11 Ocak 2015 Pazar

YENİ ANAYASANIN ŞİFRELERİ BÖLÜM 1



YENİ ANAYASANIN  ŞİFRELERİ BÖLÜM 1


SUNUM 

Yıllardır anayasayı tartışıyoruz. Buna asırlardır da diyebiliriz. Tartışma 1808 Sened-i İttifak’la başlamış. 
Çözüm bekleyen meselelerimiz dağlar gibi yığılırken, bunlara çözüm arayıp bulmak yerine, çareyi devleti ve milleti biçimlendirmede aramışız. Bunun için de tılsımlı misyonlar yüklediğimiz büyülü bir anayasa sevdasının peşine düşmüşüz. 

Ah bu anayasa bir gelse, dost düşman neler yapacağımızı görecek, dünyanın en büyük gücü olacağız cinsinden nutuklarla ömür tüketilmiş. 
Adeta bir şiir yazmadığımız, ağıt yakmadığımız kalmış. 

Acıdır ki hala ders alıp akıllanamadık. Asıl engel biziz deme basiretini ve faziletini gösteremedik. Son yıllardaki tartışmalar da böyle. 1982 Anayasasının maddeleri son 30 yılda tam 136 defa değiştirildi, doymadık. Sanki tarih tekerrür ediyor. Üstelik bu defa “anayasanın ruhu“ dedikleri Türk Milletinin ve Devletinin kimliği hedef alınıyor. Kısaca Türkün egemenliğine tasallut var. 

Bu konuda 4 ayrı görüş tartışılıyor: 


1) Anayasaya “Kürt” kimliği girmeli. 
2) Anayasadan Türk kimliği çıkmalı ve bütün etnik gruplar aynı konumda olmalı. 
3) Türk kimliğine dokunulmamalı, yargı bağımsızlığı gibi konularda düzenlemeler yapılmalı. 
4) Bu Anayasaya dokunulmamalı. 

Bir de kavram uyuşmazlığı var. Bu da: Demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi, bireyle ilgili kavramların; milletin parçaları olan etnik/ırk, dil, din, mezhep gibi gruplara aitmiş gibi gösterilmesidir. Millet egemenliğinin bölüşülmesi için başvurulan bu saptırma, uzlaşmayı daha işin başında imkânsız hale getiriyor. 

Yine devlet-birey ilişkisinin doğru kurulması, bir diğer önemli meseledir. Toplum hayatında birey kendi hak, görev ve sorumluluklarının sınırlarını belirleyemez. Kişilerin millet bütünlüğü içinde birbiriyle, toplumla ve devletle ilişkilerinin kurallarını belirleyecek, denetleyecek ve müeyyide koyacak üstün bir otoriteye 
ihtiyaç vardır. O da devlettir. 

Millet egemenliğinin maddi ve manevi teşkilatı olan devletin temelleri ise, millete göre şekillenir. Milletin bir parçası olan etnisitelerin ortaklığına dayanan bir devlet kurulamaz, zorla kurulmuşsa da yaşatılamaz. Irak bunun son örneğidir. 

Nihayet, eğer bir egemenlik “adalet mülkün temelidir” esası üzerine bina edilmemişse, demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi değerlerin hiçbir anlamı kalmaz, sadece bir istismar aracı olur. 

İnsan fıtratının ruhu olan adaleti ve güvenliği esas almayan devlet yapısı da, aciz kalmaya mahkûmdur. 

 Sadi SOMUNCUOĞLU 


Milli Düşünce Merkezi Başkanı 
Yapay Gündeme Yapay Başlık: Yeni Anayasa 
Prof. Dr. Meltem CANİKOĞLU1 

1 İzmir Ekonomi Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve 21.yy Türkiye Enstitüsü Anayasal Düzen, Hukuk, Adalet Araştırmaları Merkezi Bilimsel Danışmanı 

ÖZET 


Bir anayasanın meşru bir anayasal yönetimin rehberi sayılabilmesi için taşıması gereken özellikler vardır. 
Türkiye için istenen anayasal çatının duvarları 2007 yılından beri adım adım örülüyor. Şu ana kadar yapılabilenler ve istenip de henüz yapılamayanlara baktığımızda yeni anayasa hamlemizin ardına saklı niyetleri okumak çok da zor olmamaktadır. 

Mevcut hukuku yok sayarak ülkenin emniyet ve yargıdaki kadroları eliyle yaratılan hukuki güvensizlik ortamı, suç ve suçluyu algılayış ve takipte yaratılan çifte standart, kişi güvenliği ilkesine aykırı uygulamalardaki cesaret ve keyfilik demokratik bir hukuk devletinde yaşadığımız konusunda haklı şüpheler doğurmaktadır. Yaşanan tüm bu olumsuzluklara paralel olarak, bu ülkede yüzde on gibi bir seçim barajının her şeye rağmen muhafazası için direnen ve bunu bir demokrasi sorunu olarak görmediğini ilân eden siyasi gücün yeni bir anayasa yapma heyecanını paylaşmak mümkün değildir. 

Bugün biz Türkiye’de adı “Kürt sorunu” olarak konulan sorunun çözümü için yeni devleti, yeni anayasayı, yeni anayasa ile inşa edeceğimiz yeni hukuk düzenini, bu hukuk düzeni içinde sorunu çözmesini beklediğimiz haklar ve özgürlükler reformunu konuşuyoruz. Yani bir yurttaşlar toplumunun değil, bir yurttaşlar kesiminin dayattığı gündem üzerindeyiz. Eğer bir anayasa için toplumsal uzlaşma aranacaksa, bu toplumsal uzlaşmanın dinamiği terör ve şiddet olamaz. Toplum korkutulmuştur, geleceği konusunda endişe taşımaktadır. İkrah ve gabin hukukta iradeyi sakatlayan etkenlerdir. Türk toplumunun iradesinin sakatlan dığı ve bu ortamda yapılacak bir anayasanın hiçbir şekilde toplumsal onay görmeye ceği, bu anayasa ile getirilen yeni düzenin de Türkiye’nin demokrasi sorununu çözemeyeceği apaçık bir gerçekliktir. 


GİRİŞ 

Türkiye, siyasi iktidarın tazyik ve tahrik ettiği sorunlar gölgesinde, bu sorunların çözümü için tek çare olarak gösterilen yeni bir anayasayı konuşuyor. Daha doğru bir ifadeyle üretilen yapay bir gündem üzerinde enerji tüketiyoruz. 

İşlevi devletin temel yapısını belirlemek, hak ve özgürlükleri güvence altına almak olan anayasalar, savaş ve darbe gibi olağanüstü dönemler dışında yenisiyle değiştirilmek üzere hedefe oturtuluyorsa aklımıza şu soru geliyor: Daha güvenceli bir hukuk sistemi oluşturabilmek ve demokratik parlamenter rejimi tahkim etmek için mi yeni bir anayasa istiyoruz, yoksa farklı bir zihniyetin kuşatacağı yeni bir rejimin hukukunu ve bu hukuka göre örgütlenecek yeni bir devlet ve toplum modelini yaratmak için mi yeni anayasayı konuşuyoruz? Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, daha iyi yönetilen bir siyasal sistem, daha fazla refah, iyi işleyen bir ekonomi ve bunların kurumsal güvenceleri, toplumlar için meşru ve makul taleplerdir. Ama bunlar, mükemmel bir anayasa ile karşılanabilecek talepler veya ulaşılacak hedefler değildir. 

Bunlar ancak siyasal toplumun hedefi olabilir ve anayasalar da bu hedefin niyet belgesi olabilirler. Bunun için de öncelikle anayasacılık ilke ve hedeflerine uygun bir güçler ve kurumlar dengesinin bir anayasa ile nasıl kurulabileceğini konuşmalıyız. 

Türkiye için ne isteniyor? Anayasaya ve yasalara rağmen hapis tutulan üç milletvekili ile Anayasa ve yasalara rağmen milletvekili yapılmak istenen bir kişi üzerinden yaratılıp palazlandırılan bir sorunu çözmek bahanesiyle, önce mevcut anayasal yapı sökülecek sonra yeni devlet ve toplum yapısına hukuksal çerçeve 
oluşturacak yeni bir anayasa bu ülkeye giydirilecektir. Eşzamanlı olarak başkanlık hükümetinin, sözde Kürt sorununun çözümü için hazırlanan yeni raporun konuşuluyor olması tesadüf değildir. 
Dünyada başka hiçbir örneğini göremeyeceğimiz şekilde bu ülkede, yargılanıp mahkûm olmuş ve cezası infaz edilmekte olan bir terör örgütü liderinin mesajları üzerinden siyasi gündem oluşturulmaktadır. Yeni anayasa bu gündemin ilk ve en temel konusudur. İktidar çevreleri, mevcut hukukun yetersizliği, sistemi tıkayan krizlerin aşılabilmesi için Anayasa’daki bazı maddelerin ayıklanması gereğini, Anayasanın değişmez hükümleri üzerinden yaratılan çekişme ve anlaşmazlıkların acilen yeni bir anayasa yapmayı zorunlu kıldığını iddia ediyorlar. Bu iddialarını meşrulaştırmak için de toplumu gerecek her türlü malzemeyi ustaca kullanıyor ve kullandırtıyorlar. 

YENİ ANAYASA TARTIŞMALARINDA ÖN PLANA ÇIKARTILAN KONULARA DAİR AÇIKLAMALAR 



Son yıllarda anayasa konusunda yapılan tüm tartışmalar ve hazırlanan tüm taslakların dayandığı ana fikir de şu düşünce unsurlarından oluşuyor: 

A. Türkiye, Anayasası yolu ile demokratikleştirilmelidir. 


B. Türkiye’de Anayasanın ruhu demokratikleşmelidir. 


C. Türkiye’de sistem tıkanıklıklarının önünü açmak için anayasa hükümlerini yorum yoluyla değiştiren ve siyasi iktidarın elini bağlayan anayasal kurumların görev ve yetki haritası, yapılacak bir anayasa ile yeniden düzenlenmelidir. 



Sonuncusu ve bize göre mevcut anayasal rejimi esaslı biçimde sarsan değişiklik Mayıs 2010’da gerçekleştirildi. Bu noktadan sonra verili anayasal çerçevede, anayasanın ruhunu nasıl demokratikleştireceğimiz ve Türkiye’yi anayasa yoluyla nasıl demokratikleştireceğimiz çetrefil hatta çözümü imkânsız bir sorundur. Zaten sorun da Türkiye’yi demokratikleştirmek değil, yeni devlet modeline uygun bir anayasa kılıfı hazırlayarak, iktidarın politikalarına anayasal koridorlar açmaktır. 

Aslında Türkiye, 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana hiç bu kadar anayasanın tümüyle değiştirilmesi gerektiği noktasında bir ihtiyaç içinde olmamıştı. Yapılan değişikliklerle Anayasa’nın aldığı biçim o kadar iç karartıcıdır ki, demokratik bir toplumun ihtiyacı olan, ruhuna da demokrasi katacağımız bir anayasa, üzerine yeni yamalar ekleyeceğimiz 1982 Anayasası değildir artık. Bu 
anayasa içinde yapacağımız her yeni değişiklik iç tutarsızlığı daha da artıracaktır. Kaldı ki, yapılmak istenen anayasa ile hedeflenen, iç tutarsızlık sorununu çözmek de değildir. 

Anayasa Çığırtkanları yeni rejim ve yeni Devlet modeline kalıp arıyorlar. 

Anayasacılık teknikleri içinde üretilmesi düşünülen bu kalıbın meşru bir anayasal yönetimin rehberi sayılabilmesi için taşıması gereken özellikler vardır. 
Türkiye için istenen anayasal çatının duvarları 2007 yılından beri adım adım örülüyor. Şu ana kadar yapılabilenler ve istenip de henüz yapılamayanlara baktığımızda yeni anayasa hamlesinin ardına saklı niyetleri okumak çok da zor olmamaktadır. Devlet adına yetki kullanacak olan kişi ve kurumlar için anayasalarla çizilen sınırlara bakalım. Siyasal koşulların ve dengelerin anayasal yetkileri kullanan güçlere ne gibi roller yüklediğine bakalım. Anayasaya hangi hükümlerin konulup hangilerinin çıkartılmak istendiğine dikkat yönelterek kurumsal dengelerde yaratılmak istenen değişikliklerle neyin amaçlandığının ipuçlarını tutmaya çalışalım. Ülkesi ve halkı için daha fazla demokrasi isteyen bir siyasi iktidarın varlığını kanıtlayan herhangi bir delil göremiyoruz. 

Bir anayasa siyasi iktidarın elini güçlendirmek için değil, siyasi iktidarı sınırlandırmak amacıyla yapılmışsa anayasal bir devletin kurucu belgesi niteliğini kazanır. Bu sınırlamanın ise çeşitli yol ve yöntemleri vardır. En işlevsel olanları; yargının, muhalefetin ve kamuoyunun aydınlanmasını sağlayacak her türlü iletişim kanalının görevlerini gerektiği gibi yapmalarına fırsat verir nitelikte hükümleri anayasaya koymak, bir başka deyişle iktidarı sınırlayan güçlerin önünü açarak hak ve özgürlükleri güvence altında tutmaktır. 

Mevcut hukuku yok sayarak ülkenin emniyet ve yargıdaki kadroları eliyle yaratılan hukuki güvensizlik ortamı, suç ve suçluyu algılayış ve takipte yaratılan çifte standart, kişi güvenliği ilkesine aykırı uygulamalardaki cesaret ve keyfilik demokratik bir hukuk devletinde yaşadığımız konusunda haklı şüpheler doğurmaktadır. Yaşanan tüm bu olumsuzluklara paralel olarak, bu ülkede yüzde on gibi bir seçim barajının her şeye rağmen muhafazası için direnen ve bunu bir 
demokrasi sorunu olarak görmediğini ilân eden siyasi gücün, yeni bir anayasa yapma heyecanını paylaşmak mümkün değildir. 

Bugün Türkiye demokrasisini tehdit eden krizin en önemli nedenlerinden biri siyasi temsil kanalını tıkayan Seçim Kanunundaki bu tek maddenin değiştirilmemiş olmasıdır. Bu madde değişmediği, seçim barajı makul bir seviyeye inmediği sürece kaç kere anayasa yaparsak yapalım, anayasaya hangi maddeleri koyarsak koyalım Türkiye kaynamaya devam edecektir. 

Yaşanan sorunların kaynağına inmeden, gerçek nedenler üzerinde doğru tespitlere ulaşmadan, yapılacak yeni bir anayasada hak ve özgürlükleri en geniş şekilde tanımlayarak Türkiye’yi düze çıkarmak düşüncesi, anayasa yolu ile Türkiye’ye şekil verme niyet ve planının Tanzimat’tan bu yana korunduğunu gösteriyor. 
Devleti aşındırarak toplumsal yapının pekiştirildiği hiç bir model önümüzde olmamasına rağmen Türkiye yanlış yolda ilerlemeye devam ediyor. 
Oysa bir anayasanın hak ve özgürlükleri güvence altına almak kadar önemli ve öncelikli diğer işlevi bir yönetim çerçevesi oluşturmaktır. Anayasa, içinde 
demokratik süreçlerin işleyeceği bir devletin organizasyon şemasıdır aynı zamanda. 

O zaman sorun en gelişmiş, en kapsamlı hak ve özgürlük kataloğunu anayasaya yerleştirmekten daha fazla bir sorundur. 

Özgürlük siyasi bir sorundur ve bir demokraside özgürlük talep etmek, ortak yaşam alanımızın tüm bireyler açısından eşit paylaşılacak özgürlükler düzeni 
olarak dizaynında hukuku göreve çağırmak demektir. 

Çok bilinen ve söylenen “anayasa devlet odaklı değil, birey ve insan odaklı bir felsefeyle kaleme alınmalıdır” sözünün hiçbir anlamı yoktur. Hukukla tahkim edilmiş bir devlet çatısı altında kurulacak ve tüm bireyler arasında eşit ve adil paylaşılacak bir özgürlükler düzeninin manifestosu olan anayasanın odağında devlet olamayacağı gibi birey de olamaz. Anayasanın odağında birey veya devlet değil, evrensel değerlerle zenginleştirilmiş birkaç yüzyıllık anayasacılık geleneği ve bu geleneğin parçası olan “bir anayasa niçin yapılır?” sorusuna aranan cevaplar olmalıdır. Birey özgür olmak ister ama aynı birey, özgürlüklerini tehdit veya ihlâl eden tehlikelere karşı etkin ve duyarlı bir siyasi otoritenin sağlayacağı güvenliği de talep eder. 

Otorite kabul etmeyen özgürlük, keyfi özgürlüktür. Her bireyin veya toplumsal kesimin özgürlüğünü en aşırı uçlarda talep edebildiği ve bunun demokrasi adına 
teşvik edildiği yerde demokratik siyasetin oyun kuralları bozulmuş, bir anayasaya da ihtiyaç kalmamıştır. 

Felsefi bir özgürlük problemini değil, somut bir şeyi konuşuyoruz. Demokratik hukuk devletinin anayasasına hangi hak ve özgürlükleri koyacağımızı, bunların sınırlarını nasıl belirleyeceğimizi. Hak ve özgürlükler konusunda yapılan tartışmalar ağırlıklı olarak ülkemizde özgürlüğün felsefi kavranışı üzerinden gelişiyor. 

Yanlış bir yol üzerinde yürüyoruz. Özgürlüğü bir yaşam ve değerler alanı olarak görsek dahi (ki öyledir), yasalarla tanımlanan ve yasalarla korunan özgürlükler, demokratik bir hukuk düzeninin işlevselliği içinde anlam kazanır. Bu düzen ancak, eşitlik ve adalet değerleri çerçevesinde tüm bireylerin insan ve yurttaş olmaktan doğan haklı ve kabul edilebilir taleplerinin karşılık bulmasıyla kurulabilir. Bu da özgürlük sorununun, sadece siyasi iktidarın müdahalesi, tehlikesi değil, bireylerin ve toplumsal grupların birbirlerinin hak ve özgürlük alanlarına müdahalesi tehdit ve tehlikesi gerçeği de göz önünde bulundurularak düşünülmesi gerektiğini ortaya koyuyor. 

Modern anayasaların haklar ve özgürlükler konusundaki düzenlemeleri, hak ve özgürlüğün bireyin tasarrufundaki mutlak bir yetki olmadığını bize gösterir. Özgürlüklerin tanımlanmış ve koruma altına alınmış birer hak olarak anayasalarda yerini aldığı demokratik bir toplumda, hakların kötüye kullanılma ihtimali her zaman vardır. Yasal bir düzenleme olmasa dahi özgürlüğün doğasında sınır vardır ve bir özgürlük doğal sınırları içinde yaşanır. Her özgürlük niteliği gereği kendisi için farklı bir koruma alanı gerektirir. 

Ülkemizde yeni anayasa çığırtkanları özgürlük talebini ön plana çıkartıyor ve bu talebi liberal bir kurgu içinde sunuyorlar. 

“Bu düşünce içinde özgürlüklerin verilmesi nihai bir amaçtır, özgürlükler bir kez tanınırsa toplumdaki birçok sorun kendiliğinden çözülecektir. Rasyonel ve kendini geliştirme yolunda önündeki engellerden kurtarılmış birey, kendisi için en doğru olanı bulacak, bireysel olarak ulaşılan doğrular ise toplumsal doğruyu ve faydayı kendiliğinden gerçekleştirecektir. Bu bağlamda, örneğin, etnik grupların kültürel hak ve etnik aidiyete dayalı taleplerini birer özgürlük hakkı olduğundan bu bahisle tanımak, bu grupları silaha başvurarak ulaşmak istedikleri siyasi hedeflerden vazgeçirecektir. 

Ölçütlerini ve standardını Batı dünyasının belirlediği özgürlüklere sahip olmak, ileri demokrasi için gerekli ve yeterlidir.” 

Böyle bir özgürlük algısı ve savunusunun gözden kaçırdığı ya da hesaba katmadığı bazı önemli hususlar vardır. 

Örneğin, özgürlüklere sahip olmakla özgürlükleri kullanabilir olmak arasındaki ilişki kurulmamakta, özgürlüğün ancak bu iki boyutuyla var olabileceği hiç dikkate alınmamaktadır. Grup haklarına ilişkin özgürlüklerin kullanılmasında, toplumun tümünün ve siyasi yapının söz hakkı hiç hesaba katılmamaktadır. Liberal yaklaşım, özgürlüğün var olabilmesi için gerekli -sahip olma ve tasarruf etmekten ibaret- iki boyutu dikkate almadığı gibi, özgürlüğü, talep amacı ve kullanımı ile ortaya çıkacak sonuçlardan da bağımsız düşünmektedirler. 
Oysa özgürlük taleplerinin arkasında yatan amaçlardan, bu özgürlüklerin kullanılması vasıtasıyla gerçekleştirilmek istenen çıkar veya ulaşılmak istenen amaçlardan bağımsız, soyut bir özgürlük talep ve savunusu olamaz. Talep ettiğimiz ve kazandığımız özgürlüklerle ne yapmak istediğimiz ve nasıl bir yaşam kurmayı amaçladığımız bu taleplerin değerlendirilmesinde mutlaka dikkate alınmalıdır. 

Bugün biz Türkiye’de adı “Kürt sorunu” olarak konulan sorunun çözümü için yeni devleti, yeni anayasayı, yeni anayasa ile inşa edeceğimiz yeni hukuk düzenini, bu hukuk düzeni içinde sorunu çözmesini beklediğimiz haklar ve özgürlükler reformunu konuşuyoruz. Yani bir yurttaşlar toplumunun değil, bir yurttaşlar kesiminin dayattığı gündem üzerindeyiz. Bu yurttaşlar kesimi, cumhuriyetin eşit yurttaşları olarak kendilerine anayasa ve yasalarla tanınmış olan hak ve özgürlükleri yetersiz buluyor ve liberal şemsiye altında cumhuriyetten ayrıcalık 
talep ediyorlar. Bu taleplerin anayasal olarak karşılanabilmesi için gerekli olan toplumsal mutabakatın demokrasi ayağını da siyasi iktidara dayandırıyorlar. Eğer bir anayasa için toplumsal uzlaşma aranacaksa, bu toplumsal uzlaşmanın dinamiği terör ve şiddet olamaz. Toplum korkutulmuştur, geleceği konusunda endişe taşımaktadır. İkrah ve gabin hukukta iradeyi sakatlayan etkenlerdir. 
Türk toplumunun iradesinin sakatlandığı ve bu ortamda yapılacak bir anayasanın hiçbir şekilde toplumsal onay görmeyeceği, bu anayasa ile getirilen yeni düzenin de Türkiye’nin demokrasi sorununu çözemeyeceği apaçık bir gerçekliktir. 

Diğer yandan, anayasaların varlık sebebinden, anayasacılığın tarihsel gelişiminden bağımsız olarak, anayasanın hangi hak ve özgürlükleri içermesi gerektiği konusunda yapılacak bir öneri temelsiz kalmaya mahkûmdur. Ancak, iktidarın kullanımının devlet organları arasında bölüştürüldüğü, kurulu düzenin hukukla tanımlandığı ve kontrol altında tutulduğu, uyuşmazlıkların hukuk aracılığı ile çözüme kavuşturulduğu bir normatif yapıda özgür ve hak sahibi bir birey olmak anlam kazanır. Bu bağlamda anayasanın temel amacı, işleyen bir hukuk devletini tüm kurum ve kurallarıyla var etmek olmalıdır 2. 

DİPNOT


2 Tanım ve anayasanın hukuk devleti ile ilişkisi için bkz. M.H.REDISH; The Constitution as Political Structure, New York-Oxford University, 1995, pp.3-21. 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir hukuk devletidir. Aksini ileri sürmek kendimizi inkâr etmektir. 
Yapılan son değişikliklerle içyapısı bozulmuş olan 1982 Anayasası yerine yenisi yapılabilir. 
İlk sorun, yeni anayasa ihtiyacımızın nedenleri konusunda uzlaşabilmektir. Terör desteğinde beslenip büyütülmüş Kürtçülük hareketini Kürt sorunu olarak ambalajlayıp yeni anayasa vasıtasıyla çözüme kavuşturmak gibi bir amacı bu topluma hiçbir güç benimsetemez. Ama demokratik rejime işlevsellik kazandıracak, toplumsal hafızayı 12 Eylül Askeri Darbesi’nin yol açtığı travmadan kurtaracak yeni bir anayasa istenebilir, düşünülebilir ve zaman içinde yaratılacak bir uzlaşma ile yapılabilir de. Biz yeni bir anayasa ile hukuk devleti kurmayacağız, var olan hukuk devletindeki işleyiş aksaklıklarını gidereceğiz, yapıyı tahkim edeceğiz. Anayasalar hukuki metinlerdir, ancak normatif çerçeve kazandırdıkları alanın siyaset olması nedeniyle hem hukukun hem de siyasetin ortak tartışma ve çekişme konusudurlar. Şimdi siyasetin aktörleri yeni anayasa istiyorlar ve anayasa hukukçularından görüş ve destek alıyorlar. Anayasa hukukçularının anayasacılık ve anayasal devlet geleneğinin sözcüleri olmak yanında, bu geleneğe sadakat borçları da olmalıdır. Dolayısıyla anayasanın hukuk devletinin garantörü olmasını istemeleri ve bunu sağlamanın çabası içinde olmaları doğaldır ve onlardan zaten bu beklenir. Fakat siyasetin aktörlerinin kendi alanlarındaki tartışmaları hukukun üstünlüğü ve bunu deyimleyen hukuk devleti üzerinden yapması ve anayasaların hukuk devletini kurma ve koruma misyonu üzerinden haklılık argümanları geliştirmeleri hukuk kavramının iç tutarlığını ve güvenilirliğini zedelemektedir. Her şeyden önce egemen olması istenen hukukun hangi hukuk olduğu yolunda bir anlaşma sağlanması gerekir. 

Tüm eylem ve işlemlerin kendisine uygun olması gereğine işaret edilen hukuk, yürürlükteki pozitif hukuk normları ile yasama usulleri ise, bu halde hukukun üstünlüğü başka bir statükonun meşrulaştırılmasından başka bir anlam taşımaz. Yasa koyucunun kendi yaptığı anayasaya kendi koyduğu usullerle ürettiği ve yine kendi yaptığı anayasayla mutlak üstünlük kazandırdığı hukuk, egemen olmasını istediğimiz hukuk değildir, bu hukuka göre örgütlenen, bu hukukla bağlı olan devlet de hukuk devleti değildir, sadece bir yasa devletidir. Ama eğer hukukun üstünlüğü ile kastedilen evrensel değeri haiz bir üst hukuk ise bu hukuku kimin yapacağı, siyasal iktidarı aşan bir güç ve yetkinin varlığına bağlı bir sorundur. 

Parlamento çoğunluğunu elde etmiş bir siyasi iktidarın kendi istek ve amaçları doğrultusunda anayasa yapma yetkisi olamaz, olmamalıdır. Böyle bir anayasa hukuk devletinin statüsü olmaz, ancak halk çoğunluğu adına egemenliğin sahibi olduğunu iddia eden bir siyasi ekibin, kendi tercihleri doğrultusunda yapmak istediği şeylerin zeminine döşenen kalıp veya üzerine giydirilen kılıf olabilir. Modern anayasacılık anlayışı, siyasal düzenin halktan kaynaklandığına ilişkin bir ön varsayım üzerine bina edilmiştir. Bu anlayış, ülkemizde yeni anayasa tartışmaları etrafında giderek büyüyen söylemin odaklandığı bir algıyı içerir: Halka dayanan bir sistemin halka rağmen işlemeyeceği yönündeki iyi niyetli ve doğrusal mantığa dayalı bu eksik ve hatalı algı, halk kavramının bulanık yorumları üzerinden geliştirilen tezlerle, anayasal sistemleri korumasız ve güvencesiz bırakmak tehlikesini de beraberinde getirmiştir. 

SONUÇ 


Bir anayasa, özgür bir demokratik düzenin hukuk çemberini oluşturabildiği ölçüde meşrudur. Böyle bir düzen ise ancak toplum içindeki tüm bireylerin birbirlerinin eşit hak ve yükümlülüklerine saygı göstermesi ve siyasal erkin de bu hak ve özgürlükler siperine uygun bir mesafede tutulması kaydıyla kurulabilir. Anayasa, içerdiği hak ve özgürlük güvenceleri ve devlet erkinin kullanımına ilişkin getirdiği düzenlemelerle, siyasi iktidarın olası keyfi müdahalelerine karşı örebildiği koruma duvarları ile demokratik toplum düzeninin inşasının aracıdır. 

En son anayasa değişikliği ile kat ettiğimiz mesafeyi anayasacılık adına hukuk devletine yaklaşmak mı, hukuk devletinden uzaklaşmak mı olarak görüyoruz, 
önce bunu konuşmalıyız. Eğer hukuk devletinden uzaklaşmışsak, eğer hak ve özgürlüklerin en temel güvencesi olan yargı ile ilgili her konuda (bağımsız 
yargı, doğal yargıç, tarafsız yargı vb.) her geçen gün endişelerimizi haklı kılacak somut örnekleri görüyor ve yaşıyorsak, basın özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü 
gibi en temel hak ve özgürlük alanlarında bu özgürgürlüklerin sahip olduğu anayasal korunaklara rağmen her gün yeni şeylere tanık oluyorsak, bunların 
yerleştikleri anayasa maddelerini biraz daha güzelleştirerek elde edebileceğimiz hiçbir şey yoktur. Diğer yönden yaşadığımız bu kadar derin ve kapsamlı insan hakları sorunları varken, insan haklarının söylem ve kapsam alanını daraltıp, yurttaşlık, kimlik, kültürel hak, anadil vb. konular üzerinde sürdürülen 
tartışmalar, demokratik hukuk devletini tahkim etmekten başka bir amaca, örneğin grup hakları ekseninde toplumu ve ona uygun siyasi modeli 
yeniden tanımlamaya yönelmiş tartışmalardır. 

Demokrasi arayışı içinde değiliz, yeni bir toplum modelini mümkünse demokratik araç ve yöntemlerle inşa etme arayışındayız. Sorunu dosdoğru ortaya 
koymak sağlıklı sonuçlara ulaşmak için gereklidir. 

Yeni bir toplum arayışının yöntemi, siyasi, dili, siyaset dilidir. Anayasa hukukçularının bu sürece sunacakları katkı, kendilerine sipariş edilen toplum modellerine en uygun anayasayı dikmek olabilir ancak. Bu da anayasa hukukçusunun işi olmadığı gibi, ona yakışan bir görev de değildir. 

Bizim rolümüz bu olmamalıdır. Tüm toplumsal kesimleri anayasacılık ilke ve hedefleri konusunda ortak bir zeminde birleştirecek bir düşünsel ortak payda yaratmak için çabalamak zorundayız. Yeterince çaba gösterirsek, bugün ülkemizde, anayasa adına yaşanan ve söylenenlerin, Türk Milletini hedef almış bir devletsizleştirme, kimliksizleştirme, anayasasızlaştırma operasyonunun gayriahlâki ve gayriinsani mizanseni olduğu konusunda insanlarımızı belki ikna edebiliriz. 

Yukarıda nedenlerine değinildiği üzere, anayasanın içeriği konusunda bir uzlaşma sağlanması zayıf bir ihtimaldir ya da sağlanacak uzlaşma ancak çok sınırlı olabilir. O zaman anayasacılık ilkeleri, anayasacılığın hedefleri ve anayasa teknikleri konusunda daha geniş bir uzlaşma yaratmak zorundayız ve bunu yapabiliriz. 

Konjonktürün ittiği bir zeminde, bazı kesimleri tatmin edecek şekilde, yeni bir toplum modeli yaratmak üzere anayasal rejimde revizyon yapmayı değil, demokratik hukuk devletini, hem iktidar hem de yurttaşlar açısından mümkün ve işlevsel kılan ve böylece toplumsal bütünleşmeye katkı sunabilecek anayasal 
formüller üretmeyi öneriyorum. 
Bu formüller salt anayasa metni içinde kalarak değil, anayasal devletin tüm hukuki zemininde üretilmelidir.
 Bu formüller üretilirken, anayasacılığın dün, bugün ve daima, siyasi iktidarı sınırlandırmak için ihtiyaç duyulan bir metin olduğu, hiç hatırdan çıkarılmamalıdır. Sınırlı devleti kurmak ve siyasi iktidarı kendi sınırları içinde tutmak amacıyla yapılmış anayasalar için bugün gündemde olan sorun, siyasi iktidarı gerçek anlamda sınırlamanın kural, kurum ve yöntemlerini yeniden düşünmek ve formüle etmektir. Buna siyasi sistemi yeniden yapılandırmak da diyebiliriz. 

Anayasaya toplumsal bütünleşmeyi sağlama gibi bir işlevi atfediyorsak, o zaman kendisine bunun altından kalkabileceği bir meşruiyet temeli ile tutarlı ve 
kapsamlı bir içerik kazandırmak zorundayız. Tüm toplumsal güçlerin, mümkün olan en geniş ölçüde anayasa yapım sürecine katılmasının sağlanması ön 
şart ve ilk aşamadır ve biz şimdi buradayız. TESEV, TOB, Barolar Birliği, TÜSİAD gibi kuruluşlar toplumsal uzlaşmanın varlığına bizi inandırabilecek kadar geniş 
bir toplumsal tabana dayanmıyorlar, siyasi iktidar da toplumsal tabanın değil ancak kendi destek tabanının sahibi ve sesi olabiliyor. Dolayısıyla, hali hazırda 
ortada uçuşan anayasa taslakları, çıkar gruplarının kendi içinde ve kendi üyeleri arasında uzlaşılan ilke ve değerleri yansıtabilir. Biz anayasa hukukçuları, tüm 
toplumsal kesimleri, anayasacılık ilke ve hedefleri konusunda ortak bir zeminde birleştirecek bir düşünsel ortak payda yaratmak için çabalamak zorundayız. 

Görevimiz budur ve bu kadardır. Yaratılacak ortak payda ise şudur: Devletin dayandığı temel felsefe, devleti yaşadığı coğrafyanın tüm koşullarına karşı 
tahkim eden örgütlenme modeli, toplumsal birliğini yasladığı yurttaşlık statüsü ve siyasi iktidar karşısında birey hak ve özgürlüklerinin güvence altıda tutulması na ilişkin yoğun duyarlılık ve buna dayalı kurumsal önlemler, hep birlikte anayasanın kapsam alanındadır. Kısaca; milletimiz, özgür iradesiyle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü koruyacak bir örgütlenme modeli içinde demokrasisini geliştirecek ve güçlendirecek, hukuk devleti yapısını sağlamlaştıracak ve sadece bu amaçla anayasa yapacak veya değiştirecektir. 



DİPNOT;

BELGE BİLĞİ VE ÇALIŞMALAR 
www.millidusunce.org 
e-posta: bilgi@millidusunce.org 
Yayın Numarası: 3  
Sadi SOMUNCUOĞLU 
Milli Düşünce Merkezi Başkanı 
YAYINLARINDAN ALINMIŞTIR,,

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

8 Ocak 2015 Perşembe

EGEMEN GÜNDEM, DİN VE MÜCADELECİ BASIN





EGEMEN GÜNDEM, DİN VE MÜCADELECİ BASIN


İrfan Erdoğan
Egemen Gündem


Toplumsal gündemler, bilimden kadınların dedikodusuna kadar çeşitlenen insan faaliyetlerinde, zaman ve yer içine sıkıştırılan, toplumsal konular arasında seçilerek ön plana çıkartılıp konuşulan ve tartışılanlardır. Toplumsal gündemlerin saptanması kitle iletişim araçlarıyla, siyasal propagandalar ve ideolojik faaliyet ağlarıyla örülmüş çağımızda, tesadüften ve kişilerin kendi özgür seçimlerinden çok, egemen güçlerin ve egemen gereksinmelerin yönlendirdiği bir biçim almıştır. Mahalle dedikodularında bile önde gelen gündemler arasında televizyon sabun operalarının günlük hikayeleri ve kişileri yer alır. Siyasal gündemler genellikle düzen koruma ve karşıtlığı kötüleme alanı içine sıkıştırılır.

Egemen gündemin sunduğu "sorunları' egemen gündemi malı diye her zaman dışlayamayız. Aksine çoğu kez bilimselden aile toplantılarındaki çekişmelere kadar çeşitlenen tartışmalara gireriz, girmek zorunda hissettiriliriz.

Egemen gündem masum değildir. Sadece tartışılacak konuyu saptamaz, aynı zamanda tartışmanın kurallarını, sınırlarını, tartışmaya taraf olacakları ve olmayacakları belirler. Bu belirleme direk kontrol olanaklarının olmadığı durumlarda ideolojik kontrolla sağlanır: Örneğin özelleştirme gündeminde tartışma kamu sektörü ve özel sektör arasına sıkıştırılır ve sorun özgürlük ve özgürlüğün kontrolu yapılır. Bu gündemdeki tuzak, sorunu, tarafları ve tartışmanın çerçevesini tanımlamayla gelen meşrulaştırma ve meşruluk dışında bırakmadır: Ya kamu ya da özelleştirme tarafından birini seçmek durumu. Eger kamu tarafını tutarsak kamunun özgürlüğe karşı olmadığını savunma durumuna düşeriz. Sorunun bu çerçeve dışında olduğunu sunmak ve düşünmek gayri-meşruluğa düşmektir. 

Din Gündemi 

Din konusu egemen gündemlerde daima önemli bir yer alır. Medyada din üzerinde sık sık durulması Türkiyede din konusunun önde gelen bir gündem olduğunu anlatır. Toplumlarda örgütlü din ticaretini yapan belli güçlerin siyasal politikada artan bir biçimde egemenlik kazanmaya başlaması, toplumlarda Amerikan eğitimli bir başbakanın bile bu tüccarlığı siyasal kandırma politikası olarak kullanması, din gündeminin önemini çok daha artırır. Dinde egemen gündem tartışmaları laiklik etrafında döner. Laiklik gündemine egemen çerçeveyi kiramadan yaklaşanlar, burjuva pozitivizminin tuzağına düşerler.

Din ve Üretim İlitkileri

Din toplumsal üretimde belli yerlerde pozisyonlandırılmıştır. Materyal üretimde dinin yeri ilk bakışta ideolojiktir: Dini inançlar taşıyan insanlar toplumsal günlük üretime katılırlar. Bu üretim hem materyal hem de kültürel egemenliğin üretimidir. Yani inançlı insanlar, namaz kılmaktan, oruç tutmaya ve zekat vermeye, kurban kesmeden, şeker bayramında çikolota ve şeker almaya, müslüman firmanın üretttiği suyu içmeye, müslüman sermayenin sahip olduğu radyo ve televizyon istasyonlarını izlemeye, yargıç olup şeriata aykırı diye kitap yasaklamaya, "din düşmanlarının"kellesini kesip azraile yardım etmeye, kendinden olanı işe alıp olmayanı ekmeğinden etmeye kadar çeşitlenen günlük faaliyetlerinde hem kendilerinin yaşam koşullarını yeniden üretirler hem egemenliğin hem de karşıtlığın koşullarını. 

Din ve Kapitalist Sömürü

Burjuva bilimi dini inançları hurafeyle, gericilikle, eski ve köhnemişlikle niteleyip, yaradılışı ve insanların nasıl yönetileceği ilahi açıklamasını red ederler. Onun yerine ampirik deneylemeyle yanıtlamaya dayanan pozitivizmi savunurlar. Burjuva bilimi nesnellik iddiasındadır. Fakat ne denli nesnel olduğu tartışma konusudur. Nasil ki Kuran'a dayandığını söyleyen ve Kuran'ın belirleyici materyal tabanını ortadan kaldırıp ilahilige bağlayan şeriatin ilmi kendi içinde kendini belirleyen güç yapısıyla geçerli (veya geçersizse), pozitivist bilim kendi teorik varsayımları, bu varsayımların test mekanizmaları ve sonuçlarıyla geçerli (veya geçersizdir). Pozitivist bilim bilimin doruğu ve bir başlangıcın ulaştığı son değildir.

Şeriatin eleştirici özgürlüğe kesinlikle yer vermemesi, materyal temelle olan tutarsız ilişkisinden, dolayısiyle soruşturmayı red ederek egemenliğini sürdürme çabasındandır. Burjuva pozitivist bilimini nesnel olarak ilan etmek, özgürlüklerin temsilcisi olarak göğe çıkarmak, bu bilimin kapitalist örgütlü soygun ve gaddarlıklarla olan direk ilişkisini görmemek veya görmemezlikten gelmektir. Şeriatın gericiligiyle ve elinde kılıç Allah yoluna cenk ederek katlettigi insan sayısıyla, pozitivist bilimin ilerici ve modernligiyle sadece Vietnamda ve Kamboçyada katlettiği insanların sayısını ve yarattığı insanlık durumunu karşılaştıramayız bile. Korfez savaşinda, pozitivist bilimin hipotez testlerinin sonucu olarak, örneğin, Amerika'da ve İngilterede bugün bu savaşta test edilen silahla ilişkide bulunan askerlerin çocukları sakat dogmaktadır. Kim bilir Korfez bolgesinin insanlarına ne olmaktadır. Nasıl ki Şeriat belli materyal ilşikiler düzeninin bir yasal parçası ve şeriatın ilim iddiası bu parçanın bütünleşik bir parçasıysa, göğe çıkarılan burjuva pozitivist-ampirik bilimi de kapitalist ücretli-kölelikle insanları yoksun ve yoksul bırakma ve başkaldıranları özgürlük ve demokrasi adına ezme düzeninin görevsel bir parçasıdır. 

Elbette burjuva demokrasisi ücretli-kölelik ilişkilerinin getirdiği sömürgen ve baskıcı yalın gerçeklerle ayakta duramaz; Özgürlük, fırsat eşitliği, demokrasi, vatan, millet, seçme ve seçilme hakkı gibi efsaneler\mitler yaratması ve bunlarla hem umutlar vermesi hem de umutların gerçekleştiğini gösteren örneklerle gelmesi gerekir. Bu da giderek hurafelerin yaratılması ve suregelen hurafelerin kullanilmasıni zorunlu kılar. Bu sadece kapitalist dünya gerçeğinin bir yanı. Diğer yanı ise, gene toplumsal üretim ilişkilerine dayanır: Kapitalist bireyci güç ve çıkar mücadelesi, üretimi yapan ve onları zenginleştiren kitlelerin yönetiminde, sadece kendi sisteminin yarattıklarıyla yetinemez duruma gelmiştir. Binlerce yılın tek dinli çıkar politikasının mücadelesiyle daima yüzyüze kalmışlardır. Fakat Türkiyede bu güçlerin kafası Atatürkün burjuva devrimiyle (yani burjuvaların yaptığı devrimden çok burjuva ideolojisini benimseyen devrimle) ezilmiş ve siyasal sahneden atılmıştı.

Çok partili sisteme geçişte, Cumhuriyetin siyasetcilerinin inanç sömürü politikasıyla araç olarak kullanılmaya başlandı. Dinin araç olarak siyasette kullanılması burjuvaların yapacakları en tehlikeli oyunlardan biridir: Çünkü dinin siyasal sahnede ve güç mücadelesindeki yeri birkaç yüzyıllık burjuva tecrübesinden çok daha eski ve uzundur. Amerika'da bile bu kullanım 1İİ0'larda din tüccarlarının burjuva temsilciler yerine kendi-tüccarlarını başkan seçtirme girisimlerinı getirmiştir. Tanrı adına öldürmeleri de... Türk laik-burjuva siyasetcilerinin din sömürüsü de elbette örgütlü dinin, kendinden olmayan ve dini politikaya alet edenlere karşı, dinin inançlı temsilcilerinin siyasal alana atılması ve gerçek temsilciliği getirmesi gereğinin ardında gitmesini getirecekti. Bu da tanrının temsilcisi siyasal partinin kurulmasına yol açacak ve güçlenmesine neden olacaktı. Kısaca, laik-burjuvazi kendi eliyle kendini tuzağa düşürmüş durumdadır. 

Örgütlü Dinin Hortlatılışı

Burjuva politikalarının sonucu olarak örgütlü din yeniden hortlatılmış ve siyasal sahnede burjuva siyasal demokratik oyununu Makyavellinin güleryüzüyle yaparken, aynı zamanda yerel idareleri ele geçirmeyle başlayan yaygın bir dayanışma iletişim ağı kurup geliştirmişlerdir. Bu iletişim ağı kapitalizm dünyasında, Marksistlerin (sömürü amaçlamadıkları için) başarılı olamadıkları, ekonomik faaliyetler dayanışmasına uzatılarak güçlendirilmiştir. Gerçekte ağın kuruluşu ve yaygınlaştırılması ekonomik temelin tekelci pazarda kendini güçlendirebilmekte seçmek zorunda olduğu en birinci alternatiftir. Ağ bir kez kuruldumu, gelişme olanağı, var olan inançların sömürüsünü yapmayı gerektirirki bu da modern iletişim araçlarıyla ve camilerden geçerek sözlü iletişimle desteklenen bir yaygınlaşma potansiyeline sahiptir. Marksistler bu bakımdan şanssızlar çünkü, Marksist iletişim halkın inançlarının sömürüsü değil, egemen bilinç ve inanç yapısıyla çatışan bilgiye ve enformasyona dayanır. Dolayısiyle Marksist (örneğin marksist basın), dayanışma ve iletişim ağı entellektüel sınıf, gençler ve işçi ve köylü sınıfları arasındaki militanlar ve sınıf bilincinde olanlarla sınırlıdır. 

Mücadeleci Basın ve Din 

Türkiyede, din sorunu burjuva yönetimin ve sınıfının çözmek zorunda kaldığı ve gittikçe ciddileşen bir sorun durumuna gelmektedir. Bu aynı zamanda her ideolojik yanlılıktaki bilim adamlarının ve basının da sorunudur. Bu nedenle, örneğin Bilim ve Utopyanın din üzerinde ayndınlatıcı ve oldukca değerli sunumlarını alkışlamak gerek. Fakat burjuvanın sorununu durmadan tekrar tekrar sunmak, ne denli aydınlatıcı ve önemli olursa olsun, materyal ilişkiler gerçeğinde çok daha önemli sorunları bir yana itmektir. Dini inanç ideolojik üst yapıyla ilişkili ve alt yapının değişmesiyle değişecek bir sorundur. Burjuvalaşmayla dini terketme ve dine sadece sömürü için geri dönme buna bir yanıttır. Ankaranın burjuva semtlerinin çocuklarının kaç tanesi beş vakit namaz kılıyor dersiniz? Kapitalist üretim ilişkileri ve Darvinci-evrimci eğitim bu işi zaten yapmaktadır. 

Elbette marksist basında din ve diğer ideolojik yorumlar, incelemeler ve araştırmalar sunulmalıdır. Fakat pozitivizmin ana gündemi olan fikirler tartşımasına saplanarak ana gündemi unutmamak gerek. Özellikle, tekrar belirteyim, Türkiye'de din gündemi özellikle egemen burjuva sisteminin kendi yarattığı bir sorunla gelen burjuvazinin gündemidir. Marksizmin bu gündemdeki yeri her zamanki gibi "dinin kitlelerin afyonu olduğu" sapıtmasıyla gelen komunist düşmanlığında, insanın kendi fiziksel varlıgını korumasıdır. Gerçek düşmanın Marks değil pozitivist burjuva sistemi olduğunu anlatarak "komunist düşmanlarını aydınlatma" düşüncesi oldukça gülünçtür. Belki Tanrıyla ilişkileri sadece inanç olanlar arasında enformasyon almaya ve bilgiyle ilgilenmeye meraklı olanlar kulak verebilir. Fakat "tanrı yapıp tanrı satanlar" kesinlikle dinlemezler, çünkü, onlar için tanrı ticarettir, finanstır, endüstriyel sermayedir. Tanrısını kaybeden inanan insan için dünya anlamını yitirir. Tanrıyı kaybeden din tüccarı sadece iflas eder. Dolayısiyle, her ikiside şiddetle direnmek zorundadır. 

Mücadeleci basın egemen din gündemini ve bu gündemin anlamını, mücadeleci gündemler içindeki yerini ve kendisiyle ilişkisini incelemeli, saptamalı ve ona göre egemen gündemi yeniden biçimlendirerek veya kendi gündemini sunmalıdır. 

Marksizm ve Din

Marksist anlayış, dinin, iletişim yoluyla bilinçlendirmeyle, yasaklamayla, cami kapatmayla vb. değişmeyeceği görüşüne dayanır. Bilinçlendirmeyle inanç değisimi olması olasılığı harcanan enerji ve zamanla oranla oldukça faydasız, gereksiz ve hatta verimsiz bir giritimdir.

Dini inanç diğer tutum ve inançlar yanında belli bir yer kaplar. Din, insanın evrensel varlık sorusuna verdiği veya kendisine egemen bir kültür tarafından verilen cevaptır. Dinin örgütlenmesiyle birlikte biçimlenen anlam ve bu anlamın materyal orijini kapitalist pazar ilişkilerinde farklı bir anlama gelir: Din materyal ilişkiler temelini yitirmiştir ve kalıcılığı ücretli-kölelik düzeninde yoksun bırakılmışların evrensel tesellisi olmasındandır. Bu kalıcılık siyasal sömürücü politikalarla belli çıkarlar için desteklenmektedir. Dolayısiyle, Marksizmin gündeminde, insanın evrensel sorusunun cevabı olan dini inancın yeri, bunun tanınmasıyla batlar. 

Din bilinciyle insanı değiştirme gibi bir çabayla, insanı kendini kendi gördüğünden farklı bir biçimde görmeye zorlamak, marksist anlayışa aykırıdır. İnsan dini inancıyla kendi başına bırakılmalıdır. Sadece dini inançları değil, bütün inançlarından dolayı hiçbir insan, iyi amaçlarla olsa bile, rahatsız edilmemelidir. Bu görüşü de, kapitalist mülkiyetin korunması olan ve mülkiyet ilişkileri içinde anlamını yitiren özgürlükçülükten ayırdetmeliyiz. Fikirlerden başlayarak sağlanmaya çalışan değişim çabası, pozitivist akılcılığın kafa kırma politikaları ve polis işkenceleriyle insanı değiştirme uğraşıdır. Marksizmin bireyle ilgisi bireyin diğer birey tarafından sömürüsünü ve yaşam koşullarından yoksun bırakılarak köleleştirilmesini getiren toplumsal üretim biçiminin değiştirmesini sağlamaktır. kısaca, marksizm işe ne din ne de başka bir inanç sisteminden başlar, fakat yaşayan insanın yaşanan yaşamını yapma koşullarını ele alarak başlar. 

Burjuva gündeminde, örgütlü dinin gericilik olarak nitelenmesi, kapitalist çıkar, ilerleme ve modernlik anlayışıyla sıkı sıkıya bağıntılıdır. Aslında, örgütlü din, en iyi şekliyle, kendini ve kendi çıkarını temsil eder. Özgür kapitalist demokraside bunun oldukça normal nitelenmesi gerekir. Nitelenmez, çünkü din ve kapitalismin uzantısı-faşizm egemen burjuva sermayesi için gerektiğinde kullandığı siyasal amaç gerçekleştirme aracıdır. Bu araç kendi bağımsızlığını ilan edecek kadar kendini güçlü hissettiğinde, burjuvazi için hem siyasal hem ekonomik tehlike olmaya başlar ve engelleme mekanizmalari işe koşulur. Bu mekanizmalarin etkili bir biçimde çalışması egemen güçlerin kontrol kabiliyetine bağlıdır. Bu da, Türkiye gibi ülkelerde, sadece komunistlere ve azınlıklara karşı etken bir biçimde çalışır.

Marksizmin din anlayışının pozitivist laiklik ilkesiyle ilişkisi, bu ilkeyi benimseme değil, burjuva egemenlik ilişkileri içinde açıklamaktır. Laiklik Marksizmin malı veya kavramı değildir. Burjuvaların feodal sistemle egemenlik mücadelesinin ifadelerinden biridir. örgütlü dini siyasal sahneden atması yanında, laikliğin inanç özgürlüğü burjuvazinin serbest ticaret özgürlüğüdür, serbest ticaret doktrininin entegral bir parçasıdır. 

Kuran'ı ve şeriatı inceleme ve değerlendirme elbette gerekir. Fakat bunu, bilimsel araştırmalar ve sunumlarla da olsa, "haçlı seferi'' yapmak, kesinlikle Marksizmin işi değildir. Mücadeleci basının temsil ettiği görüş tarzında dinin siyasal, ekonomik, kültürel gündemlerde ön plana geçirilmesi ve tekrar tekrar kapak gündemi yapılması, bütün sayının bilimsel ve aydınlatıcı sunumlara ayrılması, toplumsal üretim ilişkilerinin materyal ve ideolojik gerçeklerinin tümü içinde, gereğinden öte bir ağırlık vermek değil mi? 

Bilim ve Ütopya Dergisi; Subat 1996 

http://kutuphane.halkcephesi.net/Yazarlarold/Irfan%20Erdogan/egemen%20gundem%20din%20basin.htm

..

İNTERNET MEDYASI VE GAZETECİLİK



İNTERNET  MEDYASIMI  GAZETECİLİK Mİ.?


İNTERNET  MEDYASI VE  GAZETECİLİK 




İnternet medyası yöneticilerinin “Gazetelerin içeriği sadece gazetelerindir” deklarasyonuna ortak tepkisi: Önce iğneyi kendilerine batırsınlar
Cansu Yılmaz 

İnternet sitelerini hedef alan, 20 ayrı gazetenin ortak imzasıyla açıklanan deklarasyona tepki gecikmedi.İnternet Medyası Federasyonu (İMF) tarafından yapılan açıklamada gazetelerin çıkarlarını korumanın hak olduğu ve kaynak gösterilmeden yazı kullanılmasının meslek etiğine saygısızlık olduğu belirtilse de “hırsızlık” olarak nitelenen alıntıların bizzat imzacı gazeteler tarafından yapıldığı da vurgulandı. Cengiz Semercioğlu’nun TV8 kanalında yaptığı programa katılan İnternet Medyası Derneği Başkanı Hadi Özışıkise “Bütün dünyada kaynak belirterek haber alışverişi yapılıyor. Bu kararın altında internet dünyasını boğma girişimi var” dedi.
Atilla: “Gazetelerin de sadece kendi içeriklerini kullandığı söylenemez.”
İnternet Medyası Federasyonu Yönetim Kurulu Başkanı Talat Atilla tarafından yapılan yazılı açıklamada internet medyasına pervasız ve hırsız nitelemeleri gibi çok sert ifadelerle savaş açmanın hiçbir yarar sağlamayacağı belirtildi. “İnternet medyasının her gün artan gücü karşısında gazetelerin, pozisyonlarını korumak için önlemler almasını anlaşılır bir talep olarak görüyoruz. Belli bir emek verilmiş haberin/yazının/fotoğrafın kaynak gösterilmeden birebir kopyalanması her şeyden önce meslek etiğine saygısızlıktır” denilen açıklamasında Atilla, “Ancak şu açık ki söz konusu gazetelerin de sadece kendi içeriklerini kullandığı söylenemez. Deklarasyonda çok sert bir şekilde ifade hırsızlık olarak tanımladıkları diğer yayın organlarının haberlerini kaynak göstererek kendi gazetelerinde, gazetelerinin web sayfalarında kullanmaktadırlar.  Savaş açtıkları televizyonların haber bültenleri ya da internet sitelerinin özel haberlerini gazetelerde görmekteyiz. İMF olarak yayınlandıktan sonra artık bir kamu malı haline gelen haberin/ yazının/fotoğrafın kaynak gösterilerek özet bir şekilde alıntılanmasının gerekli ve uygun olduğunu düşünmekteyiz” dedi.
Altaylı: “Böyle gitseydi bir gün gazeteler kepenk indirecekti”
Cengiz Semercioğlu’nun TV8 ekranlarında yayınlanan “Böyle Bir Şey Var Mı?” programında da konu ele alındı. medyatava.com isimli sitesinin haberine göre programa telefonla katılan Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı uygulamayı savunarak, “Haber için milyonlarca dolar harcıyoruz birisi geliyor haberleri toplayıp yayınlıyor. Sayfa tasarımlarımızı bile bire bir yayımlıyorlar. Böyle gitseydi bir gün gazeteler kepenk indirecekti” dedi.
Programa katılan, bir çok internet sitesinin de sahibi olan İnternet Medyası Derneği Başkanı  Hadi Özışıkise bu tür uygulamaların tüm dünyada yaşandığını belirterek, “Haber değeri varsa haberleştirilir. ‘Korsana hayır’ sloganının altına ben de imza atıyorum. Bize hiç davet gelmedi konuşulmadı bile. Kararı kendi başlarına aldılar keşke bize danışsaydılar. Bu kararın altında internet dünyasını boğma girişimi var” dedi. Gazeteport isimli internet sitesinin sahibi Yavuz Semerci de bunun gazete tirajlarını arttırıcak bir uygulama olmadığı, büyük gazetelerin internet sitelerinin haberlerini kendilerinden aldıklarını söyleyerek karşı çıktı.
Akın: “Mesele içerik üreten bağımsız mecraları da boğmaksa, bu iş zor.”
Konuyla değinenlerden biri de bağımsız haber portalı t24.com’un Genel Yayın Yönetmeni Doğan Akın’dı. Yayımlanan ortak deklarasyonda kullanılan dilin “ölçüsüz” olduğunu vurgulayan Akın, “Bunun yerine, aslında önemli bir soruna işaret edilebilir, hatta kayıt dışı çalışmayan internet mecralarıyla ortak hareket edilebilirdi. Çünkü biliyoruz ki, Türkiye’de, hiçbir içerik üretmeden sadece gazete ve televizyonların ürettiği malzemeyi tüketerek yayın yapan çok sayıda internet sitesi var” diye yazdı.
2005′te 1 milyon dolar gibi küçük bir bütçeyle kurulduktan sonra geçen yıl  315 milyon dolara America On Line’a  (AOL) satılan Huffington Post’un kurucusu Arriana Huffington‘ın, “Bizden aldığı haberlerle bizim tirajlarımızı düşürüyor” diyen gazetelere, 2009′da “internet Oscar’ı” olarak bilinen “Webby” ödülünü alırken söylediği, “Hayatım, gazeteleri ben öldürmedim!..” yanıtını yazısının başlığına taşıyan Akın, meselenin diğer boyutunda yer alan “haberin telifi olur mu?” tartışmasının tüm dünyada yapıldığını da söyledi. Gazeteler ve gazetelerin internet sitelerinin de, televizyonlar ile gazetelere ait olmayan diğer internet sitelerinden haber ve yorum kullandıklarının altını çizen Akın, “Haksız rekabet vurgusu da taşıyan deklarasyonun temel hareket noktasının, gazetelerin tirajı ile gazete sitelerinin ziyaretçi sayısını artırmak olduğunu biliyoruz. Peki “hiçbir haber ve yorumun, hiçbir şekil ve hacimde, kaynak gösterilerek dahi kullanılmasına izin vermeyeceğiz’ diyen gazeteler dediklerini yapıyorlar mı?” diye sordu.
“Yapmaları gereken, o mecraların neden güç kazandığı üzerinde düşünmek”
Akın, birkaç gün önce El Arabiya televizyonunun, Türk pilotların Suriye tarafından öldürüldüğü iddiasına sayfalarında uzun uzun yer veren ancak kaynak göstermeyen gazetelerden örneklerle sorusunun yanıtını da verdiği yazısında, “Mesele, internette kayıt dışı çalışan, nereden ve nasıl yayın yaptığı bilinmeyen, gazetelerdeki yorumları uyarılara rağmen birebir ve link vermeden yayımlayan sitelerse, tamam. Ancak mesele, kendisi de içerik üreten bağımsız mecraları boğmaksa, geleneksel medyadaki grup hâkimiyetini internette de inşa etmeye kalkmaksa, bu iş zor. Gazeteler, tirajlarını, internette güç kazanan bağımsız mecraları sindirmeye çalışarak artıramazlar. Yapmaları gereken, o mecraların neden güç kazandığı üzerinde düşünmek” dedi.

TÜRK BASINININ DEVLERİ, SİYASETE ETKİLERİ, VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ,



TÜRK BASINININ  DEVLERİ, 
SİYASETE ETKİLERİ, 
VE 
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ,


Medya patronlarının, Aydın Doğan ya da Mehmet Emin Karamehmet’in, hangi alanlarda at koşturduğunu ve nasıl bir kazanım elde ettiğini, tümüyle olmasa da, resmi kayıtlardan izlemek mümkün. Peki manevi tercihlerin temel oluşturduğu çıkarlar için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Bu sorunun cevabı “cemaat medyası”nın nasıl bu kadar yükseldiğini de ortaya koyuyor.
Güventürk Görgülü
23 Mayıs 2008 – Türkiye’de 12 Eylül sonrasında, Özal dönemiyle birlikte geleneksel gazete sahipliği sisteminin değişimine şahit olduk. Dünyada daha önce tamamlanmış bu süreç, “Gazetecilik”ten “Medya grupları”na geçiş dönemiydi.
Yeni Asır’la tanınan Dinç Bilgin ve arkadaşları bu dönemde İstanbul’a gelip Sabah’ı kurdular. Ardından Turgut Bey’in oğlu Ahmet ve Kemal Uzan’ın oğlu Cem, “sihirli kutu”larının kapağını açıp özel televizyonculuk dönemini başlattılar. Haldun Simavi’nin Günaydın’ı Asil Nadir’e satması, Nadir’in peşpeşe gazete satın alması, Erol Simavi’nin Hürriyet’i Aydın Doğan’a devretmesi ve burada anlatmaya gerek olmayan bir sürü satın alma, satma, batma, çıkma, birleşme öyküsü…
Bu dönemde gazete sahipleri, “gazete sahibi” olmaktan çıkıp “medya patronları”na dönüştüler. Medya grupları ya holdinglerin eline geçti ya da medya grupları holdingleşti.
Bu süreçte kafayı medya, haber etiği gibi konulara takanların en büyük eleştirisi, kuralsız ve fütursuzca holdingleşen medyanın kazandığı sınırsız manipülasyon gücüydü. Hangi patron hangi devlet ihalesine giriyor, hangi ihale için hükümeti nasıl etkilemeye çalışıyor tartışıp dururduk –hala da tartışmaya devam ediyoruz. Çiller’le Doğan Grubu’nun, Mesut Yılmaz’la Sabah Grubu’nun çatışmalarının altında hep bu “verdim-vermedim” kavgası aranır, çoğu zaman da açık ve net bir şekilde bulunurdu. Zaten bu işe kafayı takmış gazeteciler bulamazsa, rakip medya grubu bunu bulur, çıkartır, ortaya dökerdi.
Yalnızca hükümetle değil, bu grupların kendi aralarındaki çıkar çatışmaları da bitmek tükenmek bilmeyen kavgalara yol açardı, hala da açmaya devam ediyor… Doğan Grubu’yla Sabah Grubu’nun, Uzanlar’la Doğan Grubu’nun bitmeyen kavgalarının ardında hep bu çıkar çelişkilerinin yattığını artık hepimiz biliyoruz. Bilmek bir yana, hangi ihale, hangi şirket, hangi iş nedeniyle birbirlerine düştüklerini madde madde saymak bile mümkün artık.
Bu yazının temel eleştiri noktasını hatırlatmakta fayda var: Çok değişik sektörlerde faaliyetleri olan bir sermaye grubunun aynı zamanda medya sahibi olmasındaki ana sakınca nedir?
Temel sakıncaları iki başlık altında toplayabiliriz:
Birincisi, eldeki medya gücünün, o sermaye grubunun diğer ekonomik faaliyetleri lehine; okuyucuyu, izleyiciyi, kamu otoritelerini ve tüketiciyi yanıltacak, haksız rekabet yaratacak şekilde kullanabilme olanağıdır.
İkincisi ise sermaye grubunun medya dışındaki diğer ekonomik çıkarları için yürütme ve yasamayı, hatta yargıyı etkileme gücü kazanması veya tam tersinin geçerli olmasıdır. Yani yürütmenin/hükümetin belirli bir ekonomik çıkar vaadi veya ekonomik kayıp tehdidiyle medyayı etkileme gücüne sahip olmasıdır. Her iki durumda da medya-toplum ilişkisi ve medya iktidar ilişkisi manipülatif hale gelir, okuyucu, izleyici ve tüketiciler açısından arka plandaki çıkar ilişkileri algılanamaz, algılanamadığı için de karşı konulamaz olur. Sonuçta toplum, medya ve hükümet karşısında zayıf düşer.
Ama şimdilerde, 1990’ların sonuna kadar geçerliliğini koruyan medya sahipliği düzeninin bile 2000’ler sonrasında ortayla çıkan yeni medya sahipliği düzeninden daha “ehven-i şer” olduğunu görmeye başladık. Zira 2000’lerin başına kadar güçlenen “holding medyası”, artık yerini yavaş yavaş “cemaat medyası’na terk ediyor. Aman yanlış anlaşılmasın “medya cemaatlerin eline geçti laiklik elden gidecek” kaygısından kesinlikle söz etmiyorum. Temel sorun ve çelişkinin bu olmadığını düşünmem bir yana, elinde ıstampayla gezip ağzından “La” hecesi çıkan herkesin alnının ortasına “laikçi-ergenekoncu” kaşesi basan arkadaşların hedefi olmayla da niyetim yok. Söylemek istediğim kısaca, cemaat medyasının çıkar ilişkilerinin holding medyasının çıkar ilişkilerinden çok ama çok daha kalın bir sis perdesinin arkasında bulunması, bu nedenle sözünü ettiğim sakıncaları çok daha derin biçimde ortaya çıkartmasıdır.
Şöyle örnek vereyim: Diyelim ki Hürriyet gazetesinde İstanbul Belediyesi aleyhine çıkan haberler gördük. Hemen arkasından birkaç rakip dergi, gazete veya televizyon kanalında, veya medya sitesinde Hürriyet’in bu çıkışının Hilton arazisiyle ilgili olduğunu, Doğan Grubu tarafından satın alınan sözkonusu arazinin imar planlarının değiştirilerek büyük bir rant elde edilmek istendiğini, bunun için de belediyeye baskı yapıldığını okuyabiliyoruz. Bazen bunu tahmin ediyoruz, bazen biliyoruz.
Veya diyelim ki Çukurova Holding yönetimindeki Türkcell’in hizmetleriyle ilgili bir haberi, Akşam gazetesinde veya Show TV’de görmek bizi artık şaşırtmıyor. Çünkü bunların grup gazetesi, grup televizyonu olduğunu artık herkes biliyor.
Tabii bu durumu gazetecilerin veya medya işini kafaya takmış birkaç okuyucunun bilmesi, konuyu herkesin bildiği anlamına gelmiyor. Okuyucu ve izleyici çoğunluğunun burada haksızlığa uğradığını ve uğramayla devam ettiğini kabul ediyoruz. Şimdi bu haksızlığı bir tarafa koyup, benzer başka bir duruma bakalım…
Son dönemde, TMSF eliyle veya başka yollarla el değiştirmiş veya başlangıçtan itibaren cemaat yayını olarak kurulmuş medyalara bir göz atalım. Son söylediğim grup için Zaman gazetesi iyi bir örnek. Zaman gazetesi, Samanyolu televizyonu, Cihan Haber Ajansı ve diğerleri oldukça büyük bir medya grubunun üyeleri. Bu grubun bir kişiye veya aileye değil, “Fethullah Hoca Efendi Cemaati” olarak bilinen gruba ait olduğu, bu grup tarafından kurulduğu ve büyütüldüğü söyleniyor.
Şimdi diyelim ki Zaman’da Kaz Dağları’nda altın aranmasına karşı çıkanlarla ilgili bir haber yapıldı. Haberde, bu işe karşı çıkanların ekonomik gelişmeyi baltaladığına vurgu yapılarak Kaz Dağları’nda altın arama faaliyetlerine açıkça destek veriliyor. Hatta tek bir haberle yetinilmeyip bu tavrı sürdüren bir dizi haber de yapılıyor. Peki bu durumda biz bu gazetenin Kaz Dağları’nda altın çıkartılmasını destekleyen haberlerinin cemaatin tercihleriyle bir ilgisi olup olmadığını biliyor muyuz? Hayır, bilmiyoruz. Peki öğrenebiliyor muyuz? Hayır, öğrenemiyoruz? Peki öğrenme şansımız var mı? Hayır, yok.
Bir başka örnek daha verelim. Diyelim ki yine Zaman’da İstanbul’daki kentsel dönüşüm projelerini destekleyen haberler çıkıyor. Bu haberler gerçekten objektif gazetecilik kriterlerine uygun olarak mı yapılıyor, yoksa cemaatin tercihlerine uygun olarak mı? Mesela Fethullah Hoca Efendi Cemaati’nden işadamları bu kentsel dönüşüm projelerine giriyorlar mı? Giriyorlarsa bunlar kimler? Bu ihalelere giren kişiler gazetenin yazı işleri kararlarını etkiliyorlar mı? Ne ölçüde etkiliyorlar? Bu soruların cevabını biliyor muyuz? Hayır. Cevabını alma şansımız var mı? Hayır.
Şimdi bir de soruları tersten soralım. Kaz Dağları’nda altın arayan veya aramak isteyen şirketlerin sahiplerinin bu Fethullah Hoca Efendi Cemaati’ne yakın olup olmadıklarını bilebilir miyiz? Elbette bilemeyiz. Peki kentsel dönüşüm işlerine giren şirketlerin bu cemaatten olup olmadıklarını bilme şansımız var mı? Elbette yok!
Burası özgür ve demokratik bir ülke. Hiçkimse manevi tercihleri nedeniyle fişlenemez ve ayırıma tabi tutulamaz. İşte bu nedenle bu “manevi” tercihlerin maddi kazançlara dönüşüp dönüşmediğini asla bilemeyiz. Değil mi?
Evet, Aydın Doğan’ın veya Mehmet Emin Karamehmet’in kaç tane şirketi var, bunları biliyoruz. Bilmeyenler de İstanbul Ticaret Odası’nın kayıtlarını açıp bakabilirler. Halka açık tüm şirketlerin ortaklık yapıları SPK veya İMKB’den bulunabilir. Bu şirketler devletten, belediyeden ne ihale aldılar, nerede altın, nerede maden aradılar, hangi markaları ithal ediyorlar, ne ihraç ediyorlar, hangi uluslararası şirketlerin temsilciliklerini yapıyorlar hepsini -tam olmasa da- büyük oranda öğrenme şansımız var. Buradaki çıkar ilişkilerini çözmeye kalktığınızda açık ve resmi kayıtlar sizi büyük ölçüde bir sonuca ulaştırıyor.
Peki diğer taraf? “Maalesef” diyemiyorum, çünkü bu hepimizin bireysel özgürlük alanını ilgilendiren bir konu; manevi tercihlerimizin kaydedildiği İstanbul Ticaret Odası gibi bir oda yok. Kimse kimsenin cemaatinin veya tarikatinin çetelesini tutmuyor. Ama diğer yandan manevi ilişkilerin maddi çıkarlara dönüşüp dönüşmediğinin kayıtları da ortaya çıkamıyor. Ve cemaatler de bu “özgürlük alanını” maddi çıkar için sonuna kadar kullanabiliyorlar.
İşte “cemaat medyasının çıkar ilişkilerinin holding medyasının çıkar ilişkilerinden çok ama çok daha kalın bir sis perdesinin arkasında bulunması”ndan kastım da tam bu… Çok sayıda kişi ve en küçüğünden en büyüğüne çok sayıda firma, kanıtlanması mümkün olmayan ilişkiler, yazılı hale getirilmeyen anlaşmalar, “low profile” organizasyonlar, tanımlanamayan çıkarlar…
“Cemaat medyası” bugün artık “holding medyası”ndan daha ürkütücü bir duruma geldi ve geliyor. Çünkü cemaat medyasında ne zaman, kim tarafından, ne amaçla manipülasyon yapıldığı daha kalın bir sis perdesinin arkasında kalıyor.
Cemaat medyasının hükümetle veya belediyelerle olan ilişkileri belirsiz. Kim kimi ne kadar etkiliyor veya yönlendiriyor belirsiz ve her zaman da belirsiz kalacak…
Holdinglerin manipülasyonlarına karşı sütten çıkmış ak kaşık edasıyla “medyada etik” işlerinin dibine vuran cemaat medyası yöneticileri acaba dışarıdan bakıldığında böyle göründüklerinin farkındalar mı? Yoksa onlar da ortaya çıkan bu havadan memnun mu? Belki de bu dumanlı havanın zamanla her yeri kaplamasını tercih ediyorlardır. Kimbilir!..

.

DÜNYA EKONOMİSİNİN 5.CI DEV GÜCÜ BASIN NEREYE GİDİYOR.. Medyanın Açmazları ve kırılma Zamanı


DÜNYA EKONOMİSİNİN  5.CI DEV GÜCÜ  BASIN   NEREYE GİDİYOR..  

Medyanın açmazları ve kırılma zamanı



Medya sektöründe, aktarılan kaynakların, sübvansiyonların, umulan dışsal faydayı yakalamaya yetmediğini ve bir “kırılma” noktasına yaklaşıldığını söylemek mümkün.
Mustafa Sönmez
22 Mart 2004 – 

Medya tartışmaları, özellikle seçim dönemlerinde yeniden alevlenir. Medyanın tarafgirliği, bir silah olarak kullanılması, yozlaşması yeniden yeniden tartışılır. Medyada kimsenin karşı çıkmadığı bir erozyon var ve bu erozyonun da elbette ki, ekonomik bir temeli var. Ticari bir alan gibi görünmekle beraber, medyanın “kar elde etmekten çok, bir silah olarak kullanılmakta olduğu” ve askeri harcamalarla benzer özellikler gösteren “medya harcamaları”nın, önümüzdeki dönemde ilginç gelişmelere gebe olduğu söylenebilir. Medyada olası gelişmelere geçmeden önce, “sektör”ün analizi yerinde olacaktır.
Hemen belirtelim ki, Türkiye, kişi başına geliri, okur-yazar oranı, kentleşme eğilimleri, reklam pastası, tüketim harcamaları v.b. ekonomik ve sosyal göstergeleri ile hiç uyumlu olmayan bir medya niceliğine sahip. Sayılarla ifade edelim:
TV’ler: 16’sı ulusal, 15’i bölgesel, 229’u yerel ölçekte yayın yapan 260 televizyon kanalı (53’ü kablolu),
Radyo: 30 ulusal, 108 bölgesel, 1062 yerel yayın yapan 1200 radyo istasyonu,
Yazılı basın: Tüm ülkede dağıtımı yapılan 32 gazete ve 85 dergi.
Bu nicelikteki medya kuruluşu neyle döner ? Medyanın iki tür geliri var. Birincisi reklam gelirleri, ikincisi gazete,dergi satışları. Ancak bu iki kanaldan giren gelirin bu nicelikteki medyanın maliyetlerini karşılaması mümkün değil. Yine sayılara dönelim.
REKLAM GELİRLERİ
Reklamcılar Derneği verilerine göre, medyayı besleyen reklam harcamaları yıllar itibariyle şöyle gelişmiş:


1993’te 650-700 milyon USD

1994’te 375 milyon USD,
1995’te 635 milyon USD
1996’da 770 milyon USD
1997’de 950 milyon USD
1998’de 930 milyon USD
1999’da 925 milyon USD
2000’de 1.055 milyon USD
2001’de 540 milyon USD
2002’de 730 milyon USD
2003’te de 2002’nin performansının tekrarlanmış olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bu reklam harcamalarının, açık hava, sinema payları çıkıldığında, örneğin son iki yılda medyanın reklam girişlerinin 655 milyon dolar dolayında olduğunu anlıyoruz.
2002 yılı ortalama USD kuru olan 1.512.000 TL hesabıyla mecraların yayın gelirleri 715 milyon USD ve toplam reklam pastası 953 milyon USD’dir. Ancak elektronik ve yazılı basının reklam geliri 654 milyon doları ancak bulmaktadır.
Reklam gelirlerinin, önümüzdeki birkaç yıl daha hızlı artmasının ise hiçbir belirtisi yoktur. İç pazarın daraldığı, özel tüketim harcamalarının 2000 öncesi düzeye ulaşamadığı dikkate alındığında ve Türkiye’nin borç yükü, borç ödeme öncelikli ekonomi politikalarının tüketim harcamalarına negatif etkisi göz önünde bulundurulduğunda, reklam yatırımlarında hissedilir bir artış ihtimalinin çok düşük olduğunu söylememiz mümkün.
SATIŞ GELİRLERİ

2003 sonu itibariyle Türkiye’deki gazetelerin satış rakamları ve satış gelirine bakıldığında yayınlanan 32 adet gazetenin her gün 4 milyon 200 bin dolayında satış yaptığı, bu satıştan da (dağıtım payını göz ardı ediyoruz) 953 milyar liralık (700 bin dolar) gelir elde ettiği görülüyor. Yani Türkiye’de gazete satışıyla gerçekleştirilen ciro aylık 28.6 trilyon liraya (21.2 milyon dolar) yıllık 343 trilyon liraya (254 milyon dolara) ulaşıyor.
Böylece medyanın reklam ve satış geliri toplamı (654+254) 908 milyon doları buluyor.
Resmi ilanlar, dergi satış gelirleri ve makul bir yanılma payı ile birlikte, bu rakamı biraz daha artırıp 1 milyar dolara çıkaralım ve şimdi şu soruyu soralım:
Yılda 1 milyar dolarlık bir reklam ve satış geliri, 16 ulusal kanalı, yıllık üretimi 1,5 milyarı aşan 32 gazeteyi, 85 dergiyi ve 30 ulusal radyoyu yaşatmaya yeter mi ?
Nitekim, tek başına bir TV kanalının yıllık operasyon giderinin 100 milyon dolar olması bile tek başına, detaylı bir analize gitmeden, medyanın yağıyla kavrulmadığını ve sürekli sübvansiyon gördüğünü söylememize yeterli. Kuşkusuz bu sübvansiyonun miktarı , yatay ve dikey birleşmelerle aşırı yoğunlaşmış (tekelleşmiş) medyada, gruptan gruba farklı niceliklere sahiptir.
DOĞAN GRUBU’NUN PAYI YÜZDE 42

Medyada en büyük paya sahip olan ve tuzu en kuru izlenimi veren Doğan Grubu, reklam pastasındaki payını yüzde 40-42 dolayında olarak açıklıyor. Bu, 654 milyon dolarlık medya reklam pastasının yüzde 42’sini oluşturan 275 milyon doların Doğan Grubuna ait olması demektir.
Doğan grubu gazeteleri satış gelirinden yüzde 41 pay alıyorlar. Bu, 254 milyon dolarlık gazete satış gelirinin 104 milyon dolarının Doğan Grubu’na ait olması demektir. Özetle Doğan Grubu TV ve yazılı medyası 275 milyon dolarlık reklam, 104 milyon dolarlık gazete satış geliri olmak üzere 379 milyon dolarlık bir sektör girdisine sahip görünüyor. Bunu kabaca 400 milyon dolar olarak kabul edelim.
Ama tuzu en kuru görünen Doğan Grubu’nun bile, medya faaliyetlerini sübvansiyonla götürdüğünü söyleyebilecek sarih bir görüntüye sahibiz. Yine, sadece bir TV kanalının operasyonel giderlerinin yılda 100 milyon dolar olduğu kabul edilirse, kabaca 400 milyon doları bulan Doğan Grubu gelirinin iki TV kanalının finansmanına ve yılda 630 milyon adet gazetenin üretimine yetmeyeceğini söylemek mümkün.
Medya pazarından belli paylar alan ama sırtlarında batık banka yükleri olan Çukurova, Sabah ve Star gruplarının da çok büyük sübvansiyonlarla faaliyet icra etmekte olduklarını söylememiz mümkün. Bunlardan Star grubu için, sektörün dışına düşürülmüş grup, tanımını kullanmak yanlış olmaz.
Sektörde en büyük sübvansiyonu ya da “medya ile silahlanma harcaması”nı yapan grubun Çukurova olduğunu söylemek mümkün. Sahip olduğu Digitürk ile futbol maçları naklen yayınını oldukça ağır koşullarda üstlenen Çukurova Grubu, sadece bu operasyonunu sürdürmek üzere önemli sübvansiyonlar aktarmaya mecbur kalırken diğer TV kanalları (Show TV ve Skytürk) ve yazılı basınını ayakta tutmak için de önemli kaynaklar aktarmak durumunda kalıyor.
Etibank kaynaklarını kural dışı kullanan Bilgin Grubu ise Turgay Ciner ile yaptığı işbirliği sayesinde ayakta durur görünmekte, ancak hem Sabah-ATV grubunun hem de Cumhuriyet’in kendisini döndürmesi, Turgay Ciner’in artan oranlarda sermaye enjeksiyonunu gerektirmektedir. Bu grupların artan medya harcamaları, rakip Doğan Grubunun da medya harcamalarını artırmaktadır. Bu, karşılıklı silahlanmaya giden iki ülke ya da blokun, ekonomilerine belli bedeller ödetmeleri durumuna çok benzemektedir.
NTV ve TV 8 gibi bağımsız medya kuruluşlarının, sübvansiyonlarının katlanabilir boyutlarda olduğunu tahmin etmekteyiz. İslami kesimdeki medyanın ise katlanabilir ve sürdürülebilir bir cemaat dayanışması ile sermaye enjeksiyonunu sürdürebildiklerini söyleyebiliriz.

KIRILMA ZAMANI


Reklam ve satış gelirleri ile, kar ve sermaye birikimi bir yana, başa baş noktasına bile yaklaşamayan, dolayısıyla sürekli sermaye takviyesi ihtiyacı içinde olan medya sektöründe faaliyet, medya sermayedarları için neden hala vazgeçilmez niteliktedir? Yanıtı zor olmayan bir soru. Medyaya, bir “sektör” olmaktan çok, bir “silahlanma, güç edinme aracı” optiğinden bakılırsa soruyu yanıtlamak kolaylaşır.
Evet, özellikle günümüz Türkiye’sinde medyada “kaybedilen kaynak”, medyanın sağladığı “dışsal faydalar”ın karşılığıdır. Nedir o dışsal faydalar? Siyasete karşı “sopa ve/veya havuç” olmak. Rakibe karşı “savunma ve/veya saldırı gücü” olmak, Grubun öteki alanlarındaki sektörlerini, medyanın gücünden yararlandırmak v.b.
Ancak, harcamaların, “dışsal faydalar”ı aştığı durumlar, medyaya sahip olan gruplar açısından bir “ateşten gömlek”e dönüşmekte, bumerang misali dönüp sahibini vurabilmektedir. En taze örnek Star Grubu’dur.
Yaklaşık 1 milyar dolarlık bir gelirle sürdürülebilir bir faaliyet şansı olmayan ve sürekli dışarıdan sermaye enjeksiyonu talep eden medya sektöründe, aktarılan kaynakların, sübvansiyonların, umulan dışsal faydayı yakalamaya yetmediğini ve bir “kırılma” noktasına yaklaşıldığını söylemek mümkün.
Yakın gelecekte, özellikle batık banka kamburu olan bazı gruplar açısından medya harcamalarının, umulan “dışsal fayda”yı çok aşacağının ve sürdürülemez boyuta tırmanacağının birçok belirtileri vardır.
Medya, hissedilir bir kabuk değişimine gebe görünmektedir.