15 Ocak 2017 Pazar

İnsan Hakları



İnsan Hakları 



Yrd. Doç. Dr. Zeynep Yücel 


Dersimiz konusu insan hakları ile ilgilidir. Bugün, insan haklarını size teknik veya hukuki bağlamında anlatmayacağım. Bu işin hukuk ötesinde, başka boyutları vardır. İnsan hakları dediğimiz zaman esasında, biz haklardan ziyade ihlallerden bahsediyoruz. Hak; olan değil, olması gerekeni ifade etmektedir. Şöyle başlamak gerekirse; adalet, hak -hukuk hakkın çoğuludur- Arapçadan türemiştir. Adalet dediğimiz şey; bir özlem olarak dünya üzerinde insanlık tarihi başladığı andan itibaren veya ilk insandan itibaren o insanın aradığı yitiğidir. Dolayısıyla biz yitik olan, aranan ve özlenen bir şeyden bahsediyoruz. Bu aranan ve özlenen şey; insanın insan olmasından kaynaklıdır. Tamamen bir değerdir. Açık ve net olarak şöyle söyleyelim; insan hakları dediğimiz zaman bunun devletle veya otorite ile hiçbir ilgisi yoktur. İnsan hakları dediğimiz zaman 
esasında biz haksızlıklardan bahsediyoruz. İnsanlık tarihine baktığınız zaman, binlerce yıllık tarihine baktığınız da şunu görürsünüz; İnsanın ezilmişliği, yok sayılışlığı, hor görülmesidir ve insanlık tarihindeki tüm mücadeleler bunların def edilmesidir. İnsan hakları dediğimiz zaman pürü pak, tertemiz bir sayfadan değil, tam tersine kanlı bir geçmişten, kanlı bir gerçekten bahsediyoruz demektir; kadın olsun, erkek olsun, kızıl ya da kara derili olsun, dindar veya dinsiz olsun, Deist veya Ateist olabilir, köle, serf veya işçi olsun. Bunlar olmaksızın bir özgürlük tarihi yazılamaz. İnsanlık tarihi insan hakları bakımından mücadelenin tarihidir ve dediğim gibi bu mücadele kanlı bir mücadeledir. Mücadelenin taraflarından biri insanın kendisi, karşısında da yer alan otoritenin kendisidir. Bu otorite sizin karşınıza polis olarak çıkabilir, kent devleti olarak çıkabilir, imparatorluk olarak çıkabilir, monarşi olarak çıkabilir, mutlak veya meşru ulus-devlet olarak ortaya çıkabilir. Aldığı biçim, çatı değişebilir. Ama 
insan haklarından bahsediyorsanız bunun sahibi ve bunun sahip olduğunu ret eden bir otoriteden bahsediyoruz. İşte bunlar arasındaki karşıtlık mücadele tarihidir. Dolayısıyla insan hakları, kuşkusuz ki haksızlığa uğrayan ve baskıyla karşılaşan insanın elinden çıkmadır ve tamamen onun yaratıcısıdır. Biz burada hukukun tanıdığı, anayasaların tanıdığı veya yasaların tanıdığı haklardan bahsetmeyeceğiz. Bunu zaten size öğretecekler. İnsan hakları bunlardan ibaret değildir. Eğer sadece bunlarla sınırlı olsaydı eğer o zaman insanlık olduğu yerden sayardı. Spartacus, Spartacus olarak kalırdı ve köleliğin tartışılması asla mümkün olmazdı. 

Bazı coğrafyalarda kızların diri diri gömülmesi söz konusu olabilirdi ve bu da asla tartışılmazdı. Bazı yerlerde sadece kara derili olduğu için insan sayılmazdı insan, eğer sadece hukukun ya da otoritenin tanıdığını hak olarak kabul edecek olursak. Ben bundan bahsetmeyeceğim. 

İnsan hakları temelinin elbette ki hukukla ilgisi vardır. Bunun maddi içeriğini hukuk oluşturur. Fakat onun bir dinamizmi vardır ve insanı olduğu yerde kalmasını engelleyen hatta geri itmesi mani olan bir dinamizm vardır. Bu onu sürekli olarak ileriye doğru iter ve sürekli olarak mücadele vermesine sebep olur. Bu yön veren felsefi düşüncenin ta kendisidir. Yani; hapsedilemeyen şeydir. İki; sadece düşünceyle kalmakla yetinilmez. Bu felsefi düşünceyi eyleme dönüştüren siyasal alanın ta kendisidir. Dolayısıyla biz insan haklarından bahsederken hem felsefi düşünceyi hem de siyasal eylemin ta kendisini söylüyoruz, bunu yorumlayamayan veya okuyamayanlar zor durumda olacaktır. Hukuk insanlığın geldiği noktada onun kazanımlarını koruma altın alır, güvenceye alır. Hukuk budur. Ama sadece bundan ibaret olsaydı insan hakları dediğim gibi bir 
adım öteye geçemezdi. Kazandığınızla yetinemezsiniz. Daha fazlasını istersiniz. Dersin başında söylediğimiz gibi; Aradığınız bir yitiğiniz var. Bu adalettir. Sorun budur. Yani; hak arayışınızın esas nedeni adalet ve olağan, hem inancınız hem de buna muhtaç oluşunuzdur. Dolayısıyla hukuk tek başına yetmez. Hem felsefi düşünmeyi hem de siyasal eylemi, birlikte ele alarak, insan haklarını anlamanız mümkündür. Tabii insani haklarının günümüzde, nispeten sağlıklı bünyesini gösteren batılı bir insan hakları sistemi vardır. 

Dünyanın geri kalan bölgelerinde insan hakları anlayışından bahsetmiyorum, teorik olarak mutlaka var. “Uygulamaya geçirilebilmiş mi?” sorusuna kuşkusuz hayır cevabı verebiliyoruz. Bu batı öykünmeciliği değildir. 

Bu dünyanın geri kalan bölgesinin henüz düşünceyi yani kuvveden fiile çıkaramadığının bir göstergesidir. Özellikle batı dünyası dışında kalan toplumları insan hakları bakımından yaşadığı sorunlar ve ihlallerin temel nedenlerini size izah edeceğim. Azgelişmiş, geri kalmış veya gelişme yolunda geri bıraktırılmış dünyada insan haklarına baktığınız zaman sicili bozuk bir tablo ile karşılaşırsınız ve bu sicili bozuk listeye bakıldığında, ihlaller olarak klasik bir liste çıkar. Nedir bu listede yer alan ihlaller? Dil, din, ırk, cinsiyet ayrımcılığı, bunlardan 
doğan baskılar, düşünce suçları, bir araya gelme ve örgütlenme yasakları, muhalefet hakkının kısıtlanması, seçimlerin düzensizliği ve güvenilmezliği, 
olağan üstü yönetim usullerinin yaygınlığı, olağan karşılanması, kanıksanması, sıradanlaşması, yargı güvencesi yokluğu, işlemezliği gözaltı ve tutuklama işlemlerindeki keyfilik, yargılamadan özgürlükten yoksun bırakılmalar, tutuk evi ve cezaevi koşullarının ilkelliği, hatta acımasızlığı, yeniden eğitim kampları, endoktrinasyon kampları, devlet dışı terör, devlet terörü veya yarı resmi terör mesela; insan kaçırma, muhalifleri yok etme, kitle halinde insanların birden bire’kaybolması, toplu kıyımlar, yargısız infazlar, işkence ve keyfi ölüm cezaları sözü edilen listedeki sicili bozuk suçlardır. İhlallerin en uç noktalarından bir tanesi bu toplumlarda resmi ya da yarı resmi devlet terörüdür. Adam kaçırma, 
işkence, siyasal muhaliflerin öldürülmesi, insanların kaybolması, mesela 1976’da Arjantin’de 30 bin insandan haber yoktur. Bunlar kayboldular. Bunlar, siyasal sistemlerin terörüne ilişkin açık verilerdir. Buna bir de işkenceyi ekleyeceksiniz. Bu çok yaygındır. İşkence artı bireysel sadizm her halükarda ve ne pahasına olursa olsun suçluyu bulmak, bulamazsanızsuçlu yaratmak, suçluları sindirmek, potansiyel muhalifleri yok etmek, sindirmek ve yıldırmaktır. Bunlar işkencenin sahip olduğu fonksiyonlar-dır. İşkenceyi boşu boşuna yapmıyorlar. Bir işlevi yerine getirsin diye. Nedir bu? Potansiyel muhalefetin hadım edilmesi veya bir daha ortaya çıkmayacak şekilde susturulmasıdır. İşkence sadist bir uygulama değildir. Kolektif bir amaçtır. Dolayısıyla devlet eliyle ve devletin güvenliği adına uygulanır. Bazen devletin bilgisi olur ama bir şey yapmaz mesela; Ebu Garip cezaevini duydunuz. Anmaya insanın dili varmaz. Fakat bunlar neden yapılıyor? Devlet güvenliği derseniz iş biter, hikmet-i hükümet. 

Dünyanın bu konuda en berbat yaklaşık 10/12 tane hapishanesi bilinir. Bizimde bir hapishanemiz vardır. Sivil olması önemli değildir. Asker veya sivil işkenceyi yapan bunu sadece bireysel sadizm diyerek yapmıyordur. Düşman gördüğü için müstahak saymaktadır. Toplu kıyımlar ile dramatik boyutlara ulaşabilmektedir. Dünyanın pek çok bölgesinde, Afrika, Latin Amerika, Kamboçya, Endonezya gibi ülkelerde bunların örneklerine ulaşmak mümkündür. Mesela; Afrika’da siyasal sistemin ve rejimin dışına sürülen etniklerin ordu eli yok edilmesi söz konusu olmuştur. Uganda da, İdi Amin Dada döneminde 20 bin, 1972’de Burundi’de ordu eliyle 200.000 etnik, devlet ve rejim güvenliği gerekçesi ile yok 
edilmiştir ve/veya saf dışı bırakılmıştır. Devlet güçleri ile yine iç içe giren yarı resmi güçler de bu noktada, şiddeti ve insan hakları ihlallerini yerine getirebiliyorlar dır. Mesela; Endonezya’da ölüm mangaları bu şekilde oluşturulmuş tur. Guatemala’da 80 ve 83 yılları arasında üç sene içerisinde 35.000 köylü, yine rejimin kurallarına uymadığı gerekçesiyle bu yarı resmi ölüm mangaları tarafından ıslah edilmişlerdir. Bunlar ciddi devlet politikaları olarak uygulanmaktadır. 

Batı dünyasında vicdani olarak var olan şey politik sisteme aks ettirilebiliyor mu? Hayır, neden? Çünkü seçimlerle iş başına gelen hükümetler vardır. Bu hükümetler hesap verebilir. Hikmet-i Hükümet anlayışı biraz bu coğrafyalarda farklıdır. Hikmet-i Hükümet doğu dinlerinden kaynaklıdır. Esasında dinin kaynağı tektir. Lakin bu batıda biraz daha farklı yorumlanmaktadır. İster Budizm’i alın ister Hıristiyanlık ister İslamiyet ister Musevilik. Tek makam tek, alan vardır. Bu nasıl hikmet ki hükümet bizde ki tabir ile hikmetinden sual olunmaz. Dolayısıyla devletin yapıp ettiğinden, yani Hikmet-i Hükümet’inden sual olunmaz. Şimdi bu hikmetinden sual olunamaz, yapılan uygulamaların halk veya seçmen tarafından çok da eleştirilememesini de getirmektedir. Batı dünyası bunu kan döke döke almıştır. Burada sözünü ettiğim; bu modele sahip olmayan ülkelerdeki insan hakları sorunlarının nedenleridir. Bunu sadece batı hükümetçiliği diye anlamayın. Bambaşka süreçler var ve her insanın her toplumun vicdanında ister inanın ister inanmayın adalete değerlerine, adil olma değerine dair özlemi vardır. Sorun bunu nasıl yerine getirebileceği meselesidir. Devlet; Doğu ben her şeye kadirim anlayışı ile giderken Batı’da sivil toplumun üstünlüğü hâkimdir. 

Yani; hikmet-i hükümetten her şeye kadir olan bir devlet anlayışından kan döke döke vazgeçirilmiş batı da bir ulus-devlet vardır. Eğer batı devrim tarihini okursanız ki bu noktada size tavsiyem; reform süreci ile başlatacaksınız, 1789 burjuva demokratik devrimlerine geleceksiniz bu yetmez, sosyal hakların alınmasına geleceksiniz yetmez, siyasal hakların genelleştirilmesi mücadelelerine geleceksiniz. Yani; genel oy hakkının tanınması ve daha sonra genel oy hakkının içine kadınların oy hakkının da eklenmesi 20.yy tamamlanmış bir model mi? Hayır. Peki, doğuya geldiğimizde durum nedir? Onlar daha ulus-devletin kurma aşamasındalar. İhlaller ile azgelişmişlik arasında kopmaz bir bağ mı var? Genel 
olarak baktığınız zaman toplumsal sistemlerin özel olarak bağımlılık ilişkileri nedeni ile ekonomik, siyasi, kültürel ve hukuki alt sistemleri yine bu gelişmekte olan gelişmemiş değil, gelişecek değil, azgelişmiş ne derseniz deyin batılı olmayan sanayileşmemiş toplumların insan hakları sorunun besleyen en temel dinamiktir. 

İktisat sizi besler, buğday ekersiniz açlığınızı giderir. Az gelişmiş toplumlarda iktisadi sistem otoriterizmi beslemektedir. Bunu çok net ortaya koyabiliriz. 
Bunu araştırmalar sonucu söylüyorum. Yansız yapılan araştırmalar; iğne ile kuyu kazar gibi yapılan araştırmalardır. Çünkü oryantalist bir bakış hakimdir. Bunu yıkan o coğrafyanın içerisinden meseleyi arz eden çalışmalar daha yeni yeni var. Kaba bir tespitte bulunacağız. Azgelişmiş olmanın öne çıkardığı başlıklara bakacağız. Hangi başlıklarla insan haklarını doğruluyoruz. Bunun temeli; ekonomik ve sosyal yeniliktir. Sadece ekonomik yeniliğe bağlayamazsınız. 

İkisi beraberdir. 

İkincisi bağımlılık ilişkileridir. 
Üçüncüsü kalkınma ve büyüme sorunudur. 
Dördüncüsü ulus ve ulus-devlet sürecidir. 
Beşincisi, Rejim sorudur. 
Altıncısı da; bunun Soysa-Kültürel boyutlarıdır. 

Şimdi ekonomik ve sosyal yeniliğe ilişkin şunları söylememiz mümkündür. Ekonomik yenilik dediğimiz zaman; biz azgelişmişlik durumunu tespit etmiş oluyoruz. Fakat azgelişmişlik sadece ekonomik geriliğe indirgenemez. Yani; azgelişmişlik yoksulluk demek değildir. Yoksulluktan, onu daha vahim haline getiren sosyal getiridir. Aç olabilirsiniz bu sizin başkasının hakkını ihlal edeceğiniz sonucunu doğurmaz. İhlalin asıl gerekçesi bu sosyal yeniliklerden kaynaklanmaktadır. İktisadi bakımından zengin, sosyal, politik yönlerden geri kalınmış olunabilir. Eğer petrol rantiyesi ülkelere ve onun toplumlarına bakarsanız bunlar gelişmiş ülkeler arasında değillerdir. Suudi Arabistan, BAE, her birisi zengin fakat G7, G7+1, G20 artık hiçbir şey ifade etmez. Sosyal alanda geridirler. Terside geçerli; 1950’lerde Portekiz’e, Yunanistan’a, İspanya’ya, 
Güney İtalya’ya bakın bunlar ekonomik olarak İngiltere’den, Fransa’dan, Almanya’dan geridir. Fakat azgelişmiş ülke statüsünde değillerdir. 

Çünkü burada ki insan değerini insanın kendisini geliştirebilme potansiyeli yani sosyal imkânlar bakımından kültür düzeyleri nedeni ile bu devletler azgelişmiş sayılmamaktadır. O yüzden azgelişmiş derken; ekonomik ve sosyal tabloyu görmek gerekmektedir. Ekonomik gerilik bu anlamda azgelişmişliğin en önemli etkenidir. Belli bir iktisadi ve toplumsal refah düzeyine ulaşmadan iler ülke sayılmanız mümkün değildir. Ekonomik gelişmişlik gerçekte ve esasında büyük çapta sanayileşme ve sanayi toplumuyla özdeş kılınmaktadır. Çağımızın kentlere dayalı uygarlığına bakarsanız bunu net olarak görebilirsiniz. Kasaba, köy daha farklı bir tablo çizmektedir. Ekonomik ve sosyal gelişme düzeyi ile demokrasi ve insan hakları performansı arasında nasıl bir denklem var o denklemi kurarsak, tarihte batı demokrasisi ve insan hakları sistemi ekonomik gelişmeye paralel bir idealleşme göstermiştir. Feodalizm den kapitalizme geçiş yeni sınıfların ortaya çıkması yeni sınıfların ancient rejimi yerle bir etmesi yeni değer ve ilkelerin siyasete taşınması yani mutlak monarşilerden meşruti monarşilere anlayış olarak da ulus-devlete de geçiş bu ekonomik ilerleme ve eski rejimin sorgulanması ile oluşmuştur. O yüzden Avrupa devrimini Rönesans ve reformdan itibaren çok iyi 
bilmeniz lazımdır. 


Üretimin artması, kapitalizmin gelişmesi ve saniyeleşme kaçınılmaz olarak demokrasi ve insan hakları gibi katkıları getirmiştir. Bunlar burjuvazinin 
eski sisteme meydan okuyuşudur. Yani; burjuvazi, aristokrasiye bununla meydan okumuştur. Bırakınız yapsınlar bırakınız gelişsinler. 

Mülkiyet haklarının kutsal sayılması toprakların zaten %65 -%75’inin kiliseye ait olmasından kaynaklanmaktadır. Avrupa merkezci yaklaşmıyoruz. 

Tekrar söylüyorum ki; burjuva ve emekçiler veya işçi sınıfı diyebilirsiniz. Bu sınıfların ürünü olarak biz demokrasiyi ve insan hakları ilkelerini tarihe veya tarihten okuyabilmekteyiz. Yaygınlaşmasına bunlar nasıl hizmet etmiştir? Fransız devrimi ile eşitlik, özgürlük ve kardeşlik dediler. Adalet Osmanlı’da eksiktir. Eğer bayraktaki ambleme bakarsanız o amblemde eşitlik, özgürlük ve kardeşliği görürsünüz ama burada bir de adalet vardır. Bu ayrı bir meseledir. 

Burjuva demokratik devrimlerinin yerleşmesinden ve kapitalizm oluşmasından sonra egemen sınıf burjuva olmuştur. Burjuva aristokrasiye meydan okumuştur. Peki, tek başına mı meydan okudu? Hayır. Emek sınıfı ile meydan okudu. Neden? Fabrikaları var veya atölyeleri var orada çalışacak işçi lazım. Feodal sistemde lortlara bağlı serfler var. Köleye değil özgür bireye ihtiyacı vardır. O geniş kitle de özgürlüğü ararken, eşitlik de arıyordu ve burjuvazi dedi ki; bizi özgürlük, eşitlik, kardeşlik birleştirebilir. Ki bu da zaten Hıristiyanlığın İsa’cı yorumu bakımından önemlidir. Bu personalisttir. Bunu Ortaçağ bastırmıştır. Bizi bu noktada buluşturan kardeşliktir deyip, el ele devrim yapmışlardır. Aristokrasi ve onun sistemi otorite olarak bizim karşımıza mutlak monarşiler olarak çıkmaktadır. Yerle bir ettiler ve meşruti yani hesap verilebilir olan monarşiler 
gelmeye başladı. Daha sonra burjuvanın esas derdi eşitlik veya kardeşlik sağlamak değildir. Asıl derdi özgürleşmenin sağlanmasıdır ve birden bire halka devrim yaptıktan sonra bir tarafa gitmiş, onu sorunlarıyla baş başa bırakmıştır. O sorunlarla ilgilenen ve henüz daha modernite sürecini tamamlamadığını söyleyen Marx ortaya çıkacaktır. İktidar paylaşılmaz. Yola beraber çıkılır ama iktidar paylaşılmaz. Devrimin önderlerinden Maximilien Robespierre mesela, muhalifleri tek tek idam ettirmiştir ve giyotine göndermiştir. En nihayetinde kendisi de idam edilmiştir. 

Emekçinin mücadelesi ve Burjuvazinin taviz vermesi ile birlikte bir takım kazanımlar elde edildi. Bunlara klasik haklar diyebiliriz ve onların yanına daha sonra sosyal mücadelelerden dolayı bir sosyal ve ekonomik haklar gelecektir. Yani siyasi haklar burjuvazi ile kabul ettirilen ilk sosyal haklardır. Daha sonra sosyal mücadele ile sosyal ve ekonomik haklar gelecektir. Bu mücadeleden, halk kitlelerinin maddi durumlarının nispeten iyileşmesi, demokrasi, kültür ve siyaset değerlerinin yaygınlaşması nedeniyle demokrasi ve insan hakları yararına çok kazanımlar olmuştur. Kapitalist sanayi toplumları ile çoğulcu, özgürlükçü, demokrasi arasındaki -faşist rejimler gibi parazitler çıksa da- bağ hiç çürümedi. 
Bu yüzden günümüz dünyasının sanayileşmiş ülkelerinin kalitesine nasıl bakarsanız bakın insan haklarıyla örülüdür. Bundan taviz vermez. 


Batı kazanımlarından taviz vermeyecek güçlü bir sivil topluma sahiptir. Onlar kendileri için mücadele ettiler ve şunu biliyorlar ki; hak verilmez hak alınır. Dolayısıyla onları suçlamanın ötesinde mücadeleye girmen gerekmektedir ve bu mücadelede çoğunlukla ya öldürülürsün ya vatan haini ilan edilirsin ya devlet düşmanı ilan edilirsin ama bir şekilde sen rejim düşmanısındır. Bu, Spartacus için de Hz. İsa için de böyleydi. İsa; Roma sistemine alternatif bir sistem getirme iddiasıyla çarmıha gerildi. Yoksa Roma’nın kutsal şeylere dil uzatma gibi bir suç tanıdığı yoktur. Ama İsa’yı Roma sistemine alternatif bir sistem getirmesi sebebiyle yargılayabilirdiniz. Çünkü İsa şöyle söylüyordu: Artık hepiniz tanrıda 
birsiniz. Oysa Roma ayrıcalıklar ve vatandaşlık hakları üzerine kurulmuş bir devlettir. Roma’da eğer siz iktidarı ele geçirmeye çalışıyorsanız kayalıklardan aşağıya yuvarlanabilirdiniz ve hiç kimsenin de bu durumdan haberi olmazdı. Ama rejime muhalefet ederseniz cümle âleme can çekişerek öldüğünüzü gösterirler. Devlet düşmanı böyle cezalandırılır. O yüzden otorite her zaman için haklıdır. 

Sanayileşmemiş ülkelerde, diktatörlük veya otoriter rejim yaygındır. Bu bir rastlantı değildir. 
Buradaki neden, ekonomik ve sosyal malzemeden  kaynaklanıyor. Demokrasinin yerleşebilmesi için henüz daha yeterli olgunluğa erişmiş durumda değildir. Yeterli bir olgunluğa erişecek sürede geçmemiştir. Bu ulus-devlet ile ilgili bir meseledir veya sömürge geçmesiyle ilgili bir meseledir. Nedir bu mesele? Bu ülkelerde tarımsal üretime dayalı iktisadi sistem vardır. Üretkenlik çok kırılgandır, iklim koşullarına bağlıdır. Ondan etkilenir. Buna karşılık hizmet ve ticaret sınıfı çok kuvvetlidir. Pazarda limon satandan tutun, kuaföre kadar. Sözde kapitalist veya kapitalist öncesi yapılar yan yanadır. Biz buna mitojen 
yapılar diyoruz. Ulusal burjuvazi ile pazarın yokluğu burada hemen karşımıza çıkmaktadır. Bütün bunlar birbirine eklendiği zamanda olgu olarak, aşırı dengesiz bir dağılım, dışa bağımlılık görülmekte ve bu da ister istemez bu toplumları ve devletleri dışa bağımlı hale getirmekte, demokrasi ve insan hakları tartışmaları bir lüks olarak kalmaktadır. Açlıktan süt veremeyen bir anne için seçim hakkının olup olmaması onunla dalga geçmektedir. Kırsal veya kırsal köken ağırlıklı ve örgütlenme bilinci olmayan insan yığınlarına dayalı, üretici güçleri geliştirmeyen, dışa bağlı oligarşilerin ağırlıkta olduğu hatta egemenlik kurduğu azgelişmişlik ortamı içerisinde insan hakları ve sorunlarının merkezi, ekonomik ve sosyal yeniliktir. Halk ya da kitleler özgürlük ve maddi haklarından yararlanabilecek olanaklardan tamamen yoksundurlar. Buna neden olan 
emperyalist denetim vardır. Denetimlerin olması nedeniyle istenilen düzeyde geliştirilememiş bir potansiyel vardır. Üçüncü olarak da sistem gereği tüm bu üretkenlik az da olsa sadece belli bilgi merkezlerinin elinde toplanmıştır. Darbelerle bu merkezde değişmektedir. Ama asla halk kitlelerine yayılmazlar. Halk bu durumda bir figüran rolünü oynar. Oysa demokrasi, halkın eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Halk burada bir figüransa burada hakların veya özgürlüklerin yüceliğinden bahsedemezsiniz. Ekonomik gerilik, kıt üretim ve bağımlılıkla, insanlık değil ancak kriz beslenir. Açlıktan ölen çocukların sayısı, toplu katliamda ölen çocukların sayısından fazladır. Sadece savaş olduğu zaman 
çocuklar akla gelmektedir. Ekonomik gerilik bu anlamda anti-liberalizm ve anti demokrasiyi destekler. Şu çekinceyi de belirtmek gerekir. Çok gelişmişlikle demokrasi ve insan hakları, azgelişmişlikle de otoriterizm ve anti-liberalizm sürekli ve kopmaz bir şekilde birbirine besler demek değildir fakat yine de halk açısından ihlaller bir azgelişmişlik ölçütü olarak kabul edilmelidir. Mutlaklaştırma değil de dediğim gibi bir ölçüt olarak kabul edebilirsiniz. Bir; en yaygın ihlaller en yoksul ülkelerde değil, modernleşme sancısı çeken toplumlarda görülür. Protesto haklarını kullanmak isteyen topluluklara insan hakları ihlalleri en şiddetli ve en ağır biçimde uygulanır. Karşılarında baskı politikaları geliştiren otoriteyi 
bulurlar. İki; gelişmiş kapitalist ülkelerde de insan hakları ihlalleri vardır. 

Örneğin; tüm insanlar eşit koşullarda yaşamazlar. Aile kurma hakkı, mülk edinme hakkı, insanlar haklar bakımından İngiliz toplumun da eşit midir? 
Sınıfsal alanda farklılık illaki vardır. Dolayısıyla ekonomik gelişmişlik göstergesi olarak GSYH’ya bakmayacaksınız. Ekonomik ve sosyal refahtan ne kadar yararlandığınıza bakacaksınız. İster anayasanıza yazın, ister kanunlarınıza geçirin, nereye yazarsanız yazın hiçbir anlamı yoktur. Hakkın olması ancak pratiğe geçirilmesiyle söz konusudur. Yani hakkım var ama yararlanamıyorum. Ne anlamı kalır. Üçüncü ve son olarak; yenilik insan hakları ve demokrasi rejimini zorlaştırsa da azgelişmişlik onu demokraside imkansız kılmaz, sadece güçleştirir. Bu sadece bir mekanik neden-sonuç ilişkisi değil. Çoğulcu, özgürlükçü olan azgelişmiş ülkeler de var, mesela; 1950’li yıllarda Hindistan, Japonya, Portekiz, Yunanistan, İspanya’ya bakarsanız, Senegal, Kara Afrika ülkeleri de dahil. Burada özgürlükçü uygulamaları görüyorsunuz. Toplumsal veriler bu bakımdan insanın ve bireyin durumunu açıklar. Anayasalara bakmayacaksınız. 

Sosyal ve ekonomik refahtan ne kadar yararlandığına bakacaksınız. Yani bunlar algı operasyonları falan değildir. Freedomhouse’un yaptığı araştırmalara göre sıraladığı sıradasınız. İnsan haklarından yararlanabilmek için ilk olarak, hukuken tanımlanması ona sahip olmanızı sağlar, ikincisi; bunlardan fiilen yararlanabil mek. Otoriter ülkelerde bu halklar tanınmıştır. Ama yararlanma rejime sadakat şartına bağlanmıştır. 18. ve 19. yy. batı hukuk sisteminde hak ve özgürlükler tüm insanlar için ilan ediliyor. Ancak bunlardan sadece erkekler yararlandı. Örneğin; seçme ve seçilme hakkı. Bilindiği üzere Luther kiliseyi Allahın otoritesi yerine kilisenin kendi otoritesini koyduğunu, dolayısıyla dinin bozulduğunu 
iddia ediyordu. Calvin’de aynı şekilde. Reform süreci dini hoşgörüyü yaymak maksadıyla başlatılmadı, tam tersi teokrasiden yanaydılar. 

Hoşgörü ile hiçbir alakası yoktur. Alman köylülerinin uğradığı katliama bakılacak olursa bunu açıkça görebilirsiniz. O dönem insanın karşı karşıya kaldığı durum şöyleydi; kilisenin dediğine mi inanacağım, Luther’in veya Calvin’in dediğine mi inanayım? Reform hareketi düşünürlerinin libre-examen dediği insanın kendi kararını kendisinin vermesi, seçtiği yolun hesabını kendisinin verme hakkı. Tabii bunları devlet sizin adına yapacağını ileri sürerse bu noktada birey çok fazla gelişemiyor. Bir diğer husus, kriterleri ortaya çıkaran, kronikleştiren bağımlılık ilişkileridir. Ülkelerin tarihine baktığınız zaman insan hakları kazanımlarının, uluslaşma, devletleşme ve bağımsızlaşma süreci ile başladığını görürsünüz. Bağımsızlık; bireyin hak ve özgürlüklerinin tanınıp, korunup, geliştirilmesinin önkoşulu olarak ifade edilmektedir. Bu haklardan yararlanmak için toplumun bir düzeni olması şarttır. Sömürge halkları ile işgal altındaki topraklarda yaşayanların durumu işte bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bunlar hak sahipleri olabilirler. Sadece hak sahibi olmaları için doğmuş olmaları bile yeterlidir. Fakat yararlanabiliyorlar mı? Siyasal bağımsızlık sadece kollektivitenin değil aynı zamanda bireyin hak ve özgürlüklerinin de temelidir. Yeni ülkelerin ortaya çıkış çağında yani bağımsızlıklarının kazanılmasından bir süre sonra bu ülkelerde insan halklarına, ilkelerine aykırı otoriter rejimlerin kurulması gerçeği bu durumu değiştirmez. Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra bir bakıyorsunuz otoriterleşmeye başlıyorlar ve insan hakları ilkelerini ayaklar altına almaya başlıyorlar. Yine de bu durumu değiştirmez. Bağımsızlık kazanmaları ve devlet oluşturmaları şarttır. Bağımlılık ilişkileri bakımından özellikle günümüzde iktisadi eksen ağırlık kazanmaktadır. Fakat bağımlılık ilişkileri sadece iktisadi ilişkiler bakımından değil, kültürel ve siyasi ilişkiler bakımından da geçerlidir. Dolayısıyla bağımsızlık dediğimiz zaman esasında bizim kast ettiğimiz şey; egemen olmaktır. 

Yani; kendisinin hakkındaki geleceğe karar verebilme yetisine sahip olmaktır. Yine de egemenlik dediğimiz zaman; bu noktada devlet ve egemen sınıflar bu sefer devreye girmektedir. Bağımsızlığını kazanmış toplumlar devlet kurduktan sonra bu kez egemen sınıfın bağımlısı durumuna düşürülüyorlar. Bunlar da esasında iktisadi düzen içerisinde kendisine verilen bir rolü oynuyorlar. Bu rol nedir? Sistemin açıklarını kapatmaktır. Sistem derken kapitalist sistemden bahsediyoruz. Dolayısıyla merkez bankasına meydan okumanın hiçbir manası yok. Dünya üzerindeki geçerli ticari ve iktisadi mantık kapitalist sistemdir. Eğer bir düzen kuracaksanız öncelikle tıpkı bir burjuvazinin feodalizme meydan 
okuduğu gibi buna meydan okumanız gerekmektedir. Fukuyama “tarihin sonu” demişti fakat bir başka şekilde tarih diyalektikle devam etmektedir. 

Yine de üstlendiği rollere bakıldığı zaman; sistemin açıklarını kapatmak, krizin yükünü paylaşmak ama çoğunlukla bu yükü taşımak ve hatta faturayı ödemektir. Azgelişmiş devletlerin üstlendiği roller arasındadır. Borçlanmak, ithal ikameden vazgeçmek, iç talebi kısmak, ihracat hedefine bağlı olmayan hedefler koymak, talebi yönlendirmek ve talebi düzene göre ayarlamaktır. İhtiyaçlarınıza göre değil; ihtiyaç görülenlere göre talep oluşturmaktır. Dolayısıyla krizin faturası bu halka çıkmaktadır. 

Yani azgelişmiş olan halka çıkıyor. Krizin faturasını; halka ödetebilmeniz içinde muktedir olmanız lazımdır. Yani otoriter olmuş oluyorsunuz. 

Her iktidar bunu yapamaz. Bunu ancak muktedirler yapabilmektedir. Sistemi kuranlar ile sistem içerisine yeni dahil olanlarla arasındaki organik bağ aşağı-yukarı burada ortaya çıkmaktadır. Ama az önce dediğimiz gibi bunun yükünü çoğunlukla halk çekmektedir. İktisadi bağımlılık ilişkileri hiç şüphesiz yerli olduğu kadar yabancı kaynaklı otoritalizimleri beslemektedir. 


Bu da ülkeyi dış müdahalelere ve provokasyonlara açık hale getirmektedir. Gunder Frank’ın bu konuda makaleleri bulunmakta. İktisadi bağımlılık ilişkileri insan hakları bakımından ihlaller yaratmaktadır. Bunları üç ana unsurda özetleyebiliriz. Örneğin; IMF’nin politikalarına bakarsanız bunu net olarak görebilirsiniz. Yapmış olduğu istikrar paketleri veya önlemleri doğrultusunda ülkenin üretimi hadım edilir veya kısırlaştırılır. Kitlelerin medeni siyasi örgütlenme veya sendikal hakları askıya alınmaktadır. Yani; sosyal ve ekonomik haklar finans çevrelerinin taleplerini karşılayabilecek güçlü muktedirlerin otoritesinin sağlamlaşması gerekmektedir. 

Güçlü yönetimlerle karşılanabileceği iddiası otoriter ve bürokratik rejimleri bu azgelişmiş toplumlarda şart kılmaktadır. 

İkinci husus; ağır dış borcun altına girilip bu dış borcun ödenmesi halka mal edilmektedir. Biraz önce belirtilen haklardan halk mahrum bırakılabilmektedir. 

Mesela; ücretsiz eğitim alma hakkınız olabilir, mükemmel bir sağlık hizmeti alabilirsiniz, diş dolgusundan, göz ameliyatlarına kadar, bunlar yine sosyal devletin sağladığı haklardır. 

Üçüncüsü; sadece kriz dönemleri değil normal dönemlerde de ihlaller ile karşılaşabilirsiniz. Örneğin; haberleşme ve telekomünikasyon alanına 
bakıldığı zaman sadece kriz dönemlerinde değil normal zamanda da bu ihlalleri görebilirsiniz. Rejimin ve sistemin tam bir denetimi altındadır. 

Ülke halkı kendisiyle ilgili veya kendisini etkilendirebilecek olan her türlü bilgiyi veya olayı süzgeçten geçirilmiş hali ile öğrenmektedir. 

Bütün çaba bu yöndedir. Biz azgelişmiş ülkelerden bahsediyoruz. Dördüncü olarak; bu ihlallerin, militer ve ideolojik yönü de bulunmaktadır. 

Yani bağımlılık ilişkilerinin yarattığı ihlalleri, güvenlik doktrini üzerinden okuyabilirsiniz. Ulusal güvenlik doktrinleri birden bire dolaşmaya başlar sürekli savaş tehlikesi, komünizm, radikalizm ideolojik tehditler, darbe, sivil darbe ve bunlar birden bire kutuplara ayrılır. Milli birlik ve iradeye en fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde diye bir cümle duyduğunuz zaman bundan bahsetmiş oluyoruz. Yine Soğuk Savaş döneminde ABD’nin kurmaya çalıştığı hegemonya, komünizm, devrim korkusunu salınması veya Şii tehlikesinin yaratılması bunlara yönelik olarak yeşil kuşak teorisi aynı meseledir. 

Yani radikal diye söylenen günümüz İslam yorumu; bu hegemonyanın sağlamlaştırılmasından kaynaklıdır. 

Şii’lere ve ateist Sovyetler birliğine karşı savaşabilecek ve her ikisine düşman bir taraf yaratmanız gerekmektedir. Bu yol Sünnilerden geçmektedir. 

Çünkü Sünniler; Sovyetlere karşı da savaşır, ateisttir çünkü komünist olması bakımından, Şii’lere karşı da savaşır. Tabii ABD’ye bağlı tüm rejimlerde ve bölgelerde ulusal güvenlik doktrinleri düzenli bir şekilde işlemektedir. Alınan dersler bu nokta da önemlidir. ABD hegemonyasının en azından desteklediği bir rejimin tanınması sürekli olarak darbelere yol açabilir. Bir başka husus ise; muhalefetin bastırılmasına mesela komünist düşmanlar veya irticai tehlike sayabilmek mümkündür.Bunlar aynı zamanda ideolojiktir ve ulusal güvenlik doktrini ile de ilgilidir. 

Bütün bunların hepsini barındıran rejimin savaşçı ve mücadeleci hale getirilmesidir. Yani militerleşmedir. Her şeye dost ve düşman algısıyla 
bakmaya başlamış olursunuz. Gelişme güvenlikle beraber anılmaktadır. Hatta güvenlik gelişmeden üstün ve daha kutsal tutulmaktadır. 

Çünkü size; korunma ihtiyacı açlıktan sonra ikincidir mesajı verilmektedir. Korunma güvenlik ihtiyacıdır. İnsanın kimliğine dair, onuruna dair 
bütün değerlerinin güvence altına alınmasıdır. Bu mücadele alanı sorunlu bir alandır. Dolayısıyla; bu sebep ve sonuç ilişkisi yani güvenlik ve 
gelişmenin otorite tarafından sebep ve sonuç ilişkisine Tabii tutulması mücadeleci olarak nitelendirilmesi her alana yansıtılıyor. Topyekun ve 
sürekli bir karaktere büründürülüyor. Bunu otoriteler, bürokrasi ve bunu destekleyen halk kitleleri benimsemektedir. Bu noktadan sonra da; sizin 
artık insan haklarıyla ilgili düşünmekten ziyade milli birlik ve beraberliği düşünerekten bazı şeylere sabretmeniz mümkün hale gelmektedir. 

Bu da gelecek özlemi ve ideali ile birlikte otoriter rejimler tarafından propaganda ve söylem ile süslenebiliyor. Bu durum insan hakları bakımından iki sonuç doğurmaktadır. Kısa vadede askeri rejimler görülür ve bunların yarattığı insan hakları ihlalleri vardır. Mesela; yaş büyütmeler ile suçüstü mahkemesiyle suçüstü mahkemesinin yargıladığı bir kişi idam edilebilir. Devlet güvenliği gereği böyledir. Bu kısa vadeli sonuçlardır. Belli bir noktadan sonra ölümler normalleştirilmektedir. Fakat uzun vadede bunun yarattığı başka bir sonuç vardır. Burada ad olarak kişi ölümlerinden bahsetmekteyiz. Şunu söyleyelim insanlık tarihi ne için öldüğünü bilmeyen milyarlarca insanla doludur. Bir şey için savaştıklarını düşünüyor olabilirler ama gerçekte ne için savaştıklarını bilmiyorlardır. 


İkincisi; uzun vadede siyasal sistemin yeniden yapılandırılması esnasında kamu özgürlükleri aleyhine pek çok kısıtlamada bulunulur ve artık bunun esamisi okunmaz. Anayasa değişikliklerinin neden zorlaştığını sorgulamamız gerekmektedir. Pratik ve diyalektik olarak görülen o ki dünyanın her yerinde bu bağımlılık ilişkileri ve bunun yarattığı, dayattığı baskılar elbette ki kendi zıtlıklarını yaratmaktadır. Bu noktada insan hakları anlayışı zenginleşmektedir. Siz baskı ve dayatmalar karşısında neye sahip olmadığınızın farkına varıyorsunuz. İhlal edilmeyen, elinizden alınmayan bir şeyin çoğu zaman farkında değilsiniz. Ne zaman ki onurumuza yönelik bir şey oluyor bu benim hakkım diyerek itiraz etmeye, sesimizi yükseltmeye başlıyoruz. İnsan haklarının devlet ve otorite ile yan yana yürümüşlüğü yoktur. Tamamen karşısında. Bağımlılık ilişkileri dedik peki azgelişmiş toplumları pek çok şeyden yoksun mu gösteriyoruz? Tabii ki hayır. Mesela 1970’lerde gelişme haklarının kabul edilmesi süreci ortaya çıkmıştır. Bu süreç yeni ekonomik düzen talepleri sürecidir. Mesela bu yoksul bırakılmış halkların mücadelesi sonucunda kabul edilen gelişme hakkıdır. Kendi doğal kaynaklarından yararlanma hakkı, yabancıların devlet denetimine tabi tutulması hakkı. 

Bütün bunların hepsi yine üçüncü dünya ülkeleri denilen geri kalmış diyebilirsiniz azgelişmiş diyebilirsiniz veya gelişen diyebilirsiniz toplumların mücadele ederek aldıkları haklardır. Millileştirme karşısında örneğin; çıkan mücadeleleri veya savaşlara bakılacak olursa; özellikle petrol alanında ne demek istediğimi anlamış olacaksınız. Maddi gerçeklerler hukuki belgelerin bu tumturaklı, şaşalı ifadelerini aşmaktadır. Göğün kalelerini sarstığı gibi bu maddi gerçeklerde hukuki belgelerde yazan ifadeleri sarsmaktadır. Bunlar yazıldıkları gibi değillerdir. Dünya üzerindeki kutuplaşmaya baktığınız zamanda; fiilen olanı ve olması gereken görülmektedir. İşte bu noktada biz ihlallerden bahsediyoruz. Bir 
başka soru ise kalkınma ve büyümedir. Kalkınma sorunu ile insan hakları arasında organik bir uyumsuzluk olasılığı vardır. Bahsettiğimiz şey mesela; serbest dolaşma hakkı var, özgürlüğü var. Karantina gerekçesi olmadığı müddetçe her yere girebilirsiniz ve ülke içerisinden çıkabilirsiniz. 
Buna izin verildiği zaman kentler göç almaya başlıyor. Yani yeterli bir istihdam veya tarım söz konusu değilse. Bu kentte bir soruna yol açıyor. Gecekondu sorunu, suçun artması v.s. Mülkiyet hakkı; bu sefer toprak reformuna girişecekler bunun karşısında direnmeler ortaya çıkıyor. Çünkü mülkiyet kutsaldır. 

Kafana göre, ihtiyaca göre bölemezsin. 

İktisadi özgürlükler var, bu seferde planlama yapılması gerekiyor bunun önüne geçiyor. Kişi güvenliği ilkeleri, suçun kovuşturulması, suçlunun yakalanmasını zorlaştırmaktadır veya bazen vicdanları yaralayabilmektedir. Çünkü bu ilkelere uymak zorundasınız. Düşünce özgürlüğü en fazla problem yaratan şeydir. Zihinleri karıştırdığı iddiası ile bir türlü yasaklanamıyor. Sosyal haklar, bu sermaye birikiminin önüne set çekmektedir. Oysa kapitalist sistem bu noktada sorun yaşabilir. Dolayısıyla siyasetçiler batı toplumlarında dahi klasik örgütlenme haklarını bazı durumlarda kısıtlayabiliyorlar. Azgelişmiş toplumların siyasetçileri de çoğunluklada bunu örnek göstererek sendikal hakları, örgütlenme halklarını, düşünce gösteri ve yürüyüş haklarını v.s. yani sosyal ve ekonomik halkları kısıtlama yoluna normal ve olağanmış gibi gitmeye başlıyorlar veya bunu sistematik hale getirebiliyorlar. 

Belli bir ekonomik ve sosyal gelişme düzeyine ulaşılmadan medeni ve siyasi halklardan yararlanmak mümkün değildir denilebilir mi?. Bunu iddia edemezsiniz. Dolayısıyla o zaman ihlaller asla hoş görülemezler. Durum şudur ki; insan haklarının özellikle siyasal katılmanın sağlanması bu ülkelerdeki maddi ihtiyaçların siyasal sistemde yeniden bilindiği üzere siyaset dağıtım işidir. Yeniden dağıtılmasını sağlayabilmesi sırasında sosyaldurum ve geri kalmışlık mühimdir ama bunun önüne geçebilecek olan değer dağıtımını yeniden sağlanması yani siyaset alanında şiddete başvurarak değil, siyaseten, meşru yollarla sağlanabilmesi işte bu halkların tanınması ve kullandırılmasıyla mümkün olmaktadır. Güvenlik ileri sürerek parti kapatmanızı açıklamanız mümkün değildir. Bu durumun tek bir istisnası vardır. O da terör ve şiddettir. Bu toplumlara has bir durumdur. Büyüme kavramı ve kalkınma kavramından kast edilen şey aslında budur. Yani; değer dağıtımının siyaseten yapılabilmesi işidir. 
Bu kalkınmaya ilişkili durumlardır. Büyüme ile kalkınma arasında bir fark vardır. Büyüme; devlet eliyle zenginliklerin belli bir kesime en nihayetinde daha fazla pay vermesi olarak ortaya çıkmaktadır. İktidar değiştikçe iktidarı iktidar yapan kaynaklara o zenginlik tekrar ve yeniden dağıtılıyor. Kuveyt gibi örneklere bakılırsa; büyüme süreci çoğulcu olmayan otoriter, kliyentelist, feodal benzeri siyasal sistemleri ve bu sistemi taşıyacak birimleri zenginleştirmekten öteye geçmemektedir. 


Ulus ve ulus-devlet; toplumun ve devletin oluşum süreçleri de insan hakları bakımından en sancılı meseleyi yaratmaktadır. Ulus-devlet batı örneğinde biraz önce söylediğim gibi kapitalisttir ve burjuvazinin kendi sürecidir. Bununla bağlantılı olarak ortaya çıkmış olan büyük bir dönüşümdür ve en az 300 yıla yayılmıştır. Batı toplumunun uluslaşma ve ulus-devletleşme sürecinde karşı karşı kalmış olduğu tüm sorunlar bu 300 yıllık süre içinde ortaya çıktı ve bunları aşama aşama, tecrübe ede ede hatta sömüre sömüre çözmüşlerdir. Tıkandıkları noktada zenginliği başka yerden aldılar. Şimdi siz iddia edebilir misiniz? Aynı zenginlikte veya aynı sağlamlıkta ve bir an önce yeni uluslaşmış olan devletlerin ve toplumların aynı standarda gelmeleri gerekir diye. Edilemez. Devlet tarihinde 50/100 sene çok azdır. Bir insan ömrü gibi düşünebilirsiniz. Ama biz 200/ 300 yıldan bahsediyoruz. Dediğim gibi Rönesans ve reform çok öneli süreçlerdir. Batı toplumu devleti tarafından oluşturulmadı. Dili fark ederek öncelikle kendilerini buldular. Dilin keşfine bakmak lazım. Keşif değil ama farkındalığına odaklanmak gerekir. Alman’ın “Neden ben tanrıya Almanca dua etmiyorum?” sorusu önemli. Köylüde eğitim olmadığı için ancak Rahip aracılığı ile okuyorlar. Peki, neden tanrı benim dilimi konuşamıyor sorusunu sorup bir gecede en azından Allahın kelamının bir kısmını Almancaya çevirmesi ile başlamaktadır. Çünkü Latincedir. 
Orada başlayan bir dili keşfi var. Bir sene yıkanmadan tanrının kutsal yağmurunu beklemeleri ne demek eğer yıkanırlarsa aforoz edilmeleri ne 
demektir. Çünkü imanlarından başka hiçbir şeyleri yok her şey toprak ve toprağa bağlıdır. Toprağın sahibi belli, mülkün sahibi zaten bellidir. 

Halkın gönlünde bir tek imanı vardır. Onunda garantisi yoktur. Feodal beyinde kilisenin de dediklerine aynen uymak zorundalar. Çünkü her hangi bir şekilde aforoz edilebilir. Tabii bu durum onların karanlık dediği çağda büyük bir korkudur. Ulus-devlet bir modeldir. Tarihsel tecrübe sonucunda ortaya çıkmıştır. Bir model olarak diğer toplumlar tarafından uygulanmaktadır. “No pain no gain.” Kazanmak için, bedeli olarak acı çekeceksiniz. Tabii bu durum da ihlallere yok açmaktadır. Peki, ulusal sınırlar Batı’da ortaya çıktığı gibi mi çıktı bu toplumlarda da. Afrika ya bakarsanız cetvelle haritacılar tarafından çizilmiştir. Ortadoğu, Fransız ve İngiliz anlaşmasıdır. Peki siz doğal sınırlardan mı bahsediyorsunuz 
yoksa emperyalist devletlerin çıkarlarının belirlediği sınırlarından mı bahsediyorsunuz? Yeni Ulus-devletleşen ülkeler bu yapısal sorunların 
hiç birisini kendileri üretmediler ve şimdi onlardan beklen kendilerin mesul olmadığı bu sorunları bir an önce çözmeleri ve ellerine imkân vermeleri. Bu onları suçsuz yâda masum göstermemektedir. İnsan hakları ihlalleri bakımından işin kötü tarafı şudur; yani iktidara gelenlerde aynısını yapıyorlar. Bunu sorgulamaktan öte buradan nedir? Mesele budur. Ulus-devletin kendisi değildir. Asıl mesele sorununu çözmeye çalışmamaktır. 

Nüfus dokusu batı toplumlarında farklıdır, yeni ulus-devletleşen toplumlarında farklıdır. Bu farklı doku daha önce birlikte yaşamak gibi bir soru sormayanları şimdi böyle bir soruyu sormalarından kaynaklanıyor. Birlikte yaşamak? Onlar böyle bir soru sormadılar. Çünkü bu toplumların dokusunda birleştirici başka bir done vardı. Onlar ulus değildi. Ortadoğu’ya bakarsanız baskın öğe ne olabilir? Din olduğuna göre birlikte yaşayabilme ile ilgili çok fazla soru sormuyorlar. Ulus-devlet onlara bunu sordurtur. Peki cevap? Size diferansiyel örneği yazsam ve bunu sizden çözmenizi istesem? Yazamam ama model olarak alabilirim. Aynı meseledir. Dünyanın geri kalan bölgelerinde bu dış etmenlerce tahrip 
edilen nüfus dokusunu, emperyalist süreci göz ardı ederek analiz etmeniz mümkün değildir. Bölünmüş ırk, dil, din gibi unsurlar farklılık dolayısıyla 
ötekilik olarak algılatılmıştır. Bu insan hakları sorununu katmerleştiren bir durumdur. İnsan haklarının adalet unsuru şuradan geçmektedir. Farklı 
olana, eşit davranmaktır. Tüm semavi dinlerde bu vardır. Laiklik bu bakımdan çok hayırlı bir keşif veya icat olmuştur. Çünkü insan elinde 
onun yorumu bambaşka bir şeye dönüşmektedir. Teorik olarak bu vardır. Pratik olarak yoktur. Bunun kabahati dinin kendi akidelerinde değildir. 
Bu akideleri kabul etmeyenlerdedir. Ben bunu bütün semavi dinler için söylüyorum. Diyebilirsiniz din tanrı katında tektir. Doğrudur. İnsan katında 
yorumları vardır. O yüzden laiklik çok hayırlıdır. O yüzden derse başlarken; adalet bu dünyada yaşamın başladığı andan itibaren insa-
noğlunun kaybettiği yitiği olduğunu söylemiştim. İdealizm esasında bu yitiğin bu dünyada canlandırılabileceğini söyler. Aziz Augustine “Tanrı 
kent” eserinde bunun bu dünyada olmayacağını söyler. Ama Aquina’lı Thomas bu dünyada da mümkün der. İşte liberalizm buradan geliyor. Bu adalet yitiği seküler manada düşünelim; insanı insan yapan şey tekamül sürecidir. Dolayısıyla bu dünyada sağlanabilir. İktidarı ister uhrevi düşünün, ister dünyevi düşünün. Ama esas şey sorgulamaktan ve bilmekten geçmektedir. Batı tipi demokrasinin ve insan hakları temel güvencesi had bilmektir. Burada bir Arap atasözü söyleyeyim. ‘’Haddini bilmeyene haddini bildirmek, bin yetim giydirmekten evladır’’ derler. Ama bunu kendi arasında yapabiliriz. Peki devlete karşı nasıl yapacağız. Tekrar ediyorum insan hakları mücadelesinin tarafı devlet veya otorite değildir. Ordan baktığınız zaman göreceğiniz sadece asi, hizipçi, bölücü, devlet düşmanı vatan hainidir. Bütün isimlere bakın Luther aforoz edildi, İsa çarmıha gerildi, Spartacus asi oldu. Başarı kazanmanıza bağlıdır. Eğer Mustafa Kemal başarı kazanmasaydı ki ilk zamanlarda İngilizler tarafından 
yazılan tüm istihbarat raporlarında asi ve hizipçi olarak geçmektedir. 

Siyasal dünya olmayan gerçeklerin var olduğu bir dünyadır. Siyasetin olmayanı var etmesi tanrısal bir özelliktir. Egemenliğin kökeni buradan gelmektedir. Ol der ve olur. Astronot dünyaya aydan baktığı zaman hiçbir ulusal sınır göremez. İşte siyaset olmayanı var eder ve artık bundan sonrası yoktur diyemezsiniz. Foucault’u bir daha okumak lazım. Siyaset olmayanı var eder ve bir kere var ettikten sonra siz onu sorgulayamazsın. Simulakr ve Simulasyon kavramlarını düşünün. Artık yoktur diyemezsiniz vardır. Siz o sınırlar içerisinde yaşarsınız. Ama en nihayetin de şunu söylemek gerekirse; Ulus ve ulus-devletleşme Batıda farklıdır, dünyanın geri kalan yerlerinde farklıdır. Batıda ulus, devletinden önce 
çıkmıştır ve kendi devletini yaratmıştır. Bu dille olur. Dünyanın geri kalan toplumlarında ulus yaratılmıştır. Devlet tarafından bunun çok farklı yöntemleri var yani her yerde aynı süreçlerden geçin diyemezsiniz. İnsan hakları ihlallerinin son olarak rejim ile ilgili meselesinden bahsetmek gerekirsek. Bu da rejim bakımından üç şeye karşılık gelmekmektedir; otoriterizm istikrarsızlık ve anayasacılık. Otoriterizm sizin karşınıza ulusal birlik, ulusal güvenlik, istikrar, kalkınmanın gereklilikleri, ekonomik büyüme, ekonomik istikrarın zarar görmemesi dinin korunması ile çıkar. Haklardan ancak rejime sağdık olanlar yararlanabilir otoriter rejimlerde. Burada kişisel iktidar ve iktidarın kişileşmesi meselesi vardır. 

İktidarın kişileşmesi veya kişisel iktidar, iki ayrı süreçtir. Çocuk halkı bir kurtarıcı öğretici bir önder veya öğretmen yoluyla kurtarmaya girişirler pek çok örneği vardır. İkisi de üst üste binebilir. Mesela Stalin üst üste bindiği bir örnek oluşturur. Bunlardan karizmatik liderler çıkabilir. Kimi otoriterizme yönelebilir. Kimi bundan kurulmak maksadıyla daha dünyevi ve daha ulusal bir amaç gözetebilir. Dolayısıyla vardıkları sonuçlar farklıdır. Mesela Stalin’i Gandi’den, Mustafa Kemal’den bu yönüyle ayırabiliyoruz ama bu üçünü de Churchill ve Kennedy’den yine ayırıyoruz yani buradaki skalayı veya kesişim kümelerini siz yapıyorsunuz. Dolayısıyla otoriterizm insan hakları bakımından talep çeşitliliğini 
anlamamak ve bunu teke indirmektir. Yapısal, örgütsel bürokratik kurumlar kurmak ve bürokratlar atamak yoluyla bu çeşitliliği azaltmak. 

Sosyal durumları ve varlıkları devlet güvenliği ile tekrar tanımlamak ve siyaseti oyunun kurallarını tekrar kendince tanımlamak bakımından büyük işlere girerler ve meşrulaştırırlar. Çoğunlukla da zaten meşruiyet krizleri, darbeler müdahaleler iktidarını sağlamlaştırmak isteyen zayıf olan otoritenin karşılaştığı en büyük problemlerdir. Otoriterizm devlet yetkilerinin azmanlaşması demektir. Ben böyle tanımlıyorum. Giderek güçlü olduğunu iddia eder ve bu iddiayı ne kadar yüksek sesle söylerse o kadar zayıftır. Zayıfladıkça azmanlaşır sesini yükseltir bu yükseltmeler sonucunda daha fazla provokasyon sesi duymaya başlarsınız daha fazla darbe, müdahale tehlikesi duymaya başlarsınız ve buna göre de kamu 
özgürlükleri giderek kısılır. 

Anayasacılık bakımından da büyük bu konudaki rekoru 1976 yılına kadar on defa anayasa yapan Suriye elinde tutuyor. Bugün içinde bulunduğu durum belli etmektedir. Yani anayasada ne kadar siz hakları sayarsanız sayın bunun hiçbir pratik sonucu yoktur. Anayasa bu bakımdan otoritenin ve devlet egemenliğinin sağlamlaşması hizmetinde en azından adanmış vaziyettedir. Bunun sonuçta kültürel boyutları var. Bu konudan çok bahsetmeyeceğim. 

Bu da birey ve toplum arasındaki ilişkiye birazda dinin yapısına bağlı olarak açıklanabilir. 

Batı toplumları dışındaki toplumların insan hakları bilançosunu ağırlaştıran şey yani temel sorunların çokluğu ve bu temel sorunların aynı anda üst üste gelerek ortaya çıkması ve bir an önce çözülmesi ihtiyacının hissedilmesi, buna imkan yoktur. Hiç bir devlet bunu yapamaz. Batının 300 yılda çözdüğünü siz burada birkaç yıl içerisinde çözemezsiniz. 

Bu işin dış boyutu da vardır. 

Hem emperyalizm hem de dış bağımlılık kapitalist sistemin işleyişi ve kurmuş olduğu mekanizmaya meydan okumaksızın bir şeyleri kırmaksızın kendi potansiyelinizi aktif hale getiremedikten sonra insan haklarını sosyo-ekonomik kalkınma büyüme temellerini çözemezsiniz ve bu çözülmediği müddetçe de siz nasıl yaparsınız ve neyi nasıl formüle ederseniz edin, pratiğe dökemezsiniz. Bir gün adaletin sağlanabileceği ve sağlanması gerektiğine dair ümidimiz var. Özgürlükçü ve demokratik bir toplumda yaşamak bir ideal değil, bu her toplumun ve her bireyin potansiyel olarak hem hakkı hem de projesidir. Bilinçli 
veya bilinçsiz, ilerler. Bazen ilerleyerek bazen de ona katkıda bulunarak. Bazıları ölür bazıları sakat kalır yine de bir şekilde insan hakları tarihine geçer. Önemli olan isminizin altın harflerle yazılması değil bir katkı olarak geçebilmektir. 


****

Çatışma Çözümleri



Çatışma Çözümleri 



Yrd. Doç. Dr. Talha Köse 

Çatışma çözümleri nedir? Ne işe yarar? Nereden çıkmış ve nasıl gelişmiştir? Bugün uğraştığı meseleler nelerdir? 




“ Çatışma Çözümleri ” için yaklaşık 50-60 yıldır var olan bir disiplin, bir alan denilebilir. Modern olarak çalışılması belki 100 senedir devam ediyor ama Türkiye’de hala popüler olan bir alan değil. Dünya’nın geneline bakıldığında kendi etnik çatışmasını yaşayan Sri Lanka, Kuzey İrlanda, İspanya, Avrupa’daki diğer ülkeler, İngiltere gibi çatışmaların yaşandığı ülkelere bakıldığında son derece revaçta olan ve üzerinde akademik problemler olan bir konu. Aslında bu konunun zamanla daha da öne çıkmasının bazı sebepleri var. Bugün dünyada ve Türkiye’nin etrafındaki çatışma profillerini çıkarttığımızda ortaya çıkan manzara çok şey ifade etmektedir. Ortadoğu’daki çatışmaları nasıl tarif edebiliriz? Mezhepsel çatışmalar; Irak’ta, Lübnan’da, Suriye’de Şiiler ve Sünniler, aynı zamanda bunun bir parçası olarak dinsel çatışmalar da var. Başka nasıl çatışmalar  var? 
 Irkçılık. 
Avrupa’ya bakıldığında özellikle Müslümanların olduğu yerlerde 11 Eylül sonrasında artan bir ırkçılık görüyoruz. Tarihi olarak Hıristiyanlar ile Yahudiler, Yahudiler ile Müslümanlar arasında yabancı düşmanlığının özellikle Hollanda, İngiltere, Almanya ve diğer batı ülkelerinde ciddi bir ırkçılık problemi olduğu görülmektedir. Son Avrupa Parlamento seçimlerine bakıldığında da Avrupa’da yükselen bir ırkçı trendi olduğunu ve eskiye benzemeyen bir çatışma anlayışı olduğunu görüyoruz. Daha başka ise, Doğal kaynakların paylaşımı, su gibi petrol meselesi kavi bir meseledir. 1960-70’li yıllara bakıldığında Ortadoğu siyasetinin temel dinamiği petrolken bugün petrolden daha ziyade etnik 
sekteryen çatışmalar hatta İslamcılar ile Selefiler, İslamcılar ile Sekülerler arasındaki gerilimler. Yine Ukrayna’ya bakıldığında orada yaşanan daha 
karmaşık bir meseledir. Olayın etnik boyutu olduğu gibi Ukrayna’nın kendi kimliğini tartışma meselesi de var. Yani Doğu’nun (Rusya’nın) siyasi, kültürel uzantısı mıyız, yoksa Batı’nın (Avrupa Birliği’nin) bir uzantısı mıyız? Türkiye’ye bakıldığında sadece Türkiye ile ilgili değil bölgede ciddi bir kürt meselesi var. Genel olarak bakıldığında 11 Eylül sonrasında Avrupa’da artan ırkçılık ve terörizm meselesinin olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla dünyadaki güvenlik ve sorunları, çatışmaları tanımladığımızda eskiye hiç de benzemeyen bir profil ortaya çıkmaktadır. 

Ortadoğu’da belli siyasi entiteler, devletler ve bu devleti oluşturan halklar var. Birincisi bu devletin elitleri ve halklar arasında problem var. 

İkincisi de bu devletler son derece yapay devletlerdir. Yani içinde bir sürü etnik, mezhepsel grubu içeren ve doğrudan sömürgeciler tarafından önceden oluşturulmuş sınırlar ve bu sınırları ancak otoriter lider oluşturarak sağlamışlardır. Halklar da artık otoriteye karşı isyan ediyorlar. Bu 
durum yalnızca Ortadoğu’da değil Ukrayna’da, Tayland’da, Filipinler’de, Brezilya’da, Arjantin’de yani dünyanın birçok yerine bakıldığında görüyoruz 
ve sadece otoriteye değil devlete karşı toplumsal hareketler var. Toplumsal hareketleri, etnik mezhepsel çatışmaları, ortaya çıkan yeni ırkçılık tarzı trendleri anlamak için klasik uluslararası ilişkiler temel kavramlarını özellikle Soğuk Savaş sonrasının temel meselelerini açıklamaya yaramadığını görüyoruz. Dolayısıyla bütün bunlar olurken, bir yandan devlet otoritesinin zayıfladığı bir yandan da kimliksel meselelerin ön plana çıktığı, kültürün ve dinin ön planda olduğu bir çerçeve var. Bu çerçeveyi anlama konusunda uluslararası ilişkilerde inşacı bir teori türetildi. İnşacıların popüler olması 1990’lardan sonradır ama ondan çok daha önce 1960lı yıllarda insan kimliğini ve insan ihtiyaçlarını çok daha 
temele alan başka bir paradigma vardır. Bu da çatışma çözümleri veya literatürde barış çalışmaları olarak da ifade edilebilir. İkisi birbirinden farklı trendler. Uluslararası ilişkilerden daha önce bunu merkeze alan bir çalışma sahası vardı ve toplumlarla gruplar arasındaki ilişkileri daha fazla temele alıyordu. Kendi içerisinde bir değişim yaşadı ve hala aslında uluslararası ilişkilerdeki temel kavramların, açıklama biçimlerinin işe yaramadığı noktalarda daha da popüler hale gelen bir disiplin var. 

Dolayısıyla dünyada muhatap olduğumuz çatışmalara bakıldığında bunlar tam olarak büyük güçler, devletler arasındaki çatışmalar değil devletlerin 
muhatap olduğu vekâlet savaşlarıdır. Yani devletler içerisindeki farklı etnik mezhepsel grupların farklı dini grupların siyasi akımların başka ülkeler tarafından yönlendirildiği daha kimlik merkezli çatışmalar ön plandadır. Bu çatışma türünü daha fazla anlamamıza yardımcı olacak temel kavramsal çerçevesi ile özellikle devletlere bakıldığında, farklı devlet türlerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Yani işleyen devletler, çöken devletler, yarı devletler gibi. Yani Afganistan gibi, çok etniksel çok mezhepli çok dinli devletler Sudan, Irak, Lübnan gibi buralarda artık standart Vestfalya düzenindeki algıladığımız şekilde bir devlet yapısının olmadığı ve bunları anlamaya ve yönetmeye yönelik yeni perspektifler 
geliştirmek gerektiği görülmektedir. 

Çatışma çözümleri sadece uluslararası ilişkilerle ilgili bir alan değildir. Disiplinler arası veya disiplinler üstü bir alan da denilebilir. Çatışma çözümleri diğer disiplinlerden farklı olarak, çatışmayı temele alan ve çatışma hangi düzeyde olursa olsun örneğin işçi – işveren ilişkiler, Batı’da özellikle alternatif çatışma çözümleri denilen arabuluculuk, hakemlik gibi enstrümanların ön plana çıkması, bir yandan da devlet inşasından ulus inşasına kadar karmaşık konuları ilgilendiren bir alandır. Dolayısıyla çatışma çözümleri denilen alan, disiplinler arası veya disiplinler üstü bir alan olarak tanımlanır. Çatışma çözümlerinin, ekonomi ve siyaset kimliğinden farklı olarak, belli disiplinleri, belli kavramları vardır. Dolayısıyla disiplin üstü alan olarak adlandırılabilir. Çatışma çözümleri ortaya çıktığı günden beri insan merkezli bakmaya çalışan, uluslararası 
veya etnik çatışmaları anlamaya çalışırken de insan ihtiyaçlarını insanın temel kaygılarından yola çıkarak ve bunların dönüşümünden hareketle kavramsal çerçeve oluşturan ve bu çatışmaları çözümleme yönünde yeni kararlar almaya çalışan bir disiplindir. Dolayısıyla devlet dışı aktörler çatışma çözümlerinde daha merkezdedir. Hangi düzeyde olursa olsun bir çatışma çözümlenmek isteniyorsa bunun altında yatan insanın temel ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. İnsanların arasındaki etkileşimin sağlanması gerekmektedir ve bu ihtiyaç ve etkileşimi engelleyen temel yapılanmayı bunlar zaman zaman kurumlar da olabilir. Bununla mücadele etmemizi sağlayan bir disiplindir. Diğer bir özelliği sadece soyut kavramsal bilgi üretme değil ürettiği kavramlar ve ürettiği enstrümanlar daha çok pratikten ortaya çıkan bir alandır. 

Dolayısıyla teorik–pratik etkileşimi çatışma çözümleri açısından çok genel bir meseledir. Teorik–pratik etkileşimi derken; pratikte etkisi olmayan şeyleri çok da fazla ön plana çıkarmayan, pratikte ortaya çıkan şeyleri kavramsallaştırmaya çalışan ve bu belli kavramları belli pratikleri küçük grup çalışmalarında focus gruplarla deneyen ve o gruplardan çıkan sonuçları başka alanlarda uygulayan teorik ve pratik arasındaki çok yoğun etkileşimin olduğu bir alandır. Dolayısıyla teori arka planı çok sağlam olan ama pratik karşılığı olan kavramları üretmeye çalışıyor. Yani çatışma çözümleri temel ilgi alanlarına bakıldığında bunlar arabulucu, hakemlik, müzakere, müzakere teknikleri, barış inşası, barış gücü gibi bütün bu kavramları ve çalışma sahaları teorik – pratik etkileşimi yoğun olduğu ve aslında teorisyenlerin pratik yaptığı, pratisyenlerin de teori geliştirmeye çalıştığı bir alan ve-bunu merkeze koyan bir alandır. Dolayısıyla bugün özellikle Batı’daki kurumlara bakıldığında kalkınma ajanslarının, barış inşa ajanslarının çoğunun bu konuda önemli bir rol aldığını görmekteyiz. Oradan çıkan pratik sonuçların teoriyi etkilediğini, teorik çıkarımların pratikte yeniden 
şekillendiğini görüyoruz. Dünyadaki genel trendler, çatışma trendleri bu pratiğin niteliklerini de etkilemektedir. Tarihsel olarak bakıldığında, Soğuk Savaş Dönemi’nde nükleer gerilimin yaşandığı dönemlerde dahafazla nükleer gerilimi engellemek için ne şekilde müzakereler geliştirilebilir üzerine müzakere literatürü vardır. Çatışmaların olduğu alanlarda devletlerarası gruplar arası arabuluculuk ön plana çıktı. 1960’lı yıllarda sorun çözüm atölyeleri, 11 Eylül’den sonra ise daha farklı dinsel çatışmaların ön plana çıktığını görüyoruz. Ve buradaki genel trendlere uygun olarak da kavramsal çerçeve geliştirilmeye çalışılıyor. Tabii diğer sosyal bilimlerden farklı olarak, yani sosyal bilimlerin genel olarak biz sahaya bakarız, olanı inceleriz gibi bir yaklaşımı vardır. Çatışma çözümleri genel perspektifi veya barış çalışmaları genel perspektifinde normatif olarak olaylara nötr bakılmadığını görüyoruz. Bir kere “barış iyi bir şeydir, biz barışın bilimini yapabilir miyiz acaba?” diye bakıyor. Dolayısıyla, bu işin içine giren insanların çoğu çok iyi bilim adamları olmakla birlikte bir çoğu aslında barışı nasıl inşa edebiliriz, barışa nasıl katkı sağlayabiliriz ön kabulüyle araştırmalar yapmışlardır. Yani hedeflerinden bir tanesi budur. Dolayısıyla bizim bu trendi, bu sahayı etkileyen bilim insanları haricinde de Amerika ve İngiltere’de, pasifist grupların bu alana ciddi manada katkı sağladığını biliyoruz. Ve bilim yaparken bir yandan da barışı sağlamaya yönelik enstrümanlar ve bilimsel çerçeve geliştirilmeye çalışıldığını da görüyoruz. Dolayısıyla çatışma çözümleri, çatışma analizleri diğer disiplinlerden farklı olarak biraz disiplinler üstü, hangi alanlarda olursa olsun çatışmayı biraz merkeze alan ve çatışmaların önlenmesini, barışın aslında önemli bir şey olduğunu ve bilim adamlarının görevinin de birazcık bunu sağlamak olduğu ön kabulünde bulunan ve pratiği de 
aslında pratiği de disiplinin temeline alan -belki diğer alanlarda biraz daha merkezde olabilir- ama çatışma çözümlerinde gerek araştırma gerekse 
kavram geliştirme daha çok pratiğe yönelik, pratikten gelen deneyim geri bildiriminin de teoriyi geliştirdiğini görüyoruz. Bu açıdan biraz diğer disiplinler den farklı ama pratik karşılığında önemli ölçüde bugünkü uluslararası sistemin dönüşmesine katkıda bulunduğunu da biliyoruz. 

Mesela 1990’lı yıllarda Boutros-Ghali tarafından ortaya atılan “an agenta for peace” aslında BM’nin bir sonraki aşamaya geçmesinde işte barış gücü, barış inşası gibi temel fonksiyonlarını yeniden konumlandırdığı, aslında orada inşa edilen temel dönüşüm, BM’nin kendi içerisindeki temel dönüşümü, aslında çatışma çözümlerinden gelen bir geribildirimdi. Yine 2000’li yıllarda bu milenyum gelişme hedefleri aynı şekilde çatışma çözümlerinin temel kavramlarıyla alakalıydı. Yani uzun vadede barış inşa edeceksek bunun ancak ekonomik altyapı ve yapıların ortaya çıktığı bir çerçeveyle oluşabileceğini öngören, çatışma çözümlerinin temel çerçevesiyle son derece paralel haldeydi. 2005’e geldiğimiz de, kadınların, özellikle çatışmalardan daha fazla etkilenen kadınların, çatışma çözüm süreçlerine daha fazla entegre edilmesi gerektiğini söyleyen yine çatışma çözümlerinin temel alanıydı. Yine 2000’li yılların sonunda kültürel çatışmalar, ırkçılık ve kültürel hoşgörüsüzlük gibi konuları ele alan yine çatışma çözümlerinin temel kavramsal algılamasıyla paralel gidiyordu. İsterseniz biraz çatışma çözümlerinin temel kavramlarına bakalım. Bu bakış bize aynı zamanda bu alanın genel karakteristiği üzerine de bir fikir verecektir. 

Ben çatışma çözümlerini bu konuda ki bakış açısını vermem gerekirse: Şöyle düşünün Balkanlar’da, Afrika’da, Kongo’da, Ruanda’da etnik soykırım yaşadığında veya geniş kapsamlı bir çatışma yaşandığında bunların en büyük mağdurlarından birinin kadınlar olduğunu görüyoruz. Cinsel istismardan tutun da birçok konuda sahada çalıştırıldıklarını bir yandan da çatışma sonrasındaki dönemde de o toplumu yeniden inşa etmeye çalışan ve o toplumdaki yeni gelen nesillerin yetiştirilmesinde de kadınların rolü olduğunu görüyoruz. Barış anlaşmaları barış görüşmeleri çoğu zaman kadınları dışlayan bir şekilde yapıldığı için, özellikle 2000’li yıllardan sonraki süreçlerde kadınların daha merkezde olduğu barış girişimlerinin daha başarılı olabileceğine dair çok çalışma yapıldı. Bugün mesela soykırım sonrası Ruanda’da, Haiti’de, Balkanlar’da kadınların 
daha ön planda olduğunu görüyoruz. Bunların birkaç sebebi var. Birincisi o dönemde şiddeti yapanların çoğunluğunun erkekler olduğunu dolayısıyla bu insanların daha sonraki süreçte biraz dışlanması gerektiğini görüyoruz. Bir şekilde belki o şiddeti yapanlar hak ettiği şekilde cezalandırılmadı ama en azından yeni yüzler kadınlardı. İkincisi yeni nesli etkileyecek olan onlar, üçüncüsü de aslında mağduriyeti yaşamış ve kendi aralarında ilişki geliştirmeye daha müsait olduğunu görüyoruz kadınların. Dolayısıyla 2000’li yıllardan sonra özellikle çatışma yaşanmış bölgelerde kadınların daha ön plana çıktığını görüyoruz. Ve bunlar yine eğer uluslararası ilişkiler perspektifinden bakıldığında biraz tepeden aşağı perspektif geliştiriyorlar. Yani barış anlaşmasını kimler yapıyor, barış anlaşmasını savaşanlar yapıyor. Ama barışı kimler yapabilir, barış 
inşa edecekler o toplumun temelindeki insanlardır. Çatışma çözümleri tepeden aşağı değil de aşağıdan yani toplumun temelinden toplumun katmanlarından inşa edilebileceğini öngördüğü için bu konuda kadınlar, sivil toplum daha ön planda oluyor. Uluslararası ilişkilerde siyasetin baktığı gibi temel siyasi eğilimlerden ziyade toplumu daha temelden etkileyebilecek bu insanların daha ön planda olduğunu görüyoruz. 

Peki, şunu sorayım size “ Çatışma nedir? ” “ Ne zaman Çatışma olur? ” 

Birincisi en azından iki grup olması gerekiyor. İki insan olabilir, iki grup olabilir, iki devlet olabilir. En az iki aktörün değer ve çıkarlarının uzlaşmaz olduğunu algılamalarıdır. Buradaki algı çok önemli, çünkü çoğu çatışma aslında aktörler arasındaki iletişim kopukluğundan dolayı birbirlerinin çıkarlarını ve değerlerininin uyuşmaz olduğunu algılamalarından kaynaklanıyor. Mesela kıt kaynaklar söz konusu olduğunda, bu gerçekten algının ötesinde olabilir ama insan ilişkilerin deki çatışmalara bakıldığında çoğu zaman bunun algısal olduğunu görüyorsunuz. Mesela bir ülkede çok ciddi otoriter bir rejim olabilir, o insanlar dünyadaki diğer gelişmeleri takip edemediklerinde kendilerinin yaşamış olduğu şeyin normal olduğunu algılayabilirler. Bu şekilde algıladıklarında zaten o insanlar için normal bu ise bu çatışmaya neden olmayabilir. Veya bir ülkede ciddi bir ekonomik kalkınma vardır ve insanlar geçmiş on yıla göre ciddi anlamda zenginleşmiş olabilirler. 

Ama bu ülkedeki bazı gruplar bu gelişimden yeterince faydalanamadıklarını, kendilerinin çıkarlarının diğerleri ile uyuşmaz olduğunu algıladıkları zaman çatışma ortaya çıkar. Dolayısıyla temelde elbetteki kaynaklar, çıkarlar önemlidir, değerler önemlidir. Ama insanların kafasındaki bu uyuşmazlık algısı değiştirilmediği sürece çatışma da devam eder. Bu algıyı yönetmemiz gerekiyor. Dolayısıyla çatışma çözümlerinin temelindeki şeylerden bir tanesi insanların ve grupların çıkar ve değer uyuşmazlıkların daki o algısal yönetimi de yapmamız gerekiyor. Belki 16. yüzyılda kölelik normal bir şey olarak algılanırdı ama bugün için köleliğe benzer uygulamalar, onu andırabilecek en ufak bir uygulama bile çatışma çıkarma potansiyelin sahiptir. Dolayısıyla, buradaki çatışma çözümleri disiplini algı yönetimini çok ön plana alan bir yaklaşımdır. Bazen taraflar arasındaki ilişkiler tarafların çıkarları arasında uyuşma olsa bile bazı algısal manipülasyonlar ile taraflar çatışmaya götürülebilir. Ve kaynakları dağıtmak, değerleri tartışmanın ötesinde bu algı süreçlerini de yönetmemiz gerekiyor. Geçen hafta Türkiye’de yaşanan olayları hatırlayın, bir buçuk yıldır Türkiye’de sıcak çatışma olmamıştı ve Lice’deki bayrakla alakalı olay bir anda toplumdaki çatışma algısını tekrar ortaya çıkardı. 90’lı yıllara dönersek, o dönemin sıcak çatışmasını düşündüğümüzde bu belki çok marjinal bir durum olabilir ama gerçekten o algı ile oynamak, onun manipülasyonu insanların içindeki çatışma hissini de besleyen ve o algıyı oluşturduktan sonra artık insanlar bütün olguları o çatışma anlayışını destekleyecek şekilde algılamaya başlarlar. Bütün haberleri o şekilde algılamaya başlarlar. 

Bu da kendi kendine yeniden üreten tarzda bir manipülasyona dönüşebilir. Dolayısıyla çatışma çözümünde algı ve algı yönetimi en az olgular kadar önemlidir. Sadece kaynakları dağıtmak, sadece gücü dağıtmak burada yeterli değildir. 

Peki, çatışma iyi bir şey midir? Çatışma eğer iyi yönetilebilirse, şiddet olmadan olabilirse, çatışmayı ortaya çıkaran şeylerden bir tanesi o toplumda, değişen toplumda değişen şartlarda bazı şeyler değişmiyorsa mesela Arap Baharı’nı ortaya çıkaran süreç içerisinde otoriter sistem değişmiyorsa, insanların beklentileri karşılanmıyorsa çatışma ortaya çıkabilir. Çatışma bir şekilde yönetilebilirse sıkıntı yok ama çatışma kendi içerisinde illa kötü bir şey değildir. O çatışmayı ortaya çıkaran toplumsal adaletsizlikler, uluslararası adaletsizlikler ve bunları engellemeye yarıyorsa iyi bir şey olabilir. Ancak bu adaletsizlikleri daha da kötü bir noktaya götürüyorsa bu kötü bir şeydir. Burada çatışma çözümleri kendi içerisinde çatışmayı kendi başına olumsuz bir şey olarak algılamaz. Belki size garip gelebilir ama çatışma bazen tıkanmış bazı adaletsizlikleri çözmek için olumlu etkiler bırakabilir. Ancak burada kaçınılması gereken şey şiddettir. Çünkü şiddet o çatışmanın daha sonraki nesillere, 
daha farklı gruplara yayılmasını ve bunu ufak bir şeyden başlayabilir ama çok daha karmaşık bir hale gelmesine neden olabilir. Dolayısıyla çatışma eğer olumlu şekilde yönlendirilebilirse, şiddetsiz bir şekilde yönlendirilebilirse bazı toplumsal dönüşümleri ve adaleti tekrar inşa etmeye yardımcı olabilir. Ancak bu toplumun daha fazla geneline yayılıp da çatışmaya ve şiddete neden olursa son derece sıkıntılı bir hal alabilir. Dolayısıyla çatışma çözümlerinde illaki çatışma kötü bir şey değildir ancak şiddet kötü bir şeydir. Çünkü şiddet aynı şekilde kendini 
yeniden üreten ve bunu daha da genele yayan bir hal alabilir diyebiliriz. 

Peki “barış nedir? Çatışma dedik barış veya istikrarı nasıl tanımlayabiliriz?” Çatışma tanımına dönersek çıkar ve değerlerin uyumsuzluğu algılamasıdır. 
Barışın da birkaç tane tanımı olabilir. Çatışmasızlık durumu çoğu zaman barış olarak algılanabilir. Ama biz çatışma çözümlerinde bu şekilde tanımlamıyoruz. Yani çatışmasızlık durumunu, şiddete bulaşmamayı yalnızca barış olarak tanımlayamayız. Biz bunu negatif barış olarak tanımlıyoruz. Çatışma çözümlerinde asıl barış bundan daha derin bir olgudur. O çatışmayı ortaya çıkarabilecek bir algıdan bahsediyoruz. Bu algılar kültürden kaynaklanabilir. Toplumda belli adaletsizlikler vardır, yapısal eşitsizlikler vardır. Toplumda kaynaklar yanlış dağıtılıyordur, güç yanlış dağıtılıyordur ve bunu sonucu olarak ortaya çıkan bir şiddet vardır. Bazı durumlarda şiddet ortada olmayabilir. Çok otoriter bir ülkede, mesela Kuzey Kore’yi düşünün çok otoriter bir ülkedir. Bu ülkede şiddet doğrudan belki yoktur ama bunun atında işleyen çok daha eşitsiz 
bir durum vardır. Dolayısıyla biz burada barış var diyemeyiz. Barış ortaya çıkabilmesi için bunun altında yatan değerlerin, yapıların ve insani 
etkileşimin de birbiri ile uyumlu hale gelmesidir. Dolayısıyla, biz buna pozitif barış diyoruz. Çatışma çözümlerindeki amaç, belki diğer alanlarda çatışmasızlığı hedefleyebilir, kendi aralarında bir şekilde uzlaşmalarını hedefleyebilir ama bizim amacımız yalnızca çatışmasızlık ve uzlaşma değil bu çatışmaların altında yatan kültürel algılamaları, bu çatışmaların altında yatan adaletsizlikleri, mekanizma ları ve yapıları ortadan kaldırmaktır. Dolayısıyla çok daha derine, toplumun tabanına yani elitlerin kendi aralarında çatışmasızlık konusunda anlaşmış olmaları barış olarak tanımlanamaz. Bizim hedefimiz o elitlerin altında yatan etnik gruplar, dini gruplar mesleksel grupların da kendi aralarında anlaşmalarını 
ve iletişim geliştirmelerini ve değerlerini yeniden algıladıkları bir ortam oluşturmak ve bu kötü algılamalar, bu değer çatışmalarından ortaya 
çıkan belli mekanizmaları, yapısal adaletsizlikleri sağlayan toplumdaki gelir dağılımını yanlış yönlendiren mekanizmalarla muhattap olmadan 
doğrudan bir barış olmayacağını dolayısıyla bunları dönüştürmeye yönelik, o toplumu yeniden eğitmeye barış şartlarını yeniden inşa etmeye yönelik bir şey olmadan barış olmaz diyoruz. Dolayısıyla çatışma çözümlerindeki hedef, çatışmasızlık ve negatif barış değildir. Elbette bu çok önemlidir ama eğer bunun altında yatan algılamaları, bunun altında yatan çatışma kültürünü ve bunun altında yatan çatışmayı yöneten mekanizmalarla muhattap olmazsak bu durum ileriki zamanda tekrar çatışma oluşturacaktır. Dolayısıyla pozitif barışı ortaya koyan tarzda müdahale etmemiz gerektiğini ve bunun da aslında toplumun geneline, insanların hayatına nüfuz edecek tarzda bir müdahale ile olabileceğini 
ve burada da barış eğitimi, elitler ve toplumsal iletişimin çok daha üst düzeyde olması gerektiğini ve bunun da uzun vadede bir dönüşüm gerektirdiğini 
düşünüyoruz. Dolayısıyla bugün barış olarak algıladığımız şeylerin çoğu aslında barış değil çatışmasızlıktır. Ve çatışmasızlık da ideal bir durum değildir. Çünkü bazen o toplumun altında yatan yapısal sıkıntıların ortadan kalkmasını engeller bu çatışmasızlık durumu. Ve insanlarda belki 50 yıl sonra, belki 100 yıl sonra, belki daha yakın dönemde daha farklı sıkıntılara neden olabilecek bir durum üretebilir. Buradaki hedefimiz çatışmanın özünde yatan temel meseleleri tespit etmek ve bunlarla yüzleşmek ve buna da toplumun tamamını kapsayacak şe-
kilde bir çözüm yöntemi bulmaktır. Yine burada çatışma çözümlerinin en temel aldığı ve engellemeye yönelik dediğim gibi çatışma kendince kötü bir şey değildir ama eğer bu çatışma şiddet üretmişse bu şiddet de uzun vadede daha başka bir şiddet üretir. Dolayısıyla bir yerde bir şiddet üretilmişse bu mutlaka toplumun farklı bir kesiminde ya da tarihin ileriki bir döneminde şiddete neden olabilir. Atalarının yaamış olduğu şiddeti bazı gruplar tekrar hatırlayabilir. Mesela Bosna’da yaşanan soykırımda 600 yıl önce Kosova Savaşı’nda yaşanan olaylar Miloseviç ve milisleri tarafından hatırlatılarak yapılmıştır. Ruanda’daki soykırım, sömürge döneminde ve daha sonra kabile yapısının dönüştürülmesi ile 
ilgili yapılanların tekrar gündeme gelmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla burada şiddet tanımına da bakmamız gerekiyor. En sıradan şiddet tanımı aslında gördüğümüz insanların birbirlerini öldürmek, yaralamak şeklindeki şiddet tanımıdır. Biz buna doğrudan şiddet diyoruz. Doğrudan şiddet aslında şiddetin en kötü formu değildir. Doğrudan şiddet haricinde iki temel şiddet tanımından bahsedebiliriz: Yapısal şiddet ve kültürel şiddet. Yapısal şiddet; insanları, grupları doğrudan öldürmek yerine çok daha sistematik, çok daha yapısal şekilde adaletsizlikler oluşturan sistemlerdir. 

Mesela kast sistemi kendi içerisinde bir yapısal şiddettir denilebilir. 

Mesela bugün Afrika’daki bazı ülkelerde, ortalama insan hayatı 40 senedir. Ama Japonya’da Amerika’da bu 70’e 80’e yakındır. Veya Amerika’yı örnek verirsek zenci erkeklerin ortalama hayat süresi 55-56 civarındadır, beyazlar için bu süre 75-76’dır. Yani insanlar belki doğrudan ölmüyorlar ama öyle bir yapısal adaletsizlik vardır ki bu yapısal adaletsizlik sonucunda bazı insanlar doğrudan değil dolaylı olarak şiddete maruz kalırlar. Kapitalizmin ürettiği bazı eşitsizlikler vardır, sömürgeciliğin ürettiği bazı eşitsizlikler vardır dolayısıyla yapısal şiddet dediğimiz artık köklemiş, insanları doğrudan değil dolaylı olarak mağdur eden, hayatlarını kötüleştiren hatta yasal ya da sınıfsal olarak, kötü muameleye 
uğramalarına neden olabilir. Mesela, İsrail’in bugün Filistin’e uyguladığı yapısal şiddettir. Yani insanlar belki her gün ölmüyorlar ama Gazze’de insanlar sıkıştırılmış, hapis hayatı yaşayan 1.5 milyona yakın insan vardır. Dünyanın birçok yerinde, Myanmar’da çeşitli etnik grupların maruz kaldığı kendi dillerini, dinlerini kullanamama, bu yapısal bir şiddettir ve o toplumları o insanları doğrudan yapısal şekilde insan hakları ihlaline neden olur. Bu çoğu zaman doğrudan şiddetten daha kalıcıdır. Yapısal şiddetin yanında kültürel şiddet vardır. Kültürel şiddet de bu insanların, bu grupların doğrudan şiddete maruz kalmalarını sağlayan ideolojik veya değer bazlı tanımlardır. Mesela mezhep çatışmasının olduğu bir noktada diğer mezhep mensuplarını gayrımeşru hale getiren veya 11 Eylül sonrasında özellikle Müslümanları terörist olarak ilan eden 
veya ayrımcılık, ırkçılık, antisemitizm gibi bir takım insan grubuna eşitsizlik veya adaletsizlik uygulamayı meşrulaştıracak olan kültürel çerçevedir. Bunlar kitaplarla olur, din adamlarını vaazlarıyla olur, siyasetçilerin ırkçı söylemleri ile olabilir ama başka bir gruba şiddet uygulamayı meşrulaştıracak tarzdaki kültürel altyapıdır. Bu çok daha derindir. Yüzyıllar boyunca oluşan bir durum olabilir. Edebiyatla, şarkılarla, dini metinlerle üretilebilir. Ama bunların üstesinden gelmek hiç de kolay değildir. Bunlar bir oluşunca dönüştürmek kolay değildir. Bugün Şii-Sünni gerilimini düşünün. Aslında 14 asır önce olan Kerbela olayına referansla yaşanan öyle bir kültürel ayrım olmuştur ki bunlar zaman içerisinde 
siyasi hedefler için kullanılmıştır. Bu kültürel şiddetin oluşturduğu algılama toplumu birbirinden ayırır ve yapısal şiddeti oluşturabilir. Toplumu kompartımanlara ayırır. Bunu sonucunda doğrudan şiddet çok daha meşru hale gelebilir. Dolayısıyla bu sınırlar, duvarlar, toplumsal anlatılar çok daha uzun vadede şiddet üretebilir. Bunlarla muhatap olmadan da gerçek bir barış ortaya koymak çok da mümkün değildir. Sadece 11 Eylül saldırıları ve ondan sonra yaşanan Irak, Afganistan ve dünyanın muhtelif yerlerinde oluşan İslamafobi aslında çok daha ciddi bir kültürel şiddettir. Siz aslında barışçıl bir Müslüman olsanız bile batıda artık size olan yaklaşım çok daha farklı bir hale gelmiş olabilir. Aynı şekilde İslam dünyasının da batıya bakışında özellikle Afganistan, Pakistan ve değişik ülkelerde bakış açısında da ciddi bir dönüşüm olmuştur. Ve bu çok daha karmaşık bir çatışmanın aslında kökeni, nüvesi gibi atılmıştır. Doğrudan şiddeti engelleyebilirsiniz. Tarafların ayırabilirsiniz veya taraflardan biri 
kaybeder ya da kazanırsa doğrudan şiddet biter. Ama doğrudan şiddeti üreten bu tarz ideolojik mekanizmalar nesiller boyu aktarılır, nesiller boyu yeniden üretilir. Şarkılarda, filmlerde, dini metinlerde üretilir. Bunlarla muhatap olmak o kadar da kolay değildir. İnsanların nesiller boyu yeniden eğitilmesi gerekebilir. Aslında bununla muhatap olmanın güzel örnekleri de var. Fransızlarla Almanlar veya Avrupalılar yüzyıllar boyunca birbirleriyle kavga etmişlerdir. 30 yıl savaşlarında belki Avrupa nüfusunun %30’u ölmüştür. Protestanlar ile Katolikler birbirlerini kesmiştir. Hatta Avrupa tarihini 18. yüzyıldan 2. Dünya Savaşı’nın başına kadar geldiğinde herhalde kaç nesil birbirini kesmiştir. Savaşlar yaşanmıştır, 

1. Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş gibi. Ama en sonunda Fransızlarla Almanlar bir şekilde bir araya gelip Avrupa Birliği’ni oluşturabilmiş tir. Bir sonraki nesli ders kitaplarından tutun da toplumsal etkileşimlerle yeninden inşa ederek bu kültürel şiddetle muhatap olmayı becerebilmişlerdir. Bunun iyi örnekleri de var ama genelde biz kötü örneklerle muhatap oluyoruz. 1915 olayları Türkiye’nin en büyük problemlerinden bir tanesidir. Belki Türkiye’yi doğrudan etkilemiyor ama uluslararası camiada etkileri var. Bu nefretle yetiştirilmiş, özellikle Diaspora’da yetiştirilmiş Ermeniler var. Türkiye’de buna karşılık veren aşırı milliyetçi tepkiler var. Bunlarla muhatap olmanın da gerçekten ortaya çıkan, yeniden üreten bir şiddet var ve bu sadece olgularla alakalı bir şey değil. Bu artık kendi kendini yeniden üreten bir şey ve bununla 
muhatap olmanın yöntemlerini de bulmak durumundayız. Tarih boyunca bunlarla muhatap olmak çok kolay olmamıştır ama en azından barış süreci dediğimiz, “reconciliation” dediğimiz uzlaşı bunun iyi örneklerindendir. Çatışma çözümleri bir yandan da bu tarz kültürel uzlaşmazlıklarla muhatap olmayı deneyen, yöntemleridir. Türkiye’nin en son Başbakanın bu konudaki çıkışı, Dışişleri Bakanlığının Ermeni sorunu konusunda yaptığı çalışmalar bu toplumsal uzlaşmayı sağlamaya yönelik adımlar veya Yahudiler ile Araplar arasında yapılan müzakereler, workshoplar aslında çatışma çözümlerinin konusudur. Bu çatışmaların temelindeki kültürel algıyı dönüştürmeye ve bunu toplumun geneline sirayet ettirmeye çalışan bir perspektif de vardır. Aslında çatışma dediğimiz şey bu çatışmayı ortaya çıkaran, doğrudan şiddeti ortaya çıkaran 
çatışmalar bu doğrudan şiddeti meşrulaştıran toplumsal algılar ve değerler ve bu doğrudan şiddet sonucunda ortaya çıkan yapılarla alakalıdır. Dolayısıyla çatışma çözümlerinin amacı da hem bu doğrudan şiddetle muhatap olmak hem bir yandan doğrudan şiddeti ortaya çıkaran daha derin yapılarla muhattap olmak ve bu daha derin yapıları da meşrulaştıracak toplumsal algıları ve kültürü de dönüştürmektir. Dolayısıyla çatışma çözümleri dediğimiz şey aslında toplumda bir yandan şiddeti engellemeye çalışırken bir yandan da o şiddeti açığa çıkaracak toplumsal dönüşüm sürecidir. Yani barış aslında bir süreçtir. Barış bir sonuç değildir. Bu sürecin sonucunda o barışın muhatabı olan, o çatışmaların muhatabı olan toplumları algılarıyla kültürleriyle dönüştürecek, bu barışı ortaya koymaya engel olan yapıları dönüştürmeye çalışan bunun önündeki engeller, yasalar, kurumlar bunlarla muhatap olmak ve bunun sonucunda ortaya çıkan aslında doğrudan şiddeti engellemektir. Ve dolayısıyla barış dediğimiz, çatışma çözümü dediğimiz şey uzun vadeli bir süreçtir. Toplumun temelini dönüştürmeyi hedefler ve aslında yapısal bir dönüşümü hedefler. Biraz pratik alana geçtiğimizde çatışma çözümleri dediğimizde çoğu insanın aklına ne gelir? Müzakere, arabuluculuk, barış gücü müdahalesi yapılması belki kalkınma yardımı. Aslında pratiğe bakıldığında çatışma çözümlerinin karşılığı bunlardır. Bunun altında ciddi bir toplumsal düşünce olduğunu görüyoruz. Birazcık bu disiplin nasıl ortaya çıktı nasıl gelişti bundan bahsettikten sonra soru cevap kısmına geçeceğiz. Ben kısaca bahsedeceğim. Aslına bakarsanız En ilkel toplumlardan beri, toplumsal yaşamın yani 3 kişinin olduğu bir ortamda 
mutlaka bir çatışma olmuştur. Dolayısıyla çatışmalarla muhatap olma üzerine antropoloji literatüründen tutun da sosyal bilimlerin birçok alanında ciddi bir literatür oluşmuştur. Bu çatışmaları çözen insanlar özellikle o toplumlarda ya meşruiyetlerinden dolayı hakem olmuşlardır ya da bu sorunları çözerek o toplumda ciddi bir itibar kazanmışlardır. Genelde güçlü aktörler buna sahip olmuşlardır. Çatışma çözümleri elbette ki insanlararası, gruplar arası, devletlerarası birçok konuda çalışma yapmıştır. Ama modern sosyal bilimler olarak çatışma çözümlerinin ortaya çıkması özellikle 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı yaşandıktan sonra, bu çatışmaların yıkıcı etkisi yaşandıktan sonra bu barışın bir bilimi olabilir mi acaba sorusuyla ortaya çıkmıştır. Değişik bilim alanlarında, siyaset bilimi, ekonomi, psikoloji gibi alanlardan birçok sosyal bilimci bir araya gelerek biz bu çatışmalardan çok çektik, modern sosyal bilimin de bazı imkanları var, gerçekten bunu engellemeye yönelik bir bilim 
kurabilir miyiz şeklinde ortaya çıkmıştır. İlk olarak bugün kullandığımız manadaki düşünce şekli biraz konsorsiyum şeklinde bu bilim adamlarının 
bir araya gelmesiyle veritabanları oluşturmuşlar.1950’li yıllarda araştırma merkezleri kurularak,Michigan, Harvard, Columbia Üniversitelerinde 
veritabanları oluşturarak biz devletlerin neden çatıştığı, devletlerin neden çatışmalarını çözemediğine dair veri toplarsak, bunlardan bilimsel çıkarımlar yaparsak belki barışın bilimini oluşturabiliriz diye bir davranışsalcı ekol ortaya çıkıyor. Tabii o zamanların sosyal bilim ekolü ile birlikte bu üniversitelerde önemli merkezler kurup veritabanları oluşturuyorlar. Aynı şekilde 1940’lı yıllarda bir yandan Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler’de bu olurken bir yandan da işçi-işveren ilişkilerinde tabii aynı dönemde dünyada bir komünizm korkusu var. 
Devletlerin haricinde bu sınıfsal çatışmaları nasıl çözülebilineceğine, işçi-işveren sorunlarını nasıl yönetebilineceğine dair de önemli çalışmalar var ve bunların işçi-işveren müzakerelerine yönelik bazı araştırmalar yapılıyor ve bununla ilgili de ciddi bir toplu müzakere literatürü ortaya çıkıyor. Bu kazan-kazan gibi, arabulucuk gibi kavramların bir kısmı da ordan çıkıyor. 1960’lı yıllara gelince gerçekten bu konuda dergiler oluşmaya başlıyor. İlk dönemlerinde temel hedef Soğuk Savaş dönemi olduğu için, dünyada bir nükleer katastrofu nasıl önleyebilirize yönelik nükleer müzakereler ve silahsızlanma müzakerelerine yönelik arabuluculuk literatüründe önemli bir gelişme oluyor. 1960’lı yıllarda özellikle literatürün bunun üzerinden geliştiğini görüyoruz. Genel olarak çatışma profiline bakıldığında 1960’larda neler var? Bir yandan 68 Kuşağı var, 
sınıfsal ve yeni toplumsal kimlik karakteri var. Küba krizi, silahsızlanma müzakereleri. Asya’da Afrika’da sömürgelerin, sömürge imparatorluklarının 
tasfiye olduğu bir dönemdir. Cezayir savaşı yaşanıyor, Uzakdoğu’da İngiliz ve Fransız kolonileri bağımsızlıklarını ilan ediyorlar. Bu süreçler çok sıkıntılı ve kanlı bir şekilde yaşanıyor ve önemli ölçüde katliamlar ortaya çıkıyor. Bu dönemde özellikle Amerika’da ve İngiltere’de bu çatışmaları yönetmeye yönelik bazı sorun çözüm atölyeleri veya interaktif çözüm atölyeleri üzerine çeşitli çalışmalar yapılıyor. Devletlerarası çatışmalardan ziyade devlet içi çatışmaların yaşandığı bölgelerde bu çatışmaları yönetmeye yönelik interaktif çözüm atölyeleri geliştiriliyor. Harvard’da, Columbia’da, İngiltere’de çeşitli üniversitelerde bu ülkeleri temsil eden gazeteci veya kanat önderi, dini lider gibi bu aktörleri 
bir araya getirip atölye çalışması için bir süre bir arada tutuyorlar. Çatışmaları tekrar tartışmalarını, çözüme yönelik bazı şeyler geliştirmelerini sağlayan görüşmeler yapılıyor. Bunların bir kısmı gerçekten çok başarılı oluyor. Daha sonra yapılacak olan barış görüşmelerinde ve uzlaşma süreçlerinde çoğu zaman bu atölyelerden alınan geri bildirim veya raporlar sonucunda önemli başarılar sağlanıyor. Dolayısıyla bu disiplinin çıkmasında sorun çözüm atölyeleri informel olarak aktörleri buraya getirme şeklinde oluşan birlikteliğin önemli etkileri oluyor ve bunun sonucunda da ilk akademik programlar kurulmaya başlanıyor. Londra’da, Harvard’da, Columbia’da, Michigan’da akademik programlar açılmaya başlanıyor, şu an dünyanın birçok yerinde çatışma çözümlerine yönelik çalışmalar var buna en büyük katkıyı bu atölyeler sağlıyor. Soğuk Savaş’ın 
bitimiyle birlikte dünyanın birçok yerinde dondurulmuş etnik çatışmaların tekrar ortaya çıktığını görüyoruz. Somali’de, Balkanlar’da, Afrika’da tekrardan ciddi çatışmalar yaşanıyor. Bu dönemde çatışma çözümleri olarak BM’nin -eskiden, Soğuk Savaş döneminde güvenlik konseyinden dolayı fazla aktif rol alamazken- bu dönemde gerek çatışmaları dondurmaya gerekse barış süreçlerine yönelik barış gücünün ciddi çalışmaları olduğunu görüyoruz. Çatışma sonrasındaki seçimlerden tutun da o ülkelerdeki alt yapının tekrar oluşturulmasına yönelik çalışmalar gündeme geliyor. 2000’lerden sonra özellikle barış inşasının Irak – Afganistan’dan sonra biraz da devlet inşasına yönelik barışı biraz tepeden 
inşa etmeye yönelik çalışmalar olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla dünyadaki çalışma trendleriyle son derece paralel gidiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra nükleer silahsızlanma müzakerelerine odaklanıyor, koloni sonrasındaki çatışmalara yöneliyor, Soğuk Savaş sonrasında etnik ve mezhepsel çatışmalarının, kabile savaşlarının önlenmesine yönelik 2000’lerden sonra da artık devlet inşası ve toplumların kurumsal kapasitelerini oluşturmaya yönelik çalışmalar yapılıyor. 11 Eylül sonrasında da yine dini çatışmaların öne çıktığını görüyoruz. Bizim bölgemize gelindiğinde de yeni bir çatışma türüyle karşı karşıyayız. Yine mezhepsel ve ideolojik çatışmaların bu bölgede ön planda olduğunu görüyoruz ve buna yönelik çalışmalar yapılıyor. Çoğu kişinin çatışma çözümleri denildiğinde akla gelen şey müzakere arabuluculuk ama bunun çok daha ötesinde barış gücü, devlet inşası, kalkınma yardımları, gençler arasındaki, iş adamları ve din adamları arasındaki etkileşimin sağlanması barışın en üst noktasına kadar sağlanması için çalışmalar başlatılıyor. Bunun aktörleri de devletlerden farklı olarak dünyanın birçok yerinde de kalkınma ajansları, çatışma çözümü ajansları, toplumları bir araya getiren barış ajanslarının önemli ölçüde ön plana çıktığını bazılarının devlet eliyle daha fazla yapıldığını görüyoruz. Özellikle Kanada, Finlandiya, Norveç, İsveç, Hollanda gibi ülkelerin kendi dış politikalarını temel olarak çatışma çözümleri üzerinden inşa ettiğini görüyoruz. Bazı ülkelerin de daha çok sivil toplum kuruluşları üzerinden etkileşimde bulunduklarını görüyoruz. 

Peki, Türkiye açısından çatışma çözümleri nerede duruyor? Türkiye son 10 yıldır dış politikasında birkaç şeye önem veriyor. Bunlardan bir tanesi, ekonomik etkileşimin arttırılması, ekonomik diplomasidir. Bir tanesi kendi yumuşak gücünü attırmak öğrenci etkileşiminin Türkiye’nin kültür ürünlerinin sağlanması ve buna yönelik çalışmalar Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar, Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, TİKA gibi ajanslar bu konuda önemli. Dolayısıyla Türk Dış Politikası’nda yeni yeni şeyler ortaya çıkıyor. Bunlar özellikle son Suriye krizine kadar Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk, İran nükleer meselesinde arabuluculuk, Irak’taki Sünni – Şii kabileler arasındaki arabuluculuklardan 
tutun da Bosna’da en son Sırplarla, Boşnaklar arasındaki arabuluculuk, Afganistan ile Pakistan arasındaki arabuluculuk, aslında dünyanın en aktif arabulucularından bir tanesi şu anda Türkiye. Belki son birkaç senedir görülmüyor ama Türkiye gerçekten arabuluculuk alanına çok ciddi önem veriyor. Finlandiya ile birlikte “Frenz of Mediation” adlı bir grup oluşturdu Birleşmiş Milletler’de ve 100’e yakın ülke buna katıldı. Yine Medeniyetler İttifakı üzerinde kültürel çatışmaların engellenmesine yönelik İspanya ile başlattığı bir süreç var. Bu da başka önemli noktadır. Daha çok toplumun temelini ayrımcılıkla kültürel anlaşmazlıklarla muhatap olmayı hedefleyen bir çalışma. Buna da 100’ün üzerinde ülke katıldı. Yine bu çatışma çözümlerinin önemli yapısal problemleri önlemeye yönelik kalkınma yardımları var ve bu konuda özellikle TİKA’nın 
dünya ölçeğinde çok fazla yardımı yaptığını, Türkiye’nin bu konuya ağırlık verdiğini görüyoruz. Kosova’da, Afganistan’da, Somali’de sadece bu ülkelerdeki anlaşmazlıklar değil, bu barışın alt yapısını oluşturacak kurumları ekonomiyi tekrar inşa etmek yönünde Türkiye’nin önemli adımlar attığını görüyoruz ve Türkiye’nin son 10 yıldır özellikle uluslararası açıdan bakıldığında ön plana çıkan diplomatik başarı ve faaliyeti, barış inşasına yönelik, devlet inşasına yönelik, kalkınma ve arabuluculuğa yönelik faaliyetlerinin olduğunu görüyoruz. Sonuç itibariyle Türkiye çok aktif bir arabulucudur. Yine Türkiye’nin bu konuda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde çatışmaların önlenmesine yönelik faaliyetleri vardır. Suriye’nin ve Irak’ın dostları gibi grupları oluşturarak aktif rol oynamaktadır. Türk dış politikasından belkide son 10 yıldır gözükmeyen yüzünde birçok çatışma çözümünde rol aldığını ve giderek sistematik hale geldiğini görüyoruz. Mesela Lübnan’da barış güçlerine desteği bulunmaktadır. Afganistan ve Kosova’da devlet inşasına yönelik ciddi katkıları oldu. Polislerin eğitilmesinden askerlerin eğitilmesine STK’ların desteklenmesine kadar birçok faaliyeti var. Dolayısıyla aslında Türkiye’nin belkide daha önceki 80 yıllık dış politikasında daha ön olana çıkan yaklaşımın her alanda çatışma çözümleriyle alakalı olduğunu görüyoruz. Tabii ki içinde bulunduğumuz ve çatışmalar bir yandan bu 
politikamızı sekteye uğratabiliyor. Ama her şeye rağmen Türk dış politikasında önemli bir enstrümanlardır. Türk diplomasisinde bu yönde yapılan çalışmaların, Kızılay, TİKA gibi kurumların çalışmalarının arttığını göreceğiz. Bu alan Türkiye’nin yanında dünyada da hızla yükselen bir trend olduğunu görebiliriz. Diplomasi yalnızca diplomatlar arasında yapılan bir olgudan ziyade toplumun tabanına yönelik, daha kalıcı bir etkiyle yeniden yapılandığını ve Türkiye’nin de bu noktada kapasitesini arttırdığını görüyoruz. Uluslararası ilişkiler ders kitaplarında bu yönde geliştirileceğini de göreceğiz. Çünkü artık çatışmalar devletlerarası bir çatışma olmadığı için devletlerarası müzakerelerle çözülemeyecektir. Yeni yöntemler gelişmekte ve bizlerinde bu yöntemler hakkında bilgi sahibi olması gerekmektedir. 


***