27 Haziran 2016 Pazartesi

Davudizmin Stratejik Dehlizi


Davudizmin Stratejik Dehlizi

Yazar: Ümit Özdağ
21 EYLÜL 2012
AK Hükümeti hemen hemen hiç sorgulamadan Davutoğlu'nun politikaları arkasında durdu. Davutoğlu'nun stratejik derinlik adlı kitabının yaşama geçirilmesi şeklinde gerçekleşen Türk dış politikası, stratejik bir derinlik ortaya koymaktan ziyade ülkemizi ve bölgemizi stratejik bir dehlize soktu. Ve bu dehliz bölge ülkelerini parçalanma sürecine götürüyor.

Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun öncelikle Irak'ın ve Suriye'nin parçalanması sürecine tarihsel bir katkı yaptığını daha önce gerçekleştirdiğimiz bir değerlendirmemizde ele almıştık. 

Bundan dolayı bu konuyu tekrar burada ele almayacağız. Davutoğlu, özellikle öngörü eksikliğinin iyice ortaya çıktığı Suriye politikası sürecinde kendisine yönelik eleştirilerin gittikçe arttığı bir süreçte, bir yandan halkla ilişkiler kampanyaları düzenleyerek imaj çalışması yaparak hatalarının üstünü örtmeye çalışıyor. Ancak bu kamuoyu çalışmalarının bir parçası olarak 17 Eylül 2012'de Hürriyet gazetesine yaptığı açıklamalar Ahmet Davutoğlu için bölme/şekillendirme sırasında Türkiye Cumhuriyeti olduğunu gösterdi. Davutoğlu, bu konuşmasında Türk milliyetçiliği ile hesaplaşmanın zamanının geldiğini açıkladı. Türk milliyetçiliği ile hesaplaşmak, İstiklal Savaşı ve Türkiey Cumhuriyeti devletinin kuruluş ilkeleri ile hesaplaşmaktır.

Çünkü Türk milliyetçiliği İstiklal Savaşı'nın fikri ve ruhi dinamosu olan, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesini oluşturmaktadır. Davutoğlu, söyleşi deşöyle demektedir: "19. yy ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa'da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.(…) Herkesin toplumsal kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirmeliortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır."

Davutoğlu'na göre, Türk milliyetçiliği ve Türkiye Cumhuriyeti tarihten gelen organik yapıları dağıtmıştır. Oysa, Türk milliyetçiliği Osmanlı Devleti sınırları içinde en son doğan ve etkinleşen milliyetçiliktir. Önce Balkan halkları sonra Ortadoğu Rusya-İngiltere ve Fransa'nın teşvik ve destekleri ile milliyetçilik esasında bir tepki geliştirmiş ve 1774 sonrasında Türk devletinden kaderlerini ayırmışlardır. Bazılarına ise Cezayir'de, Tunus'da Libya'da olduğu gibi seçme şansı dahi verilmeden batı orduları tarafından işgal edilerek, Türk devletinden koparılmıştır.

Türk Milliyetçiliğinin devlet yaşamında etkin olması 1911'de Balkan Savaşı'nı kaybetmemizden sonradır. Osmanlı Ordusunun gayri Müslim unsurları bir anda dağılmış veya arkadan vurmuştur orduyu. İşte bu savaştan sonra, artık Türk milliyetçiliğinden başka çıkar yol kalmamıştır. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi'de Türk milliyetçiliği'nin ruhi ateşleyici zemini oluşturduğu savaşlardır. 

Türk Milliyetçiliği Osmanlı İmparatorluğunu dağıtan değil, dağılan imparatorluktan Türkün hukukunu savunan ve kurtaran düşüncedir.

Türkiye Cumhuriyeti Türk milliyetçiliği üzerine kurulmuştur ancak millet anlayışı Avrupa şovenizminin millet anlayışı gibi üstün gören, ırkçı, dışlayıcı değil, Türk kültür dairesi içindeki bütün Müslümanları Türk kabul eden bir anlayışa dayanmıştır. Bundan dolayı, Hıristiyan Türkler Yunanistan'a yollanırken, Balkanlardan gelen Türk olmayan Müslümanlar Türk olarak kabul edilmiştir. Ne yazık ki, "Ne Mutlu Türküm diyene" temeline dayanan, her vatandaşlık bağı ile Türkiye Cumhuriyetine bağlı olan herkesi Türk sayan anayasal zemin Davutoğlu'na göre "geçici ve suni karşıtlıklar" ortaya çıkarmıştır. 

Bu yaklaşım A. Öcalan'a taviz politikasının devamıdır. Davutoğlu'na göre etnik ve mezhepsel kimlikler ön plana çıkmalıdır ancak bu da ortak aidiyet bilincini güçlendirecek bir şekilde olmalıdır.

Davutoğlu'na sorulması gereken soru, Türk milletini ayrıştırıcı olarak gördükten sonra hangi ortak aidiyet zemininde insanlar birleştirilecektir? Bir ülkenin dış işleri bakanının ülkenin milli kimliği ile ilgili sıkıntılı olması milli güvenlik konusunda ağır tehditler yaratabilir. Nitekim Türkiye'nin Ortadoğu'da içine girmiş olduğu süreç, böyle bir zihinsel tutumun neticesidir.

http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/6740


..

Çok kültürcülük Kolonyalist mirasın emperyalist kullanımı,




Çok kültürcülük Kolonyalist mirasın emperyalist kullanımı,

Yazar: Ümit Özdağ
06 EKİM 2011 PERŞEMBE

Cok kültürlülük Batı Avrupa kolonyalizminin bir ürünüdür. 16. Yüzyıldan itibaren Avrupa dışındaki ülkeleri kolonileştirmeye başlayan B. Avrupa ulusları 20. Yüzyılda kolonyalizmin tasfiyesi sürecinde eski kolonilerinin bir çok mensubunun da kolonyalist ülkeye kendileri ile birlikte döndüğünü görmüşlerdir. Kolonilerde Avrupalılaşan bu insanlar, Avrupa'daki kolonyalist ülkelerde ise kendi kültürel kimlikleri ile gettolar oluşturmaya başladılar. 20. Yüzyılın son 30 yılında eski kolonilerden B. Avrupa'daki eski kolonici ülkelere ekonomik ve politik nedenler ile göç devam etti. Böylece B. Avrupa'daki Asyalı ve Afrikalı nüfus artışı devam etti.

B. Avrupa'nın bu Asyalı ve Afrikalı nüfus yoğunlaşmasının yarattığı politik ve kültürel sorunlara cevabı " Çok kültürcülük " politikası olmuştur. Özetle, çok kültürcülük post-kolonyalist toplumların, yani eski sömürgelerinden göçmen alan toplumların incelenmesinden ortaya çıkarılmış analiz çerçevesidir. Kymlic-ka'nın izahı ile " Çok kültürcü model " , asimilasyoncu modele alternatif olarak, ABD, Kanada ve Avustralya gibi, yerli halkların soykırıma uğramasının ardından nüfusu esas olarak göçmenlerle oluşmuş ülkelerde biçimlenmiş ve hâlâ yığınsal göçlere sahne olan ülkelerde göçmenlerin kültürel taleplerini çözmek için ortaya konmuştur.

Batıda post-kolonyal toplumların da dokusunu izah için üretilen çok kültürcülüğün kaynakları şu başlıklar altında toplanabilir.

a) Koloni halklarının mensuplarına dekolonizasyon süreci sonrasında yurttaşlık verilmesi ile sömürgeci anavatanda oluşan eski koloni nüfusu,

b) İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bölünmeler neticesinde bazı milliyetlerin bir kısım mensubunun farklı ulus devletlerin yurttaşları olmaları,

c) Dünya ticaretindeki gelişme ile ortaya çıkan nüfus akışı,

d) Batı Avrupa'ya 1960'larda başlayan işgücü akımı sonucunda oluşan etnik gruplaşmalar. 

B. Avrupa'nın ırkçı geçmişi ve zihniyeti kendisinden farklı olanı tanımlamada çok kültürcülüğü üretmiştir. Çok kültürcülük, farklılıkların kutsanması ve kurumsallaştırılması üzerine kurulu bu yaklaşımdır. Çok kültürcülük, bir yanda üstün ve saf Batı kültürünü öte yanda ise bu kültür ile asla ilişkisi olamayacak Asya ve Afrika kültürlerini varsaymıştır. 


Batı çok kısa süre içinde kendi geçmişinin ürünü olan çok kültürcülüğü dünyanın diğer bölgelerindeki etnik nitelikli sorunların çözümü için bir politik araç olarak önermiştir. Böylece çok kültürcülük sadece bir Batı Avrupa ve kısmen Amerikan fenomeni olmaktan çıkarak etnik sorunlar için küresel bir çözüm önerisine dönüşmüştür.

Batı'nın dünyanın geri kalan bölümüne çok kültürcülüğü neden önerdiğini bir batılı entelektüelin bir başka soruya verdiği cevapta bulmak mümkündür. Son yıllarda B. Avrupa'da çok kültürcülüğe karşı alınan sert ve reddedici tavrı eleştiren Manchester Üniversitesi öğretim üyesi Terry Eagleton İngiliz Hükümeti'ni kastederek, "iktidarın çok kültürlülükten rahatsız olmasının nedeni, çeşitliliğin toplumsal düzeni tehdit etmesi değil. Çeşitlilik tehlikeli, çünkü iktidar ve güç farklı yaşam biçimleri üzerinde hâkimiyet kuramaz; iktidar birliğe dayanır, fazla çeşitlilik içermeyen bir kültür iktidarın işlemesini sağlar" demektedir.

Bu tespiti tersinden okursak ve Türkiye dâhil gelişmekte olan ülkelere, Batı tarafından neden "çok kültürcülük kültürü ihraç" edilmeye çalışıldığının cevabını vermiş oluruz. Etnik sorun yaşayan ülkelerde iktidarı zayıflatmak ve ülkenin etnikleşme sürecini güçlendirmek. Böylece kolonyalist bir mirasın emperyalist amaçla kullanıldığı görülmektedir.

Bir Türk akademisyen olan Nuri Bilgin bu konuda "Farkçı yönde iddiaları bulunan Batı dünyası entelektüelleri, çoğu kez sosyal bütünleşme sorunları yaşamayan bir toplumda bireyler arası farklılar konusunda geliştirilen modelleri komünoteler düzeyine aktarmaktadırlar. Bu metodolojik eksiklik bir yana, bunlar başkasının evindeki farkçılığı teşvik etmektedir" demektedir.

Kolonyalist bir mirası emperyalist amaçlarla batı dışındaki toplumların çözümü için öneren Batı dünyası son yıllarda hızla çok kültürcülükten uzaklaşmaya başlamıştır. Hollanda'da bir müslümanın bir hıristiyanı öldürmesi bu ülkenin çok kültürlülük politikalarına son vermesine neden olmuştur. Büyük Britanya çok kültürlülüğü ulusal güvenliği için tehdit olarak görmeye başlamıştır.
Çok kültürcü politikaların karşısına konulması gereken politika ise hakim kültür çevresinde hem hakim kültür ile hem de kendi aralarında etkileşim içinde bir çok kültürün yaşayabildiği bir kültürel ortamın sağlanmasıdır. Bu yaklaşımın çok kültürcü politikalardan farkı ayrılıkları ve farklılıkları kutsamamasıdır. Ayrılıkları ve farklılıkları geliştirmek değil, bir ulus devletin sınırları içinde yan yana yaşıyan yabancı toplumlar üretmek yerine kendi kültürel özgünlüklerini hakim ve ortak bir kültür ile etkileşim içinde muhafaza eden toplulukların oluşturduğu bir toplumu hedeflemektir. Yeni anayasa yapılırken umarım bu husus göz önünde tutulur.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2011/10/06/6326/cok-kulturculuk-kolonyalist-mirasin-emperyalist-kullanimi


.

26 Haziran 2016 Pazar

Büyük İtiraf Geldi, AKP Toprak Verdi ,




Büyük İtiraf Geldi:  AKP Toprak Verdi 


Yazar: Ümit Özdağ 

28 MART 2015



AKP iktidarı Ege Denizi’nde 16 Türk ada ve bir kayalığın Yunan Ordusu tarafından işgal edilmesine 2004­ 2008 arasında izin verdi. AKP Hükümetlerinin Türk adalarının işgal edilmesine karşı çıkmamasının nedeni, Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyeliği konusunda bir sorun çıkmaması idi. Diğer bir ifade ile AKP Hükümeti, AB tam üyeliği karşılığında Türk topraklarının işgal edilmesine izin verdi. Nasıl şimdi PKK’nın ülkemizin güneydoğu Anadolusu’nun işgal edilmesine izin veriyor ise. Adalarımızın işgalini Türk kamuoyuna 2008’de Genelkurmay Başkanlığı’nda görev yapan bir albay olan Kurmay Albay Ümit Yalım taşıdı. Ümit Yalım, uzun bir süre adalarımızın işgal edildiği gerçeğini tek başına anlattı. Önce herkes “bu kadar da olamaz” diyerek inanmak istemedi. Ancak MHP milletvekillerinin konuyu gündeme taşıması üzerine Türk Dış İşleri Bakanlığı TBMM’ne yanlış bir cevap vererek, “Yunanlılar ile adaların egemenliği üzerindeki görüşmelerimiz devam ediyor” dedi. Bu açıklamanın yapılmasından birkaç gün sonra Yunan Dış İşleri Bakanlığı sözcüsü, adaların Yunan adası olduğunu ve Türk Dış İşleri Bakanlığı ile bu konuda herhangi bir görüşme yapmadıklarını ifade etti. Dönemin Dış İşleri Bakanı A. Davutoğlu sürekli konunun üstünü kapatmak için uğraştı. ,,,  




AKP Hükümeti konuyu unutturmaya çalışırken, MHP konunun açığa çıkması için mücadeleye devam etti. (MHP’nin elinde konu ile ilgili çok yeni ve detaylara giren, kişilerin tek tek sorumluluklarını ortaya koyan bilgiler olması da muhtemeldir.) Nitekim son günlerde MHP TBMM’de işgal edilen adalar ile ilgili yeni bir atağa başladı. Şimdi 27 Mart 2015 tarihli Yeniçağ gazetesindeki habere bakalım: “Milli Savunma Bakan İsmet Yılmaz, TBMM’de MHP’li vekillerin Ege’deki Yunan işgaline ilişkin sorusunu cevaplandırdı. Yılmaz’ın, “Adalar Lozan’a göre bizim hakimiyetimizde” derken, MHP sıralarından “yuh” ve “yazıklar olsun sana sıvışma bakanı” sesleri yükseldi. Süleyman Şah Türbesi’ni Suriye’den Türkiye’ye kaçırarak buradaki Türk toprağını terk eden AKP iktidarı, Ege’deki adalara Yunanistan’ın el koymasına da göz yumuyor. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, TBMM’de MHP milletvekillerinin Ege adalarında yaşanan Yunan işgaline ilişkin sorusunu cevaplandırdı. 

Yılmaz, “Lozan Barış Antlaşması’nın 12. maddesi ve Paris Barış Antlaşması’nın 14. maddesi hükümlerine göre egemenlikle devredilenler dışında hiçbir adanın egemenliği antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiştir” dedi. Yılmaz şöyle devam etti: “Bu ada, adacık ve kayalıkların egemenliği Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiştir. Hukuken EGAYDAAK (Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada Adacık ve Kayalıklar) Türkiye’nin hakimiyetindedir. EGAYDAAK’ların bir kısmı üzerinde, başından beri Osmanlı’dan bugüne 26.06.2016 Büyük İtiraf Geldi: AKP Toprak Verdi ­ 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü http://www.21yyte.org/kose­yazisi­yazdir/8164 2/2 gelinceye kadar Yunanistan’ın fiili uygulamaları vardır. Ancak fiili devlet uygulamaları onların yasal ve hukuki statülerini değiştirmez. Bu, uluslararası mahkemelerin de vermiş olduğu karardır. 



Dolayısıyla bu durumda EGAYDAAK Türkiye Cumhuriyeti egemenliğindedir. EGAYDAAK üzerindeki mevcut olan fiili Yunan uygulamaları, statüyü değiştirmez. ” MHP sıralırından tepki gelince Bakan Yılmaz, “Siz, ’burayı Yunanistan’a verdi’diye Yunanistan lehine görüş bildiriyorsunuz. Çok şükür ki iktidarda değilsiniz” dedi. Özetle Milli Savunma Bakanı 16 Türk adası ve 1 kayalığın Yunanistan tarafından işgal edildiğini kabul etti, itiraf etti. Bakan, meseleyi bulanıklaştırmak için “Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada Adacık ve Kayalıkların bir kısmı üzerinde, başından beri Osmanlı’dan bugüne gelinceye kadar Yunanistan’ın fiili uygulamaları vardır” diyor. Bakan böylece 2004­2008 arasında Yunan ordusunun adalarımızı işgalini gizlemek istiyor. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın açıklaması ile AKP’nin Türk topraklarından çekildiği gün gibi ortaya çıkmıştır. Bu mesele hiçbir şekilde üstü kapatılabilecek bir husus değildir. Bu toprak kaybı Türkiye’nin Balkan Savaşı’ndan bu yana ilk toprak kaybıdır. Bu arada emekli Kurmay Albay Ümit Yalım’ı tebrik ediyorum. Başlangıçta tek başına bir mücadele başlattı ve yılmadan insanları ikna ederek meseleyi bu noktaya taşıdı. http://www.21yyte.org/ sitesinden 26.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/8164

..

BUNDAN SONRA SURİYE MESELESİ,


BUNDAN SONRA SURİYE MESELESİ,



Yazar: Ümit Özdağ
23 HAZİRAN 2012 CUMARTESİ

Doğrusu Şam'ın bu aşamada böyle riskli bir adım atması beklenmedik bir gelişmedir. İçeride devam eden isyan ve dışarıda artan baskı karşısında Suriye'nin savaş amacı olmadığı belli olan silahsız bir Türk savaş uçağınıvurması olayların hızla kontrol dışında çıkmasını ve bir Türkiye-Suriye savaşının çıkmasına neden olabilecek bir saldırıdır.
Esad, bu riski almıştır. Şam'ın yaptığı, "Türk uçağı olduğunu bilmeden vurduk" şeklindeki açıklamanın hiçbir geçerliliği yoktur. Malatya'dan kalktığı andan itibaren Türk hava sahasından çıkışına kadar Suriye radarları tarafından izlenebilecek durumda olan bir savaş uçağının Türk savaş uçağı dışında bir uçak olma ihtimali yoktur. Üstelik bu tür hava sahası ihlallerinde uluslar arası kurallar daha önce uyarı yapmayı, önleme uçağı kaldırmayı gerektirmektedir. Suriye Ordusu bunun yerine doğrudan ateş etmeyi tercih etmiştir. Şam hem Ankara'ya bir ders verdiği ve intikam aldığı inancı içindedir hem de olayın tırmanmaması için bu açıklamayı yapmaktadır.
Olayın ortaya çıkmasından sonra Ankara, Suriye karasularında Suriye savaş ve kurtarma gemileri ile birlikte pilotları kurtarma çalışması yaparak, bu açıklamayı zımnen doğru kabul etmiş ve Şam'dan ikinci bir gol yemiştir. Oysa bu aşamada yapılması gereken, uçağın düşürülmesine tepki olarak, arama yapılacak sahayı Suriye kara suları olmasına rağmen, Ankara tarafından bu bölge Suriye gemilerine kapatılmalı, Suriye savaş gemilerinin girmesini savaş sebebi sayılmalı ve aramaları Türk Deniz Kuvvetlerinin yapmasını sağlanmalıydı. AKP Hükümeti bu fırsatı kaçırmıştır.
Bu noktada sorulması gereken bir başka soru Suriye Öcalan Krizi sırasında değil hava sahasını ihlal eden Türk savaş uçaklarına Suriye'ye giren bir Türk birliklerine ses çıkarmaz, görmemezlikten gelir iken bugün hava sahasını bir kilometre ihlal eden bir Türk savaş uçağını neden düşürmüştür. Hava sahasında bir kilometrelik ihlal bir savaş uçağının birkaç saniyede kat ettiği bir mesafedir. Ve normal olarak sınır üzerinden uçuş sayılır. Şam'ın bunu bilmesine rağmen Türk savaş uçağını düşürülmesi Esad rejiminin Türkiye'yi ve Türk Ordusunu 1998/9'da olduğundan daha farklı değerlendirdiğini göstermektedir.
Bu farklı değerlendirme çerçevesinde Şam için TSK 2012'de 1999'da olduğu kadar caydırıcı değildir. Çünkü Şam'ın 2007'den buyana TSK'ya karşı sürdürülen psikolojik operasyonlar neticesinde TSK'nın moral gücünün kırılmış ve savaşmaya istekli olmadığı analizini yapıyor olması muhtemeldir.
AKP Hükümeti şimdi çok önemli bir karar vermek zorundadır. Ankara, Şam'ın bu adımına savaş çıkarmayacak ancak Şam'ı yaptığına pişman edecek ve Türkiye'nin caydırıcılığını tekrar tesis edecek bir cevap geliştirmek zorundadır. Bundan sonra Şam'ın özür dilemesi ve tazminat ödemesi Ankara için yeterli olmamalıdır.
Bu notada yapılması gereken silahsız bir eğitim uçağını düşürmesinin bedelinin uçağımızı düşüren hava bataryalarının Türk Hava Kuvvetleri tarafından bombalanması ve imha edilmesidir. Bu adım dışında hiçbir şey Türkiye'nin bölgede caydırıcılığını tesis edemez.


..

Bölgesel İç Savaşa Bir Adım Daha




Bölgesel İç Savaşa Bir Adım Daha


Yazar: Ümit Özdağ
20 TEMMUZ 2012

Bu eylemden sonra Suriye iç savaşa bir adım daha yaklaştı. 

Bombalamayı selefi bir örgüt ve Özgür Suriye Ordusu üstlendi. Bu üstlenmelere rağmen Suriye'de son bir ayda yabancı istihbarat servisleri ve askeri kuruluşların olayların tırmanmasının arkasındaki ana dinamik olduğu bir süre sonra ortaya çıkacaktır.

AKP Hükümetinin Esad'ı devirme politikasının Suriye'de bir kapsamlı iç savaşı başlatıyor ve bu iç savaş Irak ile Lübnan'ı da kapsayarak bölgesel bir iç savaşa dönüştürüyor. Üstelik ne Suriye iç savaşı ne de Irak ve Lübnan'ı kapsayacak bölgesel iç savaş anılan ülkelere demokrasi getirecek.

Suriye-Irak ve Lübnan'da çıkacak bölgesel iç savaştan en fazla yararlanacak olan Barzani-Talabani-PKK üçlüsü olacaktır. K. Irak Kuzey Suriye'ye genişleyecek, "Kürdistan" büyüyecektir. PKK'da bunu gördüğü için Oslo'da uzlaşılanlardan daha fazlasını almak umudu ile seçimlerden sonra AKP ile kurulan diplomasi masasını devirmiştir. PKK, K. Suriye'de halk zemininde K. Irak'ta olduğundan etkin çok daha etkin olduğu bilincinde olarak, K. Suriye-K. Irak birleşmesinin ve K. Suriye'deki PKK etkinliğinin Türkiye'ye yoğun bir güç projeksiyonu yansıtacağını hesaplamaktadır.

Bölgesel iç savaş konusu Batı dünyasında da tartışılıyor. 8 Temmuz 2012'de The Washington Times'da Susan Crabtree "İstikrarsız Irak'ta İç Savaştan Korkuluyor" başlıklı yazısında şöyle demektedir: "Amerikan ordusunun Irak'tan çekilmesinden altı ay sonra savaş ile parçalanmış ülke etnik ve mezhepsel parçalar arasındaki güç mücadelesini kullanan isyancıların yaydığı şiddet ile kaplanmış durumda…. Haziran 2012 Amerikan ordusunun çekilmesinden sonra geçen en ölümcül aydı ve her hafta en az iki bomba patladı. Suriye'de sunileri Esad rejimine yönelik saldırıları Irak'ta da sunnileri aynı şeyi Maliki rejimine karşı yapma konusunda teşvik ediyor."

Brookings Enstitüsü Ortadoğu Araştırmalarından Ken Pollack ise Suriye iç savaşının yayılma etkisinden çok Irak iç savaşının yayılma etkisinden bahsediyor ve petrol bölgesinin ortasındaki Irak'ta çıkacak bir iç savaşında İran, Kuveyt ve S. Arabistan'ı etkileyeceğini ileri sürüyor. ABD'nin önde gelen Ortadoğu araştırma kuruluşlarından Washington Enstitüsünden Michael Knights ise " Suriye'nin Doğu Cephesi:Irak Faktörü " yazısında Suriye'deki iş savaşın Irak'a yansımalarından endişe duyarak ABD'nin Irak'ta, Suriye sınırındaki ABD dostu sunni Arap kabilelerini değerlendirerek Suriye iç savaşının Irak'a sıçramasını engellemesi gerektiğini savunuyor.

Gelelim bölgesel iç savaşın Lübnan ayağına. Hizbullah hem İsrail ile hem de selefiler ve El Kaide yakını unsurlar ile savaşa hazırlanıyor. Peki, 2005'den beri Lübnan'da ABD-Suudi ittifakı tarafından desteklenen selefiler ne yapıyorlar. 

6 Temmuz 2012 'de Jerusalem Post'ta Jonathan Spyer, " Lübnan'da Sunni İslam Canlanıyor " başlıklı makalesinde Kuzey Lübnan'daki Triplo kentinin hem Suriye'de muhalefete yardımın hem de Lübnan'da sunni dirilişin merkezi olduğunu kaydediyor.

Spyer'e göre, Triplo aynı zamanda Esad ile savaşmak isteyen yabancı cihat savaşçılarının merkezi haline gelmiş.Lübnan sunnileriEasd'a karşı başlayan ayaklanmayı Lübnan'da Hizbullah'ın etkinliğini sona erdirmek amacı iledeğerlendirmek istiyorlar. Ancak suniler Lübnan'da hala Hizbullah ile baş edebilecek güçlü bir örgütlenmeye sahip değildir. Son aylarda Güney Lübnan'daSidon kentinde selefi lider şeyh Ahmed El Assır Hizbullah'a karşı bir sunni ayaklanmanın önderliğini yapacak şekilde ortaya çıkmış.

Sonuç olarak Ortadoğu bölgesel bir iç savaşa doğru sürükleniyor. Türkiye'nin menfaati ise Ortadoğu'da bölgesel iç savaş değil barış. Oysa Suriye'de iç savaşın temel dinamiklerinden birisi olan Özgür Suriye Ordusu Türkiye'nin politik, askeri ve lojistik desteği olmadan bu savaşı sürdüremez. Eğer Ankara Suriye muhalefetine baskı uygulayarak Şam ile bir uzlaşma ve kontrollü demokratikleşme uygulaması sağlayabilir. Ankara bunu tercih etmiyor.

http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/6677

..