ABD Dış Politikasında Ortadoğu
Doç. Dr. Tarık Oğuzlu
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü,
Ortadoğu bölgesine ilişkin Amerika Birleşik Devletleri’nin politikasını incelemek için belki ilk “ Yapılması gereken şeylerden bir tanesi ABD’nin dış politikasına ilişkin felsefi görüşleri, vizyona ilişkin görüşleri, stratejilere ilişkin görüşleri kabaca sınıflandırmaktır.
Amerika’nın genel olarak dünyaya bakışında, düşünce okulları var ise özel olarak da Ortadoğu’ya bakışında da var.
Çünkü bu birbiriyle son derece yakından alakalı bir durumdur. Benim kendi gözlemlerime göre, artı literatürdeki genel görüş birliğine göre iki tane farklı düşünce ekolü var aslında. Bir tanesi “ İsolationism ” Denen izolasyoncu bir düşünce algısı, bir tanesi de “internationalism“ denen bir düşünce algılamasıdır. Isolationist perspektif biraz daha realist uluslararası ilişkiler kuramı içerisinde şekillenen bir duruştur. Internationalist yaklaşım yani uluslararası yaklaşımcılık ise daha liberal bir perspektife dayanmaktadır. Genellikle Amerika’da Cumhuriyetçi Partiler realist düşünce ekolüne yakındırlar, daha isolationist politikaları takip etmeyi kendileri için daha doğru bulurlar. Demokrat yönetimler ise daha liberal, daha internationalist perspektiften bakarlar. İsolationist’ler kabaca, aslında Amerika’nın başkalarına örnek olmaktan başka bir misyonu olmaması gerektiğini belirtirler. Başkalarına Amerika’nın değer çerçevesinde dönüştürmek, şekillendirmenin Amerika’nın misyonu olmaması gerekir.
Amerika kendisi bir örnek olmalıdır, sahip olduğu değerleri kendi içerisinde yaşamalı, başkaları da mümkünse bu Amerika modeline bakıp ondan ilham almalıdırlar. Amerika dünyanın çeşitli yerlerinde silah bulundurmak, askeri güç bulundurmak zorunda değildir. Yayılmacılık politikası takip etmemesi Amerika’nın çıkarlarına daha fazla uyumlu tarzında bir algılama var.
Bilirsiniz Amerikalılar arasında şöyle bir durum söz konusu, dünyayı Amerika’dan ibaret sanma gibi bir felsefe vardır, zaten Amerikan halkının dış politikadaki gelişmelere pek fazla ilgisi yoktur. Bu münadi dış politika anlayışıdır.
Uluslararasıcılık da tam bunun zıttı tam tersi bir algılama, burada Amerika’nın çok temel bir misyonu var, yani bu değerleri kendi içimde yaşama, onları hayata geçirmesi yetmez, elindeki bütün imkânları kullanarak bu değerleri dünyanın diğer geri kalan bölgelerine yayması gerekir. Başkalarını medenileştirici bir misyon taşıması gerekir. Yani sadece tepe üzerinde parlayan yıldız, parlayan güneş olmak yetmez, ama bunları tanıtması da gereklidir, özellikle demokrasiyi, liberalleşmeyi ve bunların dünya’nın çeşitli yerlerinde yayılması, böyle bir algılama söz konusu. Çünkü Amerika küresel bir aktör olarak kendini tanımlıyor sa dünyanın geri kalan bölgelerinden kendisini soyutlayamaz tarzında bir düşünce yapısı vardır. Bu Uluslararasıcılık, internationalism felsefesini farklı mekanizmalarla, farklı stratejilerle uygulayan düşünce ekolleri de vardır ve
aslında kendi içinde de ayrılmaktadır.
Bir kısmı demokrat partilerinin temsilciliğini yaptığı, Clinton ile özdeşleştirilen veya başkan Woodrow Wilson’a kadar giden düşünce ekolü, daha liberal internationalism yani uluslararası örgütlerle, diğer uluslararası aktörlerle işbirliği yaparak, uluslararası ticaret ve ekonomiye, serbest piyasa odaklı şekillendirme ye çalışarak bu Amerikan değerlerini yaymak. Buradaki temel espri küresel hâkimiyet kurmak yani küresel hakimiyeti kurarken daha yumuşak güç unsurlarına dayanarak birleştirmeye çalışmak, diğer tarafta ise özellikle 2000 yılından bu yana neo-conservative dediğimiz muhafazakarcı çizginin benimsediği düşünce algılaması var. Onların da amacı küresel imparatorluk, onların amacı da küresel hakimiyet yani “ Global Proponence ”. Bu grup bunu gerektiğinde zor kullanarak da yapabiliriz düşüncesine sahipler. Yani liberalizmin yayılmasına ilişkin iki tane farklı düşünce ekolü var, iki tane farklı yaklaşım var. Bir tanesi “ Liberalism of Imposition ” dediğimiz algılama, bir tanesi de “ Liberalism of Restraint ” dediğimiz algılama. Nedir “Liberalism of Imposition” diyen insanlar ki bunların çoğu yeni muhafazakâr cı insanlar.
Bu değerler kendileri itibariyle, bu değerler oldukları için değerlidirler. Dolayısıyla bunlara başka ülkelere, mümkün olabilen bütün unsurları kullanarak, bütün araçları kullanarak yaymak değerli bir çabadır.
Yani başkalarının iç işlerine karışıyor olmak önemli değil, tabi ki karışacağız çünkü bu değerler önemli yaymak bizim misyonumuzdur düşüncesi hakimdir. Diğer tarafta ise “ Liberalism of Restraint ” görüşüne inananlar şunu söylüyor lar;
En Temel Liberal düşünce nedir?
En Temel Liberal değer nedir?
Herkes kendi içişlerinde özgür olmalı, herkes kendi için neyin doğru ve neyin yanlış olacağını bilmeli ve buna karar verebilmeliler. Yani self-determination dediğimiz prensip en liberal prensiptir. Dolayısıyla Amerika şunu yapmamalıdır; başkalarının kendileri için doğru bulduğu şeyler, değerler Amerika’nın değerleriyle uyuşmuyorsa onları yok saymak, onları zorla yok etmek liberalimse kesinlikle uymaz düşüncesidir. Bu düşünceyi destekleyen insanlar genelde Liberalism of Restraint felsefesine inanan insanlardır ve genellikle daha azınlıkta olan insanlardır. Amerikan dış politika elitinin çoğunluğu bu “Imposition” felsefesine çok fazla inanan insanlardır.
Şimdi bu genel resmi çizdikten sonra kısa bir ilave daha yapmak istiyorum özellikle realist düşünce yapısından Amerikan dış politikasını şekillendirmeye çalışan insanlara ilişkin olarak, iki tane farklı realist strateji var Amerikan dış politikasında ortaya çıkan. Bir tanesi “ Off-shore Balancing ” dediğimiz stratejidir. Yani “ Kıyısal Dengeleme ” bunun esprisi şudur ki; Amerika dünyanın her bölgesinde silahlı mevcudiyet bulundurmak ve üsler kurmak zorunda değildir. Ciddi sayıda Amerikan askerini dünyanın çeşitli bölgelerinde konuşlandırmak zorunda değildir. Ama ne yapması gerekiyordur Amerika’nın? Kritik öneme haiz bölgelerde kendisiyle işbirliği yapacak ülkelerle müttefikler oluşturmak. Bunları yaparken, kritik müttefikler ile kritik coğrafyalarda ikili ilişkiler geliştirelim ki amacımız şu olmalı; o bölgelerde Amerika’ya karşı gelebilmesi muhtemel ülkeler ortaya çıkmasın düşüncesi ile bir hareket söz konusudur.
Yani Anti Amerikancı rejimler bu şekilde dengelenmektedir. Oraya gidip hakimiyet kurmak yerine, işbirliği yapabilecek stratejik müttefikler kurmak tarzında bir düşünce yapısıdır.
Bu durum, İngiltere’nin uzun yıllar uyguladığı güvenlik stratejisine benziyor. Napolyon’a karşı Avrupa kıtasının dışından hareket ederek Napolyon karşıtı, Napolyon’u dengeleyecek müttefik ilişkileri kurmak, müdahale olmama ama dışarıdan dengelemektir.
İkinci Realist düşünce yapısı, algılaması; “selective engagement” diye bir stratejidir. Bu “Off-Shore Balancing” stratejisine biraz benziyor ama şöyle
bir farkı var, bu düşünce de üç tane tipik coğrafya çok önemli addediliyor. Bir tanesi Avrupa coğrafyası, bir tanesi Ortadoğu coğrafyası, bir tanesi Doğu Asya coğrafyasıdır. Bu üç coğrafya da Amerika uzun süreli askeri mevcudiyet bulundurmalı, dolayısıyla bu maliyetten kaçınmamalı dır ama dünyanın geri kalan bölgelerinde gereksiz askeri yatırımlar yapmak zorunda da değildir. Ama bu üç önemli bölge çok önemli, buralarda uzun vadeli Amerikan askeri varlığı olmalıdır. Şimdi hem bu selective engagement’i önemseyen realist kişiler ile gerçekçiler hem de global preponderance dediğimiz küresel hakimiyeti önemseyen liberaller, uluslara-rasıcılar bir noktada anlaşıyorlar o da şudur; Her şeyden önce Amerika askeri üsler üzerine oturan bir imparatorluktur. Şu anda dünyanın birçok yerinde sayıları yedi yüz ile yedi yüz elli arasında değişen askeri üssü var. Dünya’nın birçok bölgesinde, Amerika toprağı dışında beş yüz ile altı yüz bin arasında Askeri var. Yani düşünebiliyor musunuz?
Böyle bir imparatorluk. Hem Liberal uluslararasıcılar bunu önemsiyorlar, özellikle Neo-Conservative kanadı hem de realistlerin selective engagement kanadı bunu önemsiyorlar.
Şimdi bu genel girişi yaptıktan sonra aslında daha spesifik olan Ortadoğu ve ABD ilişkisini biraz analiz etmek. Tabi bende herkesin yapmaya çalıştığını yaptım, kronolojik bir analiz yapmaya çalıştım ama olayların her detayına inme zorunluluğumuz yok. Genel bir resim çizme misyonumuz var. Genel objektif bir çerçeve çizmeye çalışacağım. Soğuk savaş zamanında Amerika’nın Ortadoğu politikası ne idi? Kıyısal Dengeleme stratejisinden ibaretti. Amerika’nın Ortadoğu bölgesinde askeri varlığı söz konusu değildi. Amaç neydi? Amerikancı Rejimlerin Komünist olması muhtemel, Sovyet Rusya ile ilişki içerisine girmesi muhtemel rejimlere karşı desteklenmesi idi.
Böyle Amerikancı bir bölge düzeni oluşturmaktı.
Bu perspektiften bakarsak 1957 senesindeki Eisenhower önemli bir mihenk taşıdır. 1955’ te kurulan Bağdat Paktı vardır ki o da artı önemli bir mihenk taşıdır. 80’lerdeki İran-Irak savaşı var. Amerika’ nın bu savaş sırasında takip ettiği politika ayrı bir örnektir.
Bu üç örnek şunu gösteriyor; eğer Amerikan yanlısı rejimler Amerikan yanlısı olmayan kişiler tarafından alaşağı edilme riski taşıyorlarsa Amerika buraya askeri anlamda müdahale edebilir. Böyle bir algılama vardır.
Bu algılama soğuk savaş zamanında öyle ya da böyle uzun süre devam etti. Tabi şunu söylemek lazım, bu bölgeyi Amerikan dış politikası tarafından önemli
kılan faktörler nelerdi. Yani bunları zaten biliyorsunuz, çok fazla tekrar etmeye gerek yok, her şeyin başında petrol var ve Suudi Arabistan ile Amerika
arasındaki ikili güvenlik ilişkisi, bunu anlamadan hiçbir şey anlamamız mümkün değil. Daha sonra da İsrail, 1948’de kurulan İsrail’in topraksal bütünlüğünün
garanti altına alınması. Niye Amerika İsrail’in varlığını ve bağımsızlığını en fazla destekleyen batılı ülke? Bu başka bir sorun, bunun bir sürü açıklaması var. Kimisi bunu dini motiflere indirgiyor, kimisi ise American Exceptionalism dediğimiz, daha kültürel bir şekilde açıklamaya çaılışıyor.
Bunun bir sürü şeyi var ama şunu söyleyebiliriz ki Amerikan dış yapılanmasında İsrail’i desteklemenin kurucu değerlerle birebir örtüştüğü düşüncesi
var. Yani Amerika Hıristiyanlığın yeniden doğmuş şekilde yaşandığı bir ülke böyle değerler var. İsrail de bir şekilde Amerika’nın kurulmasında önemli
olan tarihsel bir coğrafya şeklinde algılanıyor yani Amerika’nın, İsrail’i korumak çerçevesinde böyle bir dinsel ve kimliksel misyonu var. Bu misyon mesela,
bu algılama Avrupa kıtasındaki batılı ülkeler bağlamında geçerli değil. Ne Fransızlar, ne İngilizler bu şekilde düşünmüyor. Yani Amerikalılar bu şekilde
düşünüyorlar. Belki de 1776’da kurulmasından bu yana ABD ‘ye ,İsrail’in yeniden hayatiyet kazanmış şekli olarak bakıyorlar. Bu da önemli bir şey. Yani
İsrail Amerika için bölgede önemli bir motivasyon, petrol dedik o da önemli bir motivasyon. Özellikle Soğuk savaş yanlıları ile Sovyetlerin buralara sokulmaması,
büyük Amerikancı rejimlerinin varlığının garanti altına alınması önemli. Soğuk savaş sonrasında bu resme katılan bir diğer motivasyon da diğer küresel aktörlerin ki başta yükselmekte olan güçler olarak bahsettiğimiz Çin geliyor en başında bunların bu bölgedeki hakimiyetin sınırlandırılmasıdır. Yani Amerikalılar petrol musluğunun başında oturmak istiyorlar.
Sonuçta Çin’in de bu Bölgedeki Petrole İhtiyacı var.
Rusya’nın da bütün petrol zenginliğine dair önemli çıkarları var ki Avrupa Birliği ülkeleri de öyle. Amerika istiyor ki bu musluğu ben tutayım kontrol altında diye böyle bir algılaması var. Soğuk savaş zamanındaki Amerika’nın dış politikasına ilişkin son gerçekçi, hayallerden uzak, idealist bir düşünce yapısından şekillenmiş değil.
Değer dayatmak, dönüştürmek, demokratik hale getirmek bu rejimleri, kesinlikle düşünülmüş değil. Ki zaten öyle olduğu için Amerika’nın kurucu değerleri ile hiçbir şekilde bağdaşmayan bölge ülkeleri ne kadar otoriter ne kadar baskıcı olsalar da soğuk savaş zamanında Amerika ile sıkı fıkı ilişkiler geliştirebilmişler.
Ki hala bir nebze de olsa ve bir nebzeden fazla tabi ki ama bu ilişki yapısı devam ediyor.
Bunu söylemekte fayda var. Soğuk savaş bitiyor hepimizin bildiği üzere ortaya 1990 ve 2000’lerde tarihsel gelişmeler neticesinde yeni bir dönem çıkıyor.
Özellikle 90’larda Amerika’nın Ortadoğu’ya ilişkin dış politikası önemli kırılmalar yaşıyor, bazı yeni şeyler ortaya çıkmaya başlıyor. Eskiden görmediğimiz
gözlemlemediğimiz şeyler. Bir tanesi şu; hakim Amerikan dış politika anlayışı 90’larda “ Unilateral Era” ile başlamıştır. Yani artık Unipolar bir dünya var.
Sovyetler Birliği gitti ve artık Amerika tek başına yani küresel sistemdeki harcamasının neredeyse yarısını yapan bir ülke var ve karşısında hiçbir rakip yok. Herkes yok olmuş gitmiş. Amerika’yı bu bölgede dengeleyecek sınırlandıracak bir ülke yok. İşte tam zamanıdır küresel hakimiyeti geliştirmenin Ortadoğu’ya daha fazla tırnak içinde söyleyelim yönelmenin tam zamanıdır.
Bu düşünceden yola çıkarak ne görüyoruz 90’larda, ilk olarak Kuveyt’ten Saddam askerlerinin çıkarılmasını görüyoruz akabinde ne geliyor? Çifte çevreleme politikası geliyor. Uzun dönemli askeri varlık Amerika’nın bölgedeki askeri varlığı, Amerika’nın askeri Suudi Arabistan’da konuşlanmaya başlıyor Bahreyn’de ondan sonra 5. Filo’da. Ciddi sayıda Amerikan askeri, ciddi sayıda Ortadoğu bölgesinde konuşlanmaya başladı Amerika artık orada var olmaya başlıyor. Böyle bir politikası var bunu gözlemliyoruz. Artı Clinton’un dile getirdiği ama Bush’un ilk dönemine kadar yine Demokrasi promotion algısı var. Yani Amerikalılar yavaş yavaş şunu sormaya başlıyorlar. Ve inanmaya da başlıyorlar. Ben Amerika’da ne kadar güvende olmak istiyorsam bu bölgedeki ülkelerinde değerler çerçevesinde dönüşmesi gerekiyor. Yani “Democracy Promotion as a Security Study “Bush ile hayat kazanmış olsa da 2000’li yılların ilk yarısında çıkış noktası aslında Bill Clinton ve Bill Clinton’un takip etmiş olduğu politikalardır.''
***