11 Mayıs 2020 Pazartesi

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 2

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 2



3. Irak’ın Geleceğinde Siîlerin Rolü 

Bugün, Irak’ın Siî nüfusu üzerinde etkin konumda bulunan üç isim vardır. 
Mukteda el Sadr, Abdülaziz el Hakim ve Ayetullah Sistani. Üçü de, Irak’ta Siî ağırlıklı İslâmî bir yönetim kurulmasını istemektedir. Bunun için Saddam’ın devrilmesini bir fırsat olarak görmektedirler. Aralarındaki rekabet, bu yapılanmada, Şiîleri temsilen kimin ön plana çıkacağı ile ilgilidir. Sadr, ABD ile çatısarak; Hakim ve Sistani ise, ABD ile uzlasarak amaçlarına ulasabileceklerini ummaktadırlar. Aslında, askerî gücü bulunmayan Sistani ile, Iraklı Siîlerin gözünde geçmisi pek parlak olmayan Hakim’in ABD ile uzlasmak dısında bir seçenekleri yoktur. Sadr, diğer ikisini i birlikçi olmakla suçlamaktadır. 

Baas yönetimi iş başındayken, Sadr Grubu gibi, bu yönetime karsı savasımlarını Irak içinde sürdürmeye çalısanlar ağır maddî ve manevî baskılara maruz kalırken, Hakim Grubunun basını çektiği IDDYK, İran’ın maddî ve siyasî desteği ile savasımını ülke dısından sürdürmüstü. Baas yönetimi devrilince, Iraklı Siîlerin iran’a ve Batı’ya dayanan grupları desteklemedikleri daha net olarak görüldü. Dolayısıyla, hem sahip olduğu askerî güçle, hem de Siîler nezdindeki geni 
desteği ile Mukteda el Sadr’ın adı ön plana çıktı. 

Mukteda el Sadr, Ayetullah Sistani’yi Merci-i Taklid olarak tanımamaktadır. 
Sadr’ın Merci-i Taklid olarak kabul ettiği Kâzım el Hayri, uzun yıllardır İran’da 
yasadığından Irak halkı üzerinde hiçbir otoritesi bulunmamaktadır. Etkisiz bir kisiyi Merci-i Taklid olarak tanımakla Mukteda el Sadr, aslında kendi isminin ağırlık kazanmasını sağlamayı amaçlamaktadır. 2003 Nisan ayında Sistani’nin evini kusatan Sadr yanlıları, onu ılımlı politikalarını değistirmeye zorladılarsa da basarılı olamadılar. 

Öte yandan Sistani’nin, 2004 Ağustos ayında Amerikan güçlerinin Necef’te bulunan Sadr’a yönelik olarak askerî operasyon baslatmalarından hemen önce, “sağlık nedenleri”ni gerekçe göstererek apar topar Londra’ya gitmesi, operasyondan önceden haberdar olduğu ve isgal güçleriyle anlastığı izlenimini yarattı. İsgal güçleriyle Sadr yanlıları arasındaki çatısmaların sonlandırılmasında oynadığı belirleyici rol, Sistani’nin merkezî konumunu güçlendirdi. Buna karsın yine de, Siîlerin Batı’ya karsı duydukları güçlü düsmanlık, onların bu duygularına tercüman olan Sadr’ın, Sistani karsısındaki ağırlığını artırmaktadır. 

Şiîlerdeki Batı düsmanlığı çok eskilere dayanmaktadır. Bir kere, Irak’ta Sünnî 
yönetimini kuran ve Siîleri çoğunluk oldukları hâlde azınlık konumunda yasamaya zorlayan İngiltere’ydi. Ayrıca, Birinci Körfez Savası sonrasında gerçeklesen Kürt ayaklanmasına ekonomik ve siyasal olarak büyük destek veren Batı, aynı desteği Kürtlerle e zamanlı olarak ayaklanan Siîlerden esirgedi. Oysa, Siîlere verilecek bir destek, Saddam Hüseyin rejiminin daha o zaman devrilmesini sağlayabilirdi. Siîler anladılar ki, Batı’nın ve ABD’nin gerçek amacı, Kürtleri kullanarak bölgeye müdahale etmektir. Saddam Hüseyin yönetimine yönelik suçlamaları, yalnızca bu politikanın bir aracıdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1992 Ağustos ayında 32. paralelin güneyini, Irak Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar için uçusa yasak bölge (no fly zone) ilan etti. Necef, Kerbelâ, Nasıriye, Ammara ve Basra’yı içine alan bu bölgenin sınırını ABD 1996 yılında aldığı tek yanlı bir kararla 33. paralele yükseltti. Ama kısa sürede 
anlasıldı ki, Siîleri korumak görüntüsü altında yapılmak istenen aslında, benzeri bir kararla Kürtlere sağlanmı olan özel korumayı maskelemek ve Bağdat’taki merkezî yönetimin zayıflamasından yararlanan İran’ın bu bölgede etkinlik kurmasını engellemekti. Nitekim Bağdat yönetimi, kuzeydeki Kürt bölgelerinden kesin olarak dışlanırken, güneydeki uçusa yasak bölgede yeniden otorite kurmasına göz yumuldu.20 

İşgalden sonra Siîler, olusturulan dokuz kisilik Baskanlık Konseyinde be 
üyeyle temsil edildiler. Bu be kisi, Dava Partisinden Dsmail el Caferî, IDDYK’dan 
Abdülaziz el Hakim, Irak Ulusal Konseyinden Ahmed Çelebi, Irak Ulusal Antlasması Genel Sekreteri Dyad Allavi ve bir din adamı olan Muhammed Bahr el Ulum’du. Ama bunların hiçbirisinin Irak’taki Siî halk üzerinde etkinliği bulunmamaktadır. ABD’nin aslında Siî halkı temsil etmeyen kisilerle iş yapmayı yeğlemesinin nedeni, Irak’ın geleceği ile ilgili hesaplarının, Siîlerin beklentileriyle örtüsmemesidir. Siîler Irak’ın parçalanmasını istememektedirler; bunu istemeleri için de bir neden yoktur. Çünkü zaten sayısal çoğunluğa sahip olduklarından, adil bir yönetimde ağırlık ister istemez onlarda olacaktır. Ne var ki Şiî liderler, olası bir bölünmeyi engelleyecek siyasî iradeyi sergileyememektedirler. 

Siî liderlerinin temel açmazları, Irak için öngördükleri Siî eksenli Dslâmî devlet 
anlayısının, etnik ve dinsel bir mozaik görünümü tasıyan Irak’ta uygulanmasının 
kaçınılmaz olarak ülkeyi bölünmeye götüreceği gerçeğinin ayrımına varamamalarıdır. 

Böylece bu liderler, demokrasi isterken kendilerinin de, en az suçladıkları ABD kadar içtenlikten uzak olduklarını ortaya koymakla kalmamakta, üstelik, nihaî amacı Irak’ı bölerek kuzeyde bağımsız bir Kürdistan Devleti yaratmak olan ABD’nin ekmeğine yağ sürmektedirler. 

30 Ocak 2005 tarihinde yapılan tartısmalı seçimlerin sonunda, Sistani’nin 
desteklediği Birlesik Irak İttifakının %47 ile en yüksek oyu aldığı açıklandı. Birlesik Irak İttifakı ile Kürtler arasında sürdürülen koalisyon görüsmelerinde, Kürt tarafının ülkenin bölünmesi sürecinde birer kilometre tası olusturan birçok kritik isteğini kabul eden Siîler, siyasî deneyimlerinin yetersizliğini açıkça ortaya koydular. Koalisyon görüsmeleri sırasında Siîlerin öncelik verdiği konuların basında, yeni Irak anayasasında İslâmi devlet yapısının güvenceye alınması isteği yer almaktaydı. 

Bu yaklasımları, onların Irak’ı bekleyen gerçek tehlikenin ayrımında olmadıklarını göstermektedir.21 

B. Sünnîler 

Irak Krallığı, 1921’de İngilizler tarafından ülkenin orta ve kuzeybatı 
kesimlerinde yoğunlasan ve sayıları toplam nüfusun 1/5’inden daha az olan Sünnî Arapların ağırlıkta olduğu bir devlet olarak kuruldu. 1932’ye kadar İngiliz mandat’sı altında kalan Irak bu tarihte kâğıt üzerinde bağımsızlığını kazandı. Ama İngiliz denetimi 1950’lere dek sürdü. 1958 yılına dek Hasimî Hanedanınca yönetilen ülkede, bu tarihte gerçeklesen askerî darbeyle monarsiye son verilerek cumhuriyet ilan edildi. Mandat ve monarsi dönemlerinde Irak Parlamentosu, 36 Sünnî Arap, 28 Şiî Arap ve 16 Kürt temsilciden olusuyordu. Sünnî Araplar, 2003’deki Amerikan müdahalesine değin varlığını sürdüren Irak Cumhuriyetinde de ağırlıklarını korudular. Cumhuriyetin ilk 10 yılı, siyasî çalkantılar ve üst üste askerî darbelerle geçti. Sonunda, 1968 yılında Ahmed Hasan el Bekr liderliğindeki bir darbeyle Baas Partisi yönetime el koydu. 35 yıllık Baas iktidarının son 24 yılı Saddam Hüseyin’in diktatörlüğü altında geçti. Irak 
halkının savaslar ve ambargolar altında ezildiği bu dönemde Saddam Hüseyin, güçlü asiret bağları, sağlam istihbarat örgütü ve muhalefeti parçalayıp etkisizlestiren katı yöntemleri sayesinde ayakta kalmayı basardı.22 

Sünnî Arapların yönetimdeki ağırlıkları, mandat ve monarsi dönemlerinde 
büyük toprak sahiplerine dayanıyordu. Kırsal alandan kentlere yönelik göç olgusu ve petrolün basat ekonomik getiri kaynağı olarak tarımın yerini alması, iktidarın toplumsal tabanının değismesine yol açtı. Irak’ın toplam petrol gelirleri 1944’te 6,44 milyon dolar iken; 1958’de 224 milyon dolara yükseldi. Buna bağlı olarak, kentlerde yerlesmi olan ve petrole dayalı endüstriyel üretimle ticareti ellerinde bulunduran kesimler giderek siyasî iktidarı da ele geçirmeye basladılar.23 1958 darbesi sosyo-ekonomik tabanda ortaya çıkan değisikliğin siyasal iktidara yansımasını ifade ediyordu. Darbeyle, kent orta sınıfına dayanan askerler, büyük toprak sahiplerinin iktidarına son veriyorlardı. 
Ardından geniş çaplı bir toprak reformu yapılarak, büyük toprak sahipleri bütünüyle etkisizlestirildi. İzleyen yıllarda petrol gelirlerindeki artısın hızlanarak sürmesi, orta sınıfın iktidarını pekistirdi. Özellikle 1973 yılında yasanan petrol bunalımı ve Irak’ın petrolü millilestirmesi, petrol gelirlerinde astronomik artısları beraberinde getirdi. 1968’de 488 milyon dolar olan petrol geliri, 1974’te 5,7 milyar dolara; 1980’de ise 26,5 milyar dolara ulastı. Baas yönetimi elinde biriken muazzam fonların kullanılmasında askerî harcamalara öncelik vermekle birlikte eğitim, sağlık, endüstri, tarım ve alt yapı alanlarında da büyük yatırımlar gerçeklestirdi. Özellikle eğitim alanında yapılan yatırımlarla Irak, Arap dünyasının en geni bilimsel elitine sahip ülkesi haline geldi.24 

Baas yönetimi, baslangıçtaki laik politika ve uygulamalarını süreç içinde terk 
etti. 1980 yılından sonra Irak’ta, Dslâm dininin siyasî bir motivasyon aracı olarak giderek artan ölçülerde kullanılmaya baslandığını görüyoruz. Bu politika değisikliği temelde dış nedenlerden kaynaklandı. ABD’nin “Yesil Kusak” politikasının 1970’lerden itibaren sonuçlarını vermeye baslaması; İsrail’in bölgedeki saldırganlığının giderek artması; hepsinden önemlisi, yanı basındaki iran’da güçlü bir Siî–İslâm devriminin gerçeklesmesi ve bunun İran dısına yayılma belirtileri göstermesi, Baas yöneticilerini karsı adımlar atmaya zorladı. İran’daki devrimin, Irak nüfusunun çoğunluğunu olusturan Siîleri etkisi altına alabileceğinden kaygılanan Saddam Hüseyin, Batı’nın desteğini arkasına alarak yılanın basını küçükken ezmek amacıyla bu ülkeye saldırdı. 

Basarılı olamadı, ama bu sava vesilesiyle Irak’ın Sünnî yönetimi ilk kez Siîleri 
kazanmak için samimî adımlar attı. Siîleri kazanmanın bedeli ise, laiklikten ödün 
vermekti. Baas yönetimi, savaş boyunca ödün üzerine ödün verdi; 1991’deki Körfez Savasının ardından gerçeklesen Siî ayaklanması sonrasında ise bu konuda en ileri adımı atarak Dslâmın devlet dini haline gelmesini sağladı. Aslında temel politikası, Sünnî Arap egemenliğine dayalı merkeziyetçi siyasî yapıyı Arap milliyetçiliği söylemi ile maskeleyerek sürdürmek olan Baas’ın dine yönelmesini de bu çerçevede algılamak gerekir. Yani Baas için din de, tıpkı milliyetçilik gibi, kurulu düzeni sürdürmenin bir aracıydı. 

İran–Irak Savaşı’nın Irak’a, biri olumsuz, diğeri olumlu iki önemli etkisi oldu. 
Olumsuz etkisi, savasın neden olduğu kayıplardı. Tüm insansal ve maddî kaynaklarını sava için seferber eden Irak çok büyük kayba uğradı. Çok sayıda insanın ölmesi bir yana, halkın refahını artırmak için kullanılabilecek kaynaklar, araçların amaçları belirlediği sekiz yıllık bir yıpratma savasında heba olup gitti. Buna karsılık, sava sayesinde, Sünnî ve Siî Araplar arasında, Irak ulusal kimliği ekseninde bir birlik ve bütünlük duygusu gelisti. Böylesi bir uluslasma süreci, Irak gibi bir ülkede normal kosullarda belki onlarca yıl uğrasılsa da gerçekleştirilemezdi. 

Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas yönetimi, savaş sırasında ağır borç yükü 
altına giren Irak’ı bu yükten kurtarmanın kolay ve çabuk yolunun, Kuveyt’i isgal ederek bu ülkenin kaynaklarına el koymak olduğunu düsündü. Baas yönetiminin bu denli büyük bir hesap hatası yapmasının arkasında yatan etkenler ne olursa olsun, bu adım Irak halkı için tam bir yıkıma dönüstü. Daha İran–Irak Savasının yaraları sarılmadan yasanan Körfez Savası ve hemen ardından gelen 12 yıllık ambargo, ülkede ve toplumda giderilmesi olanaksız yaralar açtı. Irak halkının yıllarca maruz kaldığı ve hâlen yasamakta olduğu zulüm ve iskencelerin sorumluluğunun nereye kadar Saddam’a yüklenebileceği, ABD’nin pesine takılan, uluslar arası sistemin “uygar” sayılan ülke ve kurumlarının sorumluluktaki paylarının ne olduğu çok tartısılmıstır ve her hâlde daha uzun yıllar da tartısılacaktır. Ama bu tartısmaların yitik Iraklı kusaklara hiçbir katkısı olmayacaktır. 

Amerikan isgali sonrasında Irak’ta iktidarını yitiren Sünnî Araplar olmustur. 
İsgale karsı en sert direnisin Sünnî Arapların yasadığı bölgelerde gerçeklesmesi 
bundan ötürüdür. Direnisi sürdürenler, Baas Partisi’nin hâlen örgütlü oldukları 
anlasılan ve her hâlde bazı dı desteklere de sahip olan üyeleridir. Ayrıca, ABD’nin öncülüğündeki isgal güçlerine karsı yürütülen savasımda El Kaide ile bağlantılı olduğu ileri sürülen Ebu Musab Zerkavi’nin adı giderek ön plana çıkmaktadır. Amerikan güçleri, son bir yılda Zerkavi’yi yakalamak bahanesiyle basta Felluce olmak üzere pek çok Sünnî kent ve kasabasına operasyonlar düzenlediler. Operasyonlara hedef olan yerlesim birimleri yerle bir olurken, binlerce sivil yasamını yitirdi. Her biri ayrı bir katliama dönüsen bu operasyonlar da Zerkavi ele geçirilemedi. 

Artık yasa dısı bir yer altı örgütü olan Baas dısında, Sünnî Arapları temsil 
eden iki örgüt göze çarpmaktadır. Bunlardan biri, tüm Orta Doğu’da subeleri bulunan Müslüman Kardesler adlı ılımlı Sünnî Dslâm örgütünün Irak kolu olan Irak İslâm Partisidir. Muhsin Abdülhamid liderliğindeki parti, geçici yönetim konseyine üye vererek, iş birlikçi bir tutum sergilemistir. Irak’lı Sünnîleri temsil eden ikinci örgüt, Bağdat Üniversitesi eski İslâm hukuku profesörlerinden Halit Süleyman el Dâri’nin liderliğindeki Müslüman Ulema Cemiyetidir. Bu örgüt, geçici yönetimle i birliği yapmayı reddederek isgale ve iş birlikçilerine karsı tavır almıstır.25 

Sünnî Araplar, 30 Ocak 2005’deki seçimleri boykot etmislerdir. Boykota katılım, %80’ler düzeyinde gerçeklesmistir. 
Bunun sonucunda Sünnî Arapların çok sınırlı biçimde temsil edildikleri bir meclis ortaya çıkmıstır. Ülkenin yeni anayasasını yapmakla görevli olan bu meclisin ve buradan çıkacak hükümetin işlevselliği kuskusuz çok tartısmalı olacaktır. 

C. Araplarla İlgili Saptamaların Isığında, Irak’ın Geleceği ile ilgili Öngörüler Ve Türkiye’yi Bekleyen Olası Tehlikeler 

Irak’ın üniter yapısının korunması, Sünnî ve Siî Arapların isbirliği yapmalarını 
gerektirmektedir. Saddam Hüseyin döneminde, her iki unsuru birbirine yaklastırmaya dönük ciddî adımlar atılmıstı. Eğer bir Sünnî–Siî ayrılığı yasanmazsa, ülkenin kuzeyinde bir Kürdistan Devleti’nin kurulmasına, kurulsa da yasamasına olanak yoktur. Nihaî hedefi, adı geçen devletin kurulmasını sağlamak olan ABD de bu gerçeği bildiği için, Sünnî– Şiî çatısmasını elinden geldiğince kıskırtmaya çalısmaktadır. Irak içinde ve dısında İslâm tapınaklarına yönelik olarak son zamanlarda sayısı artan saldırıların bu amaçla gerçeklestirilmi olmaları olasılığı çok yüksektir. Her iki taraf da su ana dek kıskırtmalara kapılmamıslardır. Bundan sonra da provokasyonlara karsı uyanık olmayı sürdürürlerse, ABD’nin Kürdistan hesabı zorlasır. Bu bağlamda Türkiye de, Irak’ta ortaya çıkabilecek bir Sünnî–Siî çatısmasının kendisine büyük zarar 
vereceği gerçeğinden hareketle, bu tür bir olasılığı engellemek için elinden geleni yapmalıdır. 

Ancak asıl güçlük, Sünnî ve Siî Arapların, kurulacak yeni devletin yapısı 
üzerinde anlasmaya varmaları noktasında karsımıza çıkmaktadır. Sünnî Araplar, yeni devletin eskisi gibi kendi egemenlikleri altında olamayacağını görmelidirler. Siî Araplar ise, Siî eksenli bir İslâm devletinin, Irak’ın üniter yapısını koruması açısından hiç uygun bir seçenek olmadığını anlamalıdırlar. Su an için her iki tarafın da, fakat özellikle Siîlerin, üniter bir Irak’ın varlığını sürdürmesi konusunda, kendilerine düsen özveriyi sergilemekte istekli olduklarını saptayamıyoruz. Bu anlasmazlık, Türkiye için çok ciddî tehlikeler yaratabilecek bir nitelik tasımaktadır. Çünkü eğer Irak’ın bütününü kapsayan bir yönetim kurulamazsa, o zaman, ABD’nin isteği ve beklentisi doğrultusunda, Siî Arap, Sünnî Arap ve Kürt bölgelerinde üç ayrı “yönetim” kurulacaktır. 

Yukarıda belirtildiği gibi, İran–Irak Savası, İranlı ve Iraklı Siîler arasındaki 
bağın hiç de sanıldığı gibi güçlü olmadığını ortaya koymustur. ABD de bu gerçeğin ayrımındadır. Dolayısıyla ABD’nin, İran’ın etkisine gireceği endisesiyle Irak’ın güneyinde bir Siî Arap devletinin kurulmasından çekindiği ve bundan kaçınacağı yolundaki tahmin ve yorumlar gerçekçi değildir. Hem ABD’nin, hem de onun bölgedeki en değerli müttefiki olan İsrail’in Orta Doğu’ya yönelik çıkarları Irak’ın bölünmesini gerektirmektedir. 

Türkiye, Siî ve Sünnî Arapları, ortak bir devletin çatısı altında birlikte 
yasayabilmeleri için yapmaları gereken özveriler konusunda uyarmaya çalısmalıdır. 
Ama Türkiye’nin bu konuda yapabileceği etkinin çok sınırlı olacağını da kabul etmek gerekir. ABD’yle çok güçlü bağları olan Türkiye’nin yapacağı tavsiyelerin, ABD karsıtlığının en ileri düzeyde yasandığı Irak’ta ciddîye alınacağını ve önemseneceğini sanmak hayal olur. 

Sonuçta, bugünkü Irak gerçeğine salt Araplarla bağlantılı bir açıdan baktığımız da, Irak’ı parçalanmaya götürecek iç ve dış dinamiklerin çok güçlü olduğunu, bunu engelleyebilecek dinamiklerin ise yeterince güçlü olmadığını görüyoruz. 
Bu durumda Türkiye kendisini en kötü olasılığa hazırlamalıdır. Çünkü görüldüğü kadarıyla en kötü olasılık, gerçeklesme sansı en yüksek olan olasılıktır. 

III. Kürtler 

Osmanlı Dmparatorluğu döneminde Musul Vilayeti olarak bilinen; bugünse 
Kuzey Irak denilen bölgenin kuzey ve doğusundaki dağlık kesimlerde yoğun olarak yasayan Kürtler, Irak nüfusunun yaklasık 1/5’ini olusturmaktadırlar. Bölgedeki varlıkları oldukça eskilere dayanan Kürtlerin kökenleri tartısmalıdır. Onların, Turanî, İranî ya da Samî kökünden geldiklerine iliskin savlar vardır. Farsça’nın uzak lehçeleri olduğu söylenen çesitli dilleri konusurlar. Tüm Kürtlerin birbirleriyle iletisim kurmalarına olanak veren ortak bir dil yoktur. En yoğun kullanılan diyalekt Kirmançi ağzıdır.26 

A. “Kürt Sorunu” 

İçinde yasadıkları sert doğa kosulları Kürtleri, asiret denilen küçük ve kapalı 
toplumsal birimler hâlinde örgütlenmeye zorlamıstır. Asireti olusturan bireyler güçlü bağlarla birbirlerine bağlanmıslardır. Mensubiyet algılaması bakımından bireysel ve toplumsal düzeyde belirleyici olan asiret kimliğidir. Bu toplumsal yapılanma, Kürtlerin, Orta Doğu’nun üç ana kültürel–etnik grubunu olusturan Türkler, Araplar ve Dranlılarla ortak bir kimlik algılaması içinde bütünlesmelerini önlediği gibi, kendi aralarında ortak bir ulusal kimlik gelistirmelerini de engellemistir. Böylece Kürtler, asiret yapılarını tehdit eden her türlü siyasal kurumlasmaya ve merkezî otoriteye direnen bölgesel ve kalıcı bir istikrarsızlık unsuru haline gelmislerdir. “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan bu durum, 
bölge için ciddî bir tehdit kaynağıdır. Çünkü hem bölgesel iliskilerin sağlıklı gelisimini engellemektedir, hem de bölge dısı büyük güçler açısından sürekli bir müdahale gerekçesi yaratmaktadır. Nitekim, üzerinde yasadığımız coğrafyanın son 100 yıllık tarihi incelendiğinde “Kürt Sorunu” ile bağlantılı müdahalelerin hemen hiç eksik olmadığı görülür. 

Batı’da, Kürtlerin Orta Doğu’nun bölgesel güçlerine, özellikle de Türklere karsı 
bir silâh olarak kullanılması kararı, Birinci Dünya Savasından hemen sonra verilmistir. 

Bilindiği gibi daha önce bu amaçla kullanılanlar Ermenilerdi. Ama savastan sonra, tehcir nedeniyle Doğu Anadolu’da Ermeni kalmadığı, Kafkasya’daki Ermenistan Devleti de Sovyet etkinlik alanına girdiği için Ermenileri bir araç olarak kullanma sansını yitiren Batılı emperyalist güçler, onların yerini alacak en uygun aracın Kürtler olduğunu değerlendirerek, politikalarını buna göre yeniden belirlemislerdir. 

Bu politikanın sonucu olarak, Birinci Dünya Savasından sonra sürekli kıskırtılan Kürtler Türkiye, İran ve Irak’ta bu ülkelerin yönetimlerine karsı birçok kez ayaklanmıslardır. 

B. Irak Devleti Ve Kürtler 

1919-1924 yılları arasında İngiliz yönetiminin en büyük sıkıntı kaynağı olan Berzenci Asireti’nin sefi Seyh Mahmut Berzenci’nin tasfiye edilmesinden sonra, 27 1920’lerin sonunda Irak’ta, Barzan Asireti ön plana çıkmaya basladı. O dönemde asiretin basında Molla Mustafa Barzani bulunuyordu. 

O da, tıpkı Seyh Mahmut gibi, merkezî yönetimle uzlasmaya yatkın değildi. İngilizler Irak adını verdikleri yapay devleti kurarlarken, kuzeybatıda Kürt çoğunluğunun yasadığı bölgede Irak’tan bağımsız bir siyasal yapı 
oluşturmayı ciddî olarak düsündüler. İngilizlerin hesabına göre, bu bağımsız siyasal yapı ileride Sevr Antlaşması ile Güney Doğu Anadolu’da kurulması öngörülen özerk Kürdistan ile birleserek bağımsız Kürdistan Devletini oluşturacaktı. Ama bu hesaplarından çesitli nedenlerle vazgeçmek zorunda kaldılar. 

    Birincisi, Anadolu’da Mustafa Kemal Pasa liderliğinde örgütlenen ve Sevr Antlasmasını bütünüyle reddeden Türk Ulusal Kurtuluş Hareketinin, böyle bir Kürt olusumuna kesinlikle izin vermeyeceği ortaya çıktı. 

    İkincisi, bu olusum, Türkler kadar İranlıların ve Arapların da tepkisini çekecekti; İngiltere tüm bölgesel güçleri karsısına alarak bölgedeki varlığını sürdüremezdi. 

    Üçüncüsü, Irak sınırları içindeki Kürtleri Bağdat’taki merkezi Sünnî Arap yönetimini denetim altında tutmalarını sağlayacak bir baskı aracı olarak kullanabileceklerini gördüler. 

    Dördüncüsü, Kürt bölgesinin Irak’tan ayrılması, ülkedeki Siî–Sünnî dengesini bütünüyle bozacak ve kendi kurdukları Sünnî Arap devletinin ayakta kalmasını olanaksızlastıracaktı. Mevcut durumda bile, Irak nüfusunun %60’ını olusturan Siîlerin nüfus içindeki ağırlıkları, Kürtler Irak’tan ayrılırsa %70’i geçecekti. 

    Beşincisi, onların sosyo–kültürel, sosyo–ekonomik yapılarını daha yakından inceledikleri zaman gördüler ve anladılar ki, Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmaları ya da onlar adına kurulacak bir devleti sürekli dış yardım ve destek olmadan ayakta tutmaları olanaklı değildir. 

Sonuçta, tüm olasılıkları dikkate alan İngilizler, Kürdistan yaratma hesabını en azından o an için bir yana bırakmanın uygun olacağını değerlendirdi. 

1932 yılında Irak’taki İngiliz mandat yönetimi kağıt üzerinde son buldu. Aynı 
yıl, Molla Mustafa Barzani’nin basını çektiği Kürt ayaklanması, Irak ordusu tarafından İngilizlerin de yardımıyla bastırıldı. Barzani evinde göz hapsine alındı. 

İkinci Dünya Savası sırasında ülkede İngiliz karsıtlığının artması ve Basbakan 
Rasid Ali’nin Almanya ile bağlantı kurması üzerine İngiliz güçleri Mayıs 1941’de Irak’ı ikinci kez isgal ettiler. Aynı yıl, Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırınca İngiliz ve Sovyet güçleri güvenlik gerekçesiyle İran’ı da isgal ettiler. Bağdat ve Tahran’daki merkezî yönetimlerin etkilerini yitirmesinden yararlanan Kürtler, hem Irak’ta, hem de İran’da ayaklandılar. İran’daki Kürtler Mehabad Cumhuriyeti adıyla bir devlet kurduklarını ilân ettiler. Bu olusumun arkasında Moskova yönetiminin bulunduğu anlasıldı. İran Kürtleri ile iş birliği yapan Molla Mustafa Barzani, İran Kürdistan Demokratik Partisini kendisine örnek alarak, 1946’da Irak Kürdistan Demokratik Partisini (KDP) kurdu. İşgalin sona 
ermesinin ve Tahran’ın siyasî otoritesini yeniden sağlanmasının ardından, 1947’de düzenlenen bir askerî operasyonla Mehabad Cumhuriyetinin varlığına son verildi. İran’da bulunan Molla Mustafa Barzani, Sovyetler Birliğine kaçarak bu ülkeden sığınma hakkı istedi. 

14 Kasım 1958’de General Abdülkerim Kasım liderliğindeki bir askerî 
darbeyle, Irak’ta monarsi yönetimi yıkıldı ve cumhuriyet ilan edildi. General Kasım’ın Moskova yönetimi ile yakın iliskiler kurması, Sovyetler Birliğinde sürgün hayatı yasamakta olan Mustafa Barzani’ye Irak’a geri dönme olanağını verdi. Barzani, geri döndükten kısa bir süre sonra, 1961’de yeni bir ayaklanma baslattı. içte, siyasal çalkantılarla ve birbirini izleyen askerî darbelerle sarsılan Irak yönetimi, İran ve ABD’nin desteğini arkasına alan Barzani’nin ayaklanmasını bastırmayı basaramadı. 1968’de Baas Partisi’nin yönetime el koymasıyla ülkede siyasî istikrar sağlandı. Baas yönetimi, Kürtlere özerklik vererek, Barzani’yi devletle barıstırma yönünde bazı adımlar attı. Bu çerçevede, Erbil, Dohuk ve Süleymaniye illerini kapsayan ve zaten pesmergelerin denetiminde bulunan topraklar üzerinde Kürt Özerk Bölgesi kuruldu. Ama Barzani’nin çok fazla istekte bulunması; özellikle de Kerkük petrolleri üzerinde hak iddia etmesi, Baas yönetiminin uzlasma girisimlerini etkisiz bıraktı. Irak’ın petrollerini millîlestirmesi ve 1972 yılında Sovyetler Birliği ile bir Dostluk ve İş Birliği Antlasması imzalaması, Dran ve ABD’nin Barzani’ye verdikleri desteği artırmaları 
sonucunu doğurdu. Ayaklanmayı bastıramayacağını anlayan Baas yönetimi İran’la anlasmak zorunda kaldı. Dki ülke arasında 1975’de Cezayir’de yapılan antlasmayla Irak, Dran’ın Sattülarap su yolu ile ilgili tüm isteklerini kabul ediyor; karsılığında İran da Barzani’ye verdiği desteği çekiyordu. Bundan sonra Irak Ordusu, dış desteğini yitiren Kürt ayaklanmasını sert bir biçimde bastırdı. Önce İran’a oradan da ABD’ye kaçıp sığınan Molla Mustafa Barzani 1979 yılında bu ülkede öldü. 

Bu süreçte KDP içinde de ayrısma yasandı. Partiden kopan bir grup 1969’da 
ayrı bir örgütlenmeye gitti. 1975’de Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) adını alan yeni partinin basına 1976’da Celal Talabani getirildi. KDP’nin Molla Mustafa Barzani’nin ölümüyle bosalan liderliğine de oğlu Mesut Barzani geçti. 

1979’da Saddam Hüseyin’in Cumhurbaskanı ve Devrim Komuta Konseyi 
Baskanı olarak Irak’ın yönetimini ele geçirmesinden ve aynı yıl Dran’da Ayetullah Humeyni yönetimindeki İslâm Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra iki ülke arasında sekiz yıl sürecek yıkıcı bir savaş başladı. 1980–1988 yılları arasında süren sava boyunca Irak’taki Kürtler, İran’ın desteğiyle yeniden ayaklanarak ülkenin kuzeyinde denetimi ele geçirdiler. Savastan sonra İran desteğini çekince Saddam Hüseyin’in intikam operasyonu basladı. Mart 1988’de Halepçe kentinde kimyasal silâh kullanılması, beş bin sivilin ölmesine yol açtı. Ağustos 1988’de baslatılan ve Enfal adı verilen geniş çaplı cezalandırma operasyonu sırasında ise, iddialara göre, binlerce köy yerle bir edildi ve on binlerce insanın öldürüldü. 

C. Batı Dünyası’nın “Kürt Sorunu”na Sahip Çıkması ve De Facto Kürdistan Devleti’nin Kurulması 

1990’da bu kez Kuveyt’e saldırıp bu ülkeyi isgal ve ilhak eden Irak Ordusu, 
1991’de ABD önderliğindeki çok uluslu gücün müdahalesiyle Kuveyt’ten çıkarıldı. Yenilgiye uğrayan Bağdat yönetiminin etkisinin zayıflamasını fırsat bilen ve Batılıların kendisine yardım edeceklerini uman Barzani ve Talabani bir kez daha ayaklandılar. Ama umdukları yardım gelmeyince, bir kez daha, Saddam yönetiminin merhametiyle baş başa kaldılar. Yeni bir katliama uğramak korkusuyla, iki milyonu askın Kürt, Türkiye ve İran sınırına doğru kaçmaya basladı. Bu sırada ve bundan sonra yasanan gelismeler, Kürt sorunu açısından tarihsel bir dönüm noktası olusturmaktadır. Daha önceki olaylar —Halepçe katliamı, Enfal operasyonu— dünya kamuoyunu fazlaca mesgul etmemisti. 

Ama 1991 Nisan ayından baslayarak Kürt sorunu, bölge dısı büyük güçlerin Kürtleri kullanarak bölgeye doğrudan müdahale etmelerine olanak sağlayacak 
bir biçimde nitelik değistirdi. Ve ne yazık ki, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına bütünüyle ters düsen bu nitelik değisiminde, Türkiye’nin yaptığı hatalar belirleyici oldu. 

BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’la yapılacak ateskes antlasmasına temel 
olusturmak üzere aldığı 3 Nisan 1991 tarih ve 687 sayılı kararı güneyde ve kuzeyde ayaklanan Siîlerin ve Kürtlerin korunmasına iliskin bir düzenleme içermiyordu. Ancak Cumhurbaskanı Turgut Özal, 5 Nisan 1991 günü Amerikan Baskanı George Bush nezdinde yoğun girisimlerde bulunarak, BM Güvenlik Konseyi’nin aynı gün 688 sayılı kararı almasını sağladı. Özal’ın bu girisiminin nedeni, Türkiye’nin, “insani gerekçelerle” sınırı açması üzerine 250 bini askın sığınmacının Türkiye’ye girmesiydi. 688 sayılı karar, Irak topraklarının Kürtlerin yasadığı bölümünde, —36. paralelin kuzeyi— bir güvenli bölge (safe haven) olusturulmasını; buradaki insanlara kurtarma, yardım ve evlerine dönüş olanağı sağlanmasını öngörüyordu. Türk ve Batılı diplomatlarca hazırlanan ve Fransa tarafından Güvenlik Konseyi’ne iletilen taslak, Küba, Yemen ve Zimbabwe’nin olumsuz; Çin ve Hindistan’ın çekimser oylarına karsın 10 oyla kabul edildi. Hemen ardından karar uyarınca “Huzur Operasyonu” denilen kurtarma ve 
yardım çalısmaları baslatıldı. 

Irak’a yönelik askerî operasyonda kendisini destekleyen Türkiye ve Suriye’nin 
tepkisini çekmek istemeyen Baskan Bush, Saddam yönetiminin ayaklanan Siî ve Kürt gruplarına karsı siddet kullanması karsısında, Irak’ın iç islerine karısmak niyetinde olmadıklarını açıklayarak ilk anda hareketsiz kalmıstı. Hatta, Dngiltere Basbakanı John Major’un Kuzey Irak’ta bir güvenli bölge olusturulması önerisini geri çevirmisti. Fakat, Turgut Özal’ın girisimiyle çıkarılan 688 sayılı karardan aldığı güçle, 16 Nisan 1991’de, Amerikan, İngiliz ve Fransız askerlerinin, Kürtlere yardım etmek üzere, Türkiye sınırına yakın bir bölgede konuslandırılacaklarını açıkladı.28 Dlk anda üç ülkenin 16 bin askeri bölgeye konuslandı. Daha sonra, ülke sayısı 11’e, asker sayısı 20 bine çıktı. Artık Irak’ın iç islerine uluslar arası bir müdahale söz konusuydu ve buna dayanak olusturan hukuksal düzenleme Türkiye’nin eseriydi. Ancak, Türkiye’nin hataları bununla bitmedi. 


3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder