23 Ocak 2017 Pazartesi

ABD Dış Politikasında Ortadoğu


ABD Dış Politikasında Ortadoğu 



Doç. Dr. Tarık Oğuzlu
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü,


Ortadoğu bölgesine ilişkin Amerika Birleşik Devletleri’nin politikasını incelemek için belki ilk “ Yapılması gereken şeylerden bir tanesi ABD’nin dış politikasına ilişkin felsefi görüşleri, vizyona ilişkin görüşleri, stratejilere ilişkin görüşleri kabaca sınıflandırmaktır. 
Amerika’nın genel olarak dünyaya bakışında, düşünce okulları var ise özel olarak da Ortadoğu’ya bakışında da var. 
Çünkü bu birbiriyle son derece yakından alakalı bir durumdur. Benim kendi gözlemlerime göre, artı literatürdeki genel görüş birliğine göre iki tane farklı düşünce ekolü var aslında. Bir tanesi “ İsolationism ” Denen izolasyoncu bir düşünce algısı, bir tanesi de “internationalism“ denen bir düşünce algılamasıdır. Isolationist perspektif biraz daha realist uluslararası ilişkiler kuramı içerisinde şekillenen bir duruştur. Internationalist yaklaşım yani uluslararası yaklaşımcılık ise daha liberal bir perspektife dayanmaktadır. Genellikle Amerika’da Cumhuriyetçi Partiler realist düşünce ekolüne yakındırlar, daha isolationist politikaları takip etmeyi kendileri için daha doğru bulurlar. Demokrat yönetimler ise daha liberal, daha internationalist perspektiften bakarlar. İsolationist’ler kabaca, aslında Amerika’nın başkalarına örnek olmaktan başka bir misyonu olmaması gerektiğini belirtirler. Başkalarına Amerika’nın değer çerçevesinde dönüştürmek, şekillendirmenin Amerika’nın misyonu olmaması gerekir. 

Amerika kendisi bir örnek olmalıdır, sahip olduğu değerleri kendi içerisinde yaşamalı, başkaları da mümkünse bu Amerika modeline bakıp ondan ilham almalıdırlar. Amerika dünyanın çeşitli yerlerinde silah bulundurmak, askeri güç bulundurmak zorunda değildir. Yayılmacılık politikası takip etmemesi Amerika’nın çıkarlarına daha fazla uyumlu tarzında bir algılama var. 
Bilirsiniz Amerikalılar arasında şöyle bir durum söz konusu, dünyayı Amerika’dan ibaret sanma gibi bir felsefe vardır, zaten Amerikan halkının dış politikadaki gelişmelere pek fazla ilgisi yoktur. Bu münadi dış politika anlayışıdır. 

Uluslararasıcılık da tam bunun zıttı tam tersi bir algılama, burada Amerika’nın çok temel bir misyonu var, yani bu değerleri kendi içimde yaşama, onları hayata geçirmesi yetmez, elindeki bütün imkânları kullanarak bu değerleri dünyanın diğer geri kalan bölgelerine yayması gerekir. Başkalarını medenileştirici bir misyon taşıması gerekir. Yani sadece tepe üzerinde parlayan yıldız, parlayan güneş olmak yetmez, ama bunları tanıtması da gereklidir, özellikle demokrasiyi, liberalleşmeyi ve bunların dünya’nın çeşitli yerlerinde yayılması, böyle bir algılama söz konusu. Çünkü Amerika küresel bir aktör olarak kendini tanımlıyor sa dünyanın geri kalan bölgelerinden kendisini soyutlayamaz tarzında bir düşünce yapısı vardır. Bu Uluslararasıcılık, internationalism felsefesini farklı mekanizmalarla, farklı stratejilerle uygulayan düşünce ekolleri de vardır ve 
aslında kendi içinde de ayrılmaktadır. 
Bir kısmı demokrat partilerinin temsilciliğini yaptığı, Clinton ile özdeşleştirilen veya başkan Woodrow Wilson’a kadar giden düşünce ekolü, daha liberal internationalism yani uluslararası örgütlerle, diğer uluslararası aktörlerle işbirliği yaparak, uluslararası ticaret ve ekonomiye, serbest piyasa odaklı şekillendirme ye çalışarak bu Amerikan değerlerini yaymak. Buradaki temel espri küresel hâkimiyet kurmak yani küresel hakimiyeti kurarken daha yumuşak güç unsurlarına dayanarak birleştirmeye çalışmak, diğer tarafta ise özellikle 2000 yılından bu yana neo-conservative dediğimiz muhafazakarcı çizginin benimsediği düşünce algılaması var. Onların da amacı küresel imparatorluk, onların amacı da küresel hakimiyet yani “ Global Proponence ”. Bu grup bunu gerektiğinde zor kullanarak da yapabiliriz düşüncesine sahipler. Yani liberalizmin yayılmasına ilişkin iki tane farklı düşünce ekolü var, iki tane farklı yaklaşım var. Bir tanesi “ Liberalism of Imposition ” dediğimiz algılama, bir tanesi de “ Liberalism of Restraint ” dediğimiz algılama. Nedir “Liberalism of Imposition” diyen insanlar ki bunların çoğu yeni muhafazakâr cı insanlar. 
Bu değerler kendileri itibariyle, bu değerler oldukları için değerlidirler. Dolayısıyla bunlara başka ülkelere, mümkün olabilen bütün unsurları kullanarak, bütün araçları kullanarak yaymak değerli bir çabadır. 
Yani başkalarının iç işlerine karışıyor olmak önemli değil, tabi ki karışacağız çünkü bu değerler önemli yaymak bizim misyonumuzdur düşüncesi hakimdir. Diğer tarafta ise “ Liberalism of Restraint ” görüşüne inananlar şunu söylüyor lar; 

En Temel Liberal düşünce nedir? 
En Temel Liberal değer nedir? 

Herkes kendi içişlerinde özgür olmalı, herkes kendi için neyin doğru ve neyin yanlış olacağını bilmeli ve buna karar verebilmeliler. Yani self-determination dediğimiz prensip en liberal prensiptir. Dolayısıyla Amerika şunu yapmamalıdır; başkalarının kendileri için doğru bulduğu şeyler, değerler Amerika’nın değerleriyle uyuşmuyorsa onları yok saymak, onları zorla yok etmek liberalimse kesinlikle uymaz düşüncesidir. Bu düşünceyi destekleyen insanlar genelde Liberalism of Restraint felsefesine inanan insanlardır ve genellikle daha azınlıkta olan insanlardır. Amerikan dış politika elitinin çoğunluğu bu “Imposition” felsefesine çok fazla inanan insanlardır. 

Şimdi bu genel resmi çizdikten sonra kısa bir ilave daha yapmak istiyorum özellikle realist düşünce yapısından Amerikan dış politikasını şekillendirmeye çalışan insanlara ilişkin olarak, iki tane farklı realist strateji var Amerikan dış politikasında ortaya çıkan. Bir tanesi “ Off-shore Balancing ” dediğimiz stratejidir. Yani “ Kıyısal Dengeleme ” bunun esprisi şudur ki; Amerika dünyanın her bölgesinde silahlı mevcudiyet bulundurmak ve üsler kurmak zorunda değildir. Ciddi sayıda Amerikan askerini dünyanın çeşitli bölgelerinde konuşlandırmak zorunda değildir. Ama ne yapması gerekiyordur Amerika’nın? Kritik öneme haiz bölgelerde kendisiyle işbirliği yapacak ülkelerle müttefikler oluşturmak. Bunları yaparken, kritik müttefikler ile kritik coğrafyalarda ikili ilişkiler geliştirelim ki amacımız şu olmalı; o bölgelerde Amerika’ya karşı gelebilmesi muhtemel ülkeler ortaya çıkmasın düşüncesi ile bir hareket söz konusudur. 
Yani Anti Amerikancı rejimler bu şekilde dengelenmektedir. Oraya gidip hakimiyet kurmak yerine, işbirliği yapabilecek stratejik müttefikler kurmak tarzında bir düşünce yapısıdır. 

Bu durum, İngiltere’nin uzun yıllar uyguladığı güvenlik stratejisine benziyor. Napolyon’a karşı Avrupa kıtasının dışından hareket ederek Napolyon karşıtı, Napolyon’u dengeleyecek müttefik ilişkileri kurmak, müdahale olmama ama dışarıdan dengelemektir. 

İkinci Realist düşünce yapısı, algılaması; “selective engagement” diye bir stratejidir. Bu “Off-Shore Balancing” stratejisine biraz benziyor ama şöyle 
bir farkı var, bu düşünce de üç tane tipik coğrafya çok önemli addediliyor. Bir tanesi Avrupa coğrafyası, bir tanesi Ortadoğu coğrafyası, bir tanesi Doğu Asya coğrafyasıdır. Bu üç coğrafya da Amerika uzun süreli askeri mevcudiyet bulundurmalı, dolayısıyla bu maliyetten kaçınmamalı dır ama dünyanın geri kalan bölgelerinde gereksiz askeri yatırımlar yapmak zorunda da değildir. Ama bu üç önemli bölge çok önemli, buralarda uzun vadeli Amerikan askeri varlığı olmalıdır. Şimdi hem bu selective engagement’i önemseyen realist kişiler ile gerçekçiler hem de global preponderance dediğimiz küresel hakimiyeti önemseyen liberaller, uluslara-rasıcılar bir noktada anlaşıyorlar o da şudur; Her şeyden önce Amerika askeri üsler üzerine oturan bir imparatorluktur. Şu anda dünyanın birçok yerinde sayıları yedi yüz ile yedi yüz elli arasında değişen askeri üssü var. Dünya’nın birçok bölgesinde, Amerika toprağı dışında beş yüz ile altı yüz bin arasında Askeri var. Yani düşünebiliyor musunuz? 

Böyle bir imparatorluk. Hem Liberal uluslararasıcılar bunu önemsiyorlar, özellikle Neo-Conservative kanadı hem de realistlerin selective engagement kanadı bunu önemsiyorlar. 

Şimdi bu genel girişi yaptıktan sonra aslında daha spesifik olan Ortadoğu ve ABD ilişkisini biraz analiz etmek. Tabi bende herkesin yapmaya çalıştığını yaptım, kronolojik bir analiz yapmaya çalıştım ama olayların her detayına inme zorunluluğumuz yok. Genel bir resim çizme misyonumuz var. Genel objektif bir çerçeve çizmeye çalışacağım. Soğuk savaş zamanında Amerika’nın Ortadoğu politikası ne idi? Kıyısal Dengeleme stratejisinden ibaretti. Amerika’nın Ortadoğu bölgesinde askeri varlığı söz konusu değildi. Amaç neydi? Amerikancı Rejimlerin Komünist olması muhtemel, Sovyet Rusya ile ilişki içerisine girmesi muhtemel rejimlere karşı desteklenmesi idi. 

Böyle Amerikancı bir bölge düzeni oluşturmaktı.  

Bu perspektiften bakarsak 1957 senesindeki Eisenhower önemli bir mihenk taşıdır. 1955’ te kurulan Bağdat Paktı vardır ki o da artı önemli bir mihenk taşıdır. 80’lerdeki İran-Irak savaşı var. Amerika’ nın bu savaş sırasında takip ettiği politika ayrı bir örnektir. 

Bu üç örnek şunu gösteriyor; eğer Amerikan yanlısı rejimler Amerikan yanlısı olmayan kişiler tarafından alaşağı edilme riski taşıyorlarsa Amerika buraya askeri anlamda müdahale edebilir. Böyle bir algılama vardır. 

Bu algılama soğuk savaş zamanında öyle ya da böyle uzun süre devam etti. Tabi şunu söylemek lazım, bu bölgeyi Amerikan dış politikası tarafından önemli 
kılan faktörler nelerdi. Yani bunları zaten biliyorsunuz, çok fazla tekrar etmeye gerek yok, her şeyin başında petrol var ve Suudi Arabistan ile Amerika 
arasındaki ikili güvenlik ilişkisi, bunu anlamadan hiçbir şey anlamamız mümkün değil. Daha sonra da İsrail, 1948’de kurulan İsrail’in topraksal bütünlüğünün 
garanti altına alınması. Niye Amerika İsrail’in varlığını ve bağımsızlığını en fazla destekleyen batılı ülke? Bu başka bir sorun, bunun bir sürü açıklaması var. Kimisi bunu dini motiflere indirgiyor, kimisi ise American Exceptionalism dediğimiz, daha kültürel bir şekilde açıklamaya çaılışıyor. 

Bunun bir sürü şeyi var ama şunu söyleyebiliriz ki Amerikan dış yapılanmasında İsrail’i desteklemenin kurucu değerlerle birebir örtüştüğü düşüncesi 
var. Yani Amerika Hıristiyanlığın yeniden doğmuş şekilde yaşandığı bir ülke böyle değerler var. İsrail de bir şekilde Amerika’nın kurulmasında önemli 
olan tarihsel bir coğrafya şeklinde algılanıyor yani Amerika’nın, İsrail’i korumak çerçevesinde böyle bir dinsel ve kimliksel misyonu var. Bu misyon mesela, 
bu algılama Avrupa kıtasındaki batılı ülkeler bağlamında geçerli değil. Ne Fransızlar, ne İngilizler bu şekilde düşünmüyor. Yani Amerikalılar bu şekilde 
düşünüyorlar. Belki de 1776’da kurulmasından bu yana ABD ‘ye ,İsrail’in yeniden hayatiyet kazanmış şekli olarak bakıyorlar. Bu da önemli bir şey. Yani 
İsrail Amerika için bölgede önemli bir motivasyon, petrol dedik o da önemli bir motivasyon. Özellikle Soğuk savaş yanlıları ile Sovyetlerin buralara sokulmaması, 

büyük Amerikancı rejimlerinin varlığının garanti altına alınması önemli. Soğuk savaş sonrasında bu resme katılan bir diğer motivasyon da diğer küresel aktörlerin ki başta yükselmekte olan güçler olarak bahsettiğimiz Çin geliyor en başında bunların bu bölgedeki hakimiyetin sınırlandırılmasıdır. Yani Amerikalılar petrol musluğunun başında oturmak istiyorlar. 

Sonuçta Çin’in de bu Bölgedeki Petrole İhtiyacı var. 

Rusya’nın da bütün petrol zenginliğine dair önemli çıkarları var ki Avrupa Birliği ülkeleri de öyle. Amerika istiyor ki bu musluğu ben tutayım kontrol altında diye böyle bir algılaması var. Soğuk savaş zamanındaki Amerika’nın dış politikasına ilişkin son gerçekçi, hayallerden uzak, idealist bir düşünce yapısından şekillenmiş değil. 
Değer dayatmak, dönüştürmek, demokratik hale getirmek bu rejimleri, kesinlikle düşünülmüş değil. Ki zaten öyle olduğu için Amerika’nın kurucu değerleri ile hiçbir şekilde bağdaşmayan bölge ülkeleri ne kadar otoriter ne kadar baskıcı olsalar da soğuk savaş zamanında Amerika ile sıkı fıkı ilişkiler geliştirebilmişler. 
Ki hala bir nebze de olsa ve bir nebzeden fazla tabi ki ama bu ilişki yapısı devam ediyor. 

Bunu söylemekte fayda var. Soğuk savaş bitiyor hepimizin bildiği üzere ortaya 1990 ve 2000’lerde tarihsel gelişmeler neticesinde yeni bir dönem çıkıyor. 
Özellikle 90’larda Amerika’nın Ortadoğu’ya ilişkin dış politikası önemli kırılmalar yaşıyor, bazı yeni şeyler ortaya çıkmaya başlıyor. Eskiden görmediğimiz 
gözlemlemediğimiz şeyler. Bir tanesi şu; hakim Amerikan dış politika anlayışı 90’larda “ Unilateral Era” ile başlamıştır. Yani artık Unipolar bir dünya var. 
Sovyetler Birliği gitti ve artık Amerika tek başına yani küresel sistemdeki harcamasının neredeyse yarısını yapan bir ülke var ve karşısında hiçbir rakip yok. Herkes yok olmuş gitmiş. Amerika’yı bu bölgede dengeleyecek sınırlandıracak bir ülke yok. İşte tam zamanıdır küresel hakimiyeti geliştirmenin Ortadoğu’ya daha fazla tırnak içinde söyleyelim yönelmenin tam zamanıdır. 

Bu düşünceden yola çıkarak ne görüyoruz 90’larda, ilk olarak Kuveyt’ten Saddam askerlerinin çıkarılmasını görüyoruz akabinde ne geliyor? Çifte çevreleme politikası geliyor. Uzun dönemli askeri varlık Amerika’nın bölgedeki askeri varlığı, Amerika’nın askeri Suudi Arabistan’da konuşlanmaya başlıyor Bahreyn’de ondan sonra 5. Filo’da. Ciddi sayıda Amerikan askeri, ciddi sayıda Ortadoğu bölgesinde konuşlanmaya başladı Amerika artık orada var olmaya başlıyor. Böyle bir politikası var bunu gözlemliyoruz. Artı Clinton’un dile getirdiği ama Bush’un ilk dönemine kadar yine Demokrasi promotion algısı var. Yani Amerikalılar yavaş yavaş şunu sormaya başlıyorlar. Ve inanmaya da başlıyorlar. Ben Amerika’da ne kadar güvende olmak istiyorsam bu bölgedeki ülkelerinde değerler çerçevesinde dönüşmesi gerekiyor. Yani “Democracy Promotion as a Security Study “Bush ile hayat kazanmış olsa da 2000’li yılların ilk yarısında çıkış noktası aslında Bill Clinton ve Bill Clinton’un takip etmiş olduğu politikalardır.'' 

***


22 Ocak 2017 Pazar

GERÇEĞİN UYANIŞI


GERÇEĞİN UYANIŞI



IMG_0872











Osman ARSLAN
26 Aralık  2016 Pazartesi,
Dolmabahçe saldırısı, Rus Büyükelçi’nin katledilmesi, El Bab’dan şehit haberleri gelmesi, doların ateşlenmesi Türkiye’ye 15 Temmuz sonrası giderek yoğunlaşan gerilimler yaşatıyor, tedirginlikleri çoğaltıyor.
Haliyle bizim gibi geleceğe umutlu ve inançlı bakanlara karşı mütereddit yaklaşımlar çoğalırken olayları açıklama modelimize ilişkin de sorular geliyor. Yaşananlar tam olarak neyin savaşıdır? Madem tek kutupludur ve Yahudi baronların elindedir Dünya, bu kavgayı kim, niye yapıyor?
Bütün bu sorulara ışık tutmadan geleceğimizi planlamak mayınlı tarlada rast gele gezmek gibi riskli olacaktır.
ÜÇ OLAY NE ANLATIYOR?
Dolmabahçe katliamı, FETÖ’cü polisin Büyükelçi Karlov’a düzenlediği suikast ve El Bab şehitleri bu mücadelenin neresine düşüyor? Bu olayların ve doların yükselişinin izahı nedir ve şimdi ne olacak? Türkiye bu işten nasıl kârlı çıkacak?
Olaylar hiçbir zaman göründüğü gibi değildir. Bir olay olduğunda biz sonuçlarla yüzleşiriz. Halbuki bu sonuçlar bizi yönlendiren olaylardır. Bir olayın etkisi ile yönlendirildiğimizde kime ve neye hizmet ettiğimizi de düşünmek zorundayız. Bu eylemleri yapanların gerçek niyetlerini okumak, tuzağa düşmemek ve başka emellere hizmet etmemek için önemlidir.
DOLMABAHÇE’DE ABD İZİ VAR
Dolmabahçe saldırısını düşünelim, 44 şehidin intikamı duygusu PKK’ya karşı bizi daha da hırçınlaştırdı. Halkı HDP karşıtı eylemlere, devleti seri tutuklamalara yönlendirdi. Bu arada Suriye’de daha güçlü bulunmaya sevk etti ve birliklerimizi takviye ettik. Sonuç: Bizi soğukkanlı bir mücadele sürdürdüğümüz Suriye’de hızlandırdı, daha yoğun bir savaşın içine çekti. Kontrollü ilerleme politikamızı riskli ilerlemeye dönüştürecek şekilde zorladı bizi.
Sinirlerimizi bozarak Suriye’de ‘kontrolsüz ilerlememizi’ kim ister? Öngördüğümüz gelişmelerin bir bir gerçekleştiği ‘Halep Oradaysa’ makalemizde belirttiğimiz gibi, Türkiye-İran savaşı kurgusunu yapan ‘büyük şeytan’ ister. Bunu sağlamak için Türkiye’nin savaş gücünü Suriye’ye daha çok yığması gerekliydi. Patlayan bombaya verdiğimiz -kaçınılmaz- reaksiyonla, bu amaç için bir adım daha yaklaştılar.
Fakat inanıyoruz ki Türkiye yönetiminin basireti, bu yanlışa mahal vermeyecek ve bu aşamaya getirmeyecektir olayları. Bu farkındalıkla yönetildiğimizi biliyoruz.
ANKARA’DA İNGİLTERE ELİ GÖRÜNÜYOR
Ardından Rus Büyükelçisi Karlov’un öldürülmesi,  ABD’yi bize açık hedef yaptı. Hangi suikastta katilin bağlantıları, arkaplanı bu kadar net olur? Suikastlar cenneti ülkemizde ilk defa bu kadar ‘eller havaya’ diyecek kadar katilin bağlantıları net çıktı!  Failin FETÖ ve CIA ilişkileri bu denli bariz olunca Rusya ile karşı karşıya gelmedik, daha da yakınlaştık. Suikastla yapılan provokasyonun Türkiye’yi Rusya’nın iyice yanına itmesinden kuşku duymalıyız. Belli ki bir ‘safları netleştirme’ operasyonudur bu! Bu nedenle suikastı, oyunu kuranlar yaptırmış olabilir.
Oyunu kuranlar derken ‘Dünya baronlarını’, 20. Yüzyıl dengelerini tasfiye ederek 21. Yüzyılın yeni dengelerini dizayn ederken yeni cepheleşmeleri oluşturan beyni kastediyoruz. O beynin adresi İngiltere’dedir ve MI5’te, KGB’de, MOSSAD’da ve CIA’da elleri güçlüdür. Yani, CIA bağlantılı da gözükse katil, ABD’den ziyade İngiltere işi olabilir. İngilizlerin infaz tekniği ve korku salma taktiğine de çok uygun olması yönüyle daha bir kuvvetli ihtimal olduğunu düşünmek gerekir. İngiltere’nin kurulan yeni dünya dengelerinde Türkiye’yi Rusya safında görmek istediğini daha önceki analizlerimizde aktarmıştık.
Zira, bu güç Rusya’ya ve ABD’ye nüfuz ettiği kanallardan zaten yön verebilir. Fakat Türkiye’ye artık yön veremez. Türkiye’yi ‘çarpma etkisiyle yön değiştirmek zorunda’ bırakmak dışında yolu yok. Türkiye’ye, istedikleri yörüngeyi bulduruncaya kadar çarpmaya devam edecekler! Hiç kuşkumuz olmasın, 15 Temmuz’da ‘bağımsızlığı seçerek’ felaketi kovup belayı aldık! Yiğidin başı da belasız olmaz!
EL BAB’DA ALMANYA FARKEDİLİYOR
DEAŞ’ın El Bab’ta 14 askerimizi şehit etmesi olayına gelelim: Olayın faili DEAŞ, bir Almanya enstrümanı terör örgütüdür. PYD ise ABD kontrolündedir. Ortaya attığımız AB-ABD ittifakı, arkaplanı okuyamayanların “asla bir araya gelemezler” dediği işi gerçekleştirmiştir: ABD’nin yönlendirdiği PYD ve Almanya’nın yön verdiği DEAŞ ittifak içine girmiş, Musul’da çatışmalar dinmiş ve bütün gücüyle El Bab’a yüklenme imkanı bulan DEAŞ bize bu kaybı verdirtmiştir.
Yani bir kez daha Suriye’ye daha büyük güçle gitmeye zorlanmışızdır. Ve elbette bunu yaptmak zorunda bırakılmıştık, yaptık da. Kazanmadan dönmek olamazdı artık, savaş büyüse de savaşmak zorundaydık. Bu nedenle Suriye’ye tanklar ve birlikler ardı ardına takviye edildi.
DOLAR SALDIRISI BARONLARIN KARARI
Bu aşamada Türk ekonomisine karşı, basınımızda yeterince yer bulan tehdit nereden geldi? Rotschild ailesinden! Kendi açıklamaları yanında tüm yayın organları ile birlikte Türk ekonomisinin çökeceğini, bunu kendilerinin yapacağını söylediler! Anlaşılan o ki, savaşa iyice çektikleri Türkiye’nin ekonomisinin baharla birlikte vuracaklar!
Doları kıpırdatmaları ondan! Dolar denilen para nedir ki? Bizim bastığımız kağıtlara göre daha değerli olması nedendir?
İkinci Dünya Savaşı’nın galip ülkesi İngiltere ve ABD, ABD’nin Bretton Woods kasabasında yaptıkları toplantıda Dünya maliyesine hükmedecek kararlar aldılar. Örneğin Dünya Bankası ve Uluslararası para Fonu (IMF)’nu kurma kararlarını burada aldılar.
ALTIN KAĞIT: DOLAR(!)
Bretton Woods’ta bir başka kararın teklifi İngiliz Ekonomist Keynes’ten gelmişti: Altın karşısında değeri olacak tek para ABD doları olacak, diğer tüm paraların değeri de ABD dolarına göre belirlenecekti. Yani, dolar kaymesi artık altın külçesi olmuştu. Aslında bizim paramız da, dolar da kağıttı, ama dolar kağıt gibi görünse de altındı!
Niçin? ‘Öyle kabul edildiğinden! Efendiler böyle istediğinden!’ 1946 yılında anlaşmayı yeterli sayıda ülke imzalayınca da bu kararlar hayata geçirildi.
Bu, açık bir zulümdü. Tıpkı, Kızılderili Kabile Reisi’ni ‘dumanlı çubuk’ ve demir çubuk’ karşılığında topraklarını takas etmeye razı ettiği gibi, bir cam parçasına altınlarını vermeye ikna ettikleri gibi bu kovboylar şimdi de Dünya’ya kendi para kağıdını altın diye kabul ettiriyor, diğer ülke paralarını kağıt mertebesinde bırakıyordu. Sömürmenin tadını almıştı bir kere.
İşte ‘doları kullanmayalım’ kampanyası, bu emperyalist düzene başkaldırıdır. Ve buna tepki de, elbette bu düzeni kuran barondan gelecekti; Rotschild’den! Şaşıracak bir şey yoktu yani. Savaşı ona açmıştık zaten.
Özetle ortaya koyduk: 15 gün içinde Dolmabahçe’de  ABD(PKK aracılığı ile), Ankara’da İngiltere (FETÖ görünümlü CIA-MI5 operasyonuyla), El Bab’da Almanya (DEAŞ eliyle), Dolar krizinde Baronlar (Rotschild aracılığı ile) Türkiye’yi ‘daha çok ve daha derin bir savaşa’ çağırdılar. Bu savaşa, ileride yalnız bırakılmak üzere Rusya ile birlikte girmemizi istediler. Biz de, bunun için gerekeni yapma durumunda kaldık fakat Suriye barışı hamlesi ile de tuzağı bozmaya çalıştık.
TUZAK: İRAN-TÜRKİYE SAVAŞI
Oyunu bozmaya matuf akıllıca bir Türkiye hamlesi, ABD’yi dışlayarak İran’ı da alıp Moskova’da bir anlaşma imzalamak oldu. Eğer hayat bulma kabiliyetine ererse bu anlaşma, Suriye’de Türkiye’nin bozduğu Kürt bandının altına gerilmek istenen Şii bandını da bertaraf edecektir. Lakin, Halep için kerhen masaya oturan İran, işte tam bu noktada ABD safına geçiverecek ve karşımıza geri dönülmez bir aşamada dikiliverecektir. Oyunun bu aşamasına hazırlanan tuzağı da şimdiden görmek zorundayız.
Eğer bugün oynanan oyunu çözeceksek ‘gerçekte ne olduğunu’ doğru okumak zorundayız. Olayları sadece ‘siyasal gündem’ içinde değil, tarihsel kökeni ve ‘kamplaşmanın gerçek yüzü’ iyönünden de anlamak zorundayız.
KAMPLAŞMANIN GERÇEK YÜZÜ
“Gerçekte” dediğimiz anda, görünenden başka bir boyuttan söz edeceğiz demektir. Tarihi okumak, yolumuzu daha iyi görmek için geçmişin aynasını tutmak pek çok gerçeği görmeye yarar. Zira tarih bize kuşbakışı bakma, olayları şema halinde görme, soyutlayarak netleştirme şansı verir. Güncel olayların hengamesinde oluşan kafa karışıklığını giderir; duru, net bir görüş sağlar. Yeter ki tarih okurken de olayların arasında kaybolup gitmeyelim. Olayların anlamları üzerinden tarihi saflaştıralım.
Dünya’nın son üç yüz yıldır tek kutuplu olduğunu savunuruz, malum. Bu kutbu tutan efendilerin aynı kimlikte, yani Yahudi olduğunu da söyleriz hep. Bu ‘küresel baron’ların neden Dünya ellerindeyken çatışmalar çıkardıklarını da, bu savaşların sebeplerini de soranlar olur sürekli. Son olayları da neden yaşadığımızı netleştirecek olan bu analizi, Türkiye’nin alması gereken pozisyonu da belirleyebilmek adına gerekli görüyoruz.
İMPARATORLUK-DEVLET-TERÖR ÖRGÜTÜ DİZGESİ
Aslında, aynı dünyanın mensupları olan bu efendiler birbiriyle savaşan iki grup halindedirler. Bu iki grup, 19. Yüzyılda kendilerine ait imparatorlukları aracılığı ile savaşırlardı. Çünkü karşılarında duran ‘Osmanlı’, kontrollerinde olmayan bir İmparatorluktu. 20. Yüzyılda ise bu savaşlarını, önce dağıtılmış (gösterdikleri-gerçekte yerinde duran) imparatorluklarına ait devletler üzerinden, sonra da bu (görünür) devletlere ait ‘asimetrik güçler’ (terör örgütleri) eliyle yapmaya başlarlar.
Zira asimetrik savaş, kendi askerlerini kaybettirmiyor, ‘o bölgenin halklarını’ birbirini öldürmeye sevk ediyordu. Silah satıyor para kazanıyor, insanları birbirine  öldürtüyor etnik temizlik yapıyor, sonra da gelip tepelerine ‘barış sağlamak’ amacıyla oturup ‘mutemet’lerine devredip –güya- ayrılıyorlardı.
ÜÇÜNCÜ SINIFTAN BİRİNCİ SINIFA
Onun için imparatorluklar-devletler-terör örgütleri dizgesinde; terör örgütleriyle savaşanlar, aslında üçüncü ve en alt seviyede mücadele etmektedir. Bir devletle savaşan devlet ikinci seviyeye terfi etmiştir. Eğer bir imparatorluğu(devletler topluluğunu), yanınıza aldığınız devletlerle savaşa sokmuşsanız, bu artık birinci seviyede bir savaştır. Yani bir dünya savaşıdır. Dünya Savaşı, Dünya’nın efendiliğine talip olmaktır. Bunu da başarıyla aşmış iseniz efendilerden birisi olmuşsunuz demektir.
Türkiye bugüne kadar hep terör örgütleriyle savaştırıldı. Yani 3. Sınıfta mücadele veriyordu. Asıl beynin(Yahudi baronlar) avatarının(imparatorluklar) parçalarının(devletler) kuklalarıyla(terör örgütleri) savaşıyordu. Öncesinde terör örgütleriyle boğuşurken 17-25 Aralık sonrasında Türkiye terör örgütlerini ezmeye, 15 Temmuz’un hemen öncesi örgütlerin arkasındaki devletlere meydan okumaya da başladı. Böylece ikinci sınıf devletliğe terfi etmiş oldu.
BİRİNCİ SINIFLIKTAN EFENDİLİĞE
15 Temmuz’da, arkasında NATO(ABD İmparatorluğu) olan bir organizasyona, FETÖ terör örgütünün saldırısına teslim olmayan Türkiye bir sınıf daha atladı. İmparatorluk düzeyinde, 1. Sınıfta mücadele etmeye başladı.
Zaten projeleri de; termik santrallerden Avrasya Tüneli’ne, Çanakkale köprüsünden 3. Havaalanına, Osman Gazi Köprüsünden Kanalistanbul’a, Göktürk-2’den Koral’a kadar birinci sınıf iddialar taşımaktaydı.
Artık savaş, Dünya’nın geleceğini değiştirecek niteliğe bürünmüştü. Bu, zımni ve zaruri bir Dünya savaşına doğru gidiş anlamına gelmekteydi. Bu savaşın patlama noktası ise Suriye idi. Arapsaçına dönen ilişkiler, günden güne değişen cepheler ve stratejiler arasında, bir gün bir hamle bu Dünya Savaşını çıkartacak fitili ateşleyecek beklentisi artık son safhada.
BUGÜNÜN SAVAŞLARI YAHUDİ TARİHİNDE GİZLİ
Bu sefer Dünya savaşının içindeyiz. Fakat nerede, ne tarafta olmalıyız, ne yapmalıyız?
Bu sorunun cevabı için bugünün Dünyasını anlamak, bugünü anlamak için de Dünya tarihini iyi okumak durumundayız. Dünya tarihini bilmek için de Yahudi tarihini mutlaka bilmek gereklidir. Kur’an’ın üçte birlik kısmının Yahudilere ve tarihlerine ayrılmasının belki de bir hikmetini bu yazının sonunda anlamış olacağız.
Dünyaya hükmedenlerin tarihini kavramak, bugünkü savaşlara ışık tutacağı gibi yarın nerede duracağımız da bilmemize yarayacaktır.
YENİ SENTEZ NE OLACAK?
Kendi tarihlerini 4 bin yıla uzatırken, kendi itiraflarıyla 6 bin yıla uzayan ve Sümer uygarlığını; bu Türk uygarlığını bilinçli olarak gizleyerek kendilerine rakip bırakmamak adına ikibin yıla çektiklerini itiraf eden Rockefeller’in açıklamalarına işaret etmek istiyoruz.
Bir şeyi daha vurgulamak gereklidir: Diyalektik felsefenin mucidi (Yahudi) Hegel’in, istediği sonucu(sentez) ancak tez ve antitezle sağlayacağı fikrinin dünya baronlarının şiarı olduğunu vurgulayalım. 20. Yüzyılda bunu tez(kapitalizm) ve antitez(komünizm) olarak dindaşları Smith ve Marx eliyle ortaya koymuşlardı. Ortaya çıkan sentezi(sonuçları) ise insanlık tarihinin en acı trajedileri olarak birlikte yaşadık.
GERÇEĞİN UYANIŞI İÇİN
Şimdi 21. Yüzyıla yeni bir tez-antitez tezgahı kurulurken, kurguları yok edecek bir gerçeğin uyanışına da şahit oluyoruz.
Fakat burada duralım.  En başta dile getirdiğimiz soruyu; “Yaşananlar tam olarak neyin savaşıdır? Madem tek kutupludur ve Yahudi baronların elindedir Dünya, bu kavgayı kim, niye yapıyor?” sorusunu cevaplamayı, yazılarımızın çok uzun olmasından yakınan dostlarımızı dikkate alarak gelecek makalemize bırakalım. 26.12.2016

15 TEMMUZ: BEŞ DEVLET ÜÇ OYUN BİR DARBE BİR KIYAM


15 TEMMUZ: BEŞ DEVLET ÜÇ OYUN BİR DARBE BİR KIYAM





OKUNMAYA DEĞER GÜZEL BİR DEĞERLENDİRME..HER HABERİN ARKA PLANI NI DAİMA İYİ BAKMAK LAZIM..



Osman ARSLAN
İlk makalenin özetiyle başlayalım:
-Dünya’nın çok kutuplu olduğu bir yalandır; Osmanlı’nın beli büküldüğünden bu yana dünya tek kutupludur ve İngiltere tarafından yönetilmektedir. Karşı oluşumlar, derin İngiltere’ye karşı değil, onun planlarında verdiği konuma karşıdır.
-Yeni Dünya Düzeni’nde “küçülmesine hükmedilen” kaderine itiraz eden, üç ülke vardır: ABD, Almanya ve Türkiye. Bunlardan Türkiye ‘düşman’ algısı içindedir ve dışlanmış, tek başına bölünmesi şeklinde biçilen yeni konumu reddetmektedir.
-Aslında ‘terör örgütü’ kavramı bir yalan perdesidir, gerçekte bu örgütler ‘devletlerin asimetrik orduları’dır. Türkiye’de etkinliği bulunan PKK ve FETÖ başrol ABD’nin olmak üzere 50 yıllık plan ve çabaların eseridir. Son beş yılda Türkiye’de altı darbe girişimi yaşanmıştır.
RAYDAN ÇIKAN TÜRKİYE’Yİ TESLİM ALMAK İSTEDİLER
- 2015 Temmuz’unda bu terör örgütlerinin ülke içindeki etkinlikleri zirve yapmışken Türk devleti, pasif ve savunmacı duruşunu değiştirerek ani bir refleksle ‘barış, çözüm veya açılım dönemini’ kapatmış ‘terörle etkin mücadele’ dönemini başlatmıştır. Türk devletinden bir yıl içinde 50 yıllık planlarını boşa çıkartacak hamleler gelmiştir.
15 Temmuz 2016’da ‘raydan çıkan’ bu ülkeyi teslim alma girişiminde bulunulmuştur.
Şimdi kaldığımız yerden devam edelim.
2015’TE NE OLDU DA TÜRKİYE AYAKLANDI?  
PKK siyasal hareket olarak zirve yapıp bölgeye de hâkim olmuşken birkaç ay içinde sökülüp atılmıştı. Kandil boşaltılmış, şehirler alınmış, halk PKK boyunduruğundan çıkartılmıştı. ABD planları geciktikçe gecikiyor; PYD’ye Suriye’de zorlu anlar yaşatılıyor, Türkmen Dağı düşmüyor, Halep direniyordu. Bir de FETÖ biterse ABD Türkiye’de ancak on yıllar sonra yeni bir oyun kurabilirdi. O vakte kadar da Türkiye atı almış, Üsküdar’ı geçmiş olurdu.
ABD için bu büyük bir kâbustu; 50 yılda kurduğu iki örgüt de bir yıl içinde dağıtılıyordu. Türkiye elden çıkıyordu.
Ne olmuştu da Türkiye 2015 yazında aniden atağa kalkmış, terör örgütlerini topyekun söküp atma girişimine başlamıştı?
15 TEMMUZ BİR NATO DARBESİDİR!
Bunu anlamak için darbenin nerede planlandığını tespit etmeliyiz önce. Bir malumu tekrar edelim: Hiç kuşkusuz, 15 Temmuz bir NATO darbesidir! 12 Eylül gibi, NATO tarafından planlanarak hayata geçirilmiş, NATO görevindeki FETÖ’cü Türk subayları üzerinden planlanarak yürütülmüş, yer yer bizzat yabancı NATO komuta unsurları devreye girmiş, NATO üslerinden darbe aktif olarak desteklenmiştir. 15 Temmuz askeri darbe girişimi, FETÖ’cü sivil unsurların da desteği alınarak ABD öncülüğünde yürütülmüş bir NATO girişimidir.
Öyleyse gözlerimizi çevireceğimiz yer NATO’dur. NATO’daki oluşumları iyi incelemek gereklidir. Türkiye’de yaşananların nedenleri de orada bulunabilir.
NATO’daki yeni oluşumları anlamak için iki yıl önceye gitmemiz gerekir. NATO huzurlu bir yer değildir. NATO içinde Yeni Dünya Düzenindeki rolünü beğenmeyen ABD’nin dünya süper güçlüğüne devam etme kararlılığı İngiltere’yi rahatsız ediyordu. İngiltere’nin, ABD ile birlikte 1990’larda zorladığı “Tek Dünya Devleti” projesi başarısız olmuştu. İngiltere’ye göre pratiğe geçirilmesi görevinin verildiği ABD Körfez’de, uzak Asya’da, Ortadoğu’da işi eline yüzüne bulaştırmıştı. Yavaş ilerlemiş, çok kan dökmüş, az sonuç almıştı. Artık bu hedefi yakalamak mümkün değildi. Zaten dünyadaki gelişmeler de bölgeselleşmeyi zorluyordu. Dünyayı bölgelere ayırıp her birine birer bekçi devlet dikmek, tarihi fazla zorlamamak kararına varmıştı İngiltere. ABD ise bu tek dünya devleti ve kendi efendiliğinde diretiyordu. Yeni planlma ile senkronize hareket etmiyordu. Projelerin tek dünya devleti hedefine gidecek kısımlarını uyguluyor, küresel bölgeselleşmeye giden yollara yanaşmıyordu ABD.
GALLER ZİRVESİ: YENİ DÜNYA’NIN PATRONU BENİM!
İşte bu duruşu karşısında İngiltere iki yıl önce NATO tarihinde ilk olacak bir hamle yaptı: NATO’yu Galler’de topladı. Kentlerin, hatıralarından gelen sembolik anlamları vardır. Brüksel’de yapıyorsanız AB ağırlığı, Washington ABD-Fransız damgası, Londra İngiltere –ABD öncülüğü, Roma Hrıstiyan birliğinin öne çıktığı anlamına gelir. Yani toplantının ruhuyla ilgili bir mesaj verebilir. Bu, özellikle çekişmelerin olduğu dönemde anlam kazanır.  İngiltere ilk defa Londra dışında bir yer belirledi, NATO zirvesini 2 Eylül 2014’te Galler’de topladı.
Derin İngiltere’nin mekanı Galler’in küresel baronları olan, dünyanın aristokrat egemen sınıfını temsil eden kimliği bu toplantıya yansıdı. ABD’ye verilen mesajdı bu: “Ortaksız ve sadece bana ait olan burada yeni dünya oluşumunun sahibi ve yöneticisinin de ben olduğumu, ortak kabul etmediğimi bildiriyorum!” anlamına geliyordu. Kararlar da o yöne zorluyordu gelişmeleri.
BÜYÜK MESAJ: DÜNYA BEŞTEN BÜYÜKTÜR!
Bu tarihten sonra, bu yeni dünya planına toptan itirazı yükselen sadece Türkiye’nin lideri Recep Tayyip Erdoğan oldu. Erdoğan, Birleşmiş Milletler üzerinden yürütülen dünyayı beşe bölme planına, Birleşmiş Milletlerin beş veto yetkili devleti üzerinden ve Dünya’yı şekillendiren İngiltere’nin beynindeki beş aristokrat aileyi de ima edercesine; iç içe mesajlar yüklü bir slogan şeklinde; daha çok ve daha sık “Dünya beşten büyüktür” demeye başlayacaktı.
İngiltere bu hedefini zaten hayata geçiriyordu: SSCB’yi zaten parçalamış, sonra da Birleşik Devletler Topluluğu adı altında Rusya’yı bölgenin başına dikmiş, Şangay Beşlisi ile Çin’i yumuşak kontrol altına almıştı. Arap Birliği, Türkiye’yi dışarıda bırakan bir İslam devletleri topluluğu olarak elindeydi. Afrika Birliği kuluçka evresini aşıyordu artık. Avrupa Birliği zaten tamamdı. Monroe Doktrini bir “Amerika ruhu” oluşturmuştu. Önemli bir engeli kalmamıştı. Her bir oluşum da bir mutemede teslim edilmişti. Turuncu devrimler, savaşlar, iç savaşlar, işgaller, etnik katliamlar, sürgünler ve Arap Baharı hep bunun içindi zaten. Amacına çok yakındı. ABD parazit yapmamalıydı artık.
KADERİNE RAZI OLMAYANLAR
Kendi eliyle yürütülen bu çalışmaları yapan ABD, 75 yıl dünya süper devletliğini yürüttükten sonra Galler’de, kendisine artık son ve kesin bir dille “Sen beş imparatorluktan sadece birisi olacaksın” denilince bundan hiç hoşnut olmadı.
Almanya’nın derdi ise beş imparatorluktan birisini, AB’yi yönetmekten de indirilmek istenmesiydi. İngiltere kendisini atlıyor, Fransa ile iş tutuyordu. Bu, Almanya’nın Kıta Avrupası’ndaki gücü ile orantılı değildi. İngiltere ise gerçekten, sürekli kendisine sorun çıkartan Almanya’yı soğuk savaş döneminde yaptığı gibi, fazla güçlendirmek istemiyordu. Onlar sınırını bilmeyen, baş ağrıtabilen bir devletti.
ABD-ALMANYA İTTİFAKI BAŞLIYOR!
İşte bu dengeleri görünce İngiltere’nin kadim ve uslanmaz rakibi Almanya’nın kulakları dikildi. ABD’nin rahatsız olduğu bu durumundan yararlanmak istedi. ABD’ye birlikte hareket etmeyi önerdi. Almanya ile ABD birlikteliğinin doğuracağı sorunlar İngiltere’yi ikna eder diye düşündü iki taraf da. ABD, kaygılarına hitap eden Almanya’nın teklifini gerçekçi buldu. İngiltere’yi ister istemez kendi süperliğine razı etmek için Almanya’yla el ele tutuştu. Böylece 2014 sonunda Alman-Amerikan ittifakı kurulmuş oldu.
Dengeler bir anda değişmişti. Her şey bu dengelere göre değişecekti artık. Oyunlarda yeni kurgular yapıldı, senaryolarda revizyonlar başladı. Duruşlar değişti. 2015 sonrası şaşırtıcı gelişmeleri, beklenenden farklı hareketleri izlemek bile bu denge değişimini pek çok olayda görmenin mümkün olduğunu göstermekteydi.
2015 ATAĞININ SIRRI
ABD-Almanya ittifakına İngiltere derhal rest çekti. Sürpriz biçimde referanduma gidip Avrupa Birliği’nden ayrıldı. AB’ci siyasileri de ülkesinde iktidardan tasfiye etti. Terk ettiği AB ile ABD arasında kurulan bloku dengelemek için ana dayanağı ancak Rusya olabilirdi. Rusya’nın zayıf düştüğünü gördü. Derhal oyunu değiştirdi. Parçalanması planlanan ve bu amaçla tecrit edilen Türkiye ile Rusya’nın arasını düzeltmeye karar verdi.
Bu, gittikçe izole edilen Türkiye’nin canına minnetti. Rusya ile Türkiye yakınlaştı. Türkiye bu güvenle gerek Suriye’de ABD planları karşısına cesurca çıktı, gerekse PKK ve DAEŞ terörü ile savaşa girişti. ABD ve Alman emeği olan PKK bitiriliyordu. Bu dengeler tam fırsattı. İşte 2015’te Türkiye’nin atağa kalkmasının ardında yatan sır, bu gelişmelerdi.
DEVLETLER OYUNU BAŞLIYOR
Bu yakınlaşmanın kendisine karşı İngiltere’nin kurduğu blok olduğunu gören Almanya ve ABD harekete geçtiler. Almanya kadim ilişkileri olan Türkiye’ye Ermeni Soykırımı’nı kabul etmekle cevap verdi. Türk hükümeti “Bu kalıcı yaralar açar, düşmanlıktır” dese de gözümüzün içine baka baka yasayı geçirdiler. Diğer yandan ABD ise Rusya’ya Suriye’de rüşvet gibi tavizler verdi. “Sıcak denizler” hayaline uzanmak olunca konu, olaya teşne olan Rusya da bu oltaya geldi. Böylece ABD, Rusya’yı önce Suriye’de Türkiye’nin karşısına dikti, ilişkileri gerdi, sonra da FETÖ’cü ajan provokatör pilotları eliyle Rus uçağını düşürttü. Türk-Rus ilişkileri tam anlamıyla sabote edilmişti. Kolay düzelecek gibi de gözükmüyordu.
Türkiye yeniden yalnız kalmıştı. Tam darbe yapmanın vaktiydi artık.
Almanya bir koldan, ABD diğer koldan İngiliz kurgusunu bozarak kendi önlerini açmak istiyorlardı. İngiltere’nin bu bloku yeniden inşasını engellemenin tek yolu ise Türkiye’yi tamamen teslim almak, kaleyi düşürmekti. Hedef somutlaşmıştı, Türkiye’yi bloktan sökerlerse artık yolları açıktı. Bu amaçla uzun süredir hazırlıkları yapıldığı konuşulan; kokusu kamuoyuna onlarca defa çıkan askeri darbeyi gerçekleştirmeye karar verdiler.
DARBE KARDEŞLİĞİ BÖLÜNDÜ!
Türkiye’de darbe ile iç savaş çıkartılması ve ardından parçalanması projesine ABD ve AB, aslında yola İngiltere ve Rusya ile de birlikte çıkmışlardı. Ancak ABD-AB ittifakı bu bloku çatlatmıştı. Darbe konusunda İngiltere isteksiz hale gelmişti. Rusya ise darbe fikrinin bu dengelerde karşısına geçmişti.
Gezi Parkı olaylarında sokaklarda cirit atan MI6 elemanları, haftalar öncesinden gelip Taksime yerleşen İngiliz medyası ve aktivistleri bu sefer, işte bu nedenle ortalıkta yoklardı. Gezi’de başat rol oynayan Rusya etkisindeki sol gruplar bu nedenle bu darbe girişiminde ortalıklarda olmayacaklardı.
Belki de Allah’ın Türk Milletinin yüzüne güldüğü an, gerçekte arka planda yaşanan ABD ile İngiltere’nin arasının açıldığı zaman olmuştu. Yoksa 15 Temmuz, milli direniş olduktan sonra belki yine aşılırdı ama çok daha netameli bir gece yaşanabilirdi.
NATO’da yaşanan bu denge değişimlerinin farkında olarak o meş’um geceye doğru ilerlemeye devam edelim…
TÜRKİYE GÜÇ DENGESİNİ DEĞİŞTİRİYOR
Ancak Almanya ve ABD’nin sandığı gibi olmadı. Muhtemelen İngiliz istihbaratının da fısıldaması ile Rusya darbenin ayrıntılarından haberdar oldu. Rusya’nın derin isimleri, başta Dugin olmak üzere 2002’den beri Ankara’nın yolunu bilmezken Rus uçağının düşmesinden itibaren neredeyse Ankara’da kamp kurdular. Darbe planını Türkiye ile paylaştılar ve Ankara ile birlikte hareket etmeyi planladılar. Belki de diplomatik gerilimler bir ‘öyle sansınlar’ oyunuydu!
Tam da 15 Temmuz’un hemen öncesinde Türkiye, Rusya ile yeniden barıştı. Bu nasıl bir tesadüftü! Ardından İngiltere, İsrail ile Türkiye’nin arasını buldu. İsrail’in sembolik bir anlamı da vardı; derin İngiltere, bu yeni kamplaşmada ne tarafta durduğunu Dünya’ya böylece duyurmuş oluyordu. Üstelik Türkiye, bir İngiliz kutusu olan Mısır ile de arayı düzelteceğini duyuruyor, ABD-AB karşısında Afrika kapısını da tutmaya başlıyordu bu blok. Böylece ABD-AB ittifakı ile oluşabilecek kontrol havzasına sınırlar çizilmeye başlanmış oluyordu. Asya ve Afrika’yı elinden kaçıranlar ise, ancak kendi kendine gelin güvey olabilirdi.
Türkiye’nin Rusya ve İsrail ile arayı düzelterek blok oluşturması ABD-AB ittifakının canını fazlasıyla sıktı. Bu blok yıkılmalıydı.
15 Temmuz sonrasında bu NATO dengelerinin yansıması açıkça görüldü: AB ve ABD’nin askeri darbenin başarısızlığı üzerine mosmor olduğunu görmeyen yoktur. “Tüh! Başaramadılar” yaklaşımı neredeyse tüm batıda görüldü. Almanya Cumhurbaşkanımızı bu tarafgirlikle konuşturmamıştı. Yine İngiliz basınının bıyık altından gülüşünü fark etmemek mümkün değildi. Putin’in kahkahadan göbeğinin oynadığını ise tüm dünya hissetti. İşte bu 16 Temmuz fotoğrafın arka planında olup bitenler bunlardı.
Kaldığımız yerden devam edelim:
DARBE KURGUSU: OYUN İÇİNDE OYUN
Tam bu aşamada AB ve ABD, yeni bir gelişmeyle sarsıldı. Rusya, Türkiye’ye 2 bin kişilik FETÖ’cü darbe yapacak subay listesi vermişti. Türkiye bunların 1200 kişisini tespit edebilmişti zaten. Biz, KGB’nin o düzeyde etkin olmadığını değerlendirerek liste verme işinde İngiliz istihbaratının katkısını muhtemel bulduğumuzu da belirtelim. Aslında böyle hassas bir mesele, basına sızacak bir konu da değildi. Ama Rusya’nın Avrasyacı/Ergenekoncu yoldaşı olan sitelerden bu bilgiler kamuoyuna sızdırıldı. Belli ki Rusya duyulsun istiyordu.
Rusya amacına ulaştı. AB-ABD endişeye düştü; kırk yıldır emek emek rütbelere taşıdıkları FETÖ subaylarının 30 Ağustos’ta bir gecede tasfiye edilecek olması tüm Türkiye’yi kaybetmek anlamına gelecekti. Öyleyse darbeyi YAŞ toplantısı öncesi yapmak şarttı. YAŞ ayı olan Ağustos, tatil ve rehavet içinde olunacağından tarihin 16 Temmuz sabahına çekildiği anlaşılabiliyor.
DARBEYE ULUSLARARASI MEŞRUİYET HAZIRLANIYOR
ABD-AB bloku oluştuktan sonra darbenin uluslararası meşruiyet zeminini hazırlamaya başlamışlardı: Bir yandan Reza Sarraf aracılığı ile kara para taciri, diğer yandan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında mahkumiyet vereceği davanın sanığı, oğlu da kara para ticaretinden İtalya’da yakalama kararı çıkan, kampanya halinde Batı kamuoyunda itibarsızlaştırılan Erdoğan koro halinde diktatör olarak tanımlandı. Bunda Batıdaki FETÖ’cü Türklerin rolü büyük olmuştu. İzlenim oydu ki Türk halkı “kurtarın bizi bu diktatörden!” diye Batı’ya yalvarıyordu.
Erdoğan’ın sonu, Kaddafi gibi, Saddam gibi olmalıydı. Yeni bir Menderes vardı karşılarında. İyi niyetinin istismar edildiğini görünce ABD politikaları karşısına dikilmişti. Ortak politikaları kendine yontmaya, ülke çıkarlarını savunmaya başlamıştı. Sonu da Menderes gibi, belki daha kötü olmalıydı ki ABD’ye karşı gelmenin bedelini bir kez daha öğrensindi, bu Türkler. Türkiye de teslim alınsındı.
DARBEDEN BİR HAFTA ÖNCE VARŞOVA NATO ZİRVESİ
Alman-Amerikan ittifakı İngiltere’nin Galler dayatmasına karşı salvolarını son NATO zirvesinde yaptılar. İngiltere’nin yeni ittifak alanının odak ülkesi Rusya’ya meydan okuyan bir şehirdi toplantının gerçekleştiği yer: 8 Temmuz 2016’da Rusya’nın kadim üssü olan Varşova’da NATO zirvesini topladılar. Bu, düpedüz İngiltere’ye misilleme, Rusya’yı da ezmek demekti. Türkiye ise bir hafta sonra yaşayacaklarından habersizdi. ABD-Almanya güç gösterisinde bulunuyordu. Yakın bir hamleleri olduğu belliydi.
Putin’in Avrasyacılık teorisinin mimarı Alexander Dugin o hafta da Türkiye’ye gelmiş ve basına konuşmuştu: “Türkiye’de askeri darbe çok yakın!” diyordu. Bununla yetinmiyor “Rus yetkililer Türkiye’yi bilgilendirmiştir” diyordu. Safını belli etmişti. Türkiye ile birlikteydi Rusya.
NATO darbesi hayata geçiyordu. Şimdi darbe sürecinin arka planını okumaya çalışalım:
TUZAK KURANA TUZAK KURAN VE ONA DA TUZAK KURAN
Darbeyle ilgili bilgileri paylaşan Rusya gerçekten Türkiye’nin safında mıydı?
Sanırız buna ‘evet’ demek için saf olmak gereklidir. Rusya’nın, ABD-AB NATO ittifakının darbe oyununa karşı ama aynı zamanda Türkiye’ye karşı olan kendisinin de bir oyunu vardı. Rusya’nın bu oyunu Türkiye’yi teslim alma finaliyle son buluyordu. Yani eğer NATO darbesi başarılı olursa ABD, darbeye karşı kurulan Rus planı tutarsa Rusya yeni efendi olacaktı Türkiye’de. Fakat her senaryoda Türkiye teslim alınacaktı. Türkiye’ninse hiç bir planı yoktu. Türkiye adına bir plan yapanın olduğunu 16 Temmuz sabahı anlayacaktık: Bu plan sahibi hiç kuşkusuz yüce Allah(CC)’tı.
Şimdi oyunları anlamaya çalışalım.
ABD-AB PLANI
ABD-AB ittifakı TSK’da üst rütbeliler arasında yüzde 60 FETÖ’cü, yüzde 25 Avrasyacı(ulusalcı), yüzde 10 kadar milliyetçi komutan olduğunu biliyorlardı. Zira zamanında, dengeler değişmeden önce FETÖ’yü ABD, Avrasyacıları Alman-Rus ittifakı TSK’da kadrolaştırmıştı. Alman-Rus kanadı yüzde 70’lerin üzerinde iken Ergenekon Operasyonları ile ABD’ci kanat onları tasfiye edip azınlığa düşürmüş, yerlerine de FETÖ’cüleri oturtmuşlardı. Haliyle Almanya, Ergenekon davaları sonrasında ilişkisini gevşettiği geriye kalan Avrasyacılarla yeniden irtibatını tazeledi. Darbe vakti geldiğinde de FETÖ’cülerle (ABD ile) beraber hareket etmeye ikna etti. Böylece subayların yüzde 85 gibi büyük bir oranı darbe girişimine katılacaktı. Bu mükemmel düzeyde bir güç demekti.
Almanların Avrasyacıları kan davalıları oldukları FETÖ’cülerle birlikte hareket etmeye ikna etmeleri, “Erdoğan’dan kurtulacağız!” motivasyonu ile mümkün olmuştu. Aralarında anlaşma tamamdı: Darbenin ilk aşamasında Erdoğan öldürülecekti. Sonrası kolaydı.
Orduda Hava, Deniz ve Jandarma’da FETÖ(ABD), Kara ve Özel Kuvvetler’de Ergenekon(Almanya) etkindi. ABD-Almanya ittifakı NATO darbesi şöyle planlanmıştı: İlkin jetler kalkacaktı. Jandarma boğazı kesecek, komandolar Erdoğan’ı öldürecekti. Bu ilk hamlelerin hepsini FETÖ’cüler yapacaktı. Avrasyacılar ise bundan sonra kara kuvvetleri olarak tanklarla sokakları, piyadelerle kamu kurumlarını tutacaklardı.
İNGİLİZ-RUS PLANI
İşte bu planın içinde (muhtemelen İngiliz şeytanlığının önemli katkısı ile) Rusya’nın da bir planı vardı. Rusya, Almanya’yla ortak yaptığı çoğu alt kademelerde olan Avrasyacı subayları çoktan ayartmıştı. Almanya’nın darbe teklifine “evet” dedirtti. Ve sonra şu planı yaptı: Erdoğan FETÖ’cüler tarafından öldürülecekti. Halk infiale gelecek, kendileri de darbeye destek vermeyerek Erdoğan’ı öldüren vatan hainleri oldukları gerekçesiyle Rusya’nın verdiği listedeki FETÖ’cü subayları bir gecede infaz edeceklerdi. Hem kendilerini hapislerde çürüten, rütbelerini söken FETÖ’den ‘Ergenekon’un intikamını’ acı şekilde almış olacaklar, hem de başlarının belası Erdoğan’ı hem de FETÖ eliyle ortadan kaldırmış olacaklardı. Türkiye de kurtarıcı kahraman olarak vatansever Avrasyacı subayların kollarına arzuyla atılacaktı. Oysa Türkiye (İngiltere ve) Rusya’nın eline geçmiş olacaktı. Mükemmel bir plandı. Oyun içinde oyun kurmuşlardı. Çok kolay olacaktı.
Fakat (İngilizlerin ve) Rusya’nın bu planı, darbe eğer gece 03.00’da yapılırsa gerçekleşmesi mümkün olamazdı. Hem halkı sokağa dökmek mümkün olmaz, hem de hava kuvvetlerine fazla gerek duyulmazdı. FETÖ’cülerin suçları halkı tahrik edecek düzeye erişemezdi. Bu nedenle halk ayakta iken gerçekleşmeliydi. Ayrıca iletişim kanalları da açık kalmalıydı. O işi de kendileri üstleneceklerdi ki kesilmesin, halk haberdar olsun.
…VE KRİTİK RUS MÜDAHALESİ: İHBAR
Bunu sağlamak için düşük rütbeli bir subayı MİT’e göndererek haber verdirdiler. Darbeyi gündüzden haber veren subay Avrasyacı olmalıdır ki, içeriden haberi bulunmaktadır. Mesai bitmeden önce Genelkurmay Karargahı’ndan ardı ardına gelen emirler darbe girişiminden haberdar olunduğunu ortaya koyuyordu.
Bunun üzerine ABD-AB yanlısı NATO’cu darbecileri bir telaş aldı muhtemelen. Darbeyi yapmasalar, yarın darbeci diye kaç kişi açığa alınırdı? FETÖ Avrasya birlikteliği de çatlayabilirdi. Tedbirler alınır, bir daha darbe imkanı verilmezdi. Artık başka şansları kalmamıştı. Darbe yapmazlarsa kesin kaybedeceklerdi. Fakat yaparlarsa kazanma şansları yüksekti. Android üzerinde çalışan özel yazılımları üzerinden iletişim kurdular: Darbeyi öne öektiler 15 Temmuz saat 22.00’ye aldılar.
İLAHİ DOKUNUŞ
Ve darbe senaryosu hayata geçmeye başladı. FETÖ’cüler jetlerle havalandı, gemilere bindi, Cumhurbaşkanı’nı almaya hareketlendi, boğaz köprüsünü tuttu. Fakat Özel Kuvvetler ve Kara unsurları,(Avrasyacılar) ağırlıklı olarak kıpırdamadı. Onlar Erdoğan’ın infaz haberini bekliyorlardı. Halkın sokağa dökülmesini sağlamak için de kendi sorumluluk alanlarındaki iletişim kanallarını imha etme görevini yapmıyorlardı, yapmayacaklardı. Erdoğan’a yapılan infaz üzerine halkı direnişe çağıracaklar, halkın kıyamı ile birlikte kendileri de FETÖ’cü avına başlayacaklardı. Ruhlarını serinletecek bir katliam gecesi tasarlamışlardı.
Fakat, başka bir plan devreye girdi: Allah’ın planı! Erdoğan’ı bir türlü yakalayamadılar. Denk düşmedi. Bir esirgeyen vardı. Üstelik milliyetçi bir komutan, Ümit Dündar,  Avrasyacılar katılmayınca FETÖ’cü kalkışmaya dönüşen bu darbecilere karşı Cumhurbaşkanı’nı korumaya aldı. Siyasi irade ile emniyet güçleri organize edildi. Milli subaylar devreye girdi. Kahramanlık Avrasyacılara kalmadı. Millet günün kahramanı oldu. Sayın Erdoğan’ın ilk beyanatının yayınlanmama sebebi iletişim kanallarını tutan Avrasyacıların müdahalesi değilse ne olabilirdi? Erdoğan’ın telefonla televizyondan halka çağrı yapması ile sadece FETÖ’cülerin değil, Avrasyacıların da planı boşa çıkıyordu. Artık her şey değişmişti. Halk sokaktaydı ve direnişin lideri Erdoğan, kahramanı Türk Milleti olmuştu. Bu, ilahi bir dokunuştu!
VAHŞİ DARBE GİRİŞİMİ
Kara unsurları aktif katılım sağlamayınca FETÖ’cülerin Hava kuvvetleri taklacı kuşlar gibi havada dönüp durmaya başladılar. Şaşkın ve anlamsız uçuşlar yapıyorlardı. ABD’ye satılmış olmaları yanında bir de Avrasyacılar ‘satmış’tı FETÖ’cüleri. Tam bir fiyaskoydu. Baştan talimatlandırılmayan emirler yağmaya başladı. Avrasyacıların kıpırdamadığını görünce FETÖ’cüler onların işlerine kendi adamlarını gönderdiler. TRT’ye TÜRKSAT’a TEİAŞ’a, Telekom’a geç gidilmesinin sebebi bu oldu. Gecikince halk durumu kavradı ve gelen darbecilere de direnişler oldu.
Halkı yıldırmak için şiddeti artırma kararı aldılar. Durumu lehlerine çevirmek istiyorlardı: TBMM’ye, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne, Özel Harekat Daire Başkanlığı’na, AK Parti Genel Merkezine bombalar attılar. MİT’e, Genel Kurmay’a ateş açtılar, silahlı unsurlarla saldırdılar. Halka ateş açtılar. Az sayıda çıkabilmiş olsalar da tanklarıyla da halkın üzerine yürüdüler, ateş açtılar. Fakat her emirlerini de dinlemedi askeri personel. Boğaz Köprüsü’nü vur emrini dinlemediler. Deniz kuvvetleri, halkı bombalama emrini uygulamadı. Çözüldüler. Uğradıkları ihaneti gördüklerinde ava giderken av olduklarını anladı hain ve kalleş FETÖ’cüler. Ama kimsenin değil, milletin avı olmuşlardı, vatanın gerçek sahiplerinin avı.
ZAFER HAKKIN VE HAKKA İNANANLARINDIR
Bu ‘ilahi dokunuş’ ile zafer ne Amerika’ya, ne Rusya’ya mal oldu. Zafer milletin oldu. Zafer milletin sahip çıktığı lideri Erdoğan’ın oldu. Zafer Türkiye’nin; zafer hakkın ve Hakk’a inananların oldu.
O gece, büyük oyun vardı. Oyun içinde oyun planlanırken sahneye Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan’la birlikte Milletin çıkması, tüm oyunları bozuldu, şartları lehimize çevirdi. Erdoğan le birlikte Bahçeli’nin de duruşu ülke nüfusunun yüzde 23’ünü sokağa indirdi o gece. Bu, halk ihtilallerinde aranan yüzde 7 sınırının üç katıdır. Yani moral bozucu, zapt edilmez bir ‘milli güç’ vatanına sahip çıkmış, düşman morallerini de çökertmiştir.
15 TEMMUZ MİLLİ KIYAM GECESİ
Aslında darbe girişimini bastıran halkın kıyamı, tarihte eşsiz ihtişamıyla yer aldı. Bize kalırsa 15 Temmuz darbesiyle değil, milli kıyam hareketi ile anılmalıdır. O derece saygıdeğer, muhteşem bir sahnedir.
ABD-Almanya da, İngiltere-Rusya da Türkiye’yi teslim alamadı. Şimdi karşılarında teslim olmuş değil bağımsızlığını kazanmış bir Türkiye var. Hesaplar artık Türkiye’siz yapılamayacak. Milli Mücadele’den zaferle çıkmış bir Türkiye, daha onurlu, daha dik duracak.
Putin’in Erdoğan’a randevu verdiği yer; Petersburg Rus imparatorluğunun başkentidir. İmparatorları orada ağırlarlar. Bu, Erdoğan’ın nasıl gittiğinin de bir kanıtıdır. Orada kabul ediyorsa olumlu bir yaklaşım var demektir.
CUMHURBAŞKANI’NIN KARARLARI BOŞA BÖYLE DEĞİL
Bu tespitler çerçevesinde bakınca olup bitenler yerli yerine oturmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kuvvet komutanlarını neden değiştirmediği anlaşılabiliyor. Çünkü FETÖ’cüler hain ama günü parlayan Avrasyacılar da ‘bir etki altında!’ Kime güvensin? Geriye sadece Milliyetçi subaylar kalıyor!
Milleti neden meydanlarda nöbete devam ettirdiğini anlayabiliyor muyuz? 9 Ağustos’ta Rusya’da iken arkasında o güç durmaya devam etsin diye. Rusya ile anlaşamasaydı Avrasyacı subayların ne yapacağı da meçhuldü! O nedenle milleti, aşılması hayal bile edilemeyecek dev bir kütle halinde Yenikapı’da gösterdi onlara. Kimse aklından bile geçirmesin, diye.
MİLLİ SUBAYLAR DÖNEMİ
Birliklerin önünden çekmedi belediye araçlarını, çünkü potansiyel tehdit duruyordu. FETÖ’cüler bile temizlenmiş değildi. Tablo ortadaydı yüzde yüz güveneceği subay yüzde 15’ten ibaretti. Şimdi, ‘milli subay’ları yetiştirip yerleştirene kadar yaklaşık 15 sene Türkiye Rusya ile iyi geçinmeye, milleti de diri tutmaya mecbur kalmıştır.
‘Milli subay’ yetiştirecek eğitimci subay bile yok; askeri okulları nasıl tutsun? Ancak milletin içinden, kimsenin özel ünitesinden geçmemiş millet evlatlarını almayı projelendirdi. Askeri liseleri kapattı. Çok can yakan bir uygulama oldu ama başka çıkar yolu var mıydı? 10 yıl sonra Avrasyacıların darbesi olur, Rusya’nın yarım kalmış teslim alma işi tamamlanırdı!  Tabiri caiz ise, Yeniçeri Ocağı’nı lağvetti!
AB-ABD MOSMOR, KASKATI
Şimdi savaş sonrası şartlar var. Savaş sonrası demek, müttefiklerin ve sınırların yeniden belirleneceği dönem demektir.
Bakınız AB liderleri gelebiliyor mu, bir geçmiş olsun dileyebiliyor mu? Hayır! ABD? Hayır! Çünkü AB-ABD blokunun eseridir bu darbe! Utanç içindeler aslında. Suçüstü oldular. NATO, Türkiye açısından güvenini yitirdi. Bu darbeyi lehlerine kullanmak, Türkiye’yi de kazanmak isteyen Rusya ise ehven-i şer seviyesine yükselmiştir. Biz Rusya ile birlikte iken AB-ABD blokunun düşmanlıklarının devam edeceği kesindir.
Bundan sonra yapacakları ise bellidir; Terörle ülkeyi bunaltmak, suikastlerle sarsmak, üzerinde etkili oldukları Ermenistan, Yunanistan gibi ülkeler üzerinden sorun üreterek Rusya ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmek, Suriye’de bir an önce PKK koridorunu tamamlamak!
TÜRKİYE’NİN DE YAPACAKLARI VAR!
Türkiye’nin yapacağı ise Rusya, İran, Mısır ve İsrail ile bölgede ağırlığını korumak ve Suriye’deki PKK koridorunu engelleyerek iç barışa mukayyet olup ilerleme hamlelerini sürdürmek, başta bilgi teknolojileri savunma sanayii olmak üzere hızla ekonomisini milli e güçlü hale getirmek!
Türk Milletinin 15 Temmuz demokrasi destanı yarının tarih kitaplarında ders olarak okutulacak niteliktedir. Böyle ‘kaçarı yok’ bir tuzaktan asla bir halk kurtulamazdı. O gün, milletin içinde uyuyan devi uyandırdılar. Cihangirlik ruhu uyandı yeniden. Artık bu milleti fetih getirmeyen hiçbir lider tatmin edemeyecektir. O gün esaret prangalarını parçaladı ve tüm dünyaya yeni bir imparatorluğun tohumunun filizlendiğini ilan etti: Büyük Türkiye tüm mazlum milletlere hayırlı olsun!
Kapitalizmin vandalları adaletin keskin kılıcı ile bir daha tanışacak! Hep söylediğimiz gibi; yeter ki 2023’e kadar ayakta kalalım, yarım asır sonra bambaşka bir Dünya bekliyor insanlığı. Daha güzel bir dünya…