PENTAGON UN YENİ YOL HARİTASI VE TÜRKİYE’ NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARINA ETKİLERİ
Yazan: Hv.Plt.Yzb.Nihat BİLİCAN*
* Hv.Plt.Yzb.Nihat BDLDCAN, Hava Harp Akademisi 2’nci sınıf öğrencisi.
Özet;
ABD, 11 Eylül terör saldırılarından sonra, ulusal güvenlik kurumlarının transformasyonunu ve yeniden yapılandırılmasını gerçeklestirme ve ulusal
güvenlik politikalarını yeniden sekillendirme çabalarına hız vermistir. Bu kapsamda terörizm ve kitle imha silâhlarının gelisimini engellemek ve kontrol
altına almak için Baskan BUSH tarafından gündeme getirilip uygulama sahasına konulan ve “BUSH DOKTRDND” olarak adlandırılan yeni bir güvenlik modeli
olusturulmustur. “Önceden hareket etme/ön alma” felsefesini esas alan bu doktrinin, Türkiye’nin güvenlik politikalarına etkileri gündeme gelmistir. Özellikle Türkiye’nin güvenliğinin hassas noktaları olan PKK/KONGRA-GEL terör örgütü, Boğazların güvenliği, Ege’deki hak ve menfaatlerimizin korunması ve Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin izleyeceği politikalarda değisme zorunluluğu ortaya çıkmıstır. Özellikle “BUSH DOKTRDND”’nden etkilenip güvenlik politikalarını yeniden sekillendiren ABD’nin, önümüzdeki 15-20 yıl süresince izleyebileceği güvenlik politikalarının iyice analiz edilerek, kendi politikalarımız için bir vizyon belirleme ihtiyacı doğmustur.
1. Giriş
Güvenlik kavramı, tehdit ve risk algılamaları ile sürekli değisikliğeuğrayan bir kavramdır. Terörizm ve kitle imha silâhları gelistirilip yaygınlastıkça, tehdit ve risk algılamaları da değismektedir. Bu çerçevede, "düşük yoğunluklu savas" ve "asimetrik tehdit" gibi kavramlar yeni güvenlik anlayıslarını da beraberinde getirmistir.
Bu kavramların ortaya çıkısı ile birlikte ABD savunma politikasında köklü bir değisiklik meydana gelmiştir. Bunun nedeni, küresel terörizm ve kitle imha silâhlarının yaygınlasmasıyla olusan iki yeni güvenlik tehdididir.
11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a düzenlenen saldırılar çok sayıda insanın yasamını yitirmesine neden
olmustur. ABD’yi savunmaktan sorumlu kurumlar bu saldırıyı, uluslar arası güvenliği tehdit eden unsurlarla baş edebilmek için gerekli stratejiler üretmek maksadıyla bir dönüm noktası olarak algılamıslardır.
11 Eylül saldırıları, küresel terör tehdidinin görülebilmesi açısından katalizör görevini görmüstür. Bu gelismelere bağlı olarak, ABD, yeni “Önleyici Güvenlik”
algılamasına odaklanmıŞtır.
ABD Savunma Bakanlığı, bu gelismelerin ısığında, savunma kurumlarının transformasyonunu amaçlayan altı asamalı bir stratejiyi uygulama kararı almıstır.1
Bunlar;
a. ABD’nin ve Sorumluluk Sahasındaki Bölgelerin Korunması : ABD’de 2002 yılında ABD Kuzey Komutanlığı (NORTHCOM) kurulmustur.
Bu Komutanlığın amacı, belirlenmi sorumluluk sahası dâhilinde ABD’nin topraklarını ve çıkarlarını hedefleyen tehdit ve saldırıları caydırmak, önlemek ve ortadan kaldırmaktır.
Komutanlığın sorumluluk sahası ise; Amerika kıtasındaki ABD toprakları, Alaska, Kanada, Meksika etrafındaki ve bu bölgeleri içine alan hava sahasını ve denizleri ile bunları çevreleyen yaklasık 500 deniz millîk bölgeyi kapsamaktadır.
b. Uzak Tehditler İçin Kuvvet Tahsisi ve Bunları Desteklemek :
Uzaktaki tehditler kapsamında İran Körfezi ve Kuzeydoğu Asya gibi bölgelere geçmiş yıllarda ağırlık verilmiştir. Bu iki bölge, plânlamacıların en fazla ilgilendiği bölgeler olarak önemini sürdürürken, uzaktaki muharebe sahaları için kuvvetlerin tasarlanması ve uzak mesafelerdeki kuvvetlerin kapasiteleri konularına da önem verilmeye baslanmıştır. Ayrıca, yurt dısındaki kuvvetlerin takviyesi de plânlanmıştır. Bu durum, ABD’nin deniz asırı bölgelerdeki üslerine kuvvetlerin önceden konuşlandırılmasına daha fazla önem verilmesine ve deniz kuvvetlerine ait gemilerin asıl limanlarından baŞka yerlerde kalıŞ sürelerinin uzamasına neden olmuştur.
c. Düşmanların Beslendiği Kaynakları Belirlemek :
11 Eylül öncesinde ABD, teröristlere ev sahipliği yapan hükümetlere ve rejimlere karsı nispeten hos görülü davranmıstır. Dısisleri Bakanlığı her yıl terörist
faaliyetlerle doğrudan veya dolaylı olarak bağlantısı bulunan ülkelerin listesini yayımlamaktadır. Ancak teröristlere ev sahipliği yapan ülkelerin ve rejimlerin
görüslerinin aslında teröristlerle aynı olduğunu açıkça ortaya koyacak, ABD’ye ait belirli bir politika söz konusu değildi. ABD, son dönemdeki olaylardan sonra bu
politikasından vazgeçmistir. Afganistan’daki faaliyetler ABD’nin bu konudaki ciddiyetinin en somut göstergesidir.
ç. Bilgi Sistemlerinin Korunması :
Bilgi çağında, savunma plânlamacılarının iletisim sebekelerinin bütünlüğünün korunmasına her geçen gün daha fazla önem vermeleri gerekmektedir. Analistlerin ifade ettiği gibi bu ağın genislemesi, gücün terörist örgütler gibi devlet dısı unsurlara da ulasması demektir. Terörün sebeke hâline gelmesi, siber savaslar ve network savasları; teröristlerin ve asimetrik bir savasta yer almak zorunda olanların ulasabileceği araçların etkili bir özelliği olabilmektedir. Siber terörizm, Amerikalı savunma plânlamacıları için gittikçe büyüyen bir tehdittir ve savunma alt yapısının çesitli vasıtalarla sağlamlastırılması da dâhil bu tehditlerle basa çıkabilmek için gerekli girisimlerde bulunulmaktadır.
d. Etkin Müşterek Operasyonlar Dçin Bilgi Teknolojisinin Kullanılması :
Bu alandaki en son yenilik, ağ (network) merkezli harp (network-centric warfare (NCW)) konseptinin gelistirilmesidir. Bu konsept kısaca, dağınık kuvvetleri
birbirleriyle iletisim hâlinde tutabilmek için ABD askerî komutanlıklarının bilgi teknolojilerinin avantajlarını kullanmaları gerektiği esasına dayanmaktadır.
Günümüzde güç kaynağı bilgi, iletisim ve sür’attir. Ağ merkezli harpte hedef, muharebe sahasının ortak bir resmini alabilmek için bilgiyi koordine etmektir. Alıcılar, bilgisayar kabloları ve farklı iletisim sistemleri arasındaki bilgi akısı, ağ merkezli harp modelinin kullanılmasıyla koordine edilir. Pek çok analist, ABD’nin Afganistan’daki askerî harekâtının özellikle nokta hedeflerin vurulması ve sür’at konusunda basarısının, ağ merkezli harbin yararlarını kanıtladığı inancındadır.
Ağ merkezli harp, ortaya çıkan tehditlerle mücadelede komuta merkezlerine çok daha büyük bir sür’at sağlamaktadır. Bunu korumak oldukça pahalı ve zor bir olgudur.
e. Uzaya Engelsiz Çıkışın Sağlanması ve Uzayla İlgili İmkân ve Kabiliyetlerin Korunması :
Transformasyon süreci, ABD’ye ait balistik füze savunma imkân ve kabiliyetleri nin gelistirilmesi ve sonrasında intikaliyle ilgili önemli bir hedeftir. ABD, füze savunma plânlamasının koruma ve gözetleme için kullanıldığı günlerinden bu yana çok yol kat etmistir. Ucuz bir balistik füze savunması imkân ve kabiliyetinin sahip olduğu pek çok teknik kısıtlama ortadan kaldırılmaktadır. Dlk intikallerin önümüzdeki birkaç yıl içerisinde gerçeklestirilmesi beklenmektedir. Aynı zamanda Baskan Bush, 1972 tarihli Anti-Balistik Füze Anlasmasından ayrılmaya karar vermistir. Böylece bu tür imkân ve kabiliyetlerin intikali konusundaki yasal engeller de ortadan kalkmıstır.
Yukarıda belirlenen stratejilere ilâve olarak dile getirilen ikinci nokta, Savunma Bakanlığının kuvvet kullanımının zamanlamasına iliskin görüsleridir. ABD Savunma Bakanlığı “ABD’yi savunmak, önlemeyi ve bazen de herkesten önce hareket etmeyi gerektirir. Terörizmden ve ortaya çıkmakta olan diğer tehditlerden korunmak, düsmanla savasmamızı gerektirir. En iyi ve bazı durumlarda da tek savunma yöntemi iyi bir taarruzdur.” Görüsünü benimsemistir. ABD’nin hedef belirleme felsefesi radikal, yeni bir eğilim olarak yorumlanmaktadır. Bu yorumun anlamı; ABD’nin, teröristlerle ilgili herhangi bir “serseri ülkeyi” önceden davranarak vurmayı amaçlayan bir politikayı
izlemeye baslayacak olmasıdır. Önceden hareket etmek konusunda genel olarak üzerinde durulan nokta, tahrip edici baska bir saldırı ihtimaliyle karsı karsıya
kalındığında, ABD’nin hareketsiz bir sekilde oturmayacağını vurgulamaktı. Önceden hareket etmeye verilen önem, aynı zamanda caydırıcılık politikasının her durumda ise yaramasının beklenmemesi gerektiğini de dikkate alır. Yapılan açıklamalar ve olusturulan stratejiler analiz edildiğinde uygulamaya geçirilmesi plânlanan politikanın temelinde “Bush Doktrini” yatmaktadır.
2. “Bush Doktrini” Nedir?
“Bush Doktrini” olarak anılan yeni güvenlik anlayısının temellerini, ikiz kulelerin vurulması ertesinde 14 Eylül 2001’de Baskan Bush’un The National Cathedral’da
yaptığı konusmada 2 bulmak mümkündür. Anılan konusmada “ABD, küresel uzantıları olan teröristlere karsı sava yaptığı” ve bu savastaki “düsmanın, masum kisilere karsı yürütülen önceden tasarlanmı siyasî amaçlı siddet anlamında, terörizm” olduğu belirtildikten sonra, teröristler ve bilerek bunları barındıranlar veya yardım edenler arasında bir ayırım yapılmayacağı ve bunlar arasından da özellikle kitle imha silâhlarını edinmeye veya kullanmaya çalısanların hedef alınacağı; ABD vatandaslarının çıkarlarını, nerede olursa olsun korumak için “tehdidin ABD sınırlarına ulasmadan teshis ve imha” yoluna gidileceği ve bu konuda “gerekli olduğunda tek basına hareket etmekte” tereddüt etmeksizin “kendini koruma hakkını kullanarak, teröristlere karsı önceden davranıp (by acting preemptively)” ülke ve halka zarar vermelerinin önleneceği açıklanmıstır.
Bush Yönetimi sırasında gündeme gelen bu konsept, o dönem ABD’nin içinde bulunduğu ekonomik güçlükler sebebiyle büyük strateji olarak ortaya çıkamamıstır.
1994 Temmuz’unda, Clinton Yönetimi göreve geldikten yaklasık bir buçuk yıl sonra, yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi yayımlandı. Clinton Yönetimi’nin gelistirdiği strateji de bir önceki gibi askerî yönden güçlenmeyi, “barı kusağı” olarak anılan serbest pazar demokrasileri ile ittifaklar kurup gelistirmeyi hedeflemektedir. Clinton Yönetimi’nin hazırlamı olduğu yeni strateji, dünyanın kritik bölgelerindeki bölgesel tehditleri vurgulamaktadır. Fakat ortaya çıkan bu yeni durum bu stratejinin uygulanmasına fırsat vermemistir. Bu yeni durum yeni duruslar yaratmıstır. ABD yeni duruma adapte olmakta gecikmemistir. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından, 30 Eylül 2001’de yayımlanan üç aylık Savunma Gözden Geçirme Raporuna (Quadrennial Defense Review Report-QDR 2001) göre ABD menfaatlerinin korunması dört kritik hedefin elde edilmesine bağlanmaktadır. Yeni stratejinin 11 Eylül’den sonraki on dokuz gün içinde olusturulduğunu düsünmek elbette yanıltıcı olur, fakat bu süre içinde eklenen hususlar olduğu muhakkaktır. Yeni stratejinin dört hedefi kısaca söyledir:
a. Dost ve müttefikleri, ABD’nin kararlılığı ve güvenlik kontratlarını yerine getirme kapasitesi konusunda inandırmak,
b. Düsmanları, ABD ya da dost ve müttefiklerinin çıkarlarına tehdit teskil edebilecek programlar takip etmekten ve hareketlerde bulunmaktan caydırmak,
c. Saldırgan tutum sergilemesi hâlinde, düsmanın askerî kapasitesi ve bunu destekleyen alt yapısı üzerinde, yıkıcı cezalandırmalar uygulamak ve ABD’nin düsman saldırılarına siddetle karsılık verme kapasitesini öne çıkararak, düsmanı
saldırgan ve zorlayıcı tutumundan caydırmak,
ç. Caydırıcılığın etkili olmadığı durumda, herhangi bir düsmanı kararlılıkla yenilgiye uğratmak.
Bu yeni stratejinin esas hedefi; savunma plânlamasının temelini, Soğuk Sava dönemindeki gibi “tehdit temelli” bir modelden farklı olarak, “imkân ve kabiliyetler” ya da “askerî yetenekler” esaslı bir temele oturtmaktır. Dmkân ve kabiliyetler esaslı bu model, özel olarak, düsmanın kim olacağı ya da bir çatısmanın nerede olabileceğinden çok, düsmanın nasıl savasabileceği (hangi imkân ve kabiliyetlerle karsımıza çıkabileceği) ile ilgilidir.
Bu yeni model, uzak savaş alanlarında, büyük çaplı konvansiyonel çatısmalar için plânlama yapmanın artık yeterli olmadığından hareketle, amaçlarına ulasmak üzere sürpriz, aldatma ve asimetrik savaş teknikleri kullanan düsmanları caydırmak ve yenilgiye uğratmak için ihtiyaç duyulan imkân ve kabiliyetlerin tanımlanmasına dayanır. Bu imkân ve kabiliyetleri plânlama sürecine uyarlamak, ana sahalardaki askerî avantajları devam ettirirken, düsmana asimetrik etki yapabilecek yeni askerî avantaj ve imkân ve kabiliyetler gelistirmeyi ve ayrıca, sahip olunan eski askerî kabiliyetlerin de yeni sartlara uyarlanmasını gerektirir. Özetle, yeni yaklasım, ABD’nin asimetrik avantajlarını geleceğe tasımak için Amerikan kuvvetlerinin imkânlarının, kabiliyetlerinin ve kurumlarının dönüsümünü gerektirir. Tüm bunlar etkili diplomasi, güçlü ekonomi, dikkatli ve hazır bir silâhlı kuvvet (savunma) gerektirmektedir.
3. Türkiye’nin Güvenlik Politikaları
Türkiye’nin güvenlik algılaması iki boyutta değerlendirilebilir. Bunlar, iç güvenlik ve uluslar arası güvenliktir. Dç güvenlik ve uluslar arası güvenlik, gerek sava
bölgelerinde gerekse düsük yoğunluklu çatısma alanlarında yıllardır alısılagelmi bir sorun olan iç güvenlik kaygılarının, bugün artık ABD ve Avrupa’nın gündemine de ciddî anlamda oturacağı değerlendirilmektedir. Son olayların iç güvenlik ve terörizmle ilgili ortaya koyduğu diğer bir boyut da kitle imha silâhları ile ilgili değerlendirmelerin yeniden gündeme gelmesidir.
Güvenlik algılamasının uluslar arası boyutu dı politikada ikincil plâna atılan bir faktörün yeniden ön plâna çıkması anlamına gelmektedir. Bazı yaklasımlara göre soğuk sava döneminde güvenlik yoktu, ama istikrar vardı. 1990’larda ise güvenlik vardı, fakat bu sefer de istikrar yoktu. Bu denklem 11 Eylül 2001’den sonra “güvenlik yok, istikrar da yok” durumuna geldi. Özellikle, yeni dönemin güvensizlik ortamını yaratan faktörlerin istikrarsızlık bölgelerinden türediği ve daha önce istikrarsız bölgeler ile sınırlı kalan güvensizlik sorununun artık terörizm yoluyla tüm dünyaya yayıldığı olgusu, bu konudaki algılamaları değistirmek için önemli bir alt yapı hazırlamıstır.
Günümüzde Avrupa Güvenlik Politikası, “sınırların korunmasına dayalı savunma” anlayısını terk ederek “sınırların ötesindeki menfaatlerin korunması,
olumsuz gelismelere imkân vermeden yerinde çözümleme” ilkesine dayalı “stratejik güvenlik” kavramına yönelmistir. Bu kavram ABD’nin yapmak isteyip de yapamadığı bazı uygulamalar için son derece uygun bir ortam yaratmıstır.3 ABD’nin "önleyici müdahale” doktrinini uygulayabileceği ve bu konuda geleceğe yönelik plânlar ürettiği bölgelerin önemli bir kısmı, Türkiye’nin yakın çevresi ve çıkar çevresi ile ilgili olduğundan ABD’nin kendi menfaatleri paralelinde atacağı adımlar, Türkiye’yi siyasî ve ekonomik açıdan etkileyecektir. Bu nedenle, süreç, radikal akımlar ve etnik bölücülüğe bağlı olarak, Türkiye’nin güvenliğini ve güvenlik anlayısını derinden etkileyecek bir potansiyel tasımaktadır.
Türkiye’nin millî güvenlik politikasının temel esasları; her türlü uluslar arası gerginliğin azaltılmasına ve adil ve kalıcı bir barısın sağlanmasına azami katkıda
bulunmak, krizleri / çatısmaları önleyici ve gerginlikleri azaltıcı gerekli tüm tedbirleri almak, kolektif savunma sistemlerinde aktif olarak yer almak ve kendisine verilecek sorumlulukları yerine getirmek, Avrupa güvenlik yapılanmasının içinde yer almak ve Avrupa’da güvenlik ve istikrara katkıda bulunmaktır. Bu hedeflere ulasmak amacıyla sekillendirilen Türkiye’nin millî güvenlik politikasını yönlendiren temel ilke, Atatürk’ün “yurtta barı dünyada barıs” ilkesidir.
4. Bush Doktrininin Türkiye’ye Etkileri
Bush Doktrini’nin gelecekteki ortak güvenlik sisteminin biçimlendirilmesindeki etkisi ne olursa olsun, bu sistemin islememesi üzerine kuvvet kullanma yasağı ve istisnaları üzerinde doktrinde açılmı bulunan tartısmalara ivme kazandıracağı açıktır. Bu doktrin, özellikle mesru müdafaa hakkının kapsamıyla ilgili üç temel noktada da, göz ardı edilemeyecek bir milletler arası uygulama değerini tasır. Bu temel noktalar sunlardır : “Silâhlı saldırı” nedir?, “Vukuu bulması” gerekli midir? “Hangi hak ve çıkarları hedef alan saldırı” bu hakkı kazandırır?
Mesru müdafaa hakkının bu noktalarda geni yorumu, Türkiye’nin karsı karsıya bulunduğu bazı sorunlara –PKK/KONGRA-GEL terörü, Boğazlarda terör,
Ege’de hak ve çıkarlarımızın korunması, Kıbrıs’la ilgili garanti iliskisinin mesruiyeti gibi– hukuk içinde çözüm aranırken, lehimize olan sonuçlara götürebileceği değerlendirilmiştir.4 Bu değerlendirme, Bush Doktrini ısığında aşağıda belirtilen baslıklar altında incelenmiştir.
a. PKK / KONGRA-GEL Terörü :
Sözde su sorununda koz olarak kullanmak amacıyla, 1979’dan itibaren kontrolü altındaki Bekaa vadisinde PKK terör örgütünün yerlesmesine, eğitim görmesine, teskilâtlanmasına izin veren; para, silâh ve idarî yardımlar yapan Suriye’nin eylemlerinin, BM Sartı’nın 2‘nci maddesi 4’üncü fıkrasında yasaklanan
“dolaylı kuvvet kullanma” kalıbına uyan bir hukuka aykırılık olduğu yönünde iddialar mevcuttur. Bush Doktrini altında, teröristlerin kitle imha silâhlarını ele geçirdikleri veya geçirecekleri varsayımı ile bunları barındıran devlet ülkesinde mesru müdafaa esasına dayalı bir askerî harekât haklı görülebilecektir. Ancak, bu tür bir yorumu resmen benimsemeden önce, aleyhimize kullanılıp kullanılmayacağı da hesaplânmalıdır. Bu noktada Rusya Federasyonu’nun Çeçen dernekleriyle ilgili yakıstırmaları dikkatle izlenmelidir. Tek basına dernek kurma, ülke bütünlüğünü hedef alan kuvvet kullanma eylemlerine hazırlık ve bunların teskilâtlanmasını gerçeklestirmiyorsa, yasağın kapsamına girmez. Baskan Bush, doktrininin kötüye kullanmalara yol açabileceğinden kaygı duymustur.
01 Haziran 2002’de West-Point’te yaptığı konusmada, su noktanın altını çizme gereğini duymustur. “ABD, bütün durumlarda ortaya çıkmakta olan tehditleri önlemek için kuvvet kullanmayacaktır, milletler de önlemeyi saldırı için bir
bahane olarak kullanmamalıdırlar.”5
Irak’ın kuzeyinden kaynaklanan terör eylemlerine karsı Irak ülkesinde yürütülen askerî harekâtlarda Türkiye, mesru müdafaa esasına dayanması gerekmektedir. Hukukta mesru müdafaa, devletler arasındaki iliskilerde söz konusu olabilecek bir hak olduğu için, PKK terör örgütü ile mücadeleyi mesru müdafaa kalıbına sokmak, PKK terör örgütüne milletler arası hukuk kisiliği tanıma anlamına gelebilecektir. Saddam hükümetine karsı bir mesru müdafaa durumunun varlığı söz konusu edilemezdi. Çünkü ülkesel egemenliğin bir islevi olarak doğan, ülkedeki faaliyetlerin bir baska devlet veya o devlet ülkesindeki kisilere zarar vermemesi için gerekeni yapma yükümlülüğü, hukuki dayanaktan yoksun kalmıstı. Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki “otorite bosluğu” nedeniyle olusan ülke güvenliği ve bütünlüğüne karsı faaliyetleri durdurma amacıyla askerî harekât düzenlenmesi gereği yolundaki tezi, su anda yerlesik yetki kurallarına uygundur. Ülkede baska devletlere zarar veren faaliyetlerden sorumlu tutulabilecek bir otorite yoksa, tıpkı hiçbir devletin egemenliğine tâbi olmayan yerlerde kisisel egemenlik ilkesinin geçerli olması gibi6 zarar verici faaliyetleri, zarar gören devlet kendi çabasıyla durdurabilir.
b. Türk Boğazlarında Terör :
Tehlikeli madde tasıyan gemilerin Türk Boğazlarından geçisinin kıyı güvenliğimiz açısından yarattığı riskler ortadadır. Bu özel yük tasıyan gemilerin
yanında bir de yolcu gemilerinin terörist amaçlarda kullanılması ihtimali, hukuki açıdan da çözüm önerilerini güçlestirmektedir. Bu konuyla ilgili olarak 1936 tarihli Montreux Sözlesmesi uyarınca boğazlardan geçen gemiler üzerinde zabıta ve yargı yetkisini kullanma hakkı vardır. 1994 ve bugün 1998 tarihli Türk Boğazları Deniz Trafik Tüzüğü’nün hukuki esası, bu yetkidir. Tehlikeli olduğu gerekçesiyle bu tür gemilerin geçisinin yasaklanması yoluna gidilmesi, geçisin “zararsız” olmasını sart kosan ve fakat bunu geçen geminin kara sularından geçerken kıyı devletinin “barısına, düzenine, güvenliğine halel getirecek” bir eylemin yapılması olarak tanımlayan günümüz hukukunda, bu tür tehlikeli madde tasıyan gemilerin, yasaklanmı bir eylem yapmaksızın sadece geçisinin zararlı olduğu ve bu nedenle yasaklanabileceğini ileri sürmek bu antlasmalar çerçevesinde güçtür. Boğazlardan geçen gemiler üzerindeki yetkilerin kullanılması sürecinde “iyi niyet” ve “makuliyet” sınırının asılmamasına ve
Montreux Sözlesmesi hükümlerinin doğru ve eksiksiz okunmasına özen gösterilmelidir. Ayrıca “Kılavuzluk ve romorkaj ihtiyari kalır” yolundaki 2’nci madde hükmünün, 11 Eylül ertesinde “savas” kavramına verilen anlamdan yola çıkarak, Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidine maruz saydığı durum düzenleyen 6’ncı maddeyi devreye sokup, Boğazlardan geçisin Türk makamları tarafından gösterilen yoldan yapılması, gemilerin Boğazlara gündüz girmeleri gibi ücrete tâbi olmamak kosuluyla kılavuz almayı zorunlu kılabileceği ileri sürülebilecektir.
c. Ege Denizinde Haklarımızın Korunmasında Önleyici Mesru Müdafaa :
Devletin ülke bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığına ve bunun simgesi durumundaki askerî gemi ve uçaklarına yapılan saldırı veya tehdidinin mesru müdafaa
hakkının doğumuna yol açacağı kabul edilmektedir. Ülke dısındaki vatandaslarının canına karsı veya bir hakkın (balıkçılık hakları, geçi hakkı gibi) ülke dısında kullanımının kuvvet kullanılarak engellenmesi durumunda da bu hakkın doğacağı doktrin ve içtihatta kabul edilmistir.
Bu konunun Ege’de haklarımızın korunması açısından önemi suradadır: Ege sorunları arasında en hayati olanın kara sularının genisletilmesi olduğu ve bunun niçin hayati olduğunu, burada yeniden açıklamaya gerek yoktur. Türkiye, azami 12 mil genislikte kara suları saptama hakkını her devlete tanıyan 1982 tarihli Konvansiyonun 3’üncü maddesine itiraz etmi ve antlasmayı imzalamamıstır. Yunanistan, bu kuralın örf ve adet kuralı niteliğini kazandığını ileri sürerek, Ege’de uygulanmasını sağlayacak millî düzenlemeleri yapmı ve fakat henüz uygulamaya geçmemistir.
Türkiye, kuralın olusumu asamasından itibaren açıkça ve tutarlı biçimde itiraz eden devlet konumunda olması nedeniyle, bu genisliğin Ege’de kendisine karsı ileri sürülemeyeceğini iddia etmektedir. Yunanistan kuvvet kullanarak veya tehdidini sergileyerek Türk gemilerine karsı mevzuatını uygulama yoluna giderse, geni yorum altında, açık denizde (6 milin ötesi bizim için açık deniz statüsünü korumu olacaktır) ulastırma ve uçma haklarının kullanılmasını sağlama amacıyla ve bu ölçüde mesru müdafaa esası altında kuvvet
kullanabilecektir.7
ç. Türkiye’nin, Kıbrıs’ın Hukuki Statüsüne Saygı Gösterilmesini Dsteme Hakkı :
Kıbrıs sorunu, özü itibariyle, Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan’da kurulan siyasî-askerî dengenin korunması sorunudur. Bu terazinin bir kefesinde, Kıbrıs’ta Türk-Yunan dengesinin korunmasını amaçlayan bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını sürdürmesi vardır. Bu yükümlülüğün içeriği “ne olursa olsun herhangi bir devlet ile, tamamen veya kısmen, herhangi bir siyasî veya ekonomik birliğe katılmama” ifadesi yer almaktadır. Dkinci kefesinde ise, Türk toplumuna devlet idaresinde esit ortaklık statüsü sağlayan, kaynağını Zürich-Londra Anlasmalarından alan ve 1960 Garanti Antlasması vardır. Bunlara ilâve olarak Anayasanın Temel Maddeleri vardır ki, bu temel maddeler arasında Baskan ve Türk toplumunun temsilcisi konumundaki Baskan Yardımcısına tanınan, dısisleri, savunma ve güvenlik konuları yer alır. Dısisleri konuları arasında sadece “Yunanistan ve Türkiye’nin birlikte katıldıkları milletler arası teskilâtlara ve ittifak paktlarına Kıbrıs Cumhuriyeti’nin katılması” vetoya tâbi islerin dısına çıkarılmıstır. Ayrıca, yine Türkiye veya Yunanistan’ın Kıbrıs’ta birbiri karsısında daha elverisli bir durum kazanmaması için, “niteliği ne olursa olsun bütün anlasmalar bakımından” üç garanti eden devlete ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bir yükümlülük olarak yüklenmistir.
Türkiye’nin, Kıbrıs’ta belirli bir statünün varlığını sürdürmesini talep etme hakkına dayanılarak, 1974 Kıbrıs Barı Harekâtındaki gibi bu statünün kuvvet
kullanılarak değistirilmesi girisimleri karsısında BM‘nin 51’inci maddede saklı tutulan mesru müdafaa hakkını ileri sürerek kuvvete basvurabileceği ve bunun BM Sartında yasaklanmamı olduğudur. Yalnız 1963’ten sonra Rum toplumunca Kıbrıs’ta sergilenmi olan “hakların kuvvet kullanılarak gasp edilmesi durumu”nda değil, adı konmamı “çıkarların” zarar görmesi “ihtimali”ne karsı “süresiz” bir mesru müdafaa durumunun varlığını savunmakta olan Bush doktrini ile karsılastırıldığında, bu tez, kuskusuz var olan hukuk çerçevesinde bile doğrulanabilecek bir yorum olma özelliğini kazanmıstır.
5. Sonuç ve Değerlendirme
Türkiye, sürekli barıstan yana ve genislemeci olmayan bir politika uygulamasına rağmen güvenlikle ilgili sorunlar ile karsılasmaktadır. Çünkü küresel güç konumundaki ABD’nin güvenlik politikalarındaki meydana gelen değisiklikler, diğer ülkelerin güvenlik politikalarının değismesinde ve etkilenmesinde en önemli faktördür.
Görülen odur ki; ABD,çıkarlarını korumak için, Türkiye’nin gerek çevresel gerekse bölgesel girisimlerini kuvvetle desteklemesini gerekliliğinin farkındadır.
ABD ve Türkiye’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Akdeniz, Asya içlerinde ve Avrupa’da birbirini tamamlayan çıkarları vardır. Türkiye’nin AB ve diğer Avrupa
organizasyonlarına üyeliği, ABD’ye dolaylı olarak Avrupa’nın bu önemli organizasyonlarını etkileme olanağını verecektir. Türkiye’nin yakın bir müttefik olarak Avrupa masasında oturması, ABD’ye tek basına elde edemeyeceği bir etkinlik ve AB islerine karısma olanağı verebilecektir. Buna ek olarak, ABD ve Türkiye’nin Kafkaslar’da, Orta Asya’da ve Ortadoğu’da da ortak çıkarları vardır. Türkiye, Avrupa’ya yönelik hedeflerinin desteklenmesine karsılık ABD ile bu bölgelerde stratejik iş birliğinde bulunabilme ve etkinlik gösterebilme özelliğine sahiptir. Uyanan ve Batıya entegre olmak isteyen bu zengin coğrafyaya, Batının ilgisiz ve tepkisiz kalması beklenmeyeceğinden ABD’nin Türkiye’deki askerî varlığını sürdürmek isteyeceği de beklenmektedir. Türkiye’nin bu konuda ön alma veya öngörüde bulunma zorunluluğu ortaya çıkmıstır.
Uluslar arası terörle mücadele, bölgesel krizlere müdahale ve bölgemizdeki istikrarın kuvvetlendirilmesi kapsamında iki devlet arasında istihbarat basta olmak üzere geni iş birliği olanakları bulunmaktadır. Önümüzdeki yıllarda da ortak hedefler belirlenmesi gerekmektedir. Bu hedefler belirlenirken reaktif tutum yerine proaktif bir tutum sergilemek süphesiz ülke menfaatlerine fayda sağlayacaktır.
ABD; Türkiye’de askerî varlığını sürdürmeye devam ederken, iki ülke askerî iliskileri de süphesiz gelismektedir. Soğuk Savaş koşulları altında iliskilerimizin
savunma yönünün daha fazla gelistiği görülmektedir. Bu bakımdan güvenlikle ilgili iliskiler önemini korumaya devam ederken, diğer alanlarda da (özellikle siyasî ve ekonomik/teknolojik) iliskilerin gelistirilmesi için yeni adımların atma çabaları devam etmektedir. Bu yeni iliskiler düzenine, derinlestirilmi ortaklık (enhanced partnership) adı verilmistir.
Belirtilen hususlar göz önüne alındığında merkezî coğrafi konumu ve geni potansiyeli nedeniyle Türkiye’nin, ABD’nin stratejik ortağı olmaya önümüzdeki
dönemde de devam edeceği ve Amerika’nın stratejik çıkarlarını doğrudan etkileyeceği değerlendirilmektedir.
Stratejik boyutlarıyla incelenen iki ülke iliskilerinin, güvenlikle ilgili düsünceler esas olmak üzere gelismeye aday olduğu açıktır. Karsılıklı çıkar üzerine kurulmakta olan bu ikili iliskilerin uzun vadede geliserek devam edeceği; ancak ABD’nin kendi çıkarları ile Türkiye’nin çıkarlarının çatısması söz konusu olduğunda, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını çok fazla gözetmeden hareket edeceği değerlendirilmektedir. Ancak çıkarların çatısması durumunda olayların gelisim seyrini proaktif(öngörülü) yaklasımların belirleyeceği ve hazırlıklı olanın büyük fayda sağlayacağı akıldan çıkarılmamalıdır.
KAYNAKÇA
1) Barnet Thomas P.M., Pentagon’nun Yeni Haritası, 1001 Kitap Yayınları, İstanbul, 2005.
2) National Intelligence Council, Mapping The Global Future, Government Printing Office, Washington, 2004.
3) Davutoğlu Ahmet, Stratejik Derinlik, Küre Yayınevi, İstanbul, 2001.
4) Toluner Sevin, Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, Beta Yayınları, İstanbul, 2000.
5) Erkmen Serhat, ”11 Eylül 2001: Terörizmin Yeni Miladı”, Stratejik Analiz, Asam Yay., Ankara, Ekim 2001.
6) “Yeni Güvenlik Sorunlarına İliskin ABD Bakı ve Politikaları” sempozyumu, 13 Mart 2003, Harp Akademileri Komutanlığı, Dstanbul.
7) The National Security Strategy of the United States Of America, September 2002, s. 5.
DİPNOTLAR;
1 Prof. Dr. Jack KANGAS, “Yeni Güvenlik Sorunlarına İliskin ABD Bakı ve Politikaları” sempozyumu, 13 Mart 2003, Harp Akademileri Komutanlığı, İstanbul.
2 The National Security Strategy of the United States of America, September 2002, s. 5.
3 Serhat Erkmen,”11 Eylül 2001: Terörizmin Yeni Miladı”, Stratejik Analiz, ASAM Yay.,Ankara, Ekim 2001, cilt 2, sayı 8, s.13-16.
4 Prof. Dr. Sevin TOLUNER, “Yeni Güvenlik Sorunlarına ilişkin ABD Bakı ve Politikaları” sempozyumu, 13 Mart 2003, Harp Akademileri Komutanlığı, İstanbul.
5 The National Strategy of the United States of America, September 2002.S.15
6 Sevin TOLUNER, Milletler arası Hukuk Dersleri, 1989, S.1-5, 8-10.
7 Sevin TOLUNER, “AET’nin Gümrük Sınırları ve Ege Sorunu”, Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, 2000, S.1, 25-26. Milletler arası Hukuk Dersleri 1989, S.98-109.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder