5 Ağustos 2015 Çarşamba

ADD NEREYE.. 2




ADD   NEREYE..

BÖLÜM 2


Yekta Güngör Özden:
ADD uygar davranışların ve
etkin çalışmaların ortamı olmalıdır

ADD’nin kuruluş süreci

TÜRKSOLU: Atatürkçü Düşünce Derneği’yle ilişkiniz nasıl başladı?

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN: 1980’li yılların sonlarına doğru komşum, meslektaşım ve dostum Muammer Aksoy, ülkenin içinde bulunduğu sorunların giderek karmaşık duruma geleceğini, Atatürk ilkelerinin yaşam felsefemiz ve varlık nedenimiz olarak benimsenmesinde gerilemeler izlendiğini, baro başkanlığımdan beri bu konulardaki çabam nedeniyle yararım umulduğunu, kendilerine katkıda bulunmam gerektiğini söyleyip toplantıya gelmemi istedi. Bahçelievler 2. Cadde’deki bürosunda buluştuk. Kurucular arasında yer alan 4-5 kişi daha vardı. Yönetimi benden istedi. Tartışmalar sonunda anlaşmazlık oldu, ayrıldılar. Bu ikinci toplantıymış. Ben üzerime düşeni yaptığım inancıyla evime döndüm.

Tüzük hazırlıklarını, gelişmeleri sürekli bana anlatarak bilgilendiriyordu. “Atatürkçü” adının alınması konusunda güçlüklerinin giderilmesi konusunda yardımcı oldum. Yargıçlar kurucu olamadıklarından, kuruluştan sonra 23.07.1990 günlü üyelik başvuru formu benim adıma doldurularak 1.8.1990 günlü, 30 sayılı kararla üye oldum. O zaman Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili’ydim.

Mahkemenin 19.7.1990 günlü, Değişik İşler 1990/4-5 sayılı kararıyla tüm Anayasa Mahkemesi üyelerinin ADD’ye üye olması uygun bulunmuştu. Bu kararı zamanın dernek yöneticileri sevinçle karşıladılar. Benim üye olmamı kendileri ısrarla istediler. Sanıyorum 23.7.1990 günlü öneriyi de zamanın Genel Başkanı Nejat Kaymaz ile Gürbüz Tüfekçi yaptı.

TÜRKSOLU: Daha sonra ADD Genel Başkanlığına getirildiniz. Bu süreci biraz anlatır mısınız?

ADD’ye nasıl başkan oldum

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN: Anayasa Mahkemesi’nden emekli olmadan önce bana gelerek Dernek’le ilgilenmemi söylediler. İlgilendim. Danışmanlar arasınfuda gösterdiler, toplantılara çağırdılar. Söyleşi düzenleyip imza günü verdiler. Dergilerinde benimle ilgili söyleşiler yayınladılar. Yazılarımı istediler. Atatürkçü Düşünce Vakfı’nın kurucusu yaptılar. 1996’da Yılın Atatürkçüsü ödülünü belgesiyle birlikte verdiler.

Genel Başkan Suphi Gürsoytrak’ı görevden alıp yerine Burhan Apaydın’ı seçince aralarında tartışma çıkmış. İkisi de bana gelerek birbirlerinden ve durumdan yakınıp yardım istediler. Onlara hukuksal görüşümü yansızlıkla bildirdim. Emekliye ayrılmam nedeniyle, ayrılmadan 15 gün önce 16 Aralık 1997’de Şinasi Sahnesi’nde, Jülide Gülizar’ın sunuculuğunu yaptığı bir gece düzenlediler. Fotoğrafları bir albüm oluşturuyor. TV kaseti var. Sabiha Gökçen, Anayasa Mahkemesi üyeleri, Türkiye Barolar Birliği Başkanı, Gazeteciler Birliği Başkanı, Mustafa Balbay, İlhan Şeşen ve şimdi anımsayıp saymam güç başka tanınmış kişiler, dostlar geldiler. H. Burdan Apaydın konuştu. Benim için iyi şeyler söyledi. Konuklar da konuştular. Suphi Gürsoytrak’ı konuşturmak istemediler. Ben araya girerek konuşmasını sağladım. O da iyi şeyler söyledi. Ben emekli olunca Genel Başkan olmamı isteyenler gelip gitmeye başladı. Tersine, benim böyle bir şeye kalkışmamam için beni düşünür, sever, sayar görünüp etkilemek için konuşma yapanlar oldu. Kabul etmedim. Suphi Güsoytrak Gürsoytrak’ın onurunu korumasının doğru olduğunu, Olağanüstü Genel Kurul’da bu olanağın kendisine tanınması gerektiğini söyleyerek uzak durma gerekçemi de açıkladım. Olağanüstü Genel Kurul’da Suphi Gürsoytrak Genel Başkanlığa seçildi.

Aradan geçen bir iki ay içinde yine bana geldiler. Anayasa Mahkemesi Başkanlığım sırasında devlet lojmanına gelerek görüşen merkez valisi Aydemir Ceylan başta, ADD Ankara şube başkanları, avukat Arif Çavdar, Burhan Apaydın, üyelerden tanıdığım saygın kişiler, Uluç Gürkan, Vural Savaş, Şerafettin Turan ve hepsini anımsamam olanaksız birçok kişi, şubelerden faks yağmuruyla üyeler, yurttaşlar derneğin içinde bulunduğu sorunların aşılması için görev almamı istediler. Yine olur vermedim.

Genel Kurul’un yaklaştığı günlerden birinde evime telefon eden bir yakını benim Suphi Gürsoytrak’ı kötülediğimi söyledi. Böyle bir şey olmadığını ve olmayacağını söyledikten az sonra Gürsoytrak aradı. O da kendi durumunu belirtip yeniden seçilmek istediğini söyleyince “Olağanüstü Genel Kurul’da seçilerek iade-i itibar ettiniz. Uzun süre çalıştınız. Dinlenmeniz, başkalarına yer açmanız iyi olur. Ben de istemiyorum. Bir başkasını bulalım” dediğimde “Adaylıktan vazgeçmeyeceğini” söyledi. Ben de Derneğin karışmaması, dağılma olmaması, daha iyi duruma gelmesi için özveride bulunmayı göze alarak “Siz aday olursanız ben de olurum” dedim.

1998 Haziran ayında yapılan Olağan Genel Kurul’da en çok oyu alarak Genel Yönetim Kurulu’na seçildim. Bu kurul da ilk toplantısında beni Genel Başkan yaptı. Bir kez ayrıldım. Yeniden seçtiler. Yönetim Kurulumuzda beş profesör, bir SBF bitirmiş işadamı (şimdi milletvekili), bir merkez valisi, iki ev hanımı, bir üniversite öğrencisi vardı. Yurtdışında aynı adı taşıyıp da şubemiz olmayan kuruluşlarla ilişkileri düzenlemeye çalıştık.

TÜRKSOLU ADD Genel Başkanlığınız süresince neler yaptınız?

Genel başkanlığım sırasındaki faaliyeitler

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN: Kısa sürede düş kırıklığı yaşadım. Ben zorla gelmemiştim. Kimsenin kapısını kırarak, kasasını çilingire açtırarak, belgelerine el koyarak görev almamıştım. Önceki yönetimde görev alanlar, bana Yılın Atatürkçüsü ödülünü verenler, hakkımda etkinlik düzenleyip olumlu konuşmalar yapanlar, yazılarımı isteyip yayınlayanlar, kurullara ve vakfa alanlar, saygıyla karşılayıp uğurlayanlar, hemen karalamaya, engellemeye, olumsuz konuşmaları televizyonlara, toplantılara taşımaya başladılar. Gereken yanıtları verdim. Gereken uyarıları yaptım. Direnenleri disiplin kuruluna gönderdik.

Anladım ki bunlar kişisel çıkarları peşindeler. Kendilerini tanıtmak, toplumda yer edinmek için rozet Atatürkçülüğünü seçen zayıf kişiler. Bir dernekte üye olup da birbirine karşı böyle düşmanca davranmanın uygarlıkla, insanlıkla ilgisi olamazdı.

Yaptığım çok şey vardır. Ama bunların hiçbirini kendime mal etmem. Arkadaşlarla birlikte yaptık. Bir insan tek başına bir şey değildir. Çevresiyle bir bütündür. Ortak çalışmalarımızın ürünü düzenli dergi yayınlamak, Tüzüğün öngördüğü amaç doğrultusunda çalışmalar. Tüzük değişikliği, kız öğrenci yurdu açılımı, şubeleri yönetime katmak, şubelerle ve üyelerle içtenlikli, yapıcı, sıcak ilişkiler kurmak, eleştiri, öneri, dilek ve uyarılarımızı kamuoyuna açıklamak. Kayseri, Antalya, Bursa şubelerimize çalışmaları için taşınmaz sağlamak. Milli Savunma Bakanlığı’ndan subaylar için, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurumu’ndan yargıç ve savcılar için Milli Eğitim Bakanlığı’ndan öğretmenler için izin almaya gerek kalmadan ADD’ye üye olmalarına olanak veren kararları çıkardık. Açılmış kapatılma dâvalarını reddettirdik. Yönetimle ilişkileri düzelttik. Valilik ve Kaymakamlık kapılarından kapalı olanlar açıldı. Güven yeniledik ve güçlendirdik. Yönetmelikler çıkardık. Yılın Atatürkçüsü ödüllerini saptayıp verdik. Bilimsel etkinlikler, anma günleri düzenledik. Atatürk takvimi ve günlükleri çıkardık. Gençleri eğittik, burslar verdik.

En üzüldüğüm yanı Gençlik Kolları’nın sık değişmesi, etkinliğinin doyurucu olmamasıdır. Ben aday olurken düzenlenen listede etkili olamadım, herkesi tanımıyordum, düzenlenen listeyle göreve geldim. Ayrıca, ayrılmalar üzerine karşı listeden gelen iki üyeyle gereksiz engellemelere, güç kırıcı davranışlara girdiler. Bir de çok değerli Ahmet Taner Kışlalı’nın alçakça öldürülmesi bizi sarstı. Bu olumsuzluklara karşı oybirliğiyle, alkışlarla aklandık. (ibre aldık)

Gençleşmeyi ve yenileşmeyi isteyip Genel Başkanlıktan bir dönem sonra ayrıldım

Yine pek karışmamamla birlikte görüşlerimi açıkladığım liste düzenlenerek ikinci dönem seçime katıldım. En çok oyu aldım. Genel Yönetim Kurulu’nda yine Başkan olmamı istediler. Kabul etmedim. Ağlayanlar oldu. Gençleşmeyi, yenileşmeyi, güçlenmeyi, ilgilenen ve çalışan sayısının artmasını, örnek olunması gereğini savunarak geride kaldım. Böylece bir dönem Genel Başkanlık, bir dönem de Genel Yönetim Kurulu üyeliği yaptım.

Üyelik dönemimde ancak toplantılar zamanında Derneğe gittim. İstenen yardımı ve çalışmayı yaptım. Bunun dışında hiçbir karışmam olmadı. Destek verdim, köstek olmadım. Hukuk Komisyonu Başkanlığı’nda yararlı olmaya çalıştım, o kadar.

Benim Genel Başkanlık dönemimin sona erdiği 2000 Genel Kurulu’nda dağıtılan Çalışma Raporu kitap gibidir. Her şey vardır. Kötüleyip gerçekdışı anlatımlarla toplumsal dayanışmaya zarar verenler oraya bakmalıdır. Genel Yönetim Kurulu üyeliğimin sona erdiği 2002 Haziran’ının 2. günü yaptığım konuşma da ayakta dakikalarca alkışlandı ve yine aklandık. O gün kendileri parti kurma hazırlığı yapıp tüzüklerini bastırıp dağıtanlar arkadaşlarımızın parti hazırlığı çalışmalarını çirkin saldırılarla eleştirdiler. Parti kurulması olmadığı halde. Nitekim 45 gün sonra kurularak Tüzüğe uygun davranış yeğlenmiş oldu. Kendileri Tüzüğü çiğneyenler “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” sözünü anımsatırcasına olmadık, olmayacak nedenlerle sözde eleştirilere kalkıştılar.

TÜRKSOLU: Sizce bu eleştiriler nereden kaynaklanıyor?

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN: Önce, ruhsal ve beyinsel yapısı kimi bozukluklar taşıyan bir-iki üyenin gerçekdışı söylentiler çıkarması, ahlakla bağdaşmayacak olaylar uydurması, sonra kimi partililerin kendi amaçları için Derneğimizi araç kılma girişimlerini engellemem bunlara neden oldu sanıyorum. Doyumsuz, muhteris, karıştırıcı, kavgacı, dolu görünüp boş olan, sıfat ve ünvanlarıyla bir şey sanılan kimileri, benden sonraki dönem için liste düzenlenirken tam bir yansızlıkla, Derneğimizin yararı için ara vermesini istediğim kişilerin bencilliği, üyelerimizin ilgisizliği bu duruma yol açtı.

İçimize sızan partizanları saptadıkça etkinliklerini önledim

Genel Başkan olduktan sonra kendi yayın çalışmaları için yardım ve desteğimi isteyip alan, danışmanlık görevimi tartışmasız yerine getirdiğim bir kuruluşa egemen olan bir siyasal partinin iki yöneticisi beni ziyaret ederek partileriyle işbirliği yapmamı istediler. Kendilerine “Ben CHP’nin başhukuk Danışmanlığı, Yüksek Danışma Kurulu Üyeliği, bu yolla Parti Meclisi Üyeliği’nden geldim. CHP Genel Merkezi’nde 28 yıl kesintisiz kaldım. Onlarla işbirliği yapmıyorum ki sizinle yapayım” yanıtını verince aleyhime yayınlara başladılar. Gerçekdışı anlatımlarını sağladıkları tanıklarla dava açtılar. Hem onların açtığı davayı reddettirdim hem de benim açtığım iki davayı kazandım. Özür dilemediler, 3 Kasım 2002 seçmlerinde adaylık önerdiler, dergilerinde fotoğrafımı basıp ulusal cephenin bir onurlu yüzü olarak gösterdiler, ilgilenmedim. İnanmadığım, güvenmediğim, yeterli bulmadığım kimselerle birlikteliği hiçbir zaman düşünmem.

Toplumumuzda yanlış yönelişler oluyor. Gösteri, şamata kimi zaman öne çıkıyor. Ben içlerinde subay, öğretmen, hukukçu, bilimadamı, ev hanımı, emekli, çalışan, öğrenci saygın üyelerin çoğunlukta olduğu bir kuruluşu güç durumda bırakmak istemem. İçimize sızan partizanları saptadıkça etkinliklerini önledim.

Derneğimize siyasetçi girer, siyaset giremez

“Derneğimize siyasetçi girer, siyaset giremez. Polis copuyla üyelerimizi karşı karşıya bırakmam. Bilimsel ağırlıklı etkinlikler yapacağız, sokak hareketleri, bizim işimiz değil ama gerekirse dağa çıkarız. Rozet takmakla, nutuk atmakla, resim asmakla Atatürkçülük olmaz. Atatürkçülük yürek ve beyin işidir. Bu onuru her omuz taşıyamaz. Ölmek de yok dönmek de yok” dedim. Bunu sömürüp durgunluk ve donukluk yarattığımı savladılar.

Durum ortada. İlçelere, mahallelere, köylere açılmak, Atatürkçülüğü anlatıp sevdirmek, ilkelerde birlikteliği sağlamak çalışmaları yapılamadı. İstediğimiz her şeyi yapamadık. Akçalı durumumuzu destekleyen anlayışlı yurttaşlar oldu. Onları durdurmak için kötüleyip gerçekdışı yayın yaptılar. Olmadığım ve olmakta sakınca bulmamama karşı gerçekdışı yayın yaparak mason olduğumu yayıp hakkımda kötü duygular yaratmaya çalıştılar. Disiplinsiz demokrasi anlayışının sakıncaları bu tür tutarsızlıklar sonunda görüldü.

Haziran 2002 Genel Kurulu kimi çirkinliklere sahne oldu. Atatürkçü Düşünce Derneği her yönden düzeyli, örnek, doyurucu, yararlı, toplumsal barışın, dayanışmanın, efendiliğin, dostluğun, kardeşliğin, uygar davranışların, etkin çalışmaların ortamı olmalıdır. Terbiyesi kıt, ahlakı bozuk, çıkarcı, gösterişçi, yalancı, saygısız, ilkesiz insanlar orada bulunmamalıdır. Derneğini güç duruma düşüren, yöneticilerini ve arkadaşlarını kötüleyip karalayan üye olamaz. Eleştiriye kimse bir şey söyleyemez. Herkesin konuşma ve yanıt hakkı vardır. Ama eleştiri adı altında saldırı hukuk dışıdır. Atatürkçü, sapkın da olamaz, saldırgan da olamaz.

TÜRKSOLU: ADD Genel Başkanlığınız döneminde ne gibi saldırılarla karşılaştınız?

Genel Başkanlığım döneminde bana saldıranlar

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN: Anlatmak, bir söyleşinin sınırlarına sığdırmak güçtür. Örneğin bir üyemiz dergisinde “Senin anlattıklarını Apo da, Erbakan da anlatıyor. Sen ya sahte Atatürkçüsün ya da bunları bilmeyecek kadar kara cahilsin” diye yazdı. Bu çirkinliğin disiplin soruşturmasına karşı çıkan üyemiz, kendi konferansı için verilen güne karşın sonucu salonu verecek Belediye’nin sözünden dönmesi nedeniyle bildirmeyen şubemiz için disiplin soruşturması istedi. Beni kendisine Genel Kurul Başkanlığı için oy vermediğim için suçlamıştı. İşte tipik bir demokrasi anlayışı. Daha önce bu görevi yapmıştı. Yeni bir Başkan olmasını daha uygun bulmuştum.

Bir başka örnek, İstanbul Şubemiz Atatürk’ün Samsun’a gitmek üzere 16 Mayıs’ın yıldönümünü kutlamak için temsili bir etkinlik düzenlemişti. Ameliyat geçirmiştim. Kalkalı bir hafta olmamıştı. Yönetim Kurulumuzdaki arkadaşlardan hiçbiri benim yerime gitmeyi kabul etmedi. Hasta hasta gittim, kanama geçirerek döndüm. Bandırma Vapuru’na biniş, vapurun yolalışı gençler tarafından canlandırılarak coşku yaratılması, olayın bilinmesi ve benimsenmesi amacıyla yapılmıştı. Düzenleyen, İstanbul İl Şubemizdi. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı büyük bir anlayış gösterip gemi vermişti. 1. Ordu Komutanlığı ilgilenip yardımda bulunmuştu. Konuşma yapanlar arasında ben de vardım. Bunu çocukça bulup, müsamere gibi gösterip küçümseyerek alaya alanlar oldu. Yazdılar bile. Anlam, amaç üzerinde kimse durmadı. Unutulan bir gerçeği anımsatmak, bu vesileyle duyarlığı yenilemek çabası gözardı edildi.

TÜRKSOLU: Genel Başkanlığınız döneminde faaliyet giderlerinizi nasıl karşıladınız?

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN: Şimdi söylediğim İstanbul gidiş-gelişi dışında hiçbir gezimin, toplantımın vs. giderini Derneğe yaptırmadım. Kendim karşıladım. Hiç unutamıyorum, 1998 yazında Yalova’ya gittik. Giderleri 133 milyon tutmuştu. Kaldığımız yerin yöneticisi “Sizin için indirim yaptım, 103 milyon yeter” dedi. Benim ve arkadaşlarımın giderini cebimden ödedim. Hiçbir hesap yanlışlığımız, açığımız olmadı. Bizden önceki döneme ilişkin, durumları Genel Kurul kararı gereği yargıya taşıdığımız için eleştirildik, darılanlar oldu.

TÜRKSOLU: ADD’yle ilgili olarak sizi en çok düşündüren nedir?

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN: Hangi birini sayayım. En önemlisi gençlerin uzaklığıdır. Atatürkçü olduğunu söyleyip birbirine karşı birkaç gençlik grubu var. Birleştirmeye çalıştım. Danıştıkları, yakın oldukları kimselerin olur vermediğini sanıyorum. Gençlerin iyi duruşlarına karşın onları kullanmak isteyenler var.

Sonra, aynı adı taşıyan dernekler var. İlkede birliktelik varsa, amaç ayrılığı giderilip birleşmeli. Adlarını vermeyi uygun bulmuyorum. Ankara’da ve Ankara dışında Atatürkçülük konusunda çalıştığını söyleyen kuruluşların ayrılığı acıdır. Gelip konuşarak söz verenlerden sözlerini tutmayanlar oldu. Dağınıklık sürüyor. Nasıl üzülmezsiniz? Atatürkçülerin birbirine karşıtlıkları ve dağınıklık, Atatürk ve Türkiye düşmanlarının gücü oluyor.

TÜRKSOLU: Genel Başkanlığınız döneminde ADD’nin yapmaya başladığı kimi faalyetlerin artık sürmediğini görüyoruz. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Düşük ödentiyi üye yazdıkları adına ödeyip kendisini yeniden seçtiren başkanlar

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN: İki şey daha söyleyebilirim. Biri ADD Batıkent Ahmet Taner Kışlalı Kültür Merkezi’nin yapımı. Özlenen hızla sürmüyor. Şubemizin şimdiki ve önceki başkanlarına çok yardım ettik. Destek verdik. Çok çaba gösterdiler. Ancak toplumdan beklediğimiz ilgi gelmiyor. Aynı yerde 4-5 cami aynı sürede tamamlandı.

Sorunların en önemlisi ödenti sorunu. 1999’da Tüzük değişikliği için yaptığımız Olağanüstü Genel Kurul’da ödentiyi ayda 1 milyon TL’ye güçlükle çıkardık. Kırılıp küsenler oldu. Duygusallıkla, yanlış anlayışla karşıtlık sergileyenlere rastlandı. Düşük ödentiyi üye yazdıkları adına ödeyip Genel Kurul’larda kendisini yeniden seçtiren başkanlardan yakınıldı. Geçerli-gereksiz birçok gideri fazlasıyla yapıp kendi Derneğine ayda 1 milyon TL’yi esirgeyenin üyeliği asla yararlı olamaz. Öğrencilerden giriş ödentisi de alınmıyor. Yasa gereği eşitlik nedeniyle aylık ödentide öğrenci ayrıcalığı yapılmıyor. Yöneticiler de oy almak için karşıtlıkları önlemek için ödenti artırımı öneremiyorlar. Böyle bir soruna yaklaşamıyorlar. Bu tutum da çok yanlış. Çalışanların aylıklarını veremedikleri zaman oldu. Ben sağladığım yardım ve bağışlar dışında Nisan 2002’de 4 milyar bağış yapınca çalışanlardan ağlayanı gördüm. Üst perdeden atıp tutan yönetici ve üyelerden kaç kişi kaç kuruş bağış yapmış, belirtilse iyi olur. Bağışçı bir bayan için de söylenip yazılmayan kalmadı. Tüm olumsuz ve yakışıksız tutumlarına karşın o bayan, iyiliği ve insanlığı gereği, yine bağış yapıyormuş. Genel Merkez’e ve çalışan şubelere.

Tek amacım derneğin daha iyi duruma gelmesi

Bu söyleşiyi Derneğin daha iyi duruma gelmesi, daha güçlenmesi amacıyla, hiçbir beklenti ve istem olmadan yapıyorum. Şimdi hatırıma gelen birkaç hususa daha değineyim. Genel Kurullar verimli geçmiyor. Seçim telaşıyla başlayıp bitiyor. Bir öneri, bir tebliğ tartışılıp bir ilke kararı, bir ortak düşünce sergilenmiyor.

Ayrıca üyerler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve güven özlenen düzeyde değil. Birbirlerine karşı bildiri yayımlayabiliyorlar. İmzasız mektuplarla çirkinlikleri yaygınlaştırıyorlar. Disiplin Kurulları çalıştırılmıyor. Genel Başkan’ına saldıran üyeye, bir şey yapılmayan, hiç değilse uyarmayan kuruluş olabilir mi? Halkla kaynaşma yok. Derneği tanıyan az. Destekleyen yok gibi. Kuruluşlar arası ilişki zayıf. Bunda kusur yalnız Derneğimizin değil. Benim zamanımda Türk-İş’in ve kimi meslek odalarıyla demokratik kitle örgütlerinin içinde bulunduğu bir birliktelik oluşturuldu. 84 kuruluş adına Yürütme Kurulu’nun başına getirildim. Beklediğim çalışma gerçekleşemedi. Vakıf vakıfla, sendika sendika ile, dernek dernekle çalıştı. Üstelik kişisel ve kurumsal ilişki özelliği, yakınlıklar gözetildi, kaldı. Uygarlık gereği sonuç alınamadı. Şimdi kimi etkilerle, uyarılarla bu yolda adım atıldığını, kimi üniversitelerin desteğinin alındığını duyuyorum. Olumlu sonuç vereceğini, somut bir yapı oluşacağını sanmıyorum. Resmi kuruluşlar destekler ama birlikte davranamaz. Dayanışma olur, birleşme olmaz. Siyasal güç sağlanmadıkça dernek, vakıf vd. yetersiz kalır. Verimsiz oldukça fazla şubenin de önemi ve değeri yoktur. ADD doyurucu bir program yapmalı. Kamuoyunun önüne böyle çıkmalıdır.

TÜRKSOLU: Peki, siyasal güç için adınız geçti, bir parti kuruldu, ne oldu?

Bize siyasete girme çağrısı yapanlar şimdi parti kurduk diye eleştiriyor

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN: CHP’de 28 yılımın geçtiğini, üstdüzey görevden ayrıldığımı söylemiştim. Anayasa Mahkemesi’ne Cumhuriyet Senatosu’nda asıl üye olarak seçilince 18 Ocak 1979’da yazılı dilekçe vererek CHP’den ayrıldım. Siyasette teknisyen olarak çalıştım. Hukukçuluğumdan ödün vermedim ve başka bir görev beklemedim. Siyaseti sayarım ama sevmem. Benim işim değildi. Deniz Baykal 1999 Genel Seçimleri’nde beni aday göstermek istemiş, ulaşamadı, görüşemedik. İzmir’i beğenmediğime ilişkin söylentiler gerçekdışıdır. Kendisiyle görüşüp durumu beğenmeyen arkadaşlar parti kurmak istediklerini bildirdiler. Daha önce istediği yere girebileceklerini bana ilişmemelerini söylemiştim. Direttiler. Toplantılar yapıldı. Bu arada ADD 14.10.2001’de Ankara Ticaret Odası Salonu’nda Şube Başkanlarını çağırarak konuyu görüştü. Şimdiki Genel Başkan Ertuğrul Kazancı, önceki Genel Başkan Halil İbrahim Şahin, Genel Yönetim Kurulu üyelerinden Ahmet Saltık, Halil Önder, Ali Nihat Bozcuk, önceki Genel Başkanlardan Özer Ozankaya, şimdiki Yüksek Disiplin Kurulu Başkanı Arif Çavdar ile şube Başkanlarından Lemanser Sükan (Bursa), Yıldız Bilgin (Kartal), Aydın Yaşar Yılmaz (Adıyaman), Ali Şam (Tarsus), Necmi Püskülcü (Bartın), Ahmet Kuşçu (Antalya), Celal Akpınar (Batıkent), Mahmut Özyürek (Isparta), Cemil Sakınmaz (Çorum), Mustafa Karacan (Üsküdar-Başkan) ve Ethem Coşkun (Üsküdar), Ali Saral (Keçiören), Birdal Ertuğrul, Zafer Sönmez (Genel Merkez Gençlik Komisyonu Başkanı-Muğla), Erol Ertuğrul (Aydın), Yüksel Bütün (Silifke), Haydar Algan (Düziçi), Melih Çınar (Bandırma), Mustafa Şimşek (Çankırı), Bayram Gök (Kastamonu), Coşkun Gürel (Kadıköy), Bilge Bilgiç (İsatanbul), Sabri Yavuzyılmaz (Zonguldak), Nuran Altunel (Balıkesir), Nadide Esen (Ayvalık), Mesut Ay (Kayseri), Remzi Boyacıoğlu (Ödemiş) ve Genel Yönetim Kurulu üyelerinden İhsan Tayhani, Necla Karacaoğlan, Aydemir Ceylan ve önceki yöneticilerden Tevfik Kızgınkaya’nın imzalarını taşıyan önerge verilmiş. Tamamının 102 imzalı bu önergenin fotokopisinden iki bölümü okuyayım: “...Toplumun morale ve güvenilir önderlere gereksinimi vardır. Uzun yılların birikimi, sağlam, sağlıklı, kişilik yapısı ile Atatürkçü düşüncenin saygın ideoloğu önceki Genel Başkanımız Sayın Yekta Güngör Özden siyasete girmelidir. Politikada uğraş vereceğini halkımıza duyurmalıdır. Kendisi halkımız tarafından desteklenmektedir. Bu bilgiden hareketle, şube başkanları olarak bu seçeneği sunuyoruz. Kendilerini politikaya girmeye, nereye, nerede ve nasıl bir konumla yön çizeceğini kendisine bırakıyoruz. Maddi ve manevi desteğimizi vermeye hazırız... Derneğimiz tüzel kişiliğinin ve bağımsızlığının üzerine titreyerek koruyacağını, partileşmeyeceğini de kamuoyuna duyururuz.”

Ben bu konu görüşülürken yoktum. Sonrasında 168 olumlu, bir ya da iki olumsuz oy ile aynı doğrultuda karar alınmış.

Biz de toplantılar yaparak, CHP’de birleşmekten başlayan görüşleri dinleyerek yeni parti kurma önerisini aylar sonra gündeme geçirdik. Bu arada 1 Şubat 2002’de bir sergide karşılaştığım Deniz Baykal’a önerilerim, kendimi dışlayarak yaptığım birleştirme çağrım karşılık bulmadı.

Parti kuruldu. ADD’nin desteğini istemedik, beklemedik. Ama bizi bu yola itenler, karşıtlıktan da çekinmediler. Kimilerini belirtmek zorunda kaldığım isimlerin tutumlarını onları tanıyanlar değerlendirmeli, kendileri de düşünmelidir. Birleştirip bütünleştirme, bu olumlu çabalara örnek ve öncü olması amacıyla, spor ve sanat türü siyaseti benimsetme dileğiyle, ulusumuzun seçeneğine sunduğumuz parti gereken ilgiyi görmedi. Dernekte ve Türk Hukuk Kurumu’nda olduğu gibi partideki özverim de karşılık bulmadı.

CDP’den neden ayrıldım

Birleşerek büyüyüp güçlenme çağrımı tek tek oylarıyla benimseyip görüşmelere katılanlar, protokolü yazanlar, son biçimini vermek üzere benim imzalamamı ve Kurucular Kurulu toplantısının yapılmasını günüyle birlikte karara bağlayanlar, son gün toplantıyı sonuçsuz bırakma oyununa girince partiyi bıraktım. Diktatörce dayatmalara karşıyım. Birlikte yola çıktığımız kimileri güven sarsınca orada duramazdım. Kendileriyle birlikte birleşmeyi öngördük. Onlar istemese, ben de isteyemezdim. Kendi kararlarına, imzalarına sahip çıkmayanlar, kendilerini yadsımış olurlar. Toplantı yapılır, tartışılır, uygun bulunan onanır, bulunmayan geri çevrilir, düzeltilir ya da tümüyle vazgeçilirdi. Toplantıyı engellemek, kulislere, kliklere, hiziplere başvurmak, başka partilerdeki hastalıkları içimize taşımak benim karşı olduğum durumlardır. Bu nedenlerle partiyi bir daha siyasete dönmemek üzere, bıraktım. Arkadaşlığı, dostluğu hiçe sayarak tutkuyla yürümek bana yakışmazdı. Bu değerleri ve olguları çiğneyenlerle de artık birlikte olamazdım. Şimdi orada yararlı olmaya çalışanlar var, başarılarını diliyorum. Gençlere siyaset öneriyorum. Onları gerçek güç sayıyorum. Bu nedenle TÜRKSOLU’nda yazıyorum. Ayrıldığımız kimselerin kişilikleriyle ilgili konuşmak bana yakışmaz.



DEVAM EDECEK..


http://www.turksolu.com.tr/53/add53.htm

..



ADD NEREYE.. 1



ADD   NEREYE..  

BÖLÜM 1



ADD   Nereye?

Atatürkçü Düşünce Derneği’nin tüzük kongresi ile birlikte, gerek örgüt içinde gerekse Atatürkçü kamuoyu içinde bir tartışma başladı. Bu tartışma üzerine belli bazı rahatsızlıkları ADD Genel Başkanı sayın Ertuğrul Kazancı’ya ilettik. Bir sayı hazırlayacağımızı belirterek görüşlerini aldık. Bununla yetinmeyerek ADD önceki genel başkanlarından sayın Yekta Güngör Özden’le de bir görüşme yaptık. Yine ADD tüzük kurultayında konuşturulmayan ve önergesi yırtılan, kendisi kürsüden indirilen ADD Konya İl Sekreteri’yle görüştük. Tüm bu görüşmeleri burada yayınlıyor ve en çok merak edilen 10 soruyu sorarak bu tartışmayı açıyoruz. ADD demokratik bir dernektir. Atatürkçüler tartışarak doğru yolu bulacaktır. Gazetemizin sayfaları tüm örgütlere ve üyelere açıktır. Herkes görüş bildirmekte ya da yanıt vermekte özgürdür. Haziran ayında yapılacak kongreye kadar demokratik bir tartışma ortamı ile daha güçlü bir dernek tüm Atatürkçülerin özlemi.

1- ADD tüzüğünü değiştirmek için toplanan tüzük kongresine derneğin resmi 1363 delegesinden sadece 223’ü katıldı. Yani kongre delegelerin sadece % 17’si ile toplandı.

Delegelerin sadece %17’sini toplayarak tüzük değiştirmek demokratik midir?

ADD nereye?2- ADD tüzük kurultayına delegelerin % 17’si katıldı. Ancak tüzük maddelerinin delegelerin 2/3’lük nitelikli çoğunluğu ile değişmesi gerekirken, bu kurala da uyulmadı. Maddelerin kimisi sadece 100 kişinin oyuyla değişti.

Kısacası ADD tüzüğü delegelerin sadece %8’inin onayıyla değişti.

Bu nasıl bir demokrasidir?

3- ADD tüzük değişikliği önergelerinden en çok tartışılanı iki dönemden fazla üstüste yönetim kurulu üyeliğine getirilen kısıtlamanın kaldırılmasıydı.

Bu kısıtlama dernek tüzüğüne, siyasi partilerde yaşanan saltanatın bir benzeri ADD’ye kurulmasın diye konmuştu. Ancak bu kısıtlamanın kaldırılması ile birlikte bu önlem kaldırılmış oldu.

ADD’de yöneticilik yapacak başka insan yok mudur ki bu kısıtlama kaldırılmıştır?

Ya da Türkiye’de ADD’yi yöneten bugünkü 23 kişinin dışında Atatürkçü yok mudur ki mevcut yönetim bir dönem daha yönetimde kalmak istiyor?

4- ADD örgütlerinin büyük kısmı kapalı durumda. Dernek merkezi maalesef bu örgütleri açık tutamıyor.

Mevcut şubelerin üçte ikisi kapalı iken nasıl olur da yönetim görev süresinin uzamasını ister?

ADD yönetimi daha şubeleri açık tutamazken, çalıştıramazken, neden yeni dönemde de görev almak ister?

İşin mantıklısı görevin, derneği açık tutmayı başaracak, çalıştıracak bir yönetime devredilmesi değil midir?

5- ADD son dönemde, iki siyasi parti ile birlikte anılmaya başlandı: MHP ve İP.

Oysa derneğin, her tür siyasal partiden bağımsız olması gerekir. Halbuki derneğin son dönem etkinlikleri, dernek şubelerinin ve üyelerinin değil, Atatürkçülükten başka bir ideolojiyi benimseyenlerin etkinliklerine dönüşüyor.

Yukarda fotoğrafta görüldüğü gibi ADD bir Ulusal Birlik Kongresi topluyor ve bu kongereye 100 kadar kişi katılıyor. Görüldüğü gibi koltuklar boş, oturanlarsa Maocu partinin militanları.

ADD bu kongreler için mi kuruldu?

6- ADD Yöneticilerinin bir bölümü televizyon ekranlarından Erbakan’ı antiemperyalist ilan edebiliyorlar. 28 Şubat’ın, Atatürk ilke ve davrimlerinin ve elbette laikliğin savunucusu bir dernek yöneticisi nasıl olur da böyle bir adamı savunabilir?

ADD üzerine düşen bu şeriatçı lekeyi temizlemeyi düşünmüyor mu?

7- ADD Genel Sekreteri, Milli Dava Kıbrıs için düzenlenen bir imza kampanyasına engel olmak için çalışıyor. Ancak hâlâ koltuğunda oturabiliyor!

ADD bu şahsı İsviçre’ye Tayyiplerin ekibine göndermeyi düşünmüyor mu?

8- ADD yönetimine genç sıfatı ile dahil olan kimi provokatörler, açık bir biçimde Maocu partinin taşeronluğunu yapıyor.

Dernek yönetimi içinde hizip örgütlüyor. Tüm bunlar hakkında yapılan şikayetlere rağmen bu provokatör hâlâ koltuğunda oturabiliyor.

Neden?

9- ADD yöneticilerinden bazıları, Ankara’da düzenlenen Cumhuriyet Yürüyüşü’nde “Ordu Göreve” pankartı açan Atatürkçü gençlere, şeriatçı güçlerle birlikte bir iftira, karalama kampanyası düzenledi, gençleri ihbar etti.

ADD, Ordu’yu savunan gençlerin mi yanında Ordu düşmanı şeriatçıların mı?

ADD, Ordu’nun görevini yapmasına karşı mı?

10- ADD’nin bir şubesine 4000 adet fason üye kaydedilip kongre yapılıyor ve 30’a yakın delege seçiliyor.

Dernek bu naylon üyeliği inceliyor mu, tedbir almayı düşünmüyor mu?

Samet Bapoğlu'nun engellenen konuşmasıİşte ADD Konya İl Sekreteri’nin engellenen konuşması

Genel Başkan bir iyilik yapsın ve...

ADD Konya İl Sekreteri Samet Bapoğlu bir önerge hazırlayarak, kürsüye çıktı. Fakat Divan Başkanı Arif Çavdar kendisini susturarak kürsüden indirdi. O sırada bir Maocu militan Samet Bapoğlu’nun önergesini yırttı. Önergede 34 şubenin imzası vardı. Divan örnergeyi almayı reddetti. Demokratik bir derneğe yakışmayan antidemokratik görüntüler yaşandı ve sonuç olarak delegelerin konuşma ve önerge verme hakkı gaspedildi. Bunun üzerine salonda bulunan 223 delegenin büyük çoğunluğu salonu terketti. Bundan sonra tüzük maddeleri salonda kalan 101 delegenin katılımıyla oylandı. Bu antidemokratik uygulamaya ve divana kimse müdahale etmedi. Engellenen konuşmayı yayınlayarak ADD içi demokrasiye katkı sunduğumuzu düşünüyoruz.

Değerli ADD Delegeleri,

Bugün burada ADD tüzüğünün değiştirilmesini oylayacağız.

ADD’nin tüzüğü demek, bu derneği, demokratik bir kitle örgütü olarak vareden temel yasal belge demektir. Bir nevi ADD’nin anayasasıdır. Şimdi bizim bu anayasamız değiştirilmek isteniyor.

Acaba düşündünüz mü neden?

Nedeni çok açık ortada, ADD Genel Başkanı dahil, bazı Genel Yönetim Kurulu üyelerimizin yönetim süreleri doldu. Eğer tüzük değişmezse, önümüzdeki dönem Genel Yönetim Kurulu üyesi olamayacaklar. İşte ADD tüzüğü bu durumu değiştirmek için değiştirilmeye çalışılıyor.



Bazıları koltuklarını bırakmak istemiyor

Oysa tüzükte iki dönemden fazla üstüste yöneticiliğe neden kısıtlama getirilmiştir?

Çünkü ADD demokratik bir kitle örgütüdür.

Dikkatinizi çekerim demokratik!

İşte tüzükteki kısıtlama, derneğin, demokratik yapısını güvence altına almak için konulmuştur.

Günün birinde, bazı koltuk heveslileri, diktatörlük heveslileri ortaya çıkarsa, onlara engel olmak için konulmuştur.

Sayın delegeler, o madde adeta bugün önümüze bu değişikliği getirmek isteyenlere engel olmak için konulmuştur.

Bugün maalesef, dernek yönetimimizden bazıları, koltuklarını bırakmamak istiyorlar.

Demokratik bir derneğin tüzüğünü değiştirerek kendilerine padişahlık yetkileri istiyorlar.



Eski başkanların tümü görevini huzur içinde devretmeyi bildi

Değerli delegeler bu derneğin bugüne kadar çok başkanı, çok yöneticisi oldu.

Muammer Aksoylardan Yekta Güngör Özdenlere kadar!

Hepsi değerli aydınlardı.

Hepsi özverili Atatürkçülerdi.

Hepsi de önemli hizmetler yaptılar.

Ama bu isimlerin hiçbiri tüzüğün bu maddesini değiştirmek istemediler.

Çünkü onlar bu derneğin başında bir hizmet yapıyorlardı.

Çünkü onlar demokratik bir derneğin diktatörü olma peşinde değillerdi.

Herkes koltuğunu kendinden sonra bayrağı devralacaklara bıraktı. Hem de gönül rahatlığı içinde.

Dernek her yeni yönetim ve genel başkanda, etkisinden birşey yitirmedi.

Her gelen gidenin koltuğunu doldurdu.

Ama ilk defa bu yönetim, benden sonra gelecek Atatürkçü yok. Bu koltuğu bırakırsak boşluk doğar diyor.

Arkadaşlar, bu yönetim, bu başkan, sonarırım sizlere Muammer Aksoy’dan, Yekta Güngör Özden’den daha mı Atatürkçüdür, daha mı yeteneklidir de böyle bir şey istiyor?



İş lafa gelince siyasi partileri eleştirirler ama...

Değerli delegeler, iş lafa gelince siyasi partileri, parti içi demokrasi olmadığı için eleştiririz.

Ama bugün aynı durum bu kongrede yaşanmaktadır.

Dernek içi demokrasi yokedilmek isteniyor.

Buğüne kadar demokrasi nutukları atanlar, Saddam’a saldıranlar, bugün karşımıza Saddam olarak çıkmış bulunuyorlar.

Arkadaşlar, bu insanlara Saddam olma fırsatı ve yetkisi verecek miyiz vermeyecek miyiz?

İşte bu kongrede bunu oylayacaksınız.

Bugüne kadarki tüm ADD Genel Başkanlarını düşünün: Muammer Aksoy, Arif Çavdar, Özer Ozankaya, Nejat Kaymaz, Celil Gürkan, Burhan Apaydın, Suphi Gürsoytrak, Yekta Güngör Özden, Halil İbrahim Şahin...

Bu insanların bıraktığı geleneği, demokrasi geleneğini çiğnetmeyin.

Bu derneğin, Atatürkçülüğün diktatörlük değil demokratik yönetim olduğunu tüm Türkiye’ye gösterelim.



Dernekten habersiz ulusal birlik kongresi!!!

Değerli delegeler,

Dün ADD tarafından Ankara DTCF’de bir kongre düzenlendi.

Ulusal Birlik Kongresi.

Ama orada buradaki delegelerin hiçbiri yoktu.

Hatta büyük kısmının haberi de yoktu!

Hiç sordunuz mu neden diye?

Bizim kendi derneğimiz, Ulusal Birlik Kongresi düzenliyor, ama daha dernek delegelerimizin bundan haberi yok.

Ulusal Birlik peşinde koşan bir yönetim, önce kendi derneğini birleştirir, çalıştırır.

Ama 500 ADD şubesinin yarıdan çoğu kapalı.

Buraya delgelerin ancak dörtte biri gelebiliyor.

Neden?



Hilafeti geri getirmek isteyenler var

Değerli delegeler,

Bir derneğin anayasası delegelerden habersiz değişebilir mi?

Buradaki delegelere kongre haberi ne zaman verildi?

Tüzük değişikliği neden tüm delegelerle birlikte oylanmaz?

Neden delegelerden gizli yapılır bu işler.

Arkadaşlar, bu değişiklik nasıl gizli kapaklı planlandıysa, yarın daha vahim değişiklikleri de aynı şekilde yapmaktan kaçınmayacaklardır.

Buna emin olun!

Kendine çok güvenen, doğru yaptığını düşünen, tüm delegeleri çağırır, derdini anlatır ve oy ister.

Böyle, delegelerden gizli kapaklı toplantılar yapmaz. Bunlar Tayyiplerin yöntemidir arkadaşlar. Onlar da biliyorsunuz Anayasamızı değiştirmek istiyorlar. Biliyorsunuz Tayyip halife yetkileri istiyor.

Ama bunlara karşı çıkıyoruz değil mi?

Neden?

Çünkü biz diktatörlüğe karşıyız.

Arkadaşlar saltanatı da halifeliği de Atatürk kaldırdı.

Ama bugün Atatürk adına kurulan bir dernek, saltanat ve hilafeti geri getirmek için çalışıyor.

Arkadaşlar, eğer bu değişikliğe evet derseniz Tayyip’i eleştirecek yüzünüz kalmaz!



100 bin ADD üyesi içinden bir başkan adayı mı çıkmayacak?

Arkadaşlar, sayın genel başkanımız, ya da görev süresi dolan yöneticilerimizin içi rahat olsun.

Türkiye’de Atatürkçü çok!

Bu dernek 100 bin üyesi ile övünüyor!

Ama bu 100 bin kişiden bir tane bile genel başkan adayı mı bulamıyor?

Benim bir önerim var.

Eğer sayın genel başkanımız, benden daha Atatürkçüsü yok, bu işi benden iyi yapacak yok diyorsa, göremiyorsa, biz bulup ortaya çıkaralım.

Çıkaralım ve genel başkanımızın da içi rahat olsun.

Gönül raahatlığıyla koltuğunu bıraksın.

Önerim sayın Yekta Güngör Özden’dir!

Eminim sayın genel başkan Yekta Bey’i yeterince Atatürkçü görüyordur!

Eminim onun bu işi yapabileceğini düşünüyordur!

Genel Başkanımız bir demokrasi örneği göstersin.

Çıksın kürsüye desin ki, ben genel başkanlığı devrediyorum. Bu işi Yekta Bey’in layıkıyla yapacağına güvenim tamdır. Ben de ona danışmanlık yaparak Atatürkçülüğe hizmet etmek isterim.

Biz burada zaten Atatürkçülüğe hizmet için varız.

Böylece kendisi Atatürkçü tarihte hakettiği yeri alır.

Böylece Atatürkçülük güçlenir.

Böylece ADD güçlenir.

Arkadaşlar, genel başkanımızdan bu iyiliği yapmasını rica ediyorum.

Genel Başkan olarak son ve en büyük hizmeti bu olacaktır.


DEVAM EDECEK..,


http://www.turksolu.com.tr/53/add53.htm

..

Akıntıya Kürek







Akıntıya Kürek.,



Yekta Güngör Özden

Yekta Güngör Özden


Seçimler Eşit koşullarda geçmeyen seçimlerin ne sonuç vereceği önceden kestirilebilir. Nitekim öyle oldu. Bir yanda iktidarın, belediyelerin olanaklarıyla donanmış bir parti, öbür yanda devlet yardımından payına düşenle kendi sınırlı olanakları içinde bir iki parti, beri yanda yalnız kendi olanakları ve değişik desteklerle çalışmalarını yürüten partiler. Seçime katılan 20 parti içinde akçalı gücü yanında devlet gücünü de kullanan iktidar partisiyle hiç biri yarışamazdı. İktidara yakın olmanın, iktidarda olmanın kimi kazanımları gözetildiğinde yerel seçimlerde her zaman iktidar öndedir. İktidar değişikliğiyle birlikte kimi belediye başkanlarının partilerini bırakıp iktidar partisine katılmalarının nedeni budur. Ülkemizde siyasal ahlâkın düzeyi bellidir. İlke, tutarlılık, kararlılık, özveri, dayanışma her şeye karşın ödünsüz çalışma terbiyesi yeterince edinilmemiştir. Görünmek, kazanmak, bir yere gelmek, bir yeri ele geçirmek, borusunu ya da düdüğünü öttürmek, kendisine ve yakınlarıyla yandaşlarına olanaklar sağlamak, böbürlenmek, nedense adını unutulmaz kılacak yapımlara, çabalara, eserlere, kendini anımsatacak olaylara ve oluşumlara imza atmaktan daha önemlidir. Katrilyonu bulan seçim giderleriyle kaç okul, kaç hastane, kaç kitaplık, kaç sağlık ocağı, kaç yuva ya da bakım evi, kaç çeşme, kaç yol, kaç köprü, kaç atölye açılmazdı? Yalnızca Hazine Yardımı partiler yerine bu kazanımları sağlamazdı. Bir Parti çıkıp “afiş, el ilanı, şarkı-türkü, marş, film, rozet, tanıtma bayrağı vs. kullanmayacağım. Bunların yerine okul, köprü, kitaplık vb. yaptıracağım” deseydi daha çok ilgi görür, beğeni ve oy toplardı. Hele dağınıklık, hele ilkelerden ödün verip seçim sonrası kendi partilerine dönme koşullu kimi yapay birliktelikler.. Bir yılı aşan bir süreden beri sözlü ve yazılı çağrılarla duyurmaya çalıştığımız anlayış benimsenseydi, iktidarın belalarından kurtulmak, aydınlığa kavuşmak için partiler biraraya gelip hangisi hangi il ve ilçede güçlüyse, kimin adayı orada daha çok şanslı ve oraya yaraşır bulunuyorsa o desteklenip öbürleri orada aday göstermeseydi daha çok başkanlık elde ederlerdi. Özseverlik, bencillik, partizanlık, ilkellik sayılacak direnme şimdiki sonucu getirdi. İktidar partisi liderlerinin değişmediğini gösteren inatlaşma ve zıtlaşmaları arttıracak, başta Kıbrıs olmak üzere desteğine gereksinim duyduğu AB’nin ve ABD’nin istekleriyle kendi milli görüş kaynaklı izlencesini uygulayacak, daha çok karanlık olacak, daha çok güçlük çekilecektir. Medyadaki beslemelerle şakşakçıların kışkırtması sürecektir.


Kıbrıs oyunu


Hiç utanıp sıkılmıyorlar. Devlet organlarının bile amaçlı uzatmayı vurgulamasına karşın, İsviçre-Bürgenstock’daki görüşmelere katılan Yunanistan ve Güney Kıbrıs yöneticilerinin yorgunluk ve hastalık bahanelerini atlayıp fiyaskoyu başarı ve umut olarak nitelendiriyorlar. Kimi iktidar olabilen irticayı, İstanbul olaylarını unutup “gülyabani hikayesine dönmüş irtica korkutmaları... yenileşen toplum” sözleri edebiliyor. Öylesine iktidarın dümen suyunda yazabiliyorlar ki ümmet ve cemaat düzenine dokunmamak için “...Merih’ten ulus gelmez” diyebiliyorlar. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” ve “Ne mutlu Türküm diyene “ sözlerindeki anlamı, erdemi, yüceliği kavrayamıyorlar. Atatürk ilkelerini, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü savunduğum için yıllarca önce beni bu nedenle kutladığını söyleyen kişinin gericilik kıyımlarını, kalkışmalarını, iktidar başının inadını ve yinelemelerini görmemesi, duymaması, anlamaması düşünülemez. Yazılar ve yayınlar amaçlıdır. Halkımız kimin nereden nereye geldiğini, kimin ne için neler yaptığını, nasıl değiştiğini izlemektedir. Seçimlerdeki yönlendirici, sunuş biçimiyle yanlı sormacalar (anketler) de böyledir. Karaçarçaflıların artması bile uyarmıyor.
Kraldan çok kralcı kesilenler, iktidarı mutlu etmek için Denktaş’a saldırıyor, kurgularla, gerçekdışı anlatımlarla suçlayıp sonucun sorumluluğunu ona yıkmaya uğraşıyor. Kararlı, tutarlı, gerçekçi, içtenlikli, ilkeli, ahlâklı, bilgili, yurtsever, yürekli Denktaş hepsini göğüsleyerek gerekeni başarıyla yapıyor. Doğruları söylüyor. ABD’nin İngiliz-Yunan ortaklığı ürünü Annan Planı dayatmasıyla AB’nin oyunlarını bir bir açığa çıkarıyor. Yurdunu savunan bir Başkanı kendi açılımları için engel sayanlar suçluyor, karalıyor, övecek yere yeriyorlar. Bize özgü demokrasinin cilveleri. Hukuktan, siyasetten, özellikle dış siyasetten anlamayan, ulusal çıkar kavramıyla güvenlik konusunda hiç bir bilgisi olmaylan medya bilgiçleri (!) Denktaş’a akıl vermeye kalkışıyor. Paralıların kendi çıkarları için ülkeyi, ulusu, ulusal çıkarı nasıl acımasız, düşüncesiz biçimde, sapkınlık ölçüsünde gözardı ettiğini, iktidarla paslaşarak nasıl yol aldığını görenler giderek artıyor, AB’nin Kıbrıs oyunu sürüyor. Olan Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine oluyor.

Seçim rüşvetleri

Bu olumsuzluklar yerel seçimlerde nedense oyları etkilemiyor. Kendi işlerine gelen her şey demokrasiye uygun, gelmeyen uygunluklar ise aykırı. Anlayış düşüklüğü ya da kıtlığı denilecek bu olgu, demokrasinin nasıl kemirildiğini anlatmaktadır. İlkesiz, ülküsüz insanlar. İçinden yıkılmakta olan demokratik kitle örgütleri. Demokrasinin dayanakları çürümeye başlayınca yaptıklarının yanında çalıp çırptıkları dağlar oluşturan kimselere oy verme sakatlığı sürdükçe umutlar sönmektedir. Seçimler sırasında bir bakanın “Adalet Sarayı yapımı”yla başka bir bakanın “diyaliz makinası sağlamak”sözleri (Devrek’te) oy almak için devlet olanaklarının nasıl araç kılındığını göstermektedir. Bunlar yalnız ikisi. Birer ağır baskıdır. Onlarcası söylendi, yazıldı. Seçim eşitliği gerçek demokrasinin koşuludur. Rüşveti de yüz karası; soğan, patates, kömür vs. dağıtımı, arsa ve bina kapışması.


İlkellikler

Geçen yıllarda Zeki Triko’nun afişine takmışlardı. Bu kez Çarşı Mağazaları’nın reklamına taktılar. Yandaşlarını okşamak, oyalamak, bir şey yapıyor görünmek ve gündemi değiştirmek için her yolu kullanıyorlar. Siyasal rüşvet ve siyasal şantajlara reklam bekçiliği de eklendi. Bu da demokrasinin sansürüdür. Aydın geçinenler yemeklerle, otel lobilerinde ya da teraslarında toplanıp çalışanları halkın sevip inandıklarını çekiştirir, başka bir şey yapmazlarsa gericiler her şeye el atarlar. Siyasal partiler de bir şey yapmadan, ortaya bir şey koymadan, bir iyiliğe neden olmadan, bir kötülüğü önlemeden, olumlu bir durum sağlamadan oy istemeye çıkıyorlar. “Ne yaptınız da oy istiyorsunuz? Hangi yüzle?” denilse yeridir. Tepki oyuyla övünülmez. İktidar başının YÖK konusundaki direnişi bilim ve siyaset yaşamımız için son derece tehlikelidir. Demokrasinin ne duruma düşürülmek istendiğinin, çoğunluk diktasının nerelere ve nasıl uzandığının belgelenişidir. “Parayı verenin yönetip yaptıracağı” savı ilkelliğin ötesinde sakıncalı amacın dışvarumudur. Para Recep Tayyip’in parası değildir. Kendi kasasından çıkmamaktadır. Oğlunun sünnetinde ya da düğününde gelen takılarla sağlanmamıştır. Devlet babasının malı kendisinin çiftliği değildir. Recep Tayyip devlet değildir. Böyle bir sözü söylemek çağdışı, hukuk dışı, siyaset dışı düşmektir. Devletin öğretim üyelerine, öğrencilere ayırdığı ödenek, üniversitelere, ulusa, ülkeye, bilime ayırdığı, ayırmak zorunda olduğu, görevi sayılan bir ödenektir. Bu ödeneği yönetimleri döneminde göndermekle yükümlü olanların “ne istersek olacaktır” yaklaşımı sakat bir anlayışın sonucudur. Yargının, yasama organı üyelerinin, partilerin, hazine yardımı yoluyla gelirlerinin ödenmesini de yürütme yaptı diye yargı, muhalefet ve partiler de iktidarın istediklerini mi yapacaklar. Dünyanın neresinde böyle devlet, böyle demokrasi vardır? Olsa olsa imamistanda, ümmenistanda olur.
Böyle sakıncalı sözlerden cesaretlenen kimileri de açıkça “%65’le anayasayı değiştiririz” diyerek seçmenleri kışkırtıyor. Üstelik iktidar başının eşinin talimatıyla bir milletvekili bayan bunu yapıyor. Anayasanın neredeyse toptan değiştirilmeyi gerektiren bölümleri var. Gözdağı verircesine geriye doğru değişiklikler yetmiyormuş gibi daha kötü duruma getirmek için yapılan hazırlıklar duyulmaktadır. Anayasa mahkemesinin büsbütün ele geçirilmesi amacı yıllardır bilinmektedir. Yapılması düşünülen olumlu değişiklikler varsa onlardan sözedilmelidir. Sıkmabaş-bohçabaş dayatması, YÖK, Kamu Yönetimi, yerel yönetimler yasaları, Başbakanlık ve MEB müsteşarları, kimi yönetmelikler, kadrolaşma, İmam Hatip Liselerinin adlarının değiştirilmesi gibi konulara öncelik ve ağırlık verenlere besleme ve yağcı medya kesimiyle Kıbrıs’ı gözden çıkaranlara, Silahlı Kuvvetler’i etkisiz ve güçsüz düşürmeye, Cumhurbaşkanı’nı göstermelik kılmaya çalışanlara, bildiğini okumaktan vazgeçmeyenlere kimse inanmaz ve güvenmez.

Takiyeyi takunya sanan kimileri de iktidar partisini “merkezin yeni partisi” olarak tanıyıp tanıtmaya çalışıyorlar. Kargaları güldürecek bir boşuna çaba. Olanları, olacakları bırakalım, nereye sığdırıyorlar? Ulusal yapıya yönelik tehlikeler yeterince algılanamadı, demokrasi anlaşılamadı, oy bilinci oluşmadı denilebilir belki ama çevreyi kirleten gürültülerle dalgalanan seçim toplantılarında terör başı için açılan bayraklar yükselen ve yayılan sloganlar kimsenin gözünü açmadı, vicdanında yankı bulmadı, denilebilir mi? Tek adamlığın koşullarına uymayan gidiş diktatörlükten başka bir şey değildir. Anlamsız hoşgörü demokratlıktan değil, ilgisiz kalarak yandaş toplamak düşüncesinden kaynaklanıyor. Etnik ayrımcılık, soykırım kalkışmaları durmuş değildir. Devletin anlayışlı davranışından ötede umursamazlık kimi Nevruz kutlamalarında bile eski adı PKK olan örgüt ile liderini öne çıkartmıştır. Yapılan hiç bir şey yoktur. Kolluk güçleri bağımsız olmadıkça, yansız davranmadıkça, iktidar partisinin içindeki yandaşlarıyla, başka partilerdeki yakınlarıyla, gelecekte hangi tehlikelerin bizleri beklediği açıktır.
Kimi demokratik kitle örgütleri de hukuku çiğneyerek, kaçak sayılabilecek toplantılar düzenleyerek ya da başkalarının güdümüne girerek ayakta durmaya, yöneticilerinde olmayan güçler sağlayarak onlarla bir yerlere gideceğini sanmaktadır. Kendi içinde barışı bozmuş olan bir kuruluş başka kuruluşlarla nasıl dayanışma kurabilir. Kandırmacalarla ilkeler yıkılmaktadır.

Cumhuriyet destanı

Bay Recep Tayyip “CHP’nin kökü”nden sonra “10. Yıl Marşı”nı diline doladı. Yardakçıları sus pus. “84 yıllık karanlık” sözünü edenlerden daha başka şeyler de beklenir. Değer bilmezliğin (nankörlüğün), bilgisizliğin, sevgisizliğin, saygısızlığın, aymazlığın, bağnazlığın, sapkınlığın nice örnekleri görülebilecektir. Gidiş onu göstermektedir. Adamlık, insanlık, yurttaşlık, inançlılık, onurluluk, soyluluk tartışmaları yaşanacaktır. Karalama, kötüleme, saldırı, kafalarındaki düzene engel olan laik cumhuriyete yöneliktir. Yurdu kurtaran, devleti kurarak namusumuzu, onurumuzu, kişiliğimizi, koruyan, bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü bizlere armağan eden kahramanlara katlanamamaktadırlar. İktidar partisinin kimi resmi törenlerde Atatürk anıtlarına çelenk koymaktan kaçınması, kimi toplantılarda adını anmaması sakıncalı bir anlayışa bağlıdır. Atatürk’ü tanımak istemeyenler, sevmeyenler, saymayanlar onun başında bulunduğu yılları kötüleyenler tarih bilmeyen kendini bilmezlerdir. Düşmanların ayağını Anadolu topraklarında durdurarak, kutsal topraklara inmesini önleyerek, dünyada müslümanlığa en büyük yararı dokunmuş insana karşı olmak hiçbir insanlık niteliğiyle bağdaşmaz. Osmanlı’nın yıkıntılarını temizleyerek yoktan var edercesine kurulan her şeyi, yepyeni laik cumhuriyetle kazanılanlar saymakla bitmez. 10. Yıl Marşı olanaksızlıklar, yoksunluklar göğüslenerek 10 yıl gibi çok kısa bir sürede kazanılanların kıvancını ve coşkusunu duyuran cumhuriyet destanıdır. Ulusal ezginin özgün, en güzel örneği, gerçekten Türk olan, kendini Türk bilen her yurttaş için övünülecek değerdedir. 10. Yıl Marşı’nın büyük Atatürk’ün 15-20 Temmuz 1927’de CHP 2. Büyük Kurultayı’nda 36 saati aşan bir zamanı unutulmaz kılan büyük söyleviyle birlikte duyumsamak gerekir. Osmanlı’dan alan yapıları, okulları, iş yerlerini, öğretmen ve öğrenci sayısını, teknik elemanları, bütçeyi, Osmanlı borçlarını ödemeyi, millileştirmeyi bilmeden konuşmak gülünç olmaktır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda kimlerden ne yardım alındığını, İnönü Savaşları’ndan askerlerimizin giysilerini, kullanmaları için verilen mermi sayısını, süvari birliğindeki gerçek kılıcın ne kadar olduğunu, TBMM ordularının sayısıyla düşman güçlerinin sayısını, Atatürk’ün Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’da defterdarın kasasında kaç lira olduğunu bilmeden konuşmak “desteksiz atmak”tır. Yapılan okulları, köprüleri, spor ve uçak alanlarını, çalışma yerlerini, hastaneleri, enflasyon ve devalüasyon olmadan kotarılanları düşünmek, yetişen insanları, açılan üniversiteleri, çağdaşlaşmada kazanılan aşamaları gözetmek yeter. Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılıp Saltanat kaldırılmasa, Cumhuriyet kurulmasa neler olacağını düşünmeyenler, varlıklarını yadsımış olurlar. Birbirini izleyen devrimler olmasaydı, demir ağların yerini örümcek ağları alırdı. Kafaların içindeki karanlık dışarıyı zindana çevirirdi. Büyük söylevde ve 10. Yıl Marşı’nda anlatılanlar olmasaydı bugün bizler olmazdık. Atatürk’ün eşsiz 10. Yıl Söylevi, Büyük Söylev’in ve 10. Yıl Marşı’nın mührüdür. Kuruluş yıllarında onurla, saygınlıkla, güvenle Türkiye Cumhuriyeti güçlenmiş, uluslararası katta yaraşır olduğu yeri almış, milletler cemiyetine girmiş, dünyanın sayılı cumhuriyetlerinin önünde geldiği için yalnızca Almanya’dan o yıllarda 140’tan fazla bilim adamı Türkiye’ye sığınmıştır. Tebaadan yurttaşlığa, ümmetten ulusa geçilmiştir. Ahlâkla, adaletle, hukukla, şerefle yeni Türkiye kurulmuş, örülmüş, dokunmuş, yükselmiştir. “Demiryolları komünist işidir” diyen lekeli anlayış 1950’den sonraki kötü uyulamalarla kendisini göstermiş, bugünlerin taşımacılık sıkıntılarnı doğurmuştur. 1950’lerde kesilen hız, kışkırtılan inanç sömürüsü, Türkiye’nin karanlığıdır. O yıllarda yapılanlar olmasaydı bugün AB yüzümüze bile bakmaz, kapısının önünden bile geçirmezdi. 10 kuruluş yılı Türkiye tarihinin en şanlı bölümüdür. Nitelik ve nicelik çizelgesini inceleyip öğrenmedikçe Recep Tayyip neler söyleyip neler yapacaktır kestirilemez. Anlaması bilmesi gereken çok şey var. Yetersizliği açık. Kazanımlarımızın temeli cumhuriyetimizin ilk 10 yılıdır. 10 yıla çok şey borçluyuz.

Din sömürüsü

Bizim zavallı medyamız bellek yoksunluğunun perişanlığını, bağımlılık ve yandaşlığının ağrılarını çekiyor. Din ve inanç sömürüsüne yıllardır değiniyoruz. Resmi konuşmalarda, özel söyleşilerde dilimiz döndükçe anlatıyoruz. Yurtdışına kaçarak zehir saçanları, yabancıların koruyup kolladığı kesimleri açıklıyoruz. Söyleye yaza bıkkınlık uyandıran konuları yeni sayarak sayfa dolduruyorlar. Genelkurmay 2. Başkanı çok yerinde olarak “hem laiklik hem ılımlı İslam birarada olmaz” dedi. Önceleri zaman zaman açıklanmış bir gerçekçiliğin vurgulanmasıdır. Ortam gözetilirse çok da iyi olmuştur, haklıdır. Din, dindir. “Katı İslamiyet, ılımlı İslamiyet, yumuşak İslamiyet” diye ayrım yapılamaz, olmaz. Laiklik devletin inançlar yönünden saygın bir yansızlığıdır. Laiklik dinlerin olduğu yerde vardır, olmadığı yerde yoktur. Laikliğin olduğu yerde devletin adının yanına dinsel sıfat konulamaz. O zaman devlet devlet olmaktan çıkar, cemaat çatısı olur. Ne uluslaşmadan söz edilir ne de hukuktan. İslamiyeti kendine göre uygulayıp tanıtmaya ve dayatmaya da kimsenin hakkı yoktur. Ilımlı yaklaşımıyla devleti dinselleştirmek de bir oyundur. Din siyasallaşırsa demokrasi dinselleşir sözünü yıllardır usanmadan yineliyorum. Şeriatçıların demokrasiyle bağdaşması olanaksız çabaları, devleti din ağırlıklı güce dönüştürmek, bildiklerini ve istediklerini yapma olanaklarını kazanmaktır. Bu oyuna kimse gelemez. Din, vicdan tahtında kendi özgün yerinde kalacaktır. Laik devleti din devleti yapmaya kimsenin gücü yetmez. Devlet, hukukla yönetilir dinle değil. Demokrasinin kaynağı ve dayanağı laikliktir. Hukusal, siyasal ve ulusal birliğin de harcı gene laikliktir. Devletin dini olursa laiklik olmaz, o zaman da devlet olmaz. Dinleri devlet belirlemez. Dinler kurallarıyla bellidir, bilinmektedir. Kimse kendine göre din oluşturamaz. Kendine göre yaşar, o kadar. Kurtuluş ve kuruluşla övünemeyenlerin ılımlı dindarlıkla övünmeye kalkışmaları anlayış ve yaşam düzeylerinin göstergesidir. Cumhuriyet yıllarını “halkın değerlerine müdahale” diye göstermekten çekinmeyen yazarların at koşturduğu ülkede başka gariplikler de doğal karşılanacaktır. Yabancıların Kıbrıs oyunlarına ilgisiz kalan medyamızda bu çirkinlikleri övmeye çalışanlara da rastlanmaktadır. Çelişkiler yumağı gidek sıkmaktadır. Onaylama (ratifikasyon) işlemleri, halkoyu-referandum manevraları, oyalamalar kimin ne olduğunu ve ne yaptığını ortaya çıkaracaktır. 10 yıl o kadar başarılıdır ki zamanın Yunanistan Başbakanı Venizelos 12 Ocak 1934 günlü mektubuyla Nobel Barış ödülü için Atatürk’ü aday göstermiştir. Düşmanlığı unutup dostluğu yeğleyenler laik cumhuriyet karşıtlarını uyarmalıdır, utandırmalıdır.

Yarın ne olacak?

Giderek genelleşen bu soru güncelliğini koruyor. Toplumsal düzeyimizi gölgeleyen seçim kavgaları, öldürme ile sonuçlanan saldırılar, kapkaççılık, yanlış salıvermeler bir yana siyasetin solun aldığı sonuçlar CHP yönetiminin baskıcı, bencil, dar çerçeveli kadroculukla yürüttüğü tartışmalar yakınmaları yoğunlaştırıyor. Kürtçülerle işbirliğine girişenlerin aldığı sonuç ortada. Böyleleri gerçek Kemalist olamaz ki bu nedenle oy verilmemiş olsun. Kürtçüler, bölücüler, yıkıcılar tam kendilerinden olmayana, kullanamadıklarına günahlarını bile vermezler. Şeriatçılar da böyledir. Toplumun duyarlı olduğu konulara sırt çevirip dudak bükenlerin kürtçülere ve sıkmabaş-bohçabaş yanlılarına ödün niteliğinde yaklaşımları, yeni açılımları ne yaptığından ne yapacağı belli olmayan Kemal Derviş’e yönelmesi yanlıştır. CHP kendini, yönetimini yenilemeli, gülümsemesini, kucaklaşmasını bilmeli, gençleşmelidir. Tarihsel sorumluluk, CHP’yi önemli yükümlülüklerle başbaşa bırakmaktadır.

Önyargılı ve yanlı medya çelişkilerini sürdürüyor. Biri “CHP soldan uzaklaştığı için oy yitirdi” derken bir başkası “CHP merkeze yaklaşmadığı için oy yitirdi” diyor. Gerçekte CHP “ Ben Atatürk’ün kurduğu partiyim, ben devleti kuran partiyim, ben Atatürkçü partiyim” diyemediği, bu kimliğin güncel gereklerini yerine getiremediği için yitirdi. Yanlış tuşa basan yanlış yazar. Yanlış adaylar gösterdi, beklenen, özlenen açılımı gösteremedi. Söylemleri doyurmadı, çağrıları yankı bulmadı. Toplumsal sorunlara eğilip çözümler getiremedi. Daha neler neler...
Kıbrıs için “4. Annan Planı” medyanın Denktaş karşıtı katı, yanlı, Fogg çocuklarının önde olduğu habercilerce Türkiye’ye aktarılmakta, gerçekler açıklanmamakta, tersine hiç bir şey elde edilmemişken başarı söylentileriyle kamuoyu aldatılmaktadır. Yunanistan ve Rum yönetimi kesin AB ve ABD desteğinde bahanelerle süreyi doldurup sonucu Annan’a bırakacaklardır. Recep Tayyip ekibi de “veremi gösterip sıtmaya razı etmek” türünde, hakkımız olan bir iki küçük sorunu çözmekle “gitmişti de biz aldık” diyerek övüneceklerdir. Onlar zaten bizimdi. Bu arada gidenler gidecek, Annan Planı onay, referandum, Türkiye ve KKTC yönünden Batının oldu bittileridir. Üzücü ve yıkıcı dayatmalarıdır. Baştan beri yanlı yürütülen görüşmeler Girit olayının yinelenmesidir. Türkiye’nin çevrilmesi, kuşatılmasıdır, gelecekte Türkiye üzerindeki oyunların başlangıcıdır. Yanılmış olmayı isteriz. Tayyip ekibi önemli bir şey almadan verecek ve referanduma razı olup imzalayacaktır. Öymen, Arcayürek, Manisalı, Birgit, Gürel, Türker, Bila çabalarıyla unutulmayacak, Denktaş her zaman aranıp anılacak.

Ayıp

Başbakan basın danışmanının Cumhuriyet gazetesine gönderdiği gözdağı mektubuna yardakçı medyadan beklenen (!) tepki gelmedi. Basın özgürlüğünü kavrayış düzeyini açıklayan mektup demokrasinin geldiği aşamada ilginç bir olumsuz örnektir. Yapılanları ve yapılmak istenenleri gözardı edip tıpkı “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” sözünü anımsatırcasına Cumhuriyet gazetesi suçlanmakta, saldırı niteliğinde karalama ve kötüleme, sözde eleştiri ve yanıt adı altında genişletilip arttırılarak sürdürülmektedir. Diktacı anlayışın bu ölçüde savunulması düşündürücüdür. Karşı çıkması gereken bir çok kişi ve kuruluş uykudadır. Üniversiteler ilgisizdir. Meslek odaları tepkisizdir. Birkaç kalemin ve kuruluşun tepkisi demokrasi umudu için yeterli değildir.
Bu arada Saadet Partisi önceki Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın eski çıraklarını kusurlu bularak Ordu’yu göreve çağırması, aynı partinin şimdiki genel başkanının da Erbakan’a öykünüp asker çağrısına destek vermesi (Milliyet, 27-3-2004, s.18) gençlerin “Ordu Göreve” pankartı taşımasını eleştirenler için üzerinde durulması gereken bir örnektir. Ordu’nun görevi darbe değildir. Uyarı, öneri, dilek, tepki vs. türü hukuksal ve uygar belirtme ve istemler beklentisinin kötüye alınması Ordu için de onun daha etkin ve duyarlı davranmasını isteyenler için de amaçdışı davranış ve saptırmadır. Burada önemli olan, Erbakan’la Kutan’ın öncelikle yakındıkları ve rahatsızlıklarını belli ettikleri güçlere gereksinim duymaları, onları övmeleridir. Sorunların demokrasi içinde çözümlenmesini isteyenler Ordu’nun da kendi yapısı içinde etkin olacağı durumları düşünmüş olacaklardır. Hemen darbeyi ve hukukdışılığı düşünmek yanlıştır, yaygarası ve kışkırtıcılığı ayıptır.

Atatürkçüleri, ulusalcıları, emperyalizm karşıtı yurtseverleri suçlayan, kendi çukurlarında giderek kokuşan sapkınların, medya soytarılarının, iktidar uşaklarının kendi sıfatlarını, aşağılık niteliklerini başkalarına yükleyerek kalkıştıkları saldırılar artacaktır. “Başımız dönmeyecek” sözüne karşın şımarıklık ve azgınlık yeni sonuçlar getirecektir. Seçim sonuçlarını iktidarın getirisi olarak değil, AKP’nin başarısı olarak gösteren bilim değil kilim adamları iktidara övgüler yağdırıp, “devrimden ve seçmenin Kıbrıs ile AB için kesin yetki verdiğinden” söz edecekler. Seçimi yitirenler kazandıklarını ileri süreceklerdir. Çirkinlikler görülebilecektir. Sosyal devletin “Halkçı devlet” olduğunu bilmeyenler devletçiliğin ne zaman, ne için benimsendiğini, nasıl yorumlanıp uygulandığını unutanlar, bilgisizlik ürünü suçlamalarını, sözde eleştirilerini sürdürecekler, sapkınlar korosunun çığırtkanı, Sevrcilerin amigosu olmayı içine sindirenler terbiye dışı yazılarını patronların gülümseyişine, genel yayın müdürünün desteğine dayanarak sıralayacaktır. Halkın sorunları bunların umurunda değildir. Gerçekleri atlayıp ekonominin kağıt üzerindeki geçici, değişken, yapay göstergelerini, rakam oyunlarını abartıp olumsuzluklara gerekçe arayacaklardır. İç ve dış borçların artması, alım gücü yoksunluğu onları ilgilendirmemektedir. İşsizlik, iş yeri kapatmaları, suç olayları tasalandırmamaktadır. Seçimlerde başarılı olmayanlar ayrılma sözü vermelerine karşın yerlerinde oturacaklar, siyaset dolabı daha önce olduğu gibi dönecektir. Yanlışlıkları, yanılgıları, tutarsızlıklarıyla güven yitiren muhalefetin yarattığı boşluk daha belirginleşmiştir. Yepyeni bir yapılanma etkin, güçlü, yaygın ve çağdaş bir oluşum özlemi giderek büyümektedir.

İlkeli olmak onurdur. Seçilmek için parti değiştirmek yanlış bir tutumdur. Kanımca parti değiştirip kazanmak küçültür, değiştirmeyip yitirmek büyültür. Emin Çölaşan’la Bekir Coşkun’un anlamlı yazılarını anımsıyorum. Nelerden söz ediliyor, insan şaşırıyor. Dağıtılan yiyecek, giyecek, para, armağanlar (yılbaşı ve bayramlarda bir çok yere kimi yerlerden gönderilen armağanlar anlatılıyor)... Sorumluluğu izleyip saptayacak ve yaptırım uygulayacak kimselere kooperatif arsaları verilmesi, yakınları ve dostları adına kayıtlı, gerçekte yarısına yakını kendisinin büyük yapılar, büyük mağazalar, büyük ortaklıklar. Bizim acı gerçeklerimiz. Medyadaki dostlara ayrıcalıklı işlemler, kayırmalar, sus payları, destek rüşvetleri. Değişik seçim ve özellikle sayım olayları. Heryerle ilişki kurmak, yetkilileri ayarlamak... Liderlerin açıklamaları komediye benziyor, kimse kaybetmediyse ulus mu kaybetti?

Kimi amaçlılar için yinelemeyi yararlı buluyorum. Batıcı değil Batılıyız, Batıdan ayrılma yanlısı değiliz, ikilemleri ve eşitsizliği giderip Batıdaki yerimizi, onurlu, yaraşır konumumuza uygun biçimde almak çabasındayız. Batının yapısına değil tutumuna karşıyız. Ümmetçileri öven, destekleyen, önceleri unutup bugünü koşulsuz destekleyen, bugünkü iktidarla amaç, araç, çizgi birlikteliği kuşkusuz kişi ve kuruluşlara arka çıkan sözde ulusalcılardan da değiliz, gerçek Atatürkçü, gerçek ulusalcıyız.,

Not: Gerçekdışı yayınlarıyla kişiliğime saldıran Aydınlık dergisi açtığım dava sonunda bu ay içinde 2.5 milyar TL manevi tazminat ödemeye mahkum oldu. (31.03.2004)

(Ankara Asliye 29. Hukuk Mahkemesi’nin esas 2001/880 sayılı dosyası)

http://www.turksolu.com.tr/53/ozden53.htm

..


.

NE OLACAK..!






  NE OLACAK..!



  

Yekta Güngör Özden

22.03.2004/Sayı:52

Sık sık karşılaşılan, yanıt vermekte güçlük duyulan bir soru bu “Ne olacak?”. Kimileri de “Oyumuzu hangi partiye vereceğiz?” diyor. Siyasal iktidarın şeriat düzeninden vazgeçmediğini, değişmediğini gösteren güçlü ve somut belirtiler ortada. İmam hatip okullarının sınırı ders programına karşın genel liselerle bir tutularak üniversite kapılarının onlara açılması için öngörülen ayrıcalık, AİMH’nin gerekçesi yazılmakta olan kararına, AB ülkelerinin sıkı tutumuna karşın üniversitelerde sıkmabaş uygulaması ve YÖK Yasası konusunda olduğu gibi Kamu Yönetimi Temel Yasası ile Yerel Yönetimler Yasası tasarıları için diretme, önlenemez boyutlara getirilen kadrolaşma seçim söylemleriyle kanıtlanan olumsuzluklardan başlıcalarıdır. Şakşakçı basının abarttığı, kıyıda köşede kalmış kimi ilerici yazarların da kendi yönlerinden haklı olarak eleştirdikleri “Fişleme” olayına ilişkin Genelkurmay Başkanlığı açıklaması doyurucu olsa da sömürü, sataşma bahanesi özelliği süreceğe benzemektedir. Günümüz Başbakanının seçim alanlarında “Beraber yürüdük biz bu yolları” derken cezalandırıldığı dizeleri anımsatan inadı Niğde’nin Ulukışla ilçesinde “İktidarla elele 84 yıllık karanlığa son” yazılı taşıtlarla yansıyan içdünyalarını bir kez daha ele vermiştir. Cumhuriyetin ilanından önceki Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminden başlayıp günümüze kadar uzanan zamanı kapsayan yılları yadsıyanlar, karanlık olduğunu savlayanlar Osmanlı’nın son 150 yılının ne olduğunu, neler yitirdiğimizi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği tam bağımsızlık, Türk Devrimi ve yapı değişiklikleriyle neler kazandığımızı bilmeyen, anlamayan bağnazlar ve köktendinci bağımlılardır. Bunlar için bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, çağdaşlaşmanın, devletin, cumhuriyetin, laikliğin, demokrasinin, ahlak ve adaletin önemi yoktur. İmamın itaat ilkeleridir. İmam isterse onur, namus, hiçbir şey düşünmeden buyruklarını yerine getirirler. Kişilikleri yoktur. Yetenekleri yoktur. Bilgileri yoktur. Karanlık, dikta görmediklerinden, köktendinci terörü uygun bulduklarından aydınlığın ayırdında değillerdir. Utanmaları da yoktur. Nankörlük, değerbilmezlik iliklerine işlemiştir. Atatürk’ün ve laikliğin sayesinde ezan dinleyip namaz kılmak olanağına kavuştuklarını unutmuşlardır. Dinsel yönden hiçbir zorunluluğu olmayan sıkmabaşın peşinden sürüklenmekte, karanlıktan medet ummakta, dinsel söylemlerle oy peşinde koşmaktadırlar. Asıl bunların tutumu dine zarar, dindarlara saygısızlıktır. Ne yazık ki muhalefet partilerinden biri de “Başörtüsünü çözmekten korktular. Bu bizim meselemiz olsun” diyerek gericilikle milliyetçiliği birleştirip oy istemektedirler. Sıkmabaşa hukuksal güvence isteyen AKP milletvekili de çıkmıştır. Önceleri neler istediğini, nasıl sızma yolları önerdiği bilinen Fettullah Gülen’in askerlerimiz dinsizmiş gibi “Dindar asker isteriz” demesi gibi.



ZORUNLU AÇIKLAMA.,

Tutum ve davranışlarını uygun bulmadığım için ilişkimi kestiğim kimilerinin gerçekdışı anlatımlarını değişik çevrelerde yayarak karalama çabalarına karşı özet açıklamalarımı, yasal yanıt ve dava haklarımı saklı tutarak, aşağıda sıralıyorum:.

1.Kimseden beni çağırıp konuşturmalarını, radyo ve TV programları ile etkinliklere çıkarmalarını, yazı ve kitaplarımı yayımlamalarını, satmalarını istemedim. Yazılarımı isteyenlere gönderiyorum.

2.Kimseden ödünç almadım. Bedelini ödemediğim bir alımım yoktur. Veresiye yöntemi kullanmadım, krediye gerek duymadım. Ben ve iki çocuğum, ev, taşıt aracı ya da başka bir şey için kimseden parasal yardım almadık. Tersini söyleyenler onursuz ve yalancıdır. Para işlerini, parasal ilişkileri hiç sevmedim. Bizim adımıza kimse kimseye bir şey ödememiştir. Kimseye tek kuruşluk borcum-borcumuz yoktur.

3.Emekli olmadan önce kendi evimize taşındık. Lojmanda emekli olarak bir saniye bile oturmadım. Evimizde devletin toplu iğnesi bile yoktur.

4.Taşıt aracı tartışmaları benimle ilgili değil, koruma görevlileriyle ilgilidir. Bana, Başbakanlığın onayıyla verilen aracı bu onayı kaldırmadan ısrarla isteyip koruma görevlilerinin araçlarına karşılık tuttukları için son beş ayında hiç kullanmadan geri verdim. Görevlilere vermek istedikleri araç 20 yaşını geçtiği için alınmadı. Paramla sağladığım araç kullanılmaktadır. Yakıt ve onarımını da ben karşılıyorum.

5.Koruma görevlilerini geri çekmeleri için dilekçeyle başvurdum. Görevlilere güçlük çıkaran tutumdan kaçınmadılar ve başvuruma yanıt vermediler.

6.Hiçbir siyasal kuruluşa ve oluşumla ilgim yoktur. Bir üniversitede Anayasa Yargısı ve Türk Devrim Tarihi dersleri veriyorum. Hiçbir derneğin ve kurumun yönetiminde de değilim.

7.Eczacılık yapan bir kız yeğenimden başka yeğenim yoktur. Akrabalarım arasında ticaretle, örneğin sigortacılıkla uğraşan birisi de yoktur. Adımı kullanan, dostluğumu ve hemşehriliğimi yalanlarla süsleyip çıkar sağlayanlar olduğunda gerekli işlemleri yaparım.

8.Bu gazetede ya da başka bir organda kadrolu yazar ve çalışan değilim. Yalnız kendi yazımdan sorumluyum. Yurtsever, Atatürkçü gençleri desteklemeyi görev saydığım için yazıyorum. Herhangi bir ücret almıyorum. Yaşadıkça yurttaşlık görevimin gereğini yerine getireceğim. Baro kaydımı yenilemedim, avukatlık yapmıyorum. Şerefli ve namuslu insanlar yalan söylemezler, yalana olanak tanımaz ve destek olmazlar. Benden duyulmadıkça, bana bağlanan sözlerden, benden sorulup öğrenilmedikçe, doğrulanmadıkça bana yüklenen eylemlerden sorumlu olmam.


******


1921 Anayasası ile laik yaşama ilk adımını atan Türkiye’yi her alanda laikleştirmenin özgün günü olan 3 Mart (1924)’ta Öğretim Birliği Yasasını unutan Milli Eğitim Bakanı kendi takıntısını başkalarına yükleyerek konumuna yaraşırlığını tartışmaya açmıştır. Bir sendika başkanı eğitimde haremlik-selamlık uygulaması önermiş, yeni kürtçe kurslar terör örgütünü öven sloganlar atılarak açılmış, süslü medyanın büyük kesimi iktidarın hizmetine emrine girmiştir. Yazar Emin Çölaşan’ın “İzin(!)” notunun arkasındaki gerçek gerçek demokratları uyarmalıdır. Abdülhamit dönemini anımsatan, sıkıyönetim, 12 Eylül dönemlerinde bile rastlanması güç aykırılıklar, çirkinlikler yaşanmaktadır. İlerici bilinen-tanınan kimi yayın organları da değişik yöntemler uygulayarak ayrım yapmakta, iktidara yaranma çabalarına girmektedirler. Bilinen gerici, besleme, sözcü basın için ne söylenip yazılsa az gelir.

Günümüz iktidarı, dünkü iktidarın eseridir. Günümüz Başbakanı da anamuhalefet partisinin siyasete armağanıdır. Dokunulmazlık dosyaları dönem sonuna bırakılma, iktidar bildiğini okumayı sürdürmekte, AB ve ABD desteğinde yol almaktadır. Yasama organında sansür uygulayacak biçimde soru önergeleri geri çekilmekte, AB’ne girme hayaliyle yeni ödünler demeti, yeni Anayasa değişikliği hazırlığına yerleştirilmek istenmektedir. Kıbrıs’ta Denktaş’ın tümüyle çekilme olasılığını gündeme getiren dörtlü görüşmelere katılmama durumu bile iktidara yetmemektedir. Davos’ta Yunanistan’a bırakıldığı anlaşılan Kıbrıs için “Elden gelen yapıldı, başka çare yoktu, ancak bunu kurtarabildik” demenin ortamı oluşturulmaktadır. Daha da ötesi, Denktaş suçlanıp kusur ona yüklenerek rumlar sevindirilecektir. “Sus” uyarısı boşuna değildir.

Başbakanlık ve Milli Eğitim Müsteşarlarına TBMM Başbakanı’nın Danışmanı Kemal Öztürk eklenmiştir. Önceki yazıp söylediklerine direnen iki müsteşardan “O kitabı unuttum” diyerek ayrılan Öztürk’ün yazdıklarına göz atmakta yarar var. İktidarın ideolojisi, amacı, yöntemi, araçları bir bir ortaya dökülmekte, değişmenin olanaksızlığı, aldatma ve oyalamanın oyunları birbirine bağlanmaktadır. Böyle bir ortamda muhalefetteki partilerin dağınıklığı, ufuksuzluğu, ilkesizliği, tutum ve yöntem bozuklukları, boşlukları, birleşme ve dayanışma yetersizlikleri seçmenleri bıktırmış görünmektedir. Bencilliği, büyüklenmeyi, kişiselliği, slogan yarışını bırakmayı becerememişler, tembellikten, aymazlıktan, kazanmak için ilkelerinden ödün vermekten uzak kalamamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin değişik yönlerden, değişik nedenlerle karşıtlarıyla işbirliğini uygun bulanlar, umut olmaktan çıkmışlar, terör örgütü bayrakları, terörbaşını öven sloganlar arasında seçim söylevlerine sürdürmekte sakınca görmeyenler, terör eylemlerini kimi günleri ve olayları kullanarak büyük kentlere taşıyanların sesleriyle de kendilerine gelememişlerdir. Yerel seçimlerin özellikleri, adayların kişisel durumları, iktidar partisiyle ilişkilerinin ağırlığı, akçalı durumu güçlü olanların açılımları ve çalışmalarındaki genişleme sonuçları etkileyen kimi nedenlerdir. Partilerden çok adaylar öne çıkmaktadır. Ama kimi yerlerde de partisinin başka partilerle kurduğu ilişki yüzünden adaylar oy yitirebilmektedir. Bu seçimlerde bu etken büyük ölçüde geçerli olacaktır. Oyları bilinçle kullanmak, oy vermekten kaçınmamak demokrasiye katkının gereğidir. Verilmeyen, kullanılmayan oylar, istenmeyen partiye ve adaya kazandırılmış sayılır. Siyasal iktidar Anayasa, Siyasal Partiler Yasası ve seçim yasaları değişiklikleriyle demokrasiyi gölgeleyen, sözde bırakan çarpıklıkları gidereceği yerde, AB ve ABD yönlendirmesinde ödünler vermeyi yeğlemektedir. Seçimler sonrasında inatçı ve kindar iktidarın dili uzayacak, olumsuzlukları dayatma gücü artacak, yasama organını etkilememesine karşın “Oylarımızı arttırdık” böbürlenmesiyle şimdikinden daha kötü durumlara kayacaktır. Seçimlerde yansıması beklenen sağduyu, iktidar zorlamaları, tehditleri ve sözverileriyle tehlikededir. Seçmenin sağgörüyle davranması güçtür. Sınırlamalar, kısıtlamalar, yoksunluklar, çelişkiler, aykırılıklar, olumsuzluklar, kötülükler artacaktır. “Görünen köy kılavuz istemez” sözündeki gerçek önümüzdedir. Başbayiliğinden söz edilen Başbakanın konuşmaları, Devrim Yasalarını, yargı kararlarını göz ardı etme alışkanlıkları, ileri boyutlara varabilecektir. Kuyruk olmayı içine sindiren kimi yazarların amaçlı yorum ve değerlendirmeleri, yıpratma çabaları iktidarı azdıracak, ne olursa olsun iniş ve çöküşleri de bu ölçüde hızlanıp ağır bir düşüşe dönüşecektir. Cübbeli, sarıklı, sakallı muhtar adayları, sıkmabaşlı afişler, üstü kapalı söylemler bu gidişin perdeleridir.

Sıkmabaşın özgürlük sorunu olduğunda direnen sömürücülerle sözcülerinin gülünecek yanılgıları belirgindir. Zincirin özgürlüğü savunulabilir mi? Ayrımcılık simgesi olduğu açıkken Oostlander’in laikliği suçlaması Tayyip yandaşlığı ve destekçiliğine bağlanabilir. Avusturya’da Haider’e karşı çıkanların AKP suskunluğu ibretliktir. Neredeyse AB üyesi krallıkları unuttukları gibi Türkiye’de cumhuriyete karşı çıkacaklar. Türkiye için Türk ulusunun sakıncalı olduğunu söyleyecekler. Dünyada müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerin hangisinde Türkiye’dekinden daha iyi yaşanan din var? Hangisinde daha çok özgürlük, demokrasi, insan hakları, hukuk, mutluluk Türkiye’dekinden daha fazla? Laikliğin, laik cumhuriyetin Türk toplumunu, Türkiye insanlarının nereden nereye getirdiğini bilmiyorlar mı? Öğrenmedilerse bu görevlerde nasıl bulunuyorlar? Türkiye’de laiklik olmasaydı, Anayasa’da yazılmasaydı neler olurdu, düşünebiliyorlar mı? Tarih bilmeyen, hiçbir şey bilmez, kendini de bilmez.

Çelişkiler-Çirkinlikler

Hindistan müslümanlarının yardımından artan parayı nasıl kullandığı, ulusu için yeniliklere nasıl örnek olduğu, neler kazandırdığı, varlıklarını ulusa nasıl armağan ettiği bilinen Atatürk’ü Abdülhamit’le, Recep Tayyip’le karşılaştırıp şimdiki başbakanın ticaret ilişkisini olağan göstermeye çalışanlar çıktı. İşsizlikle, üniversitelerin vereceği bursların engellenmesiyle, haksızlıklarla yolsuzluklarla ilgilenmeyen ısmarlamacı kalemlerin yavşaklık ve yalakalıkları tiksindiricidir. Utanma duygularını da yitirmiş görünmektedirler. Dokunulup değinilecek nice konu sahipsizdir. Enflasyon uyutmalarını doğrulamayan yaşam güçlükleri intiharlara, değişik suç olaylarına neden olurken, işçiler çıkarılır, işyerleri kapatılırken, yağma nitelikli özelleştirmeler sürdürülürken, kayırmalar ve ayrıcalıklar sırıtırken televizyon ve gazete kuşları iktidar şakşakçılığının en çirkin örneklerini vermektedirler. Onlar için herşey geçerli ve uygundur, Atatürkçü olmak, tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, insanlığı, hukuku, demokrasiyi, eşitliği, onuru, ahlakı ve adaleti savunmak, gençlere yardımcı olmak suçtur.

AB’ne sunulan raporda, Türkiye’de laikliğin ayrımcılık yaptığı, iyi uygulanmadığı eleştirisi, işkence savları onları asla ilgilendirmez. Irak’ta zar-zor imzalanan Geçici Anayasa’nın Türkmenleri dışlaması, ABD’nin PKK/Kongra-Gel’e ilişkin yandaşlık tüten ikilemleri onların umrunda değildir. Kıbrıs’ta Papadopulos’un herşeyi reddetmesinin onlara göre önemi yoktur. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi yeni ilgi odaklarıdır. Köktendinci yazarların dönüşlerindeki çelişki, öncesinin doğrultusunun bugüne uyarlanması üzerinde durulacak değer taşımamakta, Dünya Kadınlar Günü’nün sıkmabaşlılar korosunun ilahiler okuyarak kutlaması uyarıcı olmamaktadır.

Solculuğu sözde kalmış çelişkili ve güvenilmez kimilerinin “Solu birleştireceği” savsözü güçleri ve tutumlarıyla karşılaştırılınca gülünüp geçilmektedir. Bu arada köktendinci, gerici, tutucu, çıkarcıların dayanışması karşısında ilericilerin dağınıklığı, birbirlerine karşıtlığı, anlamsız ve sakıncalı özseverlikleri, tembellik ve hukuk tanımazlıkları tartışılmaktadır. Bu konuda kişilerden kaynaklanan sorunlar aşılmadıkça sağlıklı birliktelikler oluşamaz, sürüp giden dağınıklık ve bozuklukları yansıtan karşıtlıklar çözülmelerle yıkımlar getirir. Gericilerin düşünsel hiçbir gücü yokken onların değirmenine suyu taşıyan sözde ilericiler, sözde aydınlar, sözde Atatürkçülerdir. Demokratik kitle örgütlerinde şöyle ya da böyle biryerlere gelenlerin kimileri kendilerini dev aynasında görerek koltuğa yapışmakta, hiçbir yararı geçmemesine karşın kendi tutarsız anlatımlarıyla olmadık başarıları sıralayıp övünmekte, etiketi kullanarak dolaşmak, kendini kanıtlamak amacıyla yerini kimseye vermemek, yıllarca oturmak üzere her yola başvurabilmekte, üstelik bu gerici çabayı “demokratik” olarak niteleyebilmektedir.

Eğitim, Bilgi ve Ahlak

Birilerinin kaypaklığı, yüzsüzlüğü, kulisçiliği, klikçiliği, oyunları, yalanı, dedikoduları, ahlaksızlığı bir süre insanı bir yere taşıyabilir, iktidar yapabilir ama itibarlı yapamaz. Katıksız Atatürkçüler dışlanıp karışık adamlar öne çıkarılabilir. Yıllarca İsmet İnönü de oy alamadı. Alanlar ondan iyi mi idi? Tıpkı şimdi 84 yılı karanlık sayanlar gibi Atatürk’ün 15 altın yılının da içinde bulunduğu 27 yılı oy için karalayanlar olmadı mı? Sonu ne oldu? Hiç. Başbakan CHP’nin kökünü kötülerken kendi kökünün ne olduğunu söylüyor mu? Nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen var mı? Kim olduğu unutuluyor mu? Köksüz de denilebilir, ne kökünden geldiği de söylenebilir ama niteliği ve düzeyi düşürmemek için bu tür tartışmalara, sataşmalara girişilmez.

Bir zamanlar “Hem laik hem müslüman olunmaz” diyen bunlar değil miydi? Şimdi laiklikten yana sözler etmeye çalışarak arayı kapatmak istiyorlar. Ama asla içtenlikli değiller. Laikliği savunan insanlara karşı tutumları, Eve Dönüş Yasası’yla bağışladıkları köktendinci ve etnik ayrımcı teröristlerinkinin tümüyle tersi. Teröristlere olanaklar, yardım ve katkılar, destekler; laikliği ve Atatürkçülüğü savunanları hedef gösterme çelişkileri. Gerçekçi olsalar, görünümleri gerçek olsa özür dileyip düşmanlık sayılacak tutumları bırakmaları gerekir.

Seçimler “Nabza göre şerbet” sakatlığını geçerli gösterme süreci oluyor. Demokrasi şöleni yapılması gereken ortamlar demokrasi çöplüğüne dönüyor. Uzun yıllar unutulan seçmenler beş yılda bir seçim nedeniyle anımsanıyor ama demokrasiyi yozlaştıran, oyları “Namus ve onur” sayma bilincinden uzaklaştıran yöntemler kullanılıyor. Sonuçta spor takımı tutar gibi hatır için parti tutulup o veriliyor. Bölgecilik, etnik dayanışma, partizanlık, tarikat, aşiret, ticaret ilişkisi, çıkar etkili olabiliyor. Sonuçta da olanlar demokrasiye, ulusa, ülkeye, bizlere, hepimize oluyor. Seçim bir sınav ve olanaktır. Demokrasinin en belirgin göstergesidir. Ona yaraşır olmak çabası gerçek yurttaşlığın ölçütüdür. Kimi parti sorumlularının köktendincilere, kimilerinin kürtçülük yapanlara, kimilerinin de mezhepçilik koşturanlara hoşgörünme çabalı gereksiz sözleri demokrasinin kötüye kullanılmasının örnekleridir. Bunlar kimseye yarar sağlamaz., kötülükler büyür o kadar. Demokratik kitle örgütleri de bağımsızlık ve yansızlıklarına gereken özeni göstermez, kimi kuvvetlerde söz ederek bir şey kazandırdığını anlatır, yönlendirmeye, etkilenmeye elverişli duruma düşerse bağımlı olur, güdümlü olur. İstenileni yapmak ya da yapmamak zorunda kalır. İlkeli, tutarlı olmak, gereksinimlerini kendisi karşılamak ekonomik gücüyle işlev özgünlüğüne uygun davranışları sürdürmek çekiciliği korumaktır. Kimi olaylara, oluşumlara, kimi yazarlara ve yazılanlara baktıkça umudu taşımak ve korumak güçleşiyor. Milli Görüşçülerin Milli Çözüm dergisinde yazılanlar günümüz iktidarının doğrultusunu açıklamaktadır. Başlangıçta ulusal çözülmeyi erek edinenler, şimdi karşıtlıkları nedeniyle yapılarını yeniliyorlar. Kimileri de bilinenleri antiemperyalist göstererek yeni ilişkilerle sahneye çıkıyorlar. Ümmetçilerin antiemperyalist olduğunu savunmak yanılgıdır. Bir ya da birkaç devlete belli nedenlerle karşı olmak geçici bir tavırdır. Antiemperyalist kişi, ilkede tüm sömürü, uluslararası tekelcilik, yayılmacılık ve dayatmacılığa, kapitalizmin oyunlarıyla oyuncularına karşıdır. Çizgi ve doğrultu değişikliği, yön ve yol düzenleme nitelikli açılımlar ilkelerden ödün kuşkusu yaratmaktadır.

Doğrulanan kuşkular Türkiye’mizin içine çekilmek istendiği karanlığın belirtilerle artmaktadır. TRT’deki görevden almalar ve atamalar, Çanakkale Belgeseli’ni “Ajans 1400” adına hazırlayan kimsenin yenilmez kahraman Mustafa Kemal’e yer vermemesi anlayışından vazgeçmediğini kanıtlamaktadır. Kadınlarımızı ikinci sınıf yurttaş sayan gerici anlayış ne yazık ki sürmektedir. Yıllar önce Türk Kadınlar Birliği avukatı olarak Danıştay 5. Daire’de 2’ye karşı 3 oyla “Kadınların kaymakam olamayacağına” ilişkin kararı aldığım zaman duyduğum üzüntüyü yeniden yaşıyorum. Kadın eli sıkınca abdesti bozulan, insanlığını unutan, başka şeyler düşünen insanın dindarlığına inanılır mı? Müslümanlığı bu kadar zayıf ve değişken göstermek doğru mu? Program değişiklikleri, dinsel içerikli yayınlar Türkiye genelinde amaçlı gidişin somutlaşmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın amacı, sonuçları, insan hakları, demokrasi, laiklik, hukuk devleti, Söylev, Anayasa konusunda bilinç dokuyan izlenceler belli günlere ve saatlere sıkıştırılarak geçiştiriliyor.

Karamanlis’in Karamanlı olduğu söylemleri vurgulanırken Papadopulos’un Akritas Kıyım Planı yapımcılarından olduğu gözardı edilmektedir. Karmakarışık, dolaşık gidiş kimilerinin işine gelmektedir. İstanbul’daki terör olaylarından sonra Madrid’deki olay da köktendincilerin herşeyi göze alabilecekleri konusunda yeterli sayılmamıştır. Gerici basın hızla, Silahlı Kuvvetlere, yargıya saldırılarını sürdürmektedir. Olaylar, yıllarca koşullandırmanın, kışkırtmanın, dolaylı ve açık eğitimin sonucudur. Suça özendirenler konusunda ciddi hiçbir işlem, güven verici hiçbir yaklaşımın tanığı değiliz. İlerici geçinip asılsız suçlamalarda bulananlar yargı kararıyla sorumlu bulunduklarında özür dilemeyi bilmeyecek ölçüde katılık içindeler. Hakların özgürlüklerin inançların en sağlıklı güvencesi laikliği savunurken bize “Jakoben, 1930’larda kalmış baskıcılar, laikçiler, laikperestler” diye saldıranlar İspanya olaylarıyla acaba uyanmışlar mıdır? Vicdanlarının sesine kulak vermişler midir? Kendilerine yakınlarına yönelik bir saldırı olsaydı ne yaparlardı? Bu soruları akıllarıyla yanıtlamayanlardan hiçbir şey beklenemez.

50 yılı aşan demokrasi deneyimimiz umduklarımızı, özlediklerimizi getirmedi. Rusya Stalin’den, Almanya Hitler’den, Fransa Peten’den, Portekiz Salazar’dan, İspanya Franko’dan, İtalya Mussolini’den, Yugoslavya Tito’dan, Romanya Çavuşesku’dan, daha başkaları kendi diktatörlerinden kurtuldu, AB’ye katılıyorlar. 1930’ların en iyi cumhuriyetlerinin başında gelen Türkiye bekletiliyor, oyalanıyor. Demokrasiyle diktatörlükler, laikliğiyle dinci rejimler için kötü örnek olan Türkiye’yi AB yetkilileri bir türlü benimseyemiyor. İçimizdeki yalvar-yakarcıların, verkurtulcuların ödüncü yaklaşımları değerimiz konusunda kuşku yarattı. Eşitliği, hukuku ve onuru düşünmeyip kendilerini düşünenler sorumludur.

Çok kimse işin kolayına kaçıyor. Açıkça, doğrudan tavır koyamayanlar, çekinenler, kaçınanlar başkalarını kullanarak dolaylı yollarla etkili olmaya ya da kimi olumsuzlukları böylece önlemeye çalışıyor. Seslerini böylece duyurmayı uygun buluyorlar. Görevlerinin gereğini, beklenenleri yapamayanlar başkalarını öne çıkararak “Biz de varız, işte böyle yaptırırız” türü yolları deniyorlar. Minder dışı, kaçak güreş. Başkalarının üzerinde ya da başkalarını konuşturmak kurnazlığı işe yaramaz. Diyeceğini başkasının eline tutuşturmakla, başkasının yazdığını okumak birdir, marifet değildir. Yürekli olmak gerekir. Sakıncalı ise kalkışma, değilse kendin yaz, kendin oku. Halka doğruları anlatarak benimsetmeyi beceremeyenler nerede olurlarsa olsunlar başarılı olamazlar.

Yerel seçimlere rahatsız eden gürültüler, kimi Bakanların seçmenleri tehdidi, kimi belediyelerin tapu, kiminin de su parası borçlarını silmesi gibi seçim rüşvetleriyle giriliyor. Adayların çokluğu “Ne var bu işte?” dedirtecek ölçüde. Ama kimsenin Kıbrıs’a ilgili dörtlü zirveye katılmayacağını açıklayan Denktaş’ın neleri vurgulamak istediğine ilişkin sorunu yok. Tayyip Erdoğan’ın “Önemsenecek konu değil” sözleriyle küçümsenip dudak bükülecek bir olay değil. Kıbrıs’ı, sorunlarını, tarihiyle ve özellikleriyle Denktaş’tan daha iyi bildiklerini, daha çok sevdiklerini asla ileri süremeyecek kimilerinin Denktaş’ı suçlayıp dışlama çabaları bağışlanacak bir aymazlık değil.

Sevenler herşeyi düşünerek oy vermeli, Kıbrıs’ı da asla gözardı etmemeli. Yalnız bu mu? Yine Recep Tayyip’in koşullandırma eğitimi girişiminin bozulmasına katlanamayıp “... top bir döner, iki döner, üçüncüde gol olur” sözleriyle Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ders Kitapları Yönetmeliği’nde yaptığı değişiklik birlikte değerlendirilmelidir. Okullara tarikat ürünlerinin girmesine kolaylık sağlayacak yeni düzenleme laik cumhuriyet yönünden sakıncalara açıktır. Tanımı yapılmamış “Toplumun ortak değerleri” bugüne değin olduğu gibi Türk-İslam Sentezi doğrultusunda “milliyetçi-muhafazakar” ve “milli-manevi değerler” söylemleriyle gelişen gericiliği anımsatmaktadır. Hıristiyan dininden olduğu için spor merkezinden çıkarılıp giriş kartı geçersiz sayılan bayanın da durumu gözetilirse değişmenin, laikliği anlamanın, modern ve demokrat olmanın gerçekleri yansıtmadığında duraksanamaz. İnanç sömürüsü yaptıklarını açıklayarak geçmişindeki kara bölümü aklatmaya çalışan Recep Tayyip’in sözlerine inanıp güvenmenin güçlüğü ortadadır. YÖK’le uzlaşmanın diretmelerle olanaksız kalması da gerçek amaçlarının oyalama ve aldatmalarla gizlenip ertelenerek yürürlükte tutulduğunu göstermektedir.

Pakistan Cumhurbaşkanı’nın, Suriye Cumhurbaşkanı’nın eşlerinden sora ikinci kez Türkiye’ye gelen Ürdün Kralının eşi de çağdaş görünümüyle anlamlı bir örnek oluşturuyordu. Kral’ın tutucuların kutsal kitaplara aykırı düşen tutumlarına ilişkin sözleriyle birlikte değerlendirilince Kraliçenin açık başının bizdeki inatçıları utandırması, hiç olmazsa düşündürmesi gerekir. Seçmenlerimiz inanç sömürüsü yaparak yönetimi ele geçirenlerin inatlarıyla nerelere gidebileceğimizi kestirmeye çalışmalı oylarının değerini bilmelidir. İş işten geçince yakınmanın yararı olsaydı “Son pişmanlık fayda etmez” sözü kullanılmazdı.

İktidar birşeyleri çok kötü yaptı. Muhalefet anımsanacak olumlu bir şey yapamadı. Kötülüklerden neyi düzeltti, neyi geri çevirdi, neyi önledi, neyi seslendirdi, hangi birlikteliği sağladı? Kimleri uyardı? Kimlere yardımcı oldu? Kimlerle ilgilendi? Anamuvafakat partisi görünümünden kurtulamayıp seçim atışmalarıyla ilgi toplanamaz. Seçim kazanmak için her yolu, her yöntemi geçerli sayan çağdışı anlayış tüm hızıyla hiçbirşeye aldırmadan sürüyor. İktidar ve muhalefet hiç fark etmiyor. Seçmen bıkkın ve şaşkın. Yeni çalışma yerlerinin açılışında konuk olarak bulunan önceki genel başkanlarını övgüyle kutlayacak yerde katkısına karşı çıkacak yönde hırçınlaşan partizanlar, militanlar duyuluyor. Kuruluşlarına bağlılıkları rozetle sınırlı olan sözde üyelerin varlığı en zararlı yığınaktır. Gençliğe, yenilenmeye, atılımlara, devingenliğe kapılarını kapamış bir yapı er-geç yıkılır. Yapılanları yadsımak değil, üstüne birşeyler eklemek başarıdır. Gelecekte düzenlenecek çizelge kimlerin ne olup olmadığını belgeler.

Ulusal dayanışma, toplumsal barışla sağlanır. Ulusal birliği yıkmak isteyenlere karşı kendi içinde birlik sağlayarak ilk yanıtı veremeyenlerin, karalama ve kavga yanlılarıyla birlikteliği kendi çıkarları için sürdürenlerin, yurttaşlık görevlerini ve tüzüksel yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin göstermelik toplantıları, kimseyi kandıramaz ve birşeye yaramaz. Siyasal güç sağlamadıkça, böyle bir oluşumu amaçlamadıkça hiçbir etkisi olamaz. Zaman yitirilir, o kadar.

Çanakkale savaşlarını anımsamak, Atatürk’ün “Topraklarımızda yatanlar bizim evladımız olmuşlardır” sözündeki yüceliği, insanlık anlamını kavramak günümüz için büyük derstir.

Ülkemizin, yurdu kurtarıp laik Türkiye Cumhuriyetini kuranların, birbirimizin değerini bilelim. Demokrasi siyasal bir oyun değil, çağdaş topluma yaraşan yönetim biçimidir, yaşama biçimidir. Devlette, özel kesimde gereklerine özenle uyarak yaşatıp koruyalım.


http://www.turksolu.com.tr/52/ozden52.htm



..