31 Aralık 2014 Çarşamba

ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE.., SURİYE İLİŞKİLERİ 1




ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE..,  
SURİYE İLİŞKİLERİ., 1





2002 SONRASI VE ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ VE BÖLGESEL YANSIMALARI 


II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU  1-2 Ekim 2012 

a- Mehmet TAN 
b- Aziz BELLİ
c- Abdullah AYDIN 

a Yrd.Doç.Dr., KSÜ, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Kahramanmaraş 
b Arş.Gör., KSÜ, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Kahramanmaraş 
c Arş.Gör., MKÜ, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Hatay 

ÖZET 

3 Kasım 2002 seçimleri sonrası Türkiye’de yaşanmaya başlayan değişim her alanda kendini göstermiştir. Bunu en bariz örneğini dış politika alanında görmekteyiz. Ahmet DAVUTOĞLU’nun bir dönem arka planda daha sonra Dışişleri Bakanı olarak ilk elden yürüttüğü yeni Türk Dış Politikası ile birlikte Türkiye dünyada pasif dış politika anlayışından vazgeçip daha aktif bir politika izlemeye başlamıştır. Bu bağlamda 2002 sonrası Türkiye Suriye ilişkileri hızlı bir 
gelişme seyri içerisine girmiş ve iki bölge halkının istediği boyuta ulaşmıştır. 

Fakat Arap baharı ile Ortadoğu meydana gelen değişim rüzgârlarının ve demokratikleşmenin Suriye rejimi üzerindeki etkileri nedeniyle son yıllarda istenilen düzeye gelen ilişkiler bozulmuştur. Türkiye’deki Suriye politikasının değişmesi ve ilişkilerde meydana gelen eksi yönlü değişimin Suriye’ye ile sınır komşusu olan illerimiz üzerindeki sosyal, siyasal ve ekonomik yansımaları olmuştur. 

Devletlerin komşuları ile arasındaki yaşana sorunların komşu ülkeye yakın bölgelerde gösterdiği olumsuz etkiler bölge halklarını direk etkilemektedir. 

Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Suriye, Arap Baharı. 


Key Words: Middle East, Syria, the Arab Spring. 


M.TAN, A.BELLİ, A.AYDIN / II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 

1.GİRİŞ 

Binlerce yıllık ortak bir geçmişi olan iki ülkenin Osmanlının yıkılması sonrasında bağımsızlık kazanmalarını izleyen 
süreçte birçok anlaşmazlıklarla karşılaştıklarını ve de bir türlü yüzyıllar boyu sürmüş olan barış ve kardeşlik ortamını 
tekrar tesis edemedikleri ifade edilebilir. 

Suriye-Türkiye ilişkilerinde 1990’lı yıllara kadar olan döneme baktığımızda inişli-çıkışlı bir seyir izlemekle 
olduğunu görmekteyiz. Bunun en önemli nedenin dünyanın yaşadığı soğuk savaş tecrübesi ve bunun iki ayrı kutbunda 
olan iki ülkenin bir türlü ortak geçmişleriyle barışamamasıdır. Suriye’nin dış politika konusunda her zaman birincil 
hedefinin işgal altındaki Arap topraklarının bağımsızlığını kazanması gelmektedir. Suriye’nin resmi olarak belirlediği 
işgal altında olan ve geri alınması gereken Arap toprakları, İsrail’in elindeki Filistin ve Golan ile Türkiye’nin elindeki 
Antakya ve İskenderun bölgesidir. Suriye’deki okullarda ve devlet dairelerinde asılı duran haritalarda hala Suriye 
sınırları içinde görünen Antakya ve İskenderun, tüm Suriye-Türkiye ilişkilerinde önemli bir unsur olarak olarak kalsa 
da, ikili resmi görüşmelerde hiçbir zaman açıkça gündeme getirilmediğini görmekteyiz. 

Bununla birlikte Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana Suriye-Türkiye ilişkilerinde üç konu her zaman önemini 
koruduğu dikkati çekmektedir. Birbiriyle çok iç içe geçmiş ve kronikleşmiş olan ve neden sonuç ilişkisi açısından 
birbirini etkileyen bu sorunlar, “Su”, “Güvenlik” ve son yıllardan itibaren “İsrail-Türkiye İlişkileri” çerçevesinde 
şekillenmiştir. 

Tarihsel olarak uzun yıllar var olan ve 1998’e gelindiğinde bir savaşın eşiğinden dönülen Türkiye ve Suriye 
ilişkilerinde bir “düşman” algısı, uzun süre varlığını korumuştur. Türkiye’ye göre Suriye, teröre ev sahipliği yaptığı, su 
Kaynakçanın paylaşımında sorun çıkardığı ve coğrafik olarak Türk toprak bütünlüğüne (Hatay Sorunu) müdahalede 
bulunduğu vb. için “düşman” ülke iken, Suriye’ye göre de Türkiye, su kaynaklarını adil paylaşmadığı, Batı’nın destekçisi 
olduğu, kendi toprakları (Hatay) üzerinde hak iddia ettiği vb. için “düşman”dı (Sayın, 2010:5). Ancak Öcalan’ın 
Suriye’den ayrılmasından sonra 1998 yılında imzalanan Adana Mutabakatı ile birlikte Türkiye Suriye ilişkileri 
normalleşme sürecine hızlı bir şekilde girmiş ve iki devlet arasında güven inşası süreci başlamıştır (Kambur, 
2012:156). 

2000’de Hafız Esad’ın vefatıyla iki ülke açısından dengeler farklı bir seviyeye taşınmıştır. Türkiye Cumhurbaşkanı 
Ahmet Necdet Sezer’in Hafız Esad’ın cenaze törenine gitmesi ile normalleşme seyrini sürdürmüştür. 2000 yılında Hafız 
Esad’ın ölümüyle başa geçen oğul Beşşar Esad’ın Temmuz 2000 tarihinde başlayan iktidarı, Hafız Esad’ın son 
dönemlerinde yumuşamaya başlayan ilişkilerin daha da yumuşamasına sahne olmuştur (Togay, 2010,ORSAM). Beşşar 
Esad liderliğinin ilk yıllarında hoşgörü ile açıklık politikası eğiliminde tavırlar sergilemiş ve bu dönüşüm sürecinde 
gücünü pekiştirmek adına bir takım reform girişimlerinde bulunmuştur. Beşşar Esad’ın ülke için öngördüğü reform 
modeli Çin modelidir. Öncelik ekonomik reformlarda, siyasi reformların ise artan refah seviyesi ile gerçekleşeceğini 
öngörmüştür. Ancak Arap baharı sonrasında olduğu gibi bu reformlar hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmamıştır 
(Kambur, 2012:156-157, Köylü vd.2012:60). 2002 yılı sonrası Türkiye-Suriye ilişkileri hızlı bir şekilde gelişmiştir. Ve 
2011 yılının mart ayına kadar çok iyiye giden ilişkiler Ortadoğu’da Arap Baharı olarak adlandırılan demokratikleşme 
hareketlerinin Suriye’ye de sıçraması ile birlikte ilişkiler bozulmaya başlamış ve Suriye’nin Türk savaş uçağını 
düşürmesi ile birlikte kopma noktasına gelmiştir. 

Araştırmamız dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde; 2002 yılı öncesi Türkiye-Suriye ilişkileri kısaca 
açıklanmış ikinci bölümde; 2002 sonrası Türkiye-Suriye İlişkileri irdelenmiş, üçüncü bölümde; Arap Baharı sonrası 
Türkiye-Suriye İlişkileri ve son bölümde Arap Baharı sonrası bozulan ilişkilerin bölge illere yansımaları incelenecektir. 

2.TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ 

Türklerin Emevi devletinin başkenti olan Şam’a Göktürklerle yapılan savaşlar sonucunda esir olarak getirilmeleri 
Suriye bölgesindeki ilk Türk mevcudiyetini ortaya çıkartmıştır. Askeri kabiliyetleri sebebiyle daha sonra ki süreçte 
Emevi ve Abbasi ordularında kumandanlık derecesine kadar yükselen Türkler artık Suriye-ırak bölgesine yaygın olarak 
yerleşmişlerdir. Suriye bölgesi 20. Yy başına kadarki süreçte Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah 1076 yılında Şam'ı eline 
geçirmesinin ardından sırası ile Büyük Selçuklu, Suriye Selçuklu Böriler, Zengiler, Eyyübiler, Moğollar, Timur, 
Memluklular ve son olarak ta Osmanlılar idaresinde kalmış. Yani yönetici ve ordusunu Türklerin oluşturduğu Eyyübiler 
Moğollar ve Timur devletlerini de katarsak 8 yy aşkın bir süre Türk toprağı olarak kalmıştır (Cirit, 2007). 

Osmanlı Döneminde biraz bahsedecek olursak Osmanlı bu bölgeyi de diğer yerler gibi vilayet, sancak, nahiye, köy 
şeklinde sınıflandırarak yönetmiş. Bugünkü Suriye Hatay ve Lübnan bölgesinde kurduğu 4 vilayetle (Şam, Halep, Sayda, 
Trablusşam) yönetmiştir. İlk başlarda memluklu sülalesinden gelen emirler verilen valilikler sürekli isyan çıkarmaları 
yüzünden ellerinden alınmış ve merkezden atanan paşalara devredilmiştir.coğrafi dini ve siyasi yapısı yüzünden 
Osmanlı yönetmekte çok zorlanmış olduğu bölge her yüzyılda bir büyük ayaklanma atlatmış ama bir şekilde 
bastırılmıştır (www.hatay.gov.tr). 

Osmanlının gerileme dönemine girdiği süreçte Avrupa devletleri gözlerini bu bölgeye dikmişler ilk olarak 1789 
yılında Napolyon komutasındaki ordu Akka önlerinde Cezzar Ahmet paşa komutasındaki orduya yenilmiştir. Tabi bu 
süreçte değişik etkenler sayesinde gelişen Arap milliyetçiliği de bölgenin karışıklığında büyük rol oynamıştır. 

Arapçaya çevrilen çağın önemli eserleri milliyetçilik akımına güç katmış ve özellikle 1850 sonrası dönemde Suriye 
Arap entelektüel dünyasının önemli bir üssü olmuştur. Genel itibari ile Hıristiyan aydınlanmasının etkisi görülmektedir 
bunu da sağlayan ekseri olarak Katolik misyonerlerin etkileridir. 

Birinci Dünya savaşı sırasında Fransızlar ve İngilizler Suriye bölgesini işgal etmişler ve 1919 yılında gizli paylaşım 
antlaşmaları ve 1920 yılındaki San Remo konferansı ile bölgenin Fransızlara bırakılması konusunda anlaşılmıştır. Diğer 
taraftan da Birinci dünya savaşından yenik ayrılan Osmanlı devletinin yok olması ile ortaya çıkan ve Osmanlının devamı 
niteliğindeki Türkiye Hükümeti'nin, varlığını Ankara Antlaşması'yla birlikte kabul ettiği Suriye'deki Fransız mandası, 
aslında, 1919 Milletler Cemiyeti kararlarıyla başlatılmıştı. Fransızca bir sözcük olan "mandat", Milletler Cemiyeti'nin 
bazı büyük devletlere verdiği, başka ülke ve devletler üzerindeki vesayet görevini tanımlıyordu(tr.wikipedia.org). 


M.TAN, A.BELLİ, A.AYDIN / II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 

Milletler Cemiyeti A,B ve C olmak üzere ayrı manda tipi öngörmüştü ve Osmanlı İmparatorluğu'ndan kopan Arap 
toprakları A tipi manda içinde yer alıyordu. Mandater devlete verilen görev, siyasal bakımdan yeterince olgunlaşmadığı 
kabul edilen halkları bağımsızlığa hazırlamaktı. Osmanlı Devleti döneminde belirli bir idari bütünlük veya coğrafi bölge 
olarak tanımlanmayan, Fransız işgali döneminde “İskenderun sancağı” (kısaca Sancak) olarak adlandırılan ve 1936 
yılında Atatürk tarafından Hatay adı verilmiştir. Fransa'nın, İskenderun Sancağı'nı da kapsayan Suriye üzerindeki 
nüfusu da bu biçimde dile getiriliyordu.1920'de başlayan ve 1936 yılına kadar fiili olarak devam eden Fransız 
manda yönetimi, Fransız yüksek komiserleri eliyle yürütüldü. İskenderun Sancağı, Ankara Antlaşması'nın 
imzalandığı dönemde Halep Hükümeti'ne bağlıydı(Akdemir,2000). 1922'de Suriye Devletleri Federasyonu 
kurulunca, bu kez, bu federasyonun Halep Devleti içinde yer aldı. Sancakta yönetsel yetkiler mutasarrıflarca 
kullanılıyor, yönetimde, yüksek komiserler kurulunun görevlendirdiği Fransız delegesi de söz sahibi 
bulunuyordu. Bu delege, mutasarrıfın yönetimini mandater devletin temsilcisi olarak denetliyordu . Halep 
Devleti'nce atanan mutasarrıfının kaza kaymakamlarını, nahiye müdürlerini atamak, yasa ve yönetmelikleri 
uygulatmak, vergi toplamak, sancak bütçesini hazırlamak gibi yetkileri vardı. Bununla beraber İskenderun 
Sancağına özel bir idare şekli tanınmıştı. Türk parası resmi para birimi olacak ve Sancak halkı milli kültürlerinin 
korunmasında her türlü kolaylıktan yararlanacaklardı.1926 yılında İskenderun ve Suriye kargaşaların artması ve 
Türkiye’ye katılma yanlısı cemiyetlerin yaptığı çalışmalar milletler cemiyetinde yankı bulmuş bunun üzerine Halep’e 
bağlı olan sancaktan vazgeçilerek bir İskenderun Hükümeti kurulma denemesi yapılmıştır. Bu sayede gerginliklerin 
azalacağını ve zaman kazanacağını düşünen Fransız yönetimi sonuç alamamış meclis seçimi bile yapılan İskenderun 
Hükümeti denemesi sonuçsuz kalmıştır(http://www.turktarih.net, 27.07.2012). 

1920-1936 döneminde ülkenin genelindeki Fransız hâkimiyeti ve bu hâkimiyeti korumu çabası bir baskı ve 
tahakküm sistemini meydana getirmiş bu durumda birçok iç kargaşayı ve isyan hareketini beraberinde getirmiştir. 
Artık bu isyan ve Arap milliyetçisi cephenin baskılara dayanamayan Fransa ülkede asker bulundurma koşuluyla Eylül 
1936 Suriye’nin bağımsızlığını tanıyacağına dair antlaşmaya imza atmıştır. Bu bağımsızlık olayı zaten hâlihazır da 
Türkiye Suriye arasında sorun olarak duran Hatay meselesini tekrar açığa çıkartmış ve 3 yıllık süreç sonucunda 
Türkiye’nin lehine sonuçlanacak takvim başlamıştır(Çağrı,2011). 

Fransa, Suriye ve Lübnan ile ilişkilerini yeni bir düzene sokarak 1936 Eylülünde Suriye'ye ve 1936 Kasımında da 
Lübnan'a bağımsızlık verdi. Ancak Suriye'ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran 1936 Eylül 
Antlaşması'nda Sancak hakkında hiçbir hüküm yoktu. Yani Fransa Suriye'den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini 
Suriye'ye terk etmekteydi(Sofuoğlu,2008). Fakat uygulanan etkili siyasetin sonucunda 7 Eylül 1938 ile 23 Haziran 1939 
tarihleri arasında kurulan devlettir. 23 Haziran 1939 günü Türkiye'ye katılmıştır 

İkinci Dünya Savaşının mali ve idari yükü Fransa’nın Suriye üzerindeki nüfuzunun iyice kaybolmasına yol açmıştır. 
Bölgeye girdiğinden beri hâkimiyetini güçlendirmek ve kalıcı kılmak için birçok deneme yapan fakat her seferinde 
başarısız olan ve son olarak ta Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına engel olamamış son olarak ta 1946 yılında bölgeden 
çekilmek zorunda kalmıştır. Ortaya çıkan bağımsız Suriye Devleti ile Türkiye arasında, sorunlarla dolu bir dönem 
başlamıştı. 

Savaş sonrasında ortaya çıkan iki kutuplu dünyada yaşanan Sovyet-ABD rekabeti, özellikle Ortadoğu’yu da içine 
alan yoğun bir nüfuz çekişmesi yaşanmasına neden olmuştu. ABD ve Sovyetlerin karşılıklı yayılmacı politikaları, 18 
Nisan 1955 Bandung’da yapılan Asya-Afrika Ülkeleri Konferansı Ekonomik ve siyasî açıdan bağımlı, açık ya da yarı 
sömürge olan Asya-Afrika milletlerini bir araya getirmiş, oluşan iki gruptan Türkiye batı yanlısı tavır almış bu da zaten 
gergin olan ilişkileri daha da kötüleştirmiştir. 1956 Süveyş Buhranı devam ederken, Suriye’nin hızla Sovyetler Birliği’ne 
yakınlaştığı göze çarpıyordu. Ordu kademelerinde önemli tasfiyelere girişilmiş, ve stratejik mevkilere Sovyet yanlısı 
kişiler tam manası ile hakim olmuştur ve Ülkede Nasır yanlısı Arap milliyetçileri ve Sovyetler Birliği’ne yakın solcular 
yönetimi başlamıştır(Arslan, 2006).Ardından gelen bir dizi darbe ve karışıklıklar bugünde yaşamını sürdüren rejimin 
ortaya çıkmasına vesile olmuştur. 

Soğuk savaş dönemi boyunca gergin olan ilişkiler kısa süren Mısır ve Suriye’nin Şubat 1958’de beraber kurduğu 
“Birleşik Arap Cumhuriyeti” deneyime Türkiye’nin destek olucu tavır alması aradaki buzları nispeten eritse de. Baba 
Esad rejiminin Türk kökenli halka uyguladığı baskılar ve saldırgan tutum PKK lideri Öcalan’ın Suriye’de barınması ve 
Suriye’nin PKK’ya açık desteği üstüne 1989 yılında kadastro uçağımıza yapılan saldırı ilişkilerin her zaman gergin 
geçmesine neden olmuştur. Hatta Öcalan’ın Kenya’da yakalanmasıyla sonuçlanan süreçte savaşın eşiğine gelinmiş fakat 
1998 yılında imzalanan Adana mutabakatı ile olay ciddi sonuçlar doğurmadan sonuçlanmıştır. 

3.2002 YILI SONRASI TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ 

2002 yılı sonrası AK Parti(Adalet ve Kalkınma Partisi) hükümetinin iktidara gelmesi ile birlikte Türkiye-Suriye 
ilişkilerinin zirveye ulaştığı süreç başlamıştır. AK partinin dış politikasının belirlenmesinde etkin olan isimlerin 
başında uzun süre Başbakanlık Başdanışmanlığı görevini yürüttükten sonra bir manada fiili olarak yaptığı görevi resmi 
olarak da Dışişleri Bakanlığı görevini devralan Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU gelmektedir. AK Partinin özellikle 
Müslüman dünyasına yakın karakteri ve siyasal İslam’a eğilimli oluşu Türkiye’nin Ortadoğu’daki vizyonuna yeni bir 
yaklaşım getirmiştir(Kambur, 2012:158). Davutoğlu’nun ifadeleriyle, 2002 sonrası Türkiye’nin Ortadoğu Politikası 
şöyle Özlenebilir: “Türkiye’nin Ortadoğu’ya bakışının hem düşünsel hem de coğrafi temelleri bulunmaktadır. 
Osmanlı’nın mirasçısı olması ve kendine has konumu Türkiye’nin kendini savunmacı bir anlayışta tanımlamasını 
imkânsız kılmaktadır. Türkiye, güvenlik sorunlarını çözebilmek için bölgeye yönelik ekonomik ve kültürel işbirliği 
kampanyası başlatmalıdır. Ortadoğu sorunlarına sırt çevirmek güvenlik problemlerine çözüm üretmeyecek, bölge 
sorunları dönüp dolaşıp Türkiye’nin iç istikrarını olumsuz etkileyecektir. Dolayısıyla Türkiye iç güvenlik ve istikrarınıçevresinde 
düzen ve istikrar yaratmak için aktif, yapıcı rol üstlenerek koruyabilecektir” (Davutoğlu,2007: 77-83’den 
akt. Orhan, 2011:59) Davutoğlu yeni dış politika enstrümanlarını beş noktada yeniden tanımlar. Bunlardan ilki sıfır 
sorun politikasıdır. Bu yaklaşım ile bir çeşit bütünleşmiş dış politika yaklaşımına ulaşılabilecek ve çok yönlü bir 
bölgesel kimlik ile hali hazırda varlığını devam ettiren sorunların çözümüne katkıyı sağlanacaktır. Böylelikle dış 


M.TAN, A.BELLİ, A.AYDIN / II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 

ilişkilerin derinleşmesi hedeflenmektedir. İkincisi aktif bir dış politika için ritmik diplomasinin uygulanmasıdır. Buna 
göre uluslar arası ve bölgesel örgütler gibi aktörlerle olan bağlar genişletilmeli ve diplomasi araçlarının kullanımı 
artırılmalıdır. Diğer nokta ise sınırların istikrarına gönderme yapmaktadır. Burada Türkiye’nin konumu gereği 
Ortadoğu, Kafkaslar ve Avrupa Birliği ile istikrarlı ilişkilerin diplomasi ve diyalog ile sağlanması gerektiğine dikkat 
çekilir. Diğer bir önemli nokta ise Türkiye’nin diğer devletlere karşı olan tutumu ile ilişkilidir ve bu noktada eşit uzaklık 
politikasına vurgu yapılmıştır. Buna göre bölgesel aktörlerle işbirliği içinde olunması, bir takım koalisyonlara 
katılmanın önemi vurgulanır. Son olarak devlet dışı aktörler ve sivil toplum ile ilişkilerin geliştirilmesi ve insan 
haklarının daha öncelikli hale getirilmesine zemin hazırlayacak politikaların oluşturulmasının da dış politikanın yeni 
imajına olumlu etki sağlayacağı düşünülmektedir.(Aras, 2009’dan akt. Kambur, 2012:161) 

Bu düşünce değişiminin Suriye politikasındaki etkisi ise şu şekildedir: Suriye Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan kapısı 
konumundadır. Suriye, gerek coğrafi konumu, gerekse sosyo-ekonomik dinamikleri sebebiyle Türkiye’nin ulusal 
güvenlik problemi içerisinde stratejik bir konuma sahiptir. Türkiye’nin ulusal güvenlik problemi içerisinde yer alan 
sosyal, ekonomik ve askeri sorunlar başta Suriye olmak üzere bölge ülkelerini de yakından ilgilendirmektedir. Suriye 
ile güvene dayalı yakın ilişkiler, Ortadoğu sorunlarında aktif olma arayışındaki Türkiye’ye önemli fırsatlar sunmakta, 
Türkiye’nin bölge sorunlarına daha rahat müdahil olması imkânı doğmaktadır. İsrail-Suriye barış görüşmelerinde 
üstlenilen arabuluculuk, Lübnan devlet başkanlığı krizinde oynanan yapıcı rol, İsrail-Filistin sorununda özellikle 
HAMAS tarafı ile kurulmaya çalışılan iletişimde Suriye ile ilişkilerin belirleyici olduğu söylenebilir. Suriye’nin Arap 
platformlarında Türkiye’ye verdiği destek de aynı doğrultuda değerlendirilebilir. Türkiye böylece Ortadoğu’da 
sorunların çözümünde anahtar bir konuma sahip olabilmektedir. Türkiye’nin zihniyet değişimi İsrail’le ilişkilerinde 
göreli bir zayıflamaya neden olmuştur. Suriye ile yakınlaşmayı mümkün kılan faktörlerden biri de bu zayıflamadır. 
Suriye dış politikasında İsrail ile Yakındoğu’da yaşadığı rekabet ve bu ülke kaynaklı güvenlik tehditleri büyük önem 
taşımaktadır. Suriye’ye ait stratejik Golan Tepeleri halen İsrail işgali altındadır. Buna karşılık Türkiye ve İsrail 1990’lı 
yılların ortalarında savunma ve güvenlik işbirliği anlaşmaları ile bazılarınca “stratejik müttefik” olarak tanımlanan bir 
ilişki kurmuştur. O dönemde kendini çevrelenmiş hisseden Şam yönetimi uzun yıllardır rekabet ettiği Saddam 
yönetimine yakınlaşarak bu güvelik tehdidini bertaraf etmeye çalışmıştır. Yani Suriye, Türkiye İsrail’e yakınlaştığı 
oranda ondan uzaklaşmıştır. Dolayısıyla İsrail ile yakın ilişkiler Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşması önündeki en önemli 
engellerden biri olmuştur.(Togay, 2010, ORSAM) 

Suriye–Türkiye ilişkilerinin gelişim sürecinde Kürt meselesi, Avrupa Birliği ve arabuluculuk konusu öne çıkan 
unsurlardır. Bölgenin diğer ülkeleri için de hayati ve stratejik bir öneme sahip bulunan Kürt meselesinin Türkiye– 
Suriye ilişkilerine yansıması, Türkiye ve Suriye’nin toprak bütünlüğü kaygısı çerçevesinde müşterek işbirliği zemini 
aramakla olmuştur. Türkiye için egemenlik ve toprak bütünlüğü için tehlike oluşturan Kürt meselesi, Suriye açısından 
da aynı gerekçelerle önemli görülmektedir. Türkiye–Suriye ilişkilerinde öne çıkan unsurlardan bir diğeri de, Avrupa 
Birliği’dir. Soğuk Savaş sonrası değişen Suriye dış politikasında Avrupa Birliği, ayrı ve önemli bir konu haline gelmiştir. 
Küreselleşmenin artan önemi ve etkisi ve Batı ile ilişkilerin zorunlu/kaçınılmaz hale gelmesi, Suriye’nin Avrupa Birliği 
ile daha da yakınlaşmasına vesile olmuştur. Dış politikada liberalleşme, ekonomide serbest piyasa ekonomisine geçiş 
ve diğer siyasi ve iktisadi düzenlemeler çabası içinde olan Suriye’nin Avrupa Birliği ve Batı ile ilişkilerinde Türkiye, bir 
“köprü” konumunda bulunmakta, bu durum, Türkiye–Suriye ilişkilerine ayrı bir boyut katmaktadır. Suriye, Türkiye’nin 
Orta Doğu’ya açılan bir “kapı”sı iken, Türkiye de Suriye’nin Batı’ya, özelde de Avrupa Birliği’ne açılan bir ‘pencere’si 
konumunda bulunmaktadır. (Sayın, 2010:6-7) 

Suriye ile Türkiye ilişkilerinde ön plandaki konulardan birisi de arabuluculuk girişimleridir. Arabuluculuk, 
uluslararası ilişkilerde sorunun taraflarının aralarındaki problemleri daha kolay çözmelerine yardımcı olurken, 
arabulucu konumunda bulunan ülke için de artı kazançlar sağlamaktadır. Arabulucu ülke, bir taraftan uluslararası 
ilişkilerde diplomatik önemini artırırken, diğer taraftan güvenilirliğini daha da pekiştirmektedir. Türkiye, 2002 yılından 
bu yana uluslararası politikada takip ettiği çok yönlü dış politikası gereği arabuluculuk girişimlerine de oldukça ağırlık 
vermiş, bu çerçevede gerek kendi bölgesinde gerekse uluslararası politikada önemini gittikçe artırmıştır. (Sayın, 
2010:7) 

Türkiye Suriye ilişkilerinin gelişmesinde önemli sayılacak bir diğer neden ise 2000 sonrası Türkiye Cumhurbaşkanı 
Ahmet Necdet Sezer’in Hafız Esad’ın cenaze merasimine gitmesi ile başlayan ikili ilişkilerin ve ziyaretlerin artması 
olduğuna değinmiştik. Ahmet Necdet Sezer’in ziyaretinin hemen ardından Suriye Başkan Yardımcısı Abdülhalim 
Haddam’ın Ankara’ya yaptığı ziyaret ilişkileri daha da olumlu bir sürece soktu. Suriye’de beklentilerin aksine ciddi bir iç 
kargaşa çıkmaması, Türkiye’de olumlu karşılanırken, Beşşar Esad’ın Devlet Başkanlığı’na gelmesi, geleneksel 
politikaların değişmesi konusunda önemli bir şans olarak görülüyordu. 2003 yılında yapılan karşılıklı üst düzey 
ziyaretlerle önemli ivme kazanımlarına sahne oldu. Aslında ziyaretlerin temelde, Türkiye-Suriye ilişkilerinin 
geliştirilmesinden ziyade, Irak’ta giderek daha güçlü biçimde duyulan muhtemel bir savaşan ayak seslerinden 
kaynaklandığı ortadaydı. Irak’taki soruna barışçı bir çözüm bulunması için Irak’a komşu olan Türkiye, Suriye, Ürdün, 
İran ve Suudi Arabistan ile Mısır dışişleri bakanlarının önce İstanbul’da ardından Suriye’nin başkenti Şam’da yaptıkları 
toplantılar ikili temaslara da zemin hazırladı. Ocak 2003’te Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Şara, uzun yıllardan sonra ilk 
üst düzey ziyaret için Türkiye’ye geldi. Şara, Irak konusundaki görüşmelerin yanı sıra, Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın 
mesajını Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e ileterek, iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi konusundaki 
temennilerini belirtti. Nisan ayı içinde Suriye, Türkiye ve İran’ın üçlü bir anlaşma imzalayarak özellikle Kürt devletinin 
engellenmesi konusunda ortak hareket ettikleri açıklanıyordu (http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/besaresad/ 
besaresad.html, 30.07.2012). 2003 yılı sonrası yapılan ziyaretler ve kaydedilen önemli gelişmeler şöyledir


3.1.Suriye’nin Türk İşadamlarına Vize Kolaylığı Sağlaması 

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın 6-8 Ocak 2004 tarihleri arasında Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret ilişkilerin 
gelişmesi ve vize kolaylığı açısından önemli bulunmaktadır. 1946 yılından bu yana bağımsız Suriye tarihinde ilk defa 
Suriyeli bir devlet başkanı Türkiye’ye geliyordu. Nitekim ziyaret sonrası Türkiye-Suriye ilişkileri ivme kazanmıştır. 


M.TAN, A.BELLİ, A.AYDIN / II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 

Beşşar Esad ziyareti sırasında İstanbul’da Türk İşadamları ile görüşmüş ve vize konusunda işadamlarımızın isteklerini 
dinlemiştir.( http://arsiv.sabah.com.tr/2004/01/09/eko105.html, 28.06.2012). Ziyaret sonrasında Suriye, 13 Ocak 
2004’te aldığı bir kararla Türk sanayicilerine, işadamlarına ve tüccarlarına, Suriye’nin (hava, kara, deniz) tüm sınır 
kapılarından vize alma hakkı ve kolaylığı sağlamıştır(Sayın,2010: 10). Suriye resmi haber ajansı Suriye’ye gidecek Türk 
işadamlarının bundan böyle giriş kapılarında vize alabileceklerini duyurdu. Böylece Türk işadamları Suriye’ye 
gitmeden önce vize almak için Türkiye’deki büyükelçilik ve konsolosluklara başvurmak zorunda kalmayacak. 

(http://www.kilispostasi.com/modules.php?name=News&file=article&sid=755, 28.07.2012) 

3.2.Serbest Ticaret Antlaşmasının İmzalanması 

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN, AB'nin güneye açılım politikasının bir parçası olan Serbest Ticaret 
Anlaşmalarından birini Suriye ile imzalamak üzere Suriye Başbakanı Naci Otri'nin resmi davetlisi olarak 22-23 Aralık 
2004'te Suriye'ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Üç bakan, on milletvekili ve yüzden fazla iş adamıyla birlikte 
gerçekleştirilen ziyaretin ilk amacı olan STA, 22 Aralık günü Türkiye Başbakanı Erdoğan ve Suriye Başbakanı Otri 
arasında imzalandı. Suriye dış ticaretinde AB ülkeleri ve Lübnan ile birlikte ilk beş sırada yer alan Türkiye için, STA'nın 
imzalanması Suriye'nin en önemli dış ticaret ortağı olma açısından büyük önem arz etmektedir. STA'nın 
imzalanmasından sonra gerek Başbakan Otri gerekse Devlet Başkanı Esad ile yapılan görüşmelerde dikkat çeken bir 
durum da, Türkiye'nin AB ilişkilerindeki gelişmelerden memnun olduklarını belirtmeleri oldu. Hatta Suriyeli yetkililer 
de çok yakın bir zamanda AB'ye komşu olabilme ihtimalilerin yarattığı bir heyecan da gözlenmektedir. Örneğin Suriye 
Enformasyon Bakanı Mehdi Dahlallah, Cihan Haber Ajansı'na yaptığı açıklamada Türkiye'nin AB üyeliğini 
desteklediklerini belirterek Türkiye'nin AB ve Arap ülkeleri arasında köprü rolü oynayacağını söylüyordu 
(http://yasinatlioglu.blogspot.com/2004_12_01_archive.html, 25.07.2012). Anlaşma ile Türkiye, sanayi ürünlerinde 
Suriye menşeli ürünlerin ithalatındaki vergileri kaldırırken, Suriye ise Türkiye menşeli ürünlerin Suriye’ye ithalatında 
vergilerin 12 yıllık bir zaman dilimi içinde kaldırılmasına karar verdi. Serbest Ticaret Anlaşması ile Türkiye–Suriye dış 
ticaret hacmi genişlerken, Türk ve Suriyeli işadamları, ithalat ve ihracat işlemlerinde yeni kolaylıklara kavuştu(Sayın, 
2010:10). 

3.3.Suriye ile Emlak Müzakereleri 

Emlak sorunu, dönemin T.C. Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Suriyeli muhatabı ile 10 Eylül 2007 ve 6 Ekim 2007 
tarihlerindeki görüşmelerinde ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın ülkemizi ziyareti sırasında 17 Ekim 2007 günü 
yapılan resmi görüşmelerde gündeme getirilmiştir. Suriye ile teknik düzeyde müzakereler Şubat 2008’de başlamıştır. 
Müzakerelerin ikinci oturumu 9 Mart 2009 tarihinde Ankara’da yapılmıştır. Türkiye-Suriye Emlak Komisyonu 
3.Toplantısı28-29 Eylül 2010 tarihlerinde Ankara’da yapılmış olup, toplantı sonunda bir tutanak imzalanmıştır. 
(http://www.mfa.gov.tr/suriye-ile-emlak-muzakereleri.tr.mfa, 27.07.2012) T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’nın 
22-23 Aralık 2009 tarihlerinde Suriye’yi ziyaretleri sırasında yapılan görüşmeler sonucunda yayınlanan ortak bildiride, 
Başbakanlar, tarihi emlak konusuna çözüm getirilmesi amacıyla tesis edilen Türkiye-Suriye Emlak Komisyonu 
toplantılarının sürdürülmesini desteklediklerini yinelemişlerdir. 

3.4.Şam Zirvesi 

Suriye'nin başkenti Şam'da Fransa, Türkiye ve Katar'ın liderlerinin de katılımıyla 4 Eylül 2008 tarihinde İstikrar 
İçin Diyalog adı altında bir zirve toplantısı yapıldı. Zirvenin konusu Ortadoğu’da barış ve istikrarın sağlanmasıdır. 
Toplantıya Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar el Esad, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Başbakan Recep Tayyip 
Erdoğan ve Katar Emiri Şeyh Hamad Bin Halife el Tani katıldı. Zirve öncesinde Türkiye bir süredir Suriye ile İsrail 
arasındaki dolaylı görüşmelere ev sahipliği yapıyordu (http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2008/09/ 
080904_syria_summit.shtml,27.07.2012). Türkiye’nin arabuluculuğunda gerçekleşen bu zirvede Golan Tepelerinin 
Suriye’ye verilmesi halinde Filistin ve Lübnan ile ilgili sorunların önemli bir bölümünün çözülebileceği ve bölgede barış, 
istikrar ve refahın yakalanmasının muhtemel olduğu ifade edilmiştir. Türkiye için, uluslararası ilişkilerde ve bölgede 
prestij ve güvenilirliğini artırma imkânı doğarken, Suriye ile İsrail ve özelde de Filistin sorununun çözümüne dair bir 
katkıda bulunulmuş oldu. 

M.TAN, 
A.BELLİ, 
A.AYDIN / 
II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 



“Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı





“Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı..,



  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı

21 Temmuz 2014 Pazartesi

“Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı

Bülent Şener
Giriş: “Medeniyetler Çatışması” ve İslam Dünyası

Harvard Üniversitesi’nde görev yapan ve 2008 yılında ölen ünlü siyaset bilimci Samuel Phillips Huntington, 1993’te Foreign Affairs dergisinde yayınladığı “The 
Clash of Civilizations?” (Medeniyetler Çatışması) isimli makalesiyle akademik çevrelerde büyük yankıları ve yoğun eleştirileri üzerine çekmişti. Çalışmasında 
öne sürdüğü tezlerin uyandırdığı bu etkiler üzerine Huntington, çalışmasını daha da derinleştirerek 1996 yılında “The Clash of Civilizations and the Remarking of 
World Order” (Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması) adıyla kitap haline getirmişti. Huntington’un bu çalışması her ne kadar yoğun 
eleştirilere maruz kalsa da, Soğuk Savaş sonrası uluslararası politikayı ve geleceği betimleme ve öngörme çabası açısından en entelektüel çabalardan birini 
yansıtmaktaydı.

Huntington'ın çalışmasının temelini, Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerin ve uluslararası politikanın yöneliminde medeniyetlerin belirleyici 
olacağı ve olası çatışmaların da farklı medeniyetler, kimlikler ve kültürler arasında gerçekleşeceği tezi oluşturuyordu. Yazara göre, Soğuk Savaş döneminde 
uluslararası ilişkileri belirleyen temel etkenler “politik” ve “ekonomik” ideolojilerdi. Doğu ve Batı blokları (Komünizm-Liberalizm) arasındaki kutuplaşma 
da bu karşıtlık üzerinde yükseliyordu. Bu dönemde ulusların birbirlerine bakışını “Hangi taraftasın? Biz hangi taraftayız?” soruları anlamlı kılıyordu. 
Ancak, 1990’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, uluslararası ilişkilerde belirleyici olan “politik” ve “ekonomik” ideolojilerin yerini, 
“medeniyetler” ve buna bağlı olarak etnik ve dinsel “kimlikler” almaya başladı. 

Bu dönemde ise ulusların birbirine bakışını “Sen kimsin? Biz kimiz?” soruları anlamlı kılmaya başlayacaktır. Huntington’a göre, Soğuk Savaş sonrası, küresel 
politika ilk kez çok kutuplu ve çok medeniyetli hale gelmiştir. Medeniyetler arasındaki güç dengesi giderek değişmektedir ve başta Müslüman ülkeler olmak 
üzere Batı medeniyeti dışındaki pek çok ülke, Batı medeniyeti için istikrarsızlığa neden olan demografik bir patlama içine girmişlerdir. Medeniyete 
dayalı bir dünya düzeni ortaya çıkarken; Batılı olmayan medeniyetler kendi kültürlerinin değerini yeniden keşfetmekte, pekiştirmekte ve 
sabitleştirmektedir. Batı’nın “evrenselcilik” iddiası, Çin ve İslam gibi büyük medeniyetler ile çok ciddi bir çatışma tehlikesini de beraberinde getirirken; 
ülkeler kendi medeniyetlerinin çekirdek ya da önde yer alan devletleri etrafında kümelenmektedir. Bu bağlamda, Batı’nın varlığını ve üstünlüğünü sürdürebilmesi, 
Batılıların kendi medeniyetlerinin değerlerini “evrensel” değil, kendi türünde “biricik” görmelerine, Batılı olmayan toplumlardan gelen tehditlere karşı 
kendilerini korumalarına ve medeniyetlerini yenileyebilmelerine bağlıdır.[1]

Huntington’un bu öngörüleri 1991’den bu yana dünya politikasında yaşanan gelişmelere bakıldığında yabana atılır cinsten değildir. Özellikle 11 Eylül 2001 
saldırıları sonrası Batı kendi içinde bu yönde ciddi tartışmalar yaşamaya başlamıştır. “Yabancı düşmanlığı”, “İslamofobi”, “etnik ve dinsel milliyetçilik” 
gibi olgular Batı toplumlarında kendisini giderek daha çok hissettirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler sonrasında, Batı’nın düşünce ve siyaset dünyasında, 
Batı medeniyetinin üstünlüğünü diğer medeniyetler karşısında mümkün olan en az çatışma ile koruyabilmek için bir ara yol olarak “Medeniyetler İttifakı” projesi 
ortaya atılmıştır. Bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye’nin de taşeronluğunu yaptığı “Medeniyetler İttifakı”, dünya için 
üretilen diğer tüm projeler gibi Batı’da üretilmiştir ve Batı’nın çıkarlarını koruyabilmek için realize edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’nin bu projenin 
ayaklarından birini temsil etmesi Batı açısından son derece önemlidir. Zira nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ve Müslüman dünyasında Batı’yla ilişkileri 
bakımından önemli bir yere sahip olan Türkiye, bu konumuyla Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında bir denge yaratmaktadır. Üstelik, Türkiye’de 1991 
sonrası “ılımlı” siyasal İslam’ın da yükselişe geçerek iktidar olma uğruna Batı’nın çıkarlarına hizmet etme yönünde eylemler ortaya koyması, bu projeyi 
içindekilere bakmadan sahiplenmesini de beraberinde getirmektedir. O yüzden de bu projenin tali bir unsuru olan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin “eşbaşkanlığı”nı 
yürütmek ya da “ABD’nin model ortağı” olmak Türkiye’deki AKP iktidarı açısından da herhangi bir mahzur teşkil etmemektedir. Aksine, Batı için “ılımlı” İslami 
kimliğe sahip bir hükümetin kendi halkı üzerinde bıraktığı “Müslüman hükümet” imajı, “laik hükümet” imajından çok daha iyi bir şeydir. Zira, “Müslüman 
hükümet”in destek aldığı taban açısından ABD ve Batı karşıtı söylemler bu sayede azalmakta ve “radikal İslam” tehlikesine set çekilebilmektedir. Dolayısıyla 
Batı’nın, Müslüman dünyasının “özgürleşmesi” ya da “laikleşmesi” gibi bir derdi yoktur. Batı açısından önemli olan yegane şey, Müslüman toplumları “biat” 
geleneği içerisinde idare edebilecek ve Batı’nın çıkarlarını zedelemeyecek yönetimleri iş başında tutabilmektir. Bu yüzden ABD’nin Türkiye’yi ılımlı İslam 
ülkesi modeli olarak görmesi ve 11 Eylül 2001’den bu yana muhafazakâr iktidar veya söylemleri bu açıdan desteklemesi şaşılacak bir durum değildir. Zira ABD, 
düşman ilan ettiği “radikal İslam” ile savaşın fazla Batılı görünümlü fazla laik siyasi söylem, parti ve liderlerle yürümeyeceğini, dahası fazladan tepki 
toplayacağını bildiği için ABD çıkar ve hesapları açısından tehdit teşkil etmeyecek muhafazakâr siyasetlerle ittifak yapmayı daha işlevsel bulmaktadır.

Erdoğan’ın Sahte Söylemleri ve Gerçekler

İsrail’in 13 gün önce Gazze’ye karşı başlattığı hava saldırısı ve kara harekatı sonucu ortaya çıkan vahim tablo karşısında Başbakan Erdoğan’ın “İsrail 
karşıtlığı”nı yansıtan söylemleri aslında yeni bir durumu ve mevcut gerçekliği yansıtmamaktadır. Erdoğan’ın önümüzdeki cumhurbaşkanlığı için ustalıkla 
kullandığı bir propaganda malzemesi olmaktan öteye gitmeyen bu sahte “İsrail karşıtlığı”nın başlangıcı Ocak 2009’da Erdoğan’ın Davos’taki “One Minute” 
söylemine dayanmaktadır. O tarihle birlikte Mayıs 2010’daki İsrail’in “Mavi Marmara Baskını ve Saldırısı”ndan bu yana Türkiye-İsrail ilişkileri siyasi ve 
diplomatik açıdan bozulmuş bir mahiyette olsa da, iki ülke arasındaki ekonomik, güvenlik ve istihbarat alanlarındaki ilişkiler –hatta bir kısım önemli siyasi 
konular/kararlar deyim yerindeyse tarihinin en iyi dönemini yaşamaktadır.

AKP İktidarı Döneminde Türkiye-İsrail Dış Ticaret Bilançosu[2]

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere, Türkiye-İsrail ilişkilerinin AKP iktidarı dönemindeki zirve noktalarından birini ekonomik ilişkiler oluşturmaktadır. 
Siyasi ve diplomatik ilişkilerdeki “One Minute” ve “Mavi Marmara” kırılmalarına rağmen, AKP iktidarı döneminde Türkiye-İsrail ekonomik ilişkileri adeta rekora 
koşmaktadır. Erdoğan’ın bütün dışlayıcı/karşıt söylemlerine rağmen, Türkiye-İsrail ekonomik ilişkilerinin can damarlarından birini temsil eden 
“Türkiye-İsrail Serbest Ticaret Anlaşması” bugün hala yürürlüktedir (Anlaşma Mayıs 1997 tarihinde yürürlüğe girmiştir). Bunun yanında AKP iktidarı döneminde 
İsrailli firmaların Türkiye’de göze çarpan yatırımları arasında Ofer Grubu’nun Tüpraş hisselerini satın alması ve iptal edilen Galataport ihalesi başta 
gelmektedir. Diğer taraftan, İsrail’in en büyük bankası olan Hapoalim Bank, BankPozitif’in yüzde 57,5 oranında hissesini devralarak Türk bankacılık 
sektörüne yatırım yaparak, BankPozitif’in kontrol hisseleri için C Faktoring’e 100 milyon dolar ödemiştir. Türkiye’nin müteahhitlik firmalarının İsrail’de 
bugüne kadar üstlendikleri 104 adet projenin toplam değeri 580 milyon dolar iken, Türkiye’nin İsrail’deki en büyük yatırımı, Zorlu Holding’in kuracağı 
elektrik santralleri olup, bu çerçevede, Zorlu Endüstriyel ve Enerji Tesisleri İnşaat Ticaret A.Ş., ilk aşamada İsrail’de 4 adet elektrik santrali projesi 
üstlenmiş durumdadır.[3] Türkiye-İsrail ekonomik ilişkilerinin daha ilginç tarafını ise İsrail’in Gazze’yi vurmasıyla gündeme gelen Kuzey Irak 
petrollerinin Türkiye üzerinden İsrail’e taşınması ve İsrail’e jet yakıtı satışıyla ilgili tartışmalar oluşturmaktadır. Enerji Bakanı Taner Yıldız, Kuzey 
Irak petrollerinin İsrail’e gitmesiyle ilgili “Bilmiyoruz. Gittiği ülkeyle de ilgilenmiyoruz” gibi genel bir cevapla yetinip İsrail’e jet yakıtı satışını 
kesin bir dille yalanlarken, Kuzey Irak petrollerinin transit geçişle İsrail’e gittiği ve bu transit izin kararının Bakanlar Kurulu kararıyla verildiği bir 
gerçektir. Böylelikle İsrail, Türkiye üzerinden ucuza aldığı petrolü rafine ederek hem savaş uçaklarına, hem de tanklarına yakıt üretirken, fazlasını da 
Türkiye’ye satmaktadır.[4] Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) 2013 Petrol Sektör Raporu’na göre de İsrail, Türkiye’nin en fazla akaryakıt ithal ettiği 
ülkeler arasında 3. sırada yer almaktadır ve İsrail’in bu akaryakıt ithalatındaki payı % 14’tür.[5] Dolayısıyla, Enerji Bakanlığı’nın bu konudaki 
açıklaması yanıltıcı ve eksiktir. Sektör kaynakları ve uluslararası ajansların geçtiği haberlere göre Türkiye doğrudan olmasa da dolaylı yoldan bu ülkeye jet 
yakıtı ve motorin vermektedir ki EPDK’nın raporları da İsrail’le akaryakıt ticaretini doğrulamaktadır.

AKP iktidarı dönemindeki İsrail-Türkiye ilişkilerinin güvenlik, istihbarat ve bazı önemli siyasi alanlarındaki gelişmeleri de dikkat çekici niteliktedir. 
Bunlardan ilki, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) İsrail’in üyeliğine karşı çıkan Türkiye’nin 10 Mayıs 2010’da vetosunu kaldırarak “evet” 
demesidir. İsrail’in üyeliği konusunda AKP iktidarına buradaki muhtemel telkin ve baskının ABD’den geldiği açıktır. Bu telkin ve baskıda, Türkiye’nin böylece 
İsrail üzerinde denetimini arttırabileceği ve OECD üyeliğinin İsrail’i başta Gazze olmak üzere işgal altındaki topraklarda daha fazla şeffaflığa 
zorlayacağına dair AKP iktidarının iyimser/hayalci beklentilerinin payı büyüktür.

İkinci önemli gelişme, “Mavi Marmara Baskını ve Saldırısı” sonrası Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerdeki bozulmadan kaynaklanan, üçüncü ülkelerin NATO 
faaliyetlerine katılamaması sorununun Erdoğan’ın daha önce NATO Genel Sekreteri olmasına karşı çıktığı NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in ABD 
destekli girişimleriyle sona ermiş olması ve bu çerçevede İsrail’in “Akdeniz Diyaloğu” çerçevesinde NATO’nun askeri tatbikat ve faaliyetler dışındaki 
işbirliği mekanizmalarına katılmasına AKP iktidarının 4 Aralık 2012’de Brüksel’deki NATO toplantısında kısmen onay vermesidir.[6] AKP iktidarının bu 
kararı vermesinde ABD’nin büyük rolü olduğu gibi, izlediği yanlış Suriye politikası sonucu NATO’nun Suriye sınırına Patriot hava savunma sistemini 
yerleştirme kararını almış olmasının da payı büyüktür.

AKP iktidarı döneminde Türkiye-İsrail ilişkilerindeki üçüncü önemli gelişme Kasım 2010’da düzenlenen NATO Lizbon Zirvesi’nde geliştirilmesi kararlaştırılan 
füze savunma sisteminin bir unsurunu oluşturan erken uyarı radarının Kürecik’e (Akçadağ/Malatya) Şubat 2012 itibariyle kurulmuş olması ve bu radarın 
Ortadoğu’da İsrail’e güvenlik ve istihbarat bağlamında sağlamış olduğu yarardır. 

Her ne kadar Dışişleri Bakanlığı bu radar sisteminin NATO üyesi olmayan hiç bir ülkeye dolayısıyla da İsrail’e koruma sağlamasının mümkün olmadığını açıklasa 
da[7], bakanlığın bu açıklaması gerçekliği tam olarak yansıtmayan eksik bir bilgidir. Zira, Faruk Loğoğlu’nun da dikkat çektiği gibi, 14 Eylül 2011’de 
Türkiye ile ABD arasında imzalanan ikili anlaşma uyarınca kurulan ve Mayıs 2012’de Chicago’daki NATO zirvesinde, ABD Başkanı Obama’nın talimatıyla NATO’nun 
“Füze Kalkanı Sistemi”ne ABD’nin milli katkısı olarak sunulan Kürecik Radarı’nın İsrail’e istihbarat ve güvenlik sağladığına ilişkin ciddi şüpheler vardır. 
Loğoğlu’na göre, bu şüpheleri derinleştiren gelişmelerden birincisi, Kürecik Radarı’nın 10 Şubat 2012’de gerçekleştirilen bir ABD-İsrail ortak tatbikatında 
kullanılmış olmasıdır. Söz konusu tatbikatta, Kürecik’teki radar sistemi ile bu sistemin İsrail’deki eşinin uyumlu çalışması test edilmiştir. Bu tatbikatta 
Kürecik Radarı, AKP Hükümeti’nin bilgisi ve onayıyla kullanılmıştır. İkincisi, Kürecik’teki radar sisteminin NATO’nun sistemlerine entegre olması NATO’nun 
“Birinci Başlangıç Harekat Yeteneği” adını verdiği bir süreçte 2014 yılı içinde gerçekleşecektir. Başka bir ifadeyle, Kürecik Radarı şu anda ABD komuta kontrol 
sistemleri içinde faaliyet göstermektedir. Ayrıca, AKP Hükümeti’nin iddialarının aksine Kürecik Radarı NATO’nun sistemine entegre edilene kadar Türkiye’nin değil ABD’nin kontrolünde faaliyet göstererek bütün ABD radar sistemleriyle entegre 
bir şekilde çalışmakta ve bu kapsamda İsrail’e bilgi sağlamaktadır. Başka bir ifadeyle, Kürecik Radarı İsrail hava savunma sisteminin bir unsuru olmuştur. 
Kürecik Radarı, ABD’nin Eylül 2009 tarihinde aldığı karar uyarınca kendisini, müttefiklerini ve bölgedeki ortaklarını balistik füze tehdidinden korumak üzere 
geliştirdiği ve NATO şemsiyesi altına soktuğu “Avrupa Aşamalı Uyarlanabilir Yaklaşımı” başlıklı füze savunma programının bir parçasıdır. Radarın, NATO 
şemsiyesi altında olması İsrail’e bilgi vermediği anlamına gelmemektedir. 

ABD’nin İsrail'le yaptığı ikili anlaşmalar uyarınca Kürecik radarının NATO üzerinden değil, ABD radar sistemlerinin ortak entegrasyonuyla İsrail’e bilgi 
aktardığı bilinmektedir.[8]

AKP iktidarı döneminde Türkiye ile İsrail arasında ekonomiden siyasete, güvenlikten istihbarata uzanan ilişkilere ait gerçeklik perde arkasında böyle 
iken Başbakan Erdoğan’ın “İsrail, barışı tehdit eden bir ülkedir. Hiçbir zaman barış yanlısı olmamıştır, zulmetmiştir, zulmetmeye devam etmektedir. Dolayısıyla 
Türkiye olarak, şahsen ben bu görevde bulunduğum sürece hiçbir zaman İsrail’le olumlu bir şey düşünemem. Başkaları düşünebilir, enterese etmiyor. Ben ve 
yönetimim görevde olduğum sürece böyle olacak. Batılılar gergin, gerilimci diyebilir ama ben halkın ve Hakkın rızasını kazanmakla görevliyim”[9] şeklindeki 
sözlerinin popülizm yüklü, samimiyetten ve doğruluktan uzak, sahte bir “İsrail karşıtlığı”ndan başka hiçbir anlamı, değeri ve ağırlığı yoktur.

[1] Bkz. Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden 
Kurulması, 2. bs., Çev. Mehmet Turhan, Cem Soydemir, Yusuf Eradam, Okuyan Us 
Yayınları, İstanbul, Haziran 2002.

[2] Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı, “Ülkeler Göre Dış Ticaret”, 
http://www.ekonomi.gov.tr/index.cfm?sayfa=7155BE01-D8D3-8566-45208351967592CF, 
21 Temmuz 2014.

[3] “Türkiye-İsrail Ekonomik İlişkileri”, 
http://www.aljazeera.com.tr/makale/turkiye-israil-ekonomik-iliskileri, 7 Eylül 
2011.

[4] İsmail Altunsoy, “İsrail, Türkiye Üzerinden Aldığı Petrolden İki Kere 
Kazanıyor”,  Zaman, 
http://www.zaman.com.tr/ekonomi_israil-turkiye-uzerinden-aldigi-petrolden-iki-kere-kazaniyor_2232776.html,e
21 Temmuz 2014.

[5] Bkz. T. C. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu, “Petrol Piyasası Yayınlar ve 
Raporlar”, 
 http://www.epdk.org.tr/index.php/petrol-piyasas/yayinlar-raporlar?id=99, 21 
Temmuz 2014.

[6] “Türkiye’den İsrail’e NATO Onayı”,  BBC, 
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/12/121221_turkey_nato_israel.shtml, 24 
Aralık 2012.

[7] T. C. Dışişleri Bakanlığı, “SC-20, 20 Temmuz 2014, Dışişleri Bakanlığı 
Sözcüsünün Kürecik Radar Üssüne İlişkin Basında Yer Alan Haberler Hakkındaki Bir 
Soruya Cevabı”, 
http://www.mfa.gov.tr/sc-20_-20-temmuz-2014_-disisleri-bakanligi-sozcusunun-kurecik-radar-ussune-iliskin-basinda-yer-alan-haberler-hakkindaki-bir-soru.tr.mfa,o
20 Temmuz 2014.

[8]“Dışişleri’nin Kürecik Açıklaması Gerçekleri Yansıtmıyor”, Doğan Haber 
Ajansı, 
http://www.dha.com.tr/faruk-logoglu-disislerinin-kurecik-aciklamasi-gercekleri-yansitmiyor_721099.html,e
21 Temmuz 2014.

[9] “İsrail Soykırım Yapıyor, Başbakan Olduğum Sürece Normalleşme Yok”, 
http://t24.com.tr/haber/israil-soykirim-yapiyor-basbakan-oldugum-surece-normallesme-yok,264802,o
18 Temmuz 2014.

Uzman Hakkında ;
Bülent Şener


Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi

***

Uzmanın Diğer Yazıları

  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının 
  Yayılışı 
  Askeri Güç Kullanımı Bağlamında Dış Politikada TBMM’nin Görev ve Yetkileri 
  Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı 
  Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi 
  Süleymaniye Baskını’ndan IŞİD Tutsaklığına: Türk Dış Politikasında 
  Caydırıcılık Yitimi Üzerine 
  Diyarbakır’da Sona Eren Bağımsızlık ve Egemenlik 
  Soma, Takdir-i İlahi, Erdoğan ve AKP: Sekülerleş(e)meyen Bir Politik Toplumun 
  İzdüşümleri… 
  Loizidu Davası’ndan AİHM’nin 12 Mayıs 2014 Kararına: AKP’nin Dış Politika 
  Romantizmi ve Kıbrıs 
  Fiili Başkanlık Sistemi Artık Kapıda: Çanlar Türkiye İçin Çalarken... 
  AKP (Erdoğan) Peronist Hegemonya Kuruyor: Türkiye’nin Yeni “Tarihsel Blok”u 
  Yeni Berlin Duvarı Ukrayna’dan Geçecek… 
  Türk Dış Politikasında Kriz Yönetiminde Sivil ve Askeri Bürokrasinin Rolü 
  “Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan 
  Catonizmi Üzerine Düşünceler 
  AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi 
  Üzerine Düşünceler 
  Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu 
  Türkiye’nin Ortadoğu’daki Diplomatik Kapasitesinin Sınırları Üzerine Bir 
  Değerlendirme 
  Unutulan Bir Krizin Anatomisi ve Perde Arkası: Kardak Kayalıkları Krizi 
  Ege Denizi’nde Egemenliği Tartışmalı Ada, Adacık, Kayalıklar Sorunu ve Son 
  Durum: Kardak Kayalıkları Kimin? 
  Türk Dış Politikası “Quo Vadis”? : Dış Politikada Bir “Reset” Mümkün Mü? 
  Dış Politikada “Reset” mi Yoksa Yeni Tavizler mi?: AKP Hükümeti’nin Son           Dönem Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları 
  Türkiye Ortadoğu’da “Dengeleyici Güç” Olabilir mi? 
  Türk Dış Politikasını Etkileyen Bir Unsur: Askeri Kapasite 
  TSK’nın 1983–2010 Yılları Arasında Kuzey Irak’ta PKK Unsurlarına Karşı 
  Yürüttüğü Sınır Ötesi Operasyonlardaki Başarısı Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Demokratikleşme Paketi”nin Seçim Sistemi Üzerinden Bir Değerlendirmesi: 
  “Türkiye Cumhuriyeti’nin Zaman Ayarları”yla Oynamak 
  Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”  
  İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine  
  Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine 
  “Arap Baharı” Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi 
  Asker Neden Darbe Yapar? 
  Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları  
  Araftaki Suriye Politikası 
  Reyhanlı’daki Patlamalar: Dış Politikada Deli Dumrulluğun Artan Faturası 
  Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı 
  Demokratik Açılım ve Terörle Mücadele Süreci:Yanlış Bilinenler ve Temel 
  Açmazlar 
  Türk Dış Politikasının Akdeniz’de Batışının Hikayesi: AKP’nin Dış Politikadaki 
  Pirus Zaferleri 
  Demokrasi Ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması: Doğu Toplumlarında ve Türk 
  Siyaset Geleneğinde Bir “Doku Uyuşmazlığı” mı? 
  Türk Dış Politikasında AKP Romantizmi ya da “Stratejik Derinlik”te 
  Yuvarlanmalar: Türk Dış Politikası “İslam”ileşiyor mu? 


Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01  
Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR



30 Aralık 2014 Salı

ÇÖZÜLME SÜRECİ




  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt 
Hegemonyasının Yayılışı 




Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının Yayılışı

“Çözü(l)m(e) Süreci”: 

Bülent Şener 
18 Kasım 2014 Salı


Adı konulan ama içeriğinden AKP milletvekillerinin ve destek veren seçmenlerin bile bilgisinin olmadığı “Çözü(l)m(e) Süreci” ne olacak? AKP iktidarının 
Neo-İslamcı ve Neo-Osmanlıcı iç ve dış siyasetinin türbülansa girdiği 2009 yılının ortalarından bu yana, ilk olarak “Demokratik Açılım”/“Milli Birlik ve 
Kardeşlik Projesi” adıyla kamuoyuna sunulan ve hâlihazırda “Çözü(l)m(e) Süreci” olarak adlandırılan olgu, bir o yana, bir bu yana gidip geliyor, bazen “askıya 
alındığı” söyleniyor, bazen “PKK tehdidiyle ve şiddeti”yle tekrar hayat buluyor, fakat öyle ya da böyle AKP iktidarını ve onun komuta ettiği Türkiye Cumhuriyeti 
devletini giderek bir açmaza, siyasal ve toplumsal bir kaosa doğru sürüklüyor.

Genel Durum: “Yeni Türkiye”ye Bir Bakış

Konuyu daha iyi analiz edebilmek için, öncelikle “Çözü(l)m(e) Süreci”nin arkasındaki dış ve iç manzaraya bir bakalım: Türk dış politikası, tarihinde ilk 
defa gerçeklerden kopuk romantik ve ütopik bir mecra içerisinde savrulmaya devam ediyor. AKP iktidarının söylem ve eylemleriyle Türk dış politikasında yarattığı 
tutarsızlıklar, yalpalamalar, provokasyonlar, gerilimler, hesapsızlıklar, esnemeler ─hatta kırılmalar─ öyle boyutlara vardı ki, bugün artık Türk dış 
politikasında ne “ölçü”, ne “denge”, ne “ihtiyat”, ne “nüans”, ne “meşruiyet”, ne de “gerçekçilik” kalmıştır. Ahmet Davutoğlu’nun ve Recep Tayyip Erdoğan’ın 
ideolojik, mezhepçi ve her yönüyle marjinal Suriye politikası sonucunda Türkiye’nin güneyinde ikinci bir Kürt devleti daha oluşma yolunda. Üstelik 
Türkiye bizzat AKP iktidarı eliyle destek de veriyor bu oluşuma. Zira, hem elimizi mahkûm ettik buna, hem de “iyi geçinebileceğimiz” başka sınır komşumuz 
kalmadı bu coğrafyada. AKP iktidarı içeride ve dışarı Neo-Osmanlıcılık ve Neo-İslamcılık hezeyanlarıyla bütün iç ve dış politika kalıplarını, 
düsturlarını, nüanslarını altüst ederek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün geleneksel temellerini, ulusal çıkarlarını yerinden oynattı. “17 ve 25 Aralık 
Süreci”nden bu yana Türkiye’de yaşananlar ve hâlihazırda yaşanmakta olanlar, anayasası “hukuka karşı hile yolu”yla ve iktidar gücüyle kısmen askıya alınmış 
politik ve toplumsal kırılmanın eşiğinde bir ülkenin hikâyesidir aynı zamanda. 

AKP iktidarı “Yeni Türkiye” söylemi ve propagandasıyla otoriter hatta totaliter post-modern bir devlet düzenini ve ona uygun toplumsal yapıyı 
biçimlendirmek yolunda kararlılıkla ilerliyor. Şimdilerde siyaset de, hukuk da, ar da, feraset de yerlerde geziyor ve daha uzun bir süre de yerden kalkmayacağa 
benziyor Soma ve Ermenek’in hakkı toprak altında kalmışken toprağın üstünde fütursuzca yükselen ve yayılan “AKsaray”ı düşündükçe. “Çözü(l)m(e) Süreci”nde 
PKK silah bırakmak şöyle dursun, askeri ve siyasi açıdan daha da güçlendi, meşruiyet kazandı. Sınır dışına çekilmediği gibi, sınır dışından içeriye askeri 
ve siyasi militanlar da kaydırmış vaziyette. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde birçok yerde ikili iktidar yapılanması oluşmuş durumda, 
yani moda deyimle “paralel yapı/paralel devlet”, fakat AKP iktidarının derdi diğer “paralel yapı”yla. “Çözü(l)m(e) Süreci” sayesinde Kürt hareketi ve PKK 
1990’lı yılların başındaki ivmesini yeniden yakaladı, hatta kat be kat aşarak konsolide oldu, sağlamlaştı. Tablo 1 ve Tablo 2’deki durum bunu açıkça ortaya 
koymaktadır.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nde Politik Kürt Hareketinin ve Hegemonyasının Yükselişi

Tablolardan da görüldüğü gibi[1] bugün itibariyle “Politik Kürt Bölgesi” ve PKK’nın aktivitesinin yoğunlaştığı/başarılı olduğu alan 15 ili kapsayan bir 
coğrafyayı işaret etmektedir. Söz konusu bölge, 2009-2014 yılları arasındaki seçimlerde BDP’nin (daha önce DTP) birinci ya da ikinci parti olduğu ve bu 
bağlamda Kürt hareketinin ve PKK’nın etnik temelde siyasal, sosyal ve askeri açıdan mobilize olduğu illeri temsil etmektedir. “Politik Kürt Bölgesi”, Kürt 
hegemonyasının yayılışı açısından 3 farklı alt-bölgeden oluşmaktadır.

“Kırmızı bölge”yi temsil eden ve toplamda 5 milyona yakın kişinin yaşadığı iller, Kürt hareketinin ve PKK’nın siyasal, toplumsal ve askeri açıdan çok net 
ve yoğun bir biçimde “hegemonik üstünlük”[ğ]e sahip olduğu coğrafyayı temsil etmektedir. Diğer bir deyişle, bu alt-bölge Kürt hareketinin ve PKK’nın 
hegemonik üstünlüğünün inşa edildiği ve yüksek düzeyde konsolide olduğu illeri işaret etmektedir. Söz konusu iller şunlardır (Hegemonik üstünlük derecesine 
göre): Şırnak, Hakkâri, Diyarbakır, Van, Mardin ve Batman.  “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza girdiğinde (bu açmazın nedenlerini ileriki paragraflarda belirteceğim), 
“iç savaş” ve “bölünme” en şiddetli ve yoğun bir şekilde buralarda yaşanabilir..

“Sarı bölge”yi temsil eden ve toplamda 2 milyona yakın kişinin yaşadığı iller, Kürt hareketinin ve PKK’nın siyasal, toplumsal ve askeri açıdan hegemonyasını 
kuramadığı, fakat Ankara merkezli partiler karşısında hegemonik bir denge gücüne ulaştığı coğrafyayı temsil etmektedir.Bu alt-bölgede Ankara merkezli partilere 
karşı Kürt hareketi ve PKK tarafından başa baş ve yoğun bir mücadele verilmektedir. Bu çerçevede Iğdır’da MHP ile, Tunceli’de de CHP ile hegemonik 
bir denge kuran Kürt Hareketi ve PKK, Ağrı, Muş, Bitlis ve Siirt’te ise AKP’ye karşı “hegemonik denge” kurmaya çalışmaktadır. “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza 
girdiğinde, “iç savaş”ın ve “bölünme”nin eşiğinde duran bu iller de kısa zamanda “iç savaş” ve “bölünme” istikametine girmeye aday durumdadır.

“Yeşil bölge”yi temsil eden ve toplamda 2,5 milyona yakın kişinin yaşadığı illerde ise Kürt hareketi ve PKKsiyasal, toplumsal ve askeri açıdan hegemonik 
bir güç olmaktan henüz uzaktır, bununla birlikte bu alt bölgede Kürt hareketinin ve PKK’nın ana muhalefet gücü konumunda olduğunu belirtmek gerekir. Bu 
çerçevede, Kürt hareketi ve PKK, bir yandan AKP’nin açık bir hegemonik üstünlüğe sahip olduğu Şanlıurfa ve Bingöl’de mücadele yürütürken; diğer yandan, hegemonik 
gücün AKP, CHP ve MHP arasında birbirine yakın oranlarda dağıldığı Kars’ta mücadele vermeye devam etmektedir.

Özetle söylemek gerekirse “Çözü(l)m(e) Süreci” bir “araf”sa onun cehennem tarafında en az 12 il durmaktadır (“Kırmızı ve sarı bölge”ler). Abdullah Öcalan 
ve PKK’yla müzakere sürecinde masanın artık işlevinin kalmadığı o nihai anda, yani “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza girdiğinde, “ “iç savaş” ve “bölünme” 
tehlikesinin Türkiye’nin kapısında olacağını söylemek herhalde söylememekten daha kolaydır.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nin Açmazları

Peki “Çözü(l)m(e) Süreci” neden açmaza girecek? AKP el yordamıyla bu işe el attığında, beş yıl önce kaleme aldığım “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik 
Açılım’: Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”[2] başlıklı yazımda bir öngörüde bulunmuştum. O günden bugüne bu öngörümü ortadan kaldıracak ya da zayıflatacak 
tek bir gelişme dahi ortaya çıkmadığı gibi, aksine, gelişmeler öngörümü daha da kuvvetlendiren bir istikamette ilerliyor.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nin kaderini belirleyecek olan üç temel “açmaz” bulunmaktadır. PKK, teröre son vermek için hem liderlerinin ağzından hem de 
HDP’nin ağzından “olmazsa olmaz” üç temel koşulu uzun zamandır deklare ediyor:

1) Kürt kimliğinin siyasal bir kimlik olarak anayasada yer alması (İki halklı devletin ve dolayısıyla gelecekte self-determinasyon hakkının kabulü).

2) Başta Abdullah Öcalan olmak üzere öngörülebilir bir zaman dilimi içinde PKK’nın lider kadrosunun serbest bırakılmasının ve siyaset yapabilmesinin 
koşullarının yaratılması, ayrıca tüm PKK’lıların serbest bırakılarak/serbest kalarak haklarındaki davaların ve cezaların düşmesi.

3) Demokratik özerklik (Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunun idari, mali, hukuki, siyasi ve askeri açıdan özerk bölgelere ayrılarak büyük ölçüde merkezden 
bağımsızlaştırılması, yerel parlamentolar oluşturularak federal birimlere dayalı bir yönetim yapısına yani eyalet sistemine geçilmesi).

Demokratik Özerklik: Post-Modern Etno-Feodalizm

Dünya görüşünün dayandığı temellerin çelişkileri ve sosyo-politik bilgi yetersizliğinden dolayı AKP iktidarının “demokratik özerklik” konusunda kafası 
karışık ve söylemleri muğlak olsa da, Kürt hareketinin ve PKK’nın “demokratik özerklik” konusunda genel çerçevesi ve içeriği belli bir modeli ve hedefi 
vardır. Buna göre Kürt hareketi ve PKK, Türkiye’nin idari, politik, mali ve askeri özerkliğe sahip 20-25 bölgeye ayrılmasını önermektedir. Her ne kadar bu 
bölgelerin oluşturulmasında sosyo-kültürel ve ekonomik ilişkiler ağı içinde olan illerin bir araya getirilmesinin esas alınacağı söylense de, bu yaklaşımın Kürt 
hareketinin hegemonik üstünlük kurduğu ya da hegemonik denge durumunda olduğu bölgelerde hiçbir anlam ifade etmediği/etmeyeceği çok açıktır. Zira, Kürt 
hareketinin ve PKK’nın bu bölgelerde hedeflediği “demokratik özerklik” tamamen “etnik” kimliğe dayalı aşiretsel bir yapı üzerinde yükselecektir (Post-modern 
etno-feodalizm). “Demokratik özerkliğin” de esas olarak hedeflediği budur, çünkü bağımsızlığa giden yol bu yapı ve süreç içerisinde olgunlaştırılacaktır. Diğer 
taraftan, oluşturulması düşünülen bu 20-25 bölge tıpkı il genel meclisleri gibi seçimle iş başına gelen bölge meclisleri tarafından yönetilecektir. Dışişleri, 
maliye ve savunma hizmetlerinin merkezi hükümet tarafından, emniyet ve adalet hizmetlerinin merkezi hükümet ve bölge meclisleri tarafından ortak ve geriye 
kalan hizmetlerin de bölge meclisleri tarafından yürütüleceği öngörülen bu modelde, Türkiye ulus-devlet yapısını terk ederek, bir yanıyla etnik kimliğe 
dayalı yani “ayrılıkçı” bölgelere sahip olan, bir yanıyla da sosyo-kültürel yapı ve ekonomik gelişmişlik farklılığına dayanan bölgelere sahip olan bir 
federasyona dönüşecektir.

Sonuç: Araf’taki Son Tango ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Sonu…

Kürt hareketinin ve PKK’nın bu hedefleri karşısında, “Çözü(l)m(e) Süreci”ne destek veren AKP’li seçmenin büyük çoğunluğu Kürtlerin kimliklerinin tanınması 
ve sosyal, kültürel haklarının verilmesi suretiyle sorunun çözüleceğine inanmaktadır. Ne var ki böyle bir çözümün Türkiye’de başarı elde etmesi artık 
çok zor gözükmektedir. Abdullah Öcalan’ın yakalandığı ve PKK’nın ciddi manada askeri yenilgiye uğratıldığı 90’lı yılların sonunda böyle bir çözüm hayata 
geçirilebilseydi Kürtler açısından bugünkünden çok daha fazla anlam ifade edebilirdi. Fakat, bugün artık “Kürt Sorunu”ndaki bu kritik eşik aşılmış durumdadır. Kürtlerin yükselen etnik kimlik bilinci, yeni Kürt milliyetçiliğinin 
oldukça reaksiyoner bir yapıda olması, yeni bir Kürt entelijansıyasının ve Kürt gençliğinin varlığı, ulusal kimlik inşasında PKK şiddetinin işlevselliğinin 
kavranması/kavratılması gibi faktörler bu kritik eşiğin aşılmasını sağlamıştır. 

Dolayısıyla, “Kürt Sorunu”nun dinamikleri artık 90’lı yılların çok ötesinde farklılaşmış durumdadır ve üstelik bölgesel gelişmeler (2003’ten beri Irak’ın 
durumu, 2010’dan beri Suriye’nin durumu) Kürtlere devlet ve millet olma yolunda 21. yüzyılda bir daha ele geçirilemeyecek bir fırsat sunmaktadır.

PKK gibi bir örgütü hem yetenekleri, hem amaçları, hem de iradesi açısından yeterince zayıflatmadan müzakere masasına oturursanız ve üstelik de örgüt bu 
süreçte yetenekleri, amaçları ve iradesi açısından eskisinden daha da güçlü hale gelirse artık “şeytanla pazarlık” ediyorsunuz demektir. Bu ahval ve şerait 
içinde müzakere masasında “Kürt Sorunu”na çözüm olarak ortaya konulacak herhangi bir yol yukarıda işaret ettiğim bu üç parametreyi bir biçimde içermediği sürece bu sorunun siyasi yoldan çözülmesini beklemek fazla hayalcilik olacaktır.

O halde “Çözü(l)m(e) Süreci”nin aslında “Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye süreci” olduğu gerçeğini görmezden gelmenin bir anlamı yok artık. Bu noktada, 
Türkiye’nin yakın zamanda yitirdiği ve ne yazık ki değeri yeterince anlaşılmayan en önemli entelektüel ve Türk milliyetçisi şahıslarından Doç. Dr. Durmuş 
Hocaoğlu’nun Ağustos 2009 tarihinde 2023 dergisine verdiği “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir” adlı mülâkatında sarf ettiği şu sözler, bugün 
Türkiye’nin içinden geçtiği ve ─mevcut politik tablo değişmediği taktirde içinden geçeceği süreci çok yalın ve bir o kadar da üzüntü verici bir şekilde 
özetliyor aslında: “…Çok kuvvetle muhtemelen, Cumhuriyet’in tasfiyesi hissedilmeyecektir başlangıçta; Türkler hâlâ bir devletleri olduğunu düşünecek 
ve bugünlerde çok sıklıkla propaganda edildiği gibi, “daha güçlü bir Türkiye” yaratıldığını sanacaklardır; tâ ki iş işten geçinceye kadar! Tasfiye, ilk önce 
ve esas olarak, Türkiye’nin tapusunun Türklerden alınıp O’na ortak yaratmakla başlayacak ve süreç bu çizgi üzerinde ilerleyecektir. Yâni, Türkler’in kısmen 
dahi olsa devredilemez, paylaşılamaz, ferâgat ve fedâkârlıkta bulunulamaz ve mutlak sûrette tekellerinde tutmaları gereken hükümranlık haklarını Kürtler ile 
paylaşmaya rızâ göstererek ülkelerinin iki “halk”tan “siyâsî halk”, diğer adıyla “millî (ulusal) topluluk”─ oluşan bir ülke olduğunu …tescil ettiklerinde, 
bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu demek olacaktır. Tabii, aynı zamanda, Türklerin millet olma vasfını kaybedişlerinin de başlangıcı…”[3]

O halde AKP’ye, Recep Tayyip Erdoğan’a ve “Çözü(l)m(e) Süreci”ni destekleyen herkese sormak gerekiyor: “Buna var mısınız? Aklınız, vicdanınız, iradeniz bu 
talepleri kabul etmeye yetiyor mu tarih ve millet önünde?”

[1]Tablolardaki veriler Cuma Çiçek, “1991’den 2014’e Kürt Coğrafyasının Siyasi Haritası” (Yazı dizisi), Kurdistan24 News, 04-16 Nisan 2014, s. 31’den 
uyarlanmıştır.

[2]Bkz. Bülent Şener, “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik Açılım’: Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”, TASAM, 
http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/1128/demokratik_acilim_ve_terorle_mucadele_sureci_yanlis_bilinlenler_ve_temel_acmazlar, 
14 Eylül 2009. Bu yazının yeniden düzenlenmiş versiyonu için ayrıca bkz. Bülent Şener, “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik Açılım’: 
Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2012a
/11/26/6820/demokratik-acilim-ve-terorle-mucadele-sureciyanlis-bilinenler-ve-temel-acmazlar,a26 Kasım 2012.


[3]Durmuş Hocaoğlu, “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir” (Mülakat), 2023 Dergisi, Sayı: 101 (Eylül 2009), s. 32.


..

23 Aralık 2014 Salı

2023 VİZYONU '' ATMA RECEP DİN KARDEŞİYİZ ''


2023  VİZYONU '' ATMA RECEP DİN KARDEŞİYİZ ''



İSTİSMAR VE FURYA, 2023 VİZYONU


Mustafa Nevruz SINACI




            








El insaf!..
            Başta iktidar partisi olmak üzere, ana muhalefet ve bilumum muhalefet partileri dâhil, tamamı bir “2023 Vizyonu” dur tutturdu gidiyor. Tabii, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun 100. yıldönümü, kulağa hoş gelir, üstelik inandırıcılığı da kamçılıyor. Ancak, hedefe daha 12 küsur yıl var. Kim öle kim kala. Her ne kadar, iyi bir propaganda söylemi olsa bile, bizim ülke siyasetinde böyle ‘üç dönemi birden kapsayan’ vaatlere hiç rastlanmadı. Bizim insanımız bu usul ve süreye alışık değil. O nedenle, ‘bu da yalanın kuyruklusu’ deyip, gülüp geçiyorlar.


           













 MÜRAİLİK, İSTİSMAR VE FURYA    

            Bizim politik ACI’lar yıllarca, ‘ Vizyon - Misyon’ Kelimelerini doğru, dürüst kullanmayı beceremediler. Bu nedenle, doğal olarak, 2023 vizyonu adına açıklanan hiçbir şey anlamı ile örtüşmüyor. Söylenirken bile ikiyüzlülük, mürailik, istismar, yalan, furya ve şark kurnazlığı sırıtıyor, pis kokuyor. Hedef ve proje dedikleri saçmalıkların maksadını aşan abartılar olduğu çok net anlaşılıyor. Çünkü vatandaş, biri (CHP) hariç tamamı 1963 tevellüdüne dayalı siyaset simsarı, din tüccarı, misyon taciri; “sulta/cunta/dikta/cemaat/aşiret” partilerinin bu güne kadar hiçbir vaatlerini tutmadıklarını ve yalan söylemekte gayet de usta olduklarını çok iyi biliyor.  

Kaldı ki, inandırıcılığı baltalayan başka faktörlerde var.

Tıpkı ‘adalet-kalkınma’, ‘cumhuriyet halk’, ‘milliyetçi hareket’, ‘demokrat’, ‘büyük birlik’ ve diğerlerinde olduğu gibi; Partilerin hiç birisi kendi adıyla örtüşmüyor, anlamıyla bütünleşmiyor. Yani partiler, adlarının adamı değiller!.. Görünürde bu bile sahnelenen kirli oyunun, menfur bir aldatmaca ve kandırmacadan ibaret olduğunu anlamaya yetmekte!... 

AD’LAR, ANLAMLAR VE EYLEMLER!...

            AKP, adaletli değil; Sadece yandaş ve yoldaşlarını kalkındırıyor…
            CHP’nin “halkla ve halkın sorunlarıyla her hangi bir ilgisi, alâkası yok.
            MHP batı yanlısı, AB’ci enternasyonal, zaaflar ile malul ve şuursuz.
            BBP, öz misyonuna hayat vermek yerine, varlığını sürdürmek çabasında..
            Demokrat Parti, kendi dava, 46 ruh, amblem ve misyonundan bihaber…
            Diğerleri mi? İşin doğrusu: 1924 Anayasası ve eşdeğer yasalardan tutun, 1928, 1961 ve 1982 ile 2820 sayılı SPK’yı şamil olmak üzere; Mevcut tanımlamaya hiçbirisi uymuyor. Oysa uydurma görevi yüklenen bir yargı ve Cumhuriyet Başsavcısı var. Hattâ, bütün haksızlık ve hukuksuzlukların denetleyicisi olarak yetkili ve görevli bir; Yüksek Seçi Kurulu bile!..
            Dahası, Anayasa ve yasalar, siyasi partilerin zorunlu organlar, üyeler ve üye olmayan vatandaşlarca da denetlenmesini öngörmekte. “Siyasi partiler demokrasinin esas ve ilkelerine aykırı fiil ve tasarrufta bulunamazlar” hükmü kendi kanununda yer almakta!...

            Buna rağmen 50 yıldır, dağ doğura, doğura fare doğuruyor.

            Meselâ “genel olarak” bunların “2023 Vizyon”larına bir bakalım:
            01. Yeni, ileri ve sivil anayasa,
            02. Kürt, Alevi, Ermeni, Rum ve Roman açılımları,     
            03. Avrupa yakası-Trakya kanal projesi,
            04. İstanbul’un iki yakasına iki şehir,
            05. Bir bu kadar daha duble / bölünmüş yol,
            06. Helâl Kart, Hilâl Kart, Yeşil Kart, Mavi Kart…
            07. Aile maaşı, açlık ödeneği ve devasa yardım bütçesi!..
            08. Milli Gelirde artış,
            09. Dünyanın 10 büyük ekonomisinden biri,
            10. Dünyanın 10 büyük limanından birini yapmak,
            11. İhracatı 500 milyar doların üstüne çıkartmak,
            12. En az 3 Nükleer enerji Santralı yapmak!....

 DAHA NELER, NELER!.…