17 Mayıs 2020 Pazar

SAVUNMACI REALİZM VE SALDIRGAN REALİZM BAĞLAMINDA KARADENİZ HAVZASI’NDAKİ ÇATIŞMA GERÇEKLİĞİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ BÖLÜM 1

SAVUNMACI REALİZM VE SALDIRGAN REALİZM BAĞLAMINDA
KARADENİZ HAVZASI’NDAKİ ÇATIŞMA GERÇEKLİĞİNİN
DEĞERLENDİRİLMESİ BÖLÜM 1


Göktürk Tüysüzoğlu*



Özet

Farklı coğrafi, toplumsal ve sosyo-ekonomik gerçekliklere eklemlenmiş bölgelerin kesişim noktasında bulunan Karadeniz Havzası, Soğuk Savaş sonrası kapsam ve anlam bakımından ciddi bir başkalaşıma uğramıştır. Bu değişim havzanın yapısını ve görünümünü önemli oranda farklılaştırmış ve bölgenin içselleştirdiği çatışma yoğun ilişkiler ağının da konsolide edilmesini beraberinde getirmiştir. Uluslararası sistem bağlamında yaşanmaya başlanan hegemonya-çok kutupluluk mücadelesinin Karadeniz Havzası’na olan olumsuz siyasal yansıması, havzanın çatışma yoğun ilişkiler ağına eklemlenmesinin en önemli nedeni olarak görülmelidir. Bunun yanı sıra; ekonomik azgelişmişlik, serbest pazar ekonomisine geçiş aşamasında yaşanan büyük çaplı sosyal problemler ve gecikmiş bir milliyetçiliğin siyasal arenaya iç çatışma ve katliamlar çerçevesinde yansıyan görünümleri, tarihsel ve etno-kültürel problemlerle birleştiği noktada, havzadaki çatışma ortamını güçlendirmektedir. Bu çalışma, Karadeniz Havzası’ndaki çatışma yoğun ilişkiler ağını, savunmacı realizm ve saldırgan realizm bağlamında değerlendirecek ve bu dikotominin havzadaki siyasal işleyişe olan etkisini örneklerle açıklamaya çalışacaktır.


Giriş


Karadeniz Havzası; ulus devlet, güç ve çıkar odaklı sistemik yapısı ile çatışma
faktörünün ön planda olduğu ve hem havzada yer alan aktörler bazında hem de havza ile ilgili küresel ve bölgesel aktörler ekseninde çıkar farklılaşması ve rekabete dayalı kutuplaşmanın ayyuka çıktığı bir coğrafi alanı nitelemektedir. Karadeniz Havzası’nda çatışma gerçekliğinin bu kadar baskın olmasının biri içsel diğeri de dışsal iki önemli nedeni vardır. Karadeniz Havzası tanımının içerdiği coğrafi alan kapsayıcılığının Soğuk Savaş sonrası ciddi bir başkalaşıma uğraması bunlardan en önemlisi olarak görülebilir. Zira bu başkalaşım sonrası tarihsel, sosyo-kültürel, kimlik odaklı ve psiko-sosyal anlamda çok farklı içeriklere sahip olan coğrafi unsurların Karadeniz Havzası ana başlığı altında değerlendirilmeye çalışılması, farklı gerçekliklere ve çıkar algılamalarına sahip bölgelerin/ülkelerin birbirleriyle çatışmaya başlamalarına ve ortak bir paydada buluşamamalarına neden olmuştur. Çatışma merkezli anlayışı güçlendiren ikinci neden ise dışsal/sistem tabanlı olarak adlandırılabilir. Soğuk Savaş sonrası dönemde, sisteme hâkim olan Avro-Atlantik Dünyası ile Rusya ve Çin gibi yükselen küresel güçlerin, sistemin yapısına ve geleceğine yönelik güç temelli bir anlaşmazlığa sürüklenmeleri, hegemonya kavramı ile çok kutupluluk arasındaki mücadelenin keskinleşmesine ve çatışma gerçekliğinin güçlenmesine neden olmaktadır. Karadeniz Havzası da uluslararası sistemik mücadelenin odaklandığı temel alan haline gelmiş olan Avrasya’nın bir alt bileşeni olarak, Avro-Atlantik Dünyası ile Rusya arasındaki rekabete dayalı çatışmanın merkezi haline gelmektedir.
Buna karşın Karadeniz Havzası’nda bölgesel işbirliğini beraberinde getirecek
girişimlerin sayısının ve kapsayıcılığının arttığını gözlemliyoruz. 
Bunun en önemli nedeni, sahip olunan ekonomik, ticari ve enerji tabanlı potansiyelin    değerlendirilebilmesi ve havza ülkelerinin tümünü ilgilendiren bölgesel güvenlik ve çevre güvenliği gibi sorunlarla başa çıkılabilmesi noktasında ulus devletlerin tek başlarına alacakları kararların, sahip oldukları gücün ve caydırıcılığın yeterli olmamasıdır. Ancak, yine de havzada ortaya konan işbirliği girişimlerinin de genel manada çatışma iklimini yadsıyan bir karaktere sahip olmadığını hatta belirli düzeylerde ve alanlarda da olsa bölgesel işbirliğinden çok bölgesel çatışma iklimini kuvvetlendiren birer faktör haline geldiğini söyleyebiliriz. Çok farklı kimlikleri, siyasal anlayışları ve coğrafi gerçeklikleri bünyesinde bulunduran ve Soğuk Savaş’ın bitmesiyle SSCB’nin ideoloji ile perdelenmiş siyasal-sistemik hâkimiyetinden kurtulan Karadeniz Havzası çatışmaya eklemlenmiş önemli bir dönüşüm sürecinden geçmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden biri de Soğuk Savaş esnasında dondurulmuş olan toplumsal, tarihsel, etno-kültürel, dinsel ve siyasal problemlerin yeniden canlanması ve havzanın gecikmiş bir milliyetçi uyanış ile sarmalanarak ulusal
güç, çıkar ve kapasite rekabetine dayalı realist bir anlayışı içselleştirmesidir.
Çalışmamız kapsamında öncelikle Geniş Karadeniz Havzası tanımını değerlendirecek ve havzanın içerisinde bulunduğu güncel bölgesel konumu ele alacağız. Daha sonra ise savunmacı realizm ve saldırgan realizm kavramlarının içerikleri üzerinde duracağız. Çalışmanın son bölümünde ise Karadeniz Havzası’ndaki çatışma gerçekliğini savunmacı ve saldırgan realizm kavramları çerçevesinde anlamlandıracağız.

1. Karadeniz Havzası’nın Bölgesel Görünümü ve Geniş Karadeniz Havzası


Karadeniz Havzası, bulunduğu coğrafya ve taşıdığı tarihsellik açısından çok önemli sayılabilecek bir alanı ifade etmektedir. Bu havza, yalnızca doğal kaynaklara sahip olması ve petrol ile doğalgaz aktarım alanı haline gelmesi ile değil, aynı zamanda doğu-batı ve kuzey-güney eksenindeki konumu ile de ilişkilendirilmelidir. Karadeniz Havzası; Orta Asya, Hazar ve Kafkaslar ile Balkanlar’ı, Rusya ve Ukrayna’nın temsil ettiği kuzey ile Türkiye üzerinden güneyi, genel anlamda da Asya ile Avrupa’yı bir araya getiren bir coğrafyayı ifade etmektedir. Çoğu kişi için Karadeniz deyince akla yalnızca bu denize kıyısı olan ülkeler gelmektedir. Fakat bugün, Karadeniz Havzası deyimi ile çok daha geniş bir coğrafyadan dem vurulmaktadır. İşin gerçeği, Karadeniz Havzası’nın tam olarak neresi olduğu ve hangi bölgeleri kapsadığı konusunda üzerinde tam olarak anlaşılabilmiş bir tanımlama yoktur. Aslında, Karadeniz Havzası tanımlaması yalnızca coğrafi gerçeklere dayalı olarak değil; askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel faktörler de değerlendirilerek kullanılmaktadır.1 
Karadeniz Havzası tanımının bu kadar geniş olarak algılanması genel olarak Soğuk Savaş sonrası ortaya konmuş olan bir tutumdur ve henüz herkesçe
kabul edilebilmiş değildir. Günümüzde Karadeniz Havzası denince; Kafkasya’nın
tamamı, Doğu ve Güneydoğu Balkanlar, Ukrayna ve Rusya’nın güneyi ile Türkiye
akla gelmektedir. Dikkat edilirse, Karadeniz Havzası’nın tıpkı eskiden olduğu gibi
Doğu ile Batı arasında bir bağlantı noktası, bir sınır çizgisi oluşturduğu
görülebilecektir. Ne var ki, Karadeniz Havzası ve bu havzada yer alan halklar,
Batılıların bilinçaltında hep ötekileştirilen unsur konumunda kalmıştır.2
Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin sayısı Soğuk Savaş döneminde yalnızca 4 iken
(SSCB, Türkiye, Bulgaristan, Romanya), Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından bu rakam artmış ve 6’yı bulmuştur. Bu devletler; Rusya Federasyonu, Ukrayna, Gürcistan, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’dir. Yani, Karadeniz Havzası denildiği anda direkt olarak aklımıza gelmesi gereken ülkeler bunlardır. Ne var ki, 1992’de kurulmuş olan KEİT’in Karadeniz’e kıyısı olmayan devletleri de Karadeniz Havzası’na dâhil ettiğini görüyoruz. Bu devletler; tarihsel boyuta haiz bağlar, coğrafi yakınlık ve ekonomik ilişkileri neticesinde Karadeniz Havzası’na ait olarak kabul edilmişlerdir.3 İşte, tam da bu noktada Geniş Karadeniz Havzası adı verilen bir coğrafi anlamlandırma literatüre dâhil olmuştur. Üstelik bugün Karadeniz Havzası denildiği an tüm küresel/bölgesel aktörlerin üzerinde durduğu tanımlama da KEİT eliyle siyasal/bölgesel anlamda ilk kez ortaya konmuş olan bu adlandırma olmaktadır.4

Havza; dağ ve tepelerle sınırlanmış, suları aynı denize akan kara parçası, deniz
boyunca uzanan kıyı ya da bölge olarak tanımlandığına göre, Karadeniz de büyük bir havzadır. Zira bu denize akan Tuna, Dinyeper, Don, Volga gibi nehirler ve bu denizi çevreleyen Balkan Dağları, Transilvanya Alpleri, Kafkas Sıradağları ve Kuzey Anadolu Sıradağları bulunmaktadır. Bu durumda Karadeniz Havzası’nı, Tuna, Dinyeper ve Don Nehirleri’nin üzerinden geçerek Karadeniz’e ulaştığı; Balkanlar, Kafkaslar ve Anadolu’yu da içerisine alan coğrafi bölge olarak görebiliriz.

SSCB’nin dağılmasının ardından Karadeniz Havzası’nda bağımsız hareket etmeye
başlayan yeni devletlerin ortaya çıkması, bu devletlerin hemen hepsinin etnik ve
dinsel kaynaklı siyasal problemler yaşaması ve bölgede kanlı iç savaşların patlaması, Batı Dünyası’nın dikkatini Karadeniz Havzası’na çekmiştir.5 Havzanın üzerindeki Sovyet gölgesi de ortadan kalkınca, başta ABD olmak üzere Batılı devletler ve kurumlar rahatlıkla bölgeye nüfuz etmeye ve Rusya’nın dolduramadığı boşluğu, Türkiye’nin de yardımlarıyla, doldurmaya başlamışlardır. 1990’ların başından itibaren Avrasya Coğrafyası’nda kartlar yeniden dağıtılmaya başlanırken, Karadeniz Havzası bu dağıtımın merkezinde bulunuyordu.6 İşte, Geniş Karadeniz Havzası tanımı tam da bu noktada ortaya çıktı.

Karadeniz Havzası’na dâhil olan bölgelerin ve ülkelerin sayısının fazlalaştırılması nın bir diğer sebebi de, günümüzde Geniş Karadeniz Havzası’nda yer aldığını
belirttiğimiz ülkeler arasındaki ekonomik yakınlıktır. Karadeniz, tarih boyunca
Avrupa’dan Hazar’a uzanan ticaret yollarının kesişme noktasında bulunmuştur.
Karadeniz’e egemen olan güçler de Doğu’dan Batı’ya yapılacak göçleri ve mal
ticaretini kontrol eder hale gelmiştir. Ticaretin ve insan hareketliliğinin çok arttığı
günümüzde, Karadeniz’e egemen olan tek bir siyasal güç de olmadığı için, düzenin sağlanması adına bölge devletlerinin işbirliği içerisinde hareket etmeleri
gerekmektedir.7 İşbirliğinin sağlanması da ancak Doğu Avrupa, Balkanlar, Türkiye ve Kafkaslar Bölgeleri’nde yer alan devletlerin bir arada hareket etmeyi öğrenmeleri ile mümkün olabilecektir.

Yine de, Geniş Karadeniz Havzası deyimini en çok kullanan aktörler AB ve ABD’dir. Enerji kaynakları açısından çok zengin olan Hazar Havzası’nın, bu kaynaklarını ancak Karadeniz üzerinden Avrupa’ya ulaştırabilecek olması,8 Rusya’nın arka bahçesinde yer aldığı için bu ülkenin dış politik hamlelerini yakından takip etme imkânı tanıması, Ortadoğu ve Orta Asya’ya çok yakın olması ve AB’nin güvenliği açısından çok büyük önem taşıması gibi nedenler dolayısıyla, bu bölge Atlantik Dünyası nezdinde tek parça olarak algılanmaktadır. 11 Eylül Olayları’nın ardından, NATO’nun 2002 yılında gerçekleştirdiği Prag Zirvesi sonrası teşkilatın Doğu’ya doğru genişlemesi ve ‘yeni yetenekler’ kazanarak sonunda Karadeniz ve Hazar Havzaları’nı da içerisine alması konusunda görüş birliğine varılmıştır.9 Bu zirvenin ardından, Bulgaristan ve
Romanya gibi Karadeniz’e kıyısı bulunan devletler NATO’ya kabul edilmiş ve Avro- Atlantik Dünyası’nın yeni hedefinin genelde Avrasya Coğrafyası’nda, özelde de Geniş Karadeniz Havzası üzerinde siyasal, askeri ve ekonomik etkinlik kurabilmek olduğu anlaşılmıştır.

2004’te İstanbul’da gerçekleştirilen NATO Zirvesi sonrası, Balkanlar’dan sonra
Kafkaslar ile de ilgilenileceği ve NATO’nun Karadeniz’e savaş gemileri sokarak bu
bölgede Rusya’nın elinde olan güç tekelini kırmayı amaçladığı ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede NATO, Montrö’nün değiştirilmesi ve Akdeniz’deki Aktif Çaba (Active Endeavour) Misyonu’nun bir benzerini Karadeniz’de de gerçekleştirmek gibi hedefler belirlemiştir.10 

Tüm bu gelişmeler de göz önünde bulundurulduğunda, Geniş Karadeniz Havzası adlandırmasının Avro-Atlantik Dünyası’nın çıkarlarına uygun bir siyasal anlamlandırma olduğunu ve Karadeniz’i çevreleyen tüm coğrafyaları bir bütün
olarak görerek, tek bir merkezden şekillendirerek Avro-Atlantik Dünyası’nın
sistemsel hegemonyasına eklemlemeyi hedeflediği anlaşılabilmektedir. 2007 yılına değin birbirine paralel olarak gerçekleştirilmiş olan NATO ve AB genişlemeleri de bunu kanıtlamaktadır. Yani Geniş Karadeniz Havzası, coğrafi olmaktan daha çok sistemsel-siyasal bir adlandırmadır.

Geniş Karadeniz Havzası tanımlamasına karşı çıkan en önemli aktör, Soğuk Savaş döneminde, SSCB adı altında havzayı siyasal kontrolü altında tutan Rusya’dır. 1990’lı yıllarda yaşadığı dönüşüm süreci esnasında havzadaki siyasal işleyişten uzak durmak zorunda kalan Rusya, milenyum sonrası dönemde ekonomik ve siyasal olarak güçlenmesi ile birlikte yönünü tekrar Karadeniz’e çevirmiştir. Avro-Atlantik Dünyası’nın sistemsel hegemonyasına karşı, çok kutuplu bir küresel yapılanma arzulayan Rusya, özellikle Karadeniz Havzası’nda kuracağı etkinliğin, hatta hegemonyanın, kendi sistemsel algısını güçlendirecek en önemli faktör olduğunun bilincindedir. Yakın çevre politikası ekseninde Karadeniz Havzası’nda yer alan eski SSCB topraklarını kendi siyasal/ekonomik nüfuzuna eklemlemeyi hedefleyen Rusya’nın son dönemde ortaya koyduğu Avrasya Ekonomik Birliği projesi,11 Avrasya geneli ve Karadeniz Havzası özelinde yaratmak istediği bölgesel hegemonyanın bir ifadesi olarak görülebilir.
Geniş Karadeniz Havzası tanımlamasının, Avro-Atlantik Dünyası tarafından, eski
SSCB topraklarına yönelik sistemsel hegemonya yaratabilme düşüncesinin bir ürünü olarak ortaya konduğunu düşünen Rusya, bu tanımlamayı kendisine yönelik bir tehdit olarak görmektedir. NATO genişlemelerine karşı çıkması, bunu ABD ve AB nezdinde paylaşması, hatta NATO’ya üye olmayı amaçlayan Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerin yönetimleri nezdinde uyguladığı siyasal baskı, Rusya’nın ne denli ciddi olduğunu kanıtlayan birer unsur olarak görülmelidir.12 Rusya, bu bağlamda, Montrö Sözleşmesi’nde Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin bu denize girmelerini sağlayacak bir değişikliğin yapılmasına karşı çıkmaktadır. Zira böyle bir değişiklik durumunda, başta ABD olmak üzere, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemileri bu denize girecek ve böylece Rusya’nın havzadaki gücü ve etkinliği sınırlanabilecektir. NATO’nun Karadeniz’e girişi anlamına gelecek olan bu değişiklik, Rusya’nın siyasal/askeri baskısını yakından hisseden Ukrayna ve Gürcistan gibi devletlerin NATO üyelik istemlerini de yeniden gündeme getirecektir., Bu çerçevede, Rusya’nın, Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesine karşı çıkan NATO
üyesi Türkiye ile aynı paydada bir araya geldiğini görüyoruz. Türkiye de, kendi
bölgesel gücünün sınırlanabileceği, Boğazlar Bölgesi’nde büyük bir çevresel tehdit ile karşı karşıya kalabileceği, yumuşak güce dayalı dış politika paradigmasının Rusya- NATO gerginliği bağlamında bölge ülkeleri nezdinde anlamsızlaşabileceği, diplomatik/bölgesel gücünün azalabileceği ve NATO üyesi bir bölge ülkesi olarak enerji kaynakları açısından bağımlı olduğu Rusya ile ilişkilerinin bozulabileceği gerekçesiyle Montrö Sözleşmesi’nin, kıyıdaş olmayan devletler lehine bozulmasına karşı çıkmaktadır.13

KEİT’in Avro-Atlantik Dünyası’nın desteği ile bu ittifakın havzadaki partneri Türkiye tarafından işlevsel hale sokulmaya çalışılması Rusya’da tedirginlik yaratmaktadır. Bu nedenle, Rusya, bir yandan KEİT üyeliği çerçevesinde örgütü kendi çıkarlarına uygun bir görünüme büründürmeye ve Avro-Atlantik Dünyası’nın değerleri ve çıkarlarından uzaklaştırmaya çalışırken, diğer yandan Avrasya Ekonomik Birliği adı altında havzaya hitap eden ve tamamıyla kendi kontrolünde olacak bir bölgesel kurumsallaşma yaratma çabasındadır.

Alexander Goncharenko günümüzde Karadeniz Havzası’nın tam olarak neyi ifade
ettiğini çok iyi bir şekilde özetlemiştir.

“Klasik jeopolitik teorilere göre, Karadeniz Havzası, Avrasya’da düzenin ve
güvenliğin en önemli köşe taşlarından biridir. Bu bölge sahip olduğu doğal
kaynaklar, enerji ve ulaşım hatları ile çok hassas bir alandır. Karadeniz Havzası,
kalpgah (heartland) ve kenar kuşak (rimland) teorilerinin de kesişim alanını
oluşturmaktadır. Bu bölge üzerinde sağlanacak hâkimiyet, Avrasya egemenliğini de beraberinde getirecektir. Bu nedenle Karadeniz Havzası; siyasal, askeri, finansal, vb. alanlarda tüm küresel aktörlerin ilgi alanında bulunmaktadır.”14
Karadeniz Havzası, gerek içerisinde bulundurduğu farklı sosyo-kültürel, tarihsel,
etnik ve coğrafi gerçeklikler, gerek Soğuk Savaş sonrası yeniden yapılandırıl maya çalışılan alan tanımlaması neticesinde belirginleşen bölgesel siyasal ayrımlar, gerekse de uluslararası sistem ekseninde süregelen büyük çaplı güç mücadelesinin üzerine odaklandığı Avrasya Coğrafyası’nın bir bileşeni olması gibi nedenlerle, çatışma faktörünü içselleştirmiş durumdadır. SSCB’nin ideoloji tabanlı askeri-siyasal baskısından kurtularak bağımsızlığa kavuşan ya da bağımsız dış politika izleyebilme yetisi kazanan havza ülkelerinin ulus devlet ve ulusal güç ile çıkar odaklı milliyetçi uyanışlarını oldukça geç bir zaman diliminde gerçekleştirmek zorunda kalmaları, havzada çatışmacı bir ortamın oluşması yönünde önemli bir kırılma noktası yaratmıştır. Havza ülkelerinin gerek kendi aralarında (Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ merkezli savaş ve Rusya ile Gürcistan arasında 2008 yılında yaşanan savaş15), gerekse de kendi içlerinde donmuş çatışma bölgeleri üzerinden (Dağlık Karabağ, Abhazya, Güney Osetya, Transdinyester gibi)16 ifadesini bulan çatışmalar, havzadaki milliyetçi uyanışların ortaya çıkardığı olumsuzluklar olarak görülebilir. Tarihsel, sosyo-kültürel, kimlik odaklı ve psiko-sosyal anlamda çok farklı içeriklere sahip olan coğrafi unsurların Karadeniz Havzası ana başlığı altında değerlendirilmeye çalışılması, farklı gerçekliklere ve çıkar algılamalarına sahip bölgelerin/ülkelerin birbirleriyle çatışmaya başlamalarına ve ortak bir paydada buluşamamalarına neden olmuştur. Yani havzanın, Geniş Karadeniz Havzası adlandırması çerçevesinde kendisine eklemlediği parçalı coğrafi yapı, bölgesel çıkar
ortaklığı ve bütünleşme girişimlerinin farklı ulusal çıkarlar ve gelecek beklentileri
üzerinden başarısızlığa uğramasına neden olmaktadır. Karadeniz Havzası kapsamında yer alan Balkanlar ile Güney Kafkasya’nın tarih, sosyo-kültürel yapı ve kimliklenme süreci, ekonomik işleyiş ve gelişim ile uluslararası sistem tabanlı bölgesel rekabet çerçevesinde kendilerine atfedilen önemin aynı olmaması, Karadeniz Havzası’nın ne denli parçalı bir siyasal/bölgesel görünüme sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Zira Balkanlar, NATO ve AB genişlemesinin önemli bir parçası olarak Avro-Atlantik İttifakı’na eklemlenirken, Güney Kafkasya özelinde donmuş çatışma bölgelerinden de ifadesini bulan (Gürcistan’ın Güney Osetya ve Abhazya’ya yönelik askeri eylemliliği sonrası yaşanan 2008 tarihli Rusya-Gürcistan Savaşı en önemli örnektir) ve enerji projeleri ile NATO’nun doğuya açılma planları ile ilişkilendirilen ciddi bir bölgesel rekabet yaşanmaktadır. Yine SSCB’nin ideoloji tabanlı askeri-siyasal hâkimiyeti ile koruyuculuğundan yoksun kalan çoğu havza ülkesinin ekonomik, askeri ve diplomatik yetersizliğinin farkına varması da ulusal güce dayalı ve rekabeti dışlamayan, yerine göre saldırgan ya da savunmacı realist dış politika yaklaşımlarını beraberinde getirmiştir. Bunun yanı sıra, havza ülkelerinin SSCB dönemine ilişkin içselleştirmiş oldukları olumsuz yaşanmışlıklar nedeniyle Rusya’ya uzak durmaları ve Rusya’nın da Avrasyacı dış politika doktrini17 çerçevesinde yakın çevre olarak gördüğü Karadeniz Havzası’nı siyasal kontrolü altına almaya dayalı bir dış politika
yaklaşımı geliştirmesi, bugüne kadar havzanın bölgesel yapılanmasının
realist/neorealist öncüller doğrultusunda şekillenmesini beraberinde getirmiştir. Tabii, Rusya’nın realist öncüller çerçevesinde dış politika izlemesinin en önemli nedeni, ABD ve AB ile girdiği ve uluslararası sistem ekseninde şekillenen güç mücadelesi çerçevesinde yakın çevresini kontrolü altında tutarak, çok kutupluluk üzerine kurguladığı sistemik öngörülerine meşruiyet kazandırmaktır.18
Karadeniz Havzası’na ilişkin Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan en önemli
gerçekliklerden biri de coğrafi kapsam genişlemesi sonrası “Karadeniz” tabanlı bir bölgesel ortaklığın bir türlü kurumsallaştırılamaması olmuştur. Karadeniz’e kıyısı olmayan ve kendisini farklı bölgesel/coğrafi unsurlar üzerinden ifade etmeyi tercih eden halkların/devletlerin Geniş Karadeniz Havzası adlandırması eliyle ekonomik, siyasal ve sosyal manada tek bir potada eritilebilmesi düşüncesinin, bugün gelinen nokta itibarıyla başarısızlığa uğradığı ortadadır. Tarihsel, sosyo-kültürel ve ekonomik anlamda aynı paydada buluşamayacak ve birbirleriyle olan paylaşımları çok az olan ya da hiç olmayan halkların/devletlerin Karadeniz çatısı altında birleştirilmesi çabası, havzaya dair en kapsayıcı işbirliği örgütü olan ve esasen ekonomik işbirliği imkânlarının geliştirilebilmesi yönünde çalışmalar yürüten KEİT’in mevcut etkisizliği bağlamında ele alındığında, durum çok daha net bir şekilde gözler önüne serilebilmektedir.19 Havzanın farklı bölgelerinde yer alan halkların/devletlerin kendi geleceklerini farklı siyasal /  bölgesel projeler içerisinde görmelerine ilişkin verilebilecek en önemli örnek, Balkan ülkelerinin AB’yi en önemli gelecek projesi olarak görmeleridir. Öyle ki, Karadeniz kıyısında yer alan Bulgaristan ve Romanya, Karadeniz odaklı bir bölgesel işbirliğinin gelişimine hizmet etmek yerine AB üyesi olmayı ve birliğin Karadeniz politikalarına hizmet etmeyi tercih etmişlerdir. Aynı durum, KEİT üyesi olan ya da olmayan ancak Geniş Karadeniz Havzası içerisinde tanımlanan diğer Balkan ülkeleri için de geçerlidir. AB’nin Batı Balkanlar açılımı, esasen Karadeniz Havzası’nın batı kısmını tamamen Avrupa’ya entegre edebilmeyi amaçlamakta dır.20 
KEİT’in kurucusu olan ve Karadeniz tabanlı bir bölgeselleşme girişiminin en önemli destekçisi olarak görülebilecek Türkiye’nin dahi, AB ile üyelik
müzakereleri yürütüyor oluşu, havza ülkelerinin Karadeniz tabanlı bir bölgeselleşme girişiminde yeterince samimi olmadığını ve Karadeniz’e üyesi oldukları/olacakları farklı kurumsal/bölgesel girişimler penceresinden yaklaştıklarını göstermektedir.

KEİT’in lider ülkelerinden Rusya’nın, eski Sovyet cumhuriyetleri başta olmak üzere, Avrasya genelinde kurumsallaştırmaya çalıştığı Avrasya Ekonomik Birliği’nin en temel hedeflerinden birinin Karadeniz Havzası’nın doğusu ve kuzeyini kendisine entegre etmek olması da Karadeniz tabanlı bağımsız bir bölgeselleşme girişiminin neden başarısız olduğuna/olacağına dair en önemli göstergelerden biridir. Havzanın sahip olduğu ekonomik potansiyelin kullanılabilmesi yönünde beliren istekliliğin en önemli göstergeleri olan doğu-batı yönlü enerji projelerinin hayata geçirilmesi aşamasında ortaya çıkan geniş çaplı anlaşmazlık ve kutuplaşma da, havza ülkelerinin Karadeniz odaklı işbirliğini geliştirmekten çok kendi siyasal/kurumsal/sistemsel rollerine uygun olarak hareket ettiklerini kanıtlamaktadır. Geniş Karadeniz Havzası tanımının üzerine teşkilatlandırılmaya çalışılan KEİT de, bugün itibarıyla, havza ülkeleri arasında Karadeniz odaklı bir forum olmaktan öteye geçebilmiş değildir.

Bunun yanı sıra, Geniş Karadeniz Havzası tanımlaması havzanın batısı ve doğusu, hatta kuzeyi arasındaki çıkar çatışmalarını ve toplumsal, siyasal ve ekonomik farklılıkları da ortadan kaldıramamış, bu farklılıklar giderek artan bir etkinlikte hükümetlerarası kurumlar ile yapılar üzerinden ifadesini bulan bölgesel işbirliği girişimlerine zarar vermiştir. Zira havzanın doğusu ile batısı ve kuzeyi ile güneyi arasında çok ciddi yapısal farklılıkların bulunması, bölgesel ekonomik işbirliği girişimlerini iki hatta üç vitesliliğe mahkûm kılmıştır. 
Neofonksiyonel bir bölgeselleşme girişimi olan AB’nin dahi 2004 ve 2007 genişlemelerinin ardından ve küresel ekonomik kriz ekseninde “çok vitesliliği” gündemine aldığı düşünüldüğünde,21 farklılıkların ayyuka çıktığı ve sistemik güç mücadelesinin merkezinde yer alan Karadeniz’de topyekûn bir bölgesel işbirliği kurumsallaşması nın gerçekleştirilebilmesinin çok zor, hatta imkânsıza yakın olduğu görülebilecektir.

2. Savunmacı Realizm, Saldırgan Realizm ve Çatışma Gerçekliği

Neorealizmin en temel yapısal varsayımlarından biri, uluslararası sistemde ulusal
siyasal sisteme benzer yasal bir hiyerarşi bulunmadığı için, anarşinin sisteme egemen olduğu hususudur. Nitekim neorealizm, bu anarşi içerisinde kendi güvenliklerini sağlamanın peşinde olan ulus devletlerin güç elde etmeye çalıştıklarını ve toplamda ulusal güç ya da kapasite olarak adlandırılan bu fiziksel ve psikolojik güç unsurlarının ulusal güvenliğin sağlanması noktasında bir araç olduğunu belirtir. Güç elde edilmesi aşamasında ortaya çıkan bir siyasal-yönetimsel ikilem ise neorealizmin üzerinde durduğu en önemli hususlardan biri olan güvenlik ikileminin ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Bilindiği gibi güvenlik ikilemi, devletlerin kendi güvenliklerini sağlamak isterken edindikleri silahların ve izledikleri politikaların sistemdeki diğer devletler tarafından tehdit olarak algılandığını ve tehdit algılayan diğer ülkelerin de kendi güvenliklerini sağlamak için o devlete karşı silahlandıklarını ya da saldırgan politikalar izlediklerini kaydeder.22 İşte belirtilen bu güvenlik ikilemi kavramının özünde yatan savunma ve saldırı refleksleri, neorealist kuramın öngördüğü en önemli
sistemik denge unsurlarından biri olan savunmacı realizm-saldırgan realizm
karşıtlığına işaret etmekte ve neorealizme göre güvenlik ikilemi hususu yadsınamaz bir gerçeklik haline gelmektedir.23

Savunmacı realizm, uluslararası sistemdeki birincil oyuncu olan ve rasyonel
davrandıkları öngörülen devletlerin uluslararası sistem bağlamında karşı karşıya
kaldıkları anarşik ortamın, onları, güvenliklerini sağlamaları noktasında güç bağımlısı haline getirdiğini ifade etmeye çalışmaktadır. Güvenlik ikileminin ortaya çıkardığı uluslararası sistemik istikrarsızlık, savunmacı realizmin temel yönelimini oluşturmaktadır. Uluslararası sistemin sıfır toplamlı bir oyundan ibaret olduğu gerçeğinden hareket eden savunmacı realizm; teknolojik, coğrafi, askeri ve doktriner manada sistemi oluşturan devletlerarasında içsel bir dengenin varlığından bahsetmektedir. Savunmacı realizm, bahsedilen bu dengenin muhafaza edilebilmesinin anarşi içerisinde bulunan uluslararası sisteme, göreceli bir istikrar ve güvenlik getirebileceğini ifade etmektedir.24

Neorealist kuramın babası olarak adlandırılan Kenneth Waltz, bu kuramın
varsayımlarını ortaya koyarken devletlerarası güç mücadelesinin sürekli olacağını
vurgulamış ve bu nedenle kendi kendini savunabilme (self-help) yeteneğinin altını çizmiştir.25 Waltz, uluslararası sistemde güç dengesine dayalı sürekliliğin bir kıstas olduğunu açıklarken, değişimi de her yönüyle reddetmemiştir.
Özellikle Kenneth Waltz ve Robert Jervis tarafından öngörülmüş olan ve sistemik
denge unsurunun kavramsallaştırılması noktasında önemli bir meşruiyet sağlayan savunmacı realizme göre, uluslararası sistemin temel oyuncuları olan devletler, kendi ulusal savunmalarını ve güvenliklerini riske atmayacak boyutta bir askeri/ekonomik/teknolojik güce sahip olurlar ve aynı zamanda sistemde yer alan diğer oyuncuları da yakından takip ederler.26 Dengeyi oluşturan devletler, kendi güvenliklerini riske atacak adımlar atılması durumunda, o adımı atan devlet/devletlere karşı göreceli bir güçsüzlük içerisine sürüklenecekleri için, dengenin yeniden sağlanması ve gücü bir amaç olarak görmeye başlayan devlet/devletlerin dengelenebilmesi noktasında, o devlet/devletlere karşı, birlikte hareket etmeye başlarlar ve sonuç olarak güç dengesini yeniden inşa ederler.
Savunmacı realizm, uluslararası politika bağlamında daha iyimser ve olması gerekeni yansıtan bir yaklaşım olarak görülebilir. Bu yaklaşıma göre, devletler birbirlerine karşı göreceli güçlerini arttırmayı değil, sistemin sağlayacağı güvenliğin göreceli olarak arttırılmasını amaçlamaktadırlar. Savunmacı realizm, uluslararası sistemi meydana getiren oyuncular olan devletlerin iç ve dış politikalarında yaşanacak bir değişimin sonucu olarak ortaya çıkabilecek sistem karşıtı, çatışmacı ve genişlemeci yaklaşımların belli bir zaman dilimi içerisinde ortaya çıkacağını ve kısa sürede bastırılacağını ifade etmeye çalışmaktadır. Zira devletlerin ortak çıkarı olan güvenliğin sağlanabilmesi hususu, ancak ve ancak ılımlı ve dengeli bir dış politika izlenerek uluslararası sistemin dengesinin korunması ile mümkün olabilecektir.

Savunmacı realizmin üzerinde durduğu bir diğer husus da yapısal değişkenlerde
yaşanacak değişimlerin,27 belli bölgelerde ve belli devletlerarasında güvenlik
ikileminin artmasına ve dolayısıyla savunmacı realizmin öngördüğü dengenin
bozulmasına neden olabileceğidir. Bu noktada, devletlerin ulusal güce ilişkin
hesaplamaları ve bölgesel dengelerin geleceğine ilişkin algılamaları da etkili birer
unsur olacaktır.28

Uluslararası sistemdeki dengenin korunabilmesi hususunda küresel güçlerin
birbirlerine ait dokunulmaz çıkarlara müdahale etmemeleri ve uluslararası sistemin dengesini çok yakından ilgilendiren siyasal, ekonomik veya toplumsal bir mevzuda bir arada hareket ederek sorunun çözümü noktasında işbirliği yapmaları da, bir savunmacı realizm belirtisidir.29 Zira bu noktada küresel güçlerin, gidişatından memnun oldukları sistemik dengenin bozulmasını engellemek ve böylece güvenlik ikileminin ortaya çıkmasını önlemek için birlikte hareket ettiklerini görüyoruz.

Savunmacı realizmin yaşatılmasında ya da ortadan kalkmasında etkili olan bir diğer önemli faktör de iç politikada yaşanan gelişmeler ve değişim olarak gösterilebilir.30

Bu noktada sivil toplum örgütlerinin karar alma süreci üzerindeki etkinliği, asker-sivil ilişkilerinin mahiyeti ve siyasal liderlerin toplum ve uluslararası sistem içerisindeki konumlanışları ve idealleri ile sistemik değişimler çerçevesinde ulusal karar alıcıların tepkileri gibi unsurlar, savunmacı realist anlayışın yapılandırma  ya da terk edilmesinde önemli bir rol oynamaktadır.

Saldırgan realizm ise, uluslararası sisteme hâkim olan anarşinin devletlerin saldırgan bir politika izleyerek coğrafi ve siyasal genişleme yönünde harekete geçmelerine neden olacağını belirtmektedir.31 Saldırgan realizme göre, tüm devletler kendi ulusal güçlerini diğerlerine oranla maksimize etmenin peşindedirler. Zira sadece en güçlü olan devletler kendi çıkarlarını koruyabilir ve siyasal varlıklarını garanti altına alabilir. Devletler saldırgan ve genişlemeci politika izlemeden önce, böyle bir politika izlemenin yarar-zarar hesabını yaparlar ve izlenecek olan politikanın yararları, zararlarına üstün çıktığı takdirde o politikayı benimserler. Saldırgan realizm, uluslararası sisteme hâkim olan anarşi nedeniyle, yani uluslararası sistemik yapılanmayı dengeleyecek bir devletler üstü teşkilatlanmanın bulunmaması sebebiyle, sistem içerisinde bağımsız birer aktör olarak yer alan devletlerin kendi güvenliklerini kendilerinin sağlaması gerektiğini vurgulamaktadır. Güvenliğin sağlanması hususu uluslar arası sistemde çatışma unsurunu besleyebilecek bir ortam yaratmakta ve
devletler silah edinimi, ulusal güce dayalı diplomatik baskı ve korumacı ekonomik yöntemler aracılığıyla savunmacı realizmi yadsıyan ve saldırgan unsurları ön plana çıkaran bir tutuma yakınlaşmaktadır lar. 32

Fareed Zakaria ve Randall Schweller gibi saldırgan realizmi ön plana koyan
teorisyenlere göre, savunmacı realizm, devletlerin siyasal ve coğrafi genişleme
yönündeki istemlerini yansıtmamaktadır.33 Bunun en önemli nedeni de
savunmacı realizmin üzerine yapılandırıldığı güç dengesi sürekliliğidir. Saldırgan
realizme göre, devletlerin kendi güvenliklerini arttırabilmesinin yolu diğerlerinin
ulusal gücünü azaltmaktan geçmektedir. Yani, saldırgan realizmde mutlak kazanç unsuru değil, göreceli kazanç unsuru egemen anlayış konumundadır. Saldırgan realizmin öngördüğü bir diğer önemli unsur da, güç odaklı saldırgan bir dış politika izleyen iki ya da daha çok devletin de bunun bilincinde oldukları halde yaklaşımlarını farklı olmayacakları gerçekliğine yaslanması dır. Saldırgan realist politikalar izleyen devletler hedeflerine ulaşabilmek için ancak kısa süreli ve çıkar odaklı geçici ittifaklar oluşturabilirler.34

Bir ülkenin saldırgan realist politikalar izlemesinde etkili olan birkaç önemli üç politik faktör bulunmaktadır. 

  Bu faktörlerden Birincisi, o devletin sahip olduğu siyasal ideolojidir. 
Kendi halkının isteklerine kulaklarını tıkayan ve bu istemlere karşı hiçbir tolerans göstermeyerek gerektiğinde şiddete de yönelen ideolojilere sahip olan ülkelerin dış politikada da genellikle iç politika uygulamalarına paralel olarak saldırgan ve güç odaklı bir yaklaşım izlediği söylenebilir. 

  İkinci önemli faktör ise, o ülkenin kendi topraklarında yaşayan ve bölgesel ya da etno-kültürel anlamda toplumun çoğunluğundan farklılaşan vatandaşlarına karşı takındığı tutumdur. Bu nokta önemlidir, zira toprakları içerisindeki bu tarz farklılıkları bir tehdit olarak algılayan ve halkının bir bölümünü kendi güvenliği açısından bir risk unsuru olarak görerek devlete karşı yabancılaştıran ülkelerin, dış politika alanında da aynı tarz saldırgan ve ayrıştırıcı yaklaşıma yönelebilecekleri söylenebilir. 

   Üçüncü önemli faktör ise, o devletin ya da devletlerin ulusal güç açısından kendisinden ya da kendilerinden zayıf olan komşu ülkelere karşı takındığı tutumdur. Bu noktada kendisinden güçsüz olan komşusunu siyasal anlamda dikkate almayarak ve toplumsal manada da aşağılayarak hareket eden devletlerin saldırgan realizme yatkın oldukları belirtilmelidir. Bir diğer önemli faktör ise o devletin ya da devletlerin izlediği savunma politikaları ve ordunun niteliği ile bu devlet ya da devletlerin siyasal yapılanması bağlamındaki rolüdür.35

Saldırgan realizm, anarşik bir uluslararası sistem içerisinde kendi güvenliklerini
korumak ve bu amaçla güç elde etmek zorunda olan devletlerin, verili güç ile
yetinmeyeceklerini ve uluslararası sistem içerisindeki siyasal hâkimiyet yüzdelerini olabilecek en üst seviyeye varana dek arttırmak isteyeceklerini, yani hegemonya arayışında olacaklarını kaydetmektedir.36 Büyük güçler, kendi eşsiz güçlerini yansıtacak hegemonyaya ulaşarak başka bir gücün kendilerine meydan okumasına engel olmaya çalışmaktadır.37 Bu da ulusal kapasiteye dayalı ve yine ulusal kapasiteyi arttırmayı amaçlayan saldırgan realist bir dış politika duruşunu yani güç maksimizasyonunu beraberinde getirmektedir.38 Mearsheimer, büyük güç olma özelliğine sahip olan devletin ya da devletlerin daha saldırgan hareket edebileceğini, zira bu devletin ya da devletlerin tehditlerini hayata geçirebilecek kapasitede olduğunu ifade etmektedir. Bir devletin diğer devletlerin gerçek amaçları hakkında bilgiye sahip olmaması ve bu amaçların ortaya çıkardığı planların sürekli değişen bir karakter göstermesi, o devleti yalnızca var olan süper güçler üzerine değil, potansiyel süper güçler üzerine de eğilmeye iter.
Saldırgan realizmin en önemli ismi olan John Mearsheimer, uluslararası sistem
bağlamında kısa ve orta vadede dengeyi sağlayabilen en önemli yapılanmanın çift kutupluluk olduğunu belirtmekte, dengelenmemiş çok kutupluluğu da çatışma unsurunu besleyen bir süreç olarak görmektedir. Mearsheimer, uluslararası sistem bağlamında bölgesel hegemonların statükoyu sağlayabilme noktasında çok önemli bir rolleri olduğunu, bu rolün uygulanmasında başarı sağlanabilirse, bölgesel hegemonların küresel hegemonyaya evrilebilme şanslarının yüksek olduğunu kaydetmektedir.39

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder