubun bu üyeleri hegemon tarafından sağlanan mallardan faydalanırlarken sorumluluklarını yerine getirmeyeceklerdir. Bu durumda hegemonun rolü, bir yandan sistemde güvenlik ve serbest ticaret rejimi gibi kamusal malları sağlarken, diğer yandan da sorumluluğunu yerine getirmeyen devletleri bulup gerekli işlemi yapmaktır. Ancak bu işlem neleri kapsayacaktır? Hegemon bu üyeleri cezalandırıp kamusal mal alanı dışına mı
çıkaracaktır, yoksa siyasal ideoloji gibi sistemdeki diğer etkenler nedeniyle bu üyelerin yaklaşımını gözardı ederek kamusal mal alanını onlara da mı açık tutacaktır? Kısaca, kamusal mal alanının sınırı ne olacaktır?

Teorisyenler, ilgili dönemdeki özellikle güvenlik ve savunma alanlarında ABD’nin konumu ve gereksinimlerini dikkate alarak, ABD’nin “halim” bir hegemon olduğunu savunmuşlardır. ABD’nin bir yandan kamusal malları sağladığı diğer yandan da gerekli katkıyı yapmayan devletleri cezalandırmadığı savunulmakta ve bu dış politika yaklaşımının da özellikle iki kutuplu dünyanın çatışmacı ortamına bağlandığı görülmektedir. Bu yaklaşıma göre, demokratik liberal bir kültüre sahip ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletleri işbirliğine özendirmiş ve çatışmaların barışçıl yollardan çözümüne uğraşmıştır. 

Bu yaklaşımın temel ögelerinin John Lewis Gaddis’in “We Now Know” başlıklı çalışmasında da özetlenmiş olduğu görülmektedir. Gaddis’in öne sürdüğü üzere, Soğuk Savaş döneminde her iki süper güç de bir çeşit “imparatorluk” kurmasına rağmen, Sovyet İmparatorluğu güç ve baskı ile Amerikan İmparatorluğu ise diğer devletlerin davetiyle kurulmuştu. ABD, Avrupa’da işbirliğine dayalı bir sistem kurarken bu sisteme katılmaları için Avrupalı devletlere karşı ne
askeri kuvvet kullanmış ne de kuvvet kullanma tehdidinde bulunmuştu. Böylece, bu devletlerle çok özel bir ilişki geliştiren ABD, NATO’yu da demokratik bir temel üzerine inşa etmişti. Diğer taraftan Sovyetler, Orta Avrupa ve Doğu Avrupa ülkelerine bir “uydu” muamelesi yaparak onların demokrasiye ulaşmasını engellemişti.7

ABD’nin 21. Yüzyılda Sistemdeki Konumu

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve özellikle 11 Eylül olaylarıyla ABD’nin sistemdeki konumu ve kapasitesi uluslararası politikanın temel konularından biri olmuştur. 1990-2000 döneminde sistemde her ne kadar çatışma olsa da, Irak-Kuveyt (I. Körfez) krizinde görüldüğü gibi, bu çatışmalar görece işbirliğiyle çözülmüş ve küresel politikada Soğuk Savaş dönemine göre iyimserlik hakim olmuştur. Ancak 11 Eylül saldırıları ve sonrasında ABD’nin Afganistan’dan Irak’a geniş bir coğrafyada büyük çapta bir askeri ve politik mücadeleye girişmesi ABD’nin
yeterlilikleri konusunda bir taraftan akademik tartışmaları başlatmış diğer taraftan da Rusya’nın yeniden yapılanma sürecine girmesiyle tek kutuplu dünya görüşünün büyük oranda kabulüne neden olmuştur. Dolayısıyla temel soru ABD’nin bugün için sistemdeki konumu ve 21. yüzyılda sistem için Amerikan gücünün olumlu neler yapabileceğidir.

Soğuk Savaş döneminde yukarıda değinilen Russett, Strange, Gaddis gibi teorisyenlerin öne sürdükleri temel görüşlerin 2013 itibariyle de çoğunlukla geçerli olduğu sonucuna ulaşabiliriz.

Gerek BM ve NATO gibi resmi uluslararası örgütler gerekse ekonomi, finans, enerji, güvenlik gibi değişik alanlardaki kurumlar ve kurallar (rejimler) yoluyla ABD’nin uluslararası politikanın çıktılarını hala kontrol edebildiğini gözlemle
mekteyiz. Diğer taraftan, Russett’ın düşüncelerine paralel olarak Soğuk Savaş sonrasında Joseph S. Nye gücün sadece askeri ve ekonomik kaynaklı olmadığını vurgulayarak “yumuşak güç” teorisini ortaya atmıştır. Nye’a göre “Bir ülke dünya siyasetinde istediği sonuçları elde edebilir; çünkü onun değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen diğer
ülkeler onu izlemek ister. Bu anlamda sadece askeri güç tehdidini ya da ekonomik yaptırımları kullanarak diğerlerini değişmeye zorlamak değil, dünya siyasetinde gündemi oluşturmak ve onları kendine çekmek de önemlidir. Bu yumuşak güç, yani diğerlerinin senin istediğin sonuçları istemelerini sağlamak, insanları zorlamak yerine kendi yanına çeker.”8

ABD’nin bu politikayı uygulamada başarılı olduğunu görüyoruz. Gerek iç politikada liberal demokrasinin bir rejim olarak tüm dünyada uygulanabileceği düşüncesi, gerekse ekonomik refah ve askeri başarının Amerikan örneğiyle olabileceği düşüncesi bugünkü sistemde yaygındır. Her ne kadar yumuşak gücün “çok da yumuşak olmadığı” iddia edilse ve “demokratik barış” teorisi ve uygulamasının şiddet getirdiği öne sürülse de, genel anlamda model ülke ve model rejim sunma anlamında ABD’nin görece gücünü koruduğu söylenebilir.9
Gerçek ile sanal dünyaların pek de ayırt edilemediği bugün, uluslararası politikada bir şeyi uygulamak kadar uyguladığına inandırmak da önem kazanmaktadır; yumuşak güç ve demokrasi buna iyi bir örnektir. Sonuçta Plato’dan bugüne politika, düşüncelerin eyleme yön vermeye çalıştığı bir bilimdir.

ABD’nin uluslararası sistemdeki konumuna 2013 itibariyle Susan Strange’in sunduğu bakış açısından bakarsak da aynı sonuçlara ulaşabiliriz. Ticari mal üretimi, finansal pozisyon, askeri güç ve bilgi üzerindeki kontrol açısından ABD’nin görece güçlü konumunu sürdürdüğü iddia edilebilir.


Tablo 1: Ülkelerin Safi Milli Hasılaları, 2012


Dünya Bankası verilerine göre ABD’nin gayri safi milli hasılası (GSMH), diğer
ülkelerinkinden hala oldukça yüksektir. ABD’ye rakip gösterilen Almanya, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin’in gayri safi milli hasılalarının toplamı neredeyse ancak ABD’nin GSMH’sı düzeyindedir. ABD’nin üretimine en yakın olan Çin’in GSMH’sı ABD’nin GSMH’ sının yarısı kadardır.




Tablo 2: Ülkelerin Üretim Ortalama Yıllık Artışı %, 2000-2011 dönemi

Aynı ülkelerin 21. yüzyılın ilk on yılındaki gelişme hızlarına baktığımızda, Dünya
Bankası’nın ortalama yıllık üretim artışı verilerine göre, Avrupa devletleri, ABD ve Japonya’nın her yıl %1 ila %1.7 arasında büyüyebildiğini görüyoruz. Rusya’nın toparlanma dönemine girdiği söylenebilir. Hindistan ve özellikle Çin’in büyüme hızları ise çarpıcıdır.
2000-2011 döneminde her yıl yaklaşık %10 büyüyen Çin, ABD’ye ekonomi ve ticaret alanlarında rakip olarak görünmektedir. Ancak Çin, bazı ticari, finansal ve ekonomik konular açısından dezavantajlıdır.



Tablo 3: Kişi Başına Düşen Milli Gelir, 2012

  Öncelikle kişi başına düşen milli gelir açısından Çin başat güç veya büyük güç olarak kabul edilen diğer ülkelerle karşılaştırılacak düzeyde değildir. Ortalama bir Amerikalı ortalama bir Çinliye göre yaklaşık 6 kat fazla ferah içindedir. Avrupalı devletlerin ise kişi başına milli geliri 36.000 Dolar’ın üzerindedir. Her ne kadar ekonomik kalkınması hızlansa da, Hindistan’ın kişi başına milli gelir düzeyi diğer devletlerin verilerinden oldukça geridedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder