2 Kasım 2015 Pazartesi

RUS SAVAŞ UÇAKLARI SURİYEDE NE ARIYOR?




RUS SAVAŞ UÇAKLARI SURİYEDE NE ARIYOR?

Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1923)



rusyasuriye1









Aşağıdaki “RUSYA, SURİYE SAVAŞINI DURDURDU” başlıklı yazımın tarihi 7 Şubat 2012’dir. Bildiri-Yorum sitesinde yayınlanmıştır.

Bu yazıda, Rusya’nın Suriye için ve Suriye’nin Rusya için ne anlama geldiğini açıklamıştım.
Şimdi Rusya’nın Esad’a destek için muhalif hedefleri bombalamasını bazı gazeteciler ve bilimsel takılan aydın kılıklı bazı efendiler; anlayamıyorlar ve “Nereden çıktı bu Ruslar?” diye soruyorlar.
ABD ve AB ülkelerinin uçakları “İŞID’i bombalıyoruz” bahanesinin arkasına sığınarak aylardır Suriye semalarından Suriye topraklarına hava taaruzları yapıp taş üstünde taş bırakamazken, ve bu beyler bu bombalama işini rutin olarak görüp ses çıkartmaz iken, bu defa ayni işi Rusya yapınca seslerini yüksek perdeden çıkartmaya başladılar.
Önce şunu iyi bilelim. Ruslar bir yerden çıkmadı. 1956’dan beri Rusya askeri ile, kültürü, , ekonomisi ve tüm unsurları ile Şam ile yakın temas halinde idi. Yani 60 yıla yakındır Rusya Suriye’dedir. Zamanı gelmiş, askeri teknolojik eksiklikleri gidermişler ve şimdi harekete başlamışlardır. Aslında öncelikle bölgedeki dengelerin oturmasını beklemişler, Çin ve İran’ın net destek tavırlarının geçerliliğini izlemişler, desteğin geldiğini görünce batının karşısına Asya cephesi olarak yerlerini almışlardır.
1991’den beri bölgeden dışlanan, petrol ve doğalgaz zengini Ortadoğu enerji kaynaklarının kontrolunu ABD ve AB’ye kaptıran Rusya; sonunda oyunda bende varım demiştir. Bu varlığın sürekli olacağının kanıtı olarak silahlı kuvvetlerinin tüm gücü ile Suriyenin yanında yerini aldığını göstermiştir.
Bu yer alma geçici değil, kalıcıdır. Akdenizde yer almak ve Rus bayrağı göstermek Rusya için hayati önemi haizdir. Rus Çarı Büyük Petro’dan Putin’in Rusya’sına intikal eden “Sıcak denizlere inme” hedefi aynen durmaktadır. Küresel aktör olabilmek için batının can damarı enerji koridorunu Doğu Akdenizden kontrol edebilmek için Lazkiye ve Şam Rusya için vazgeçilemez unsurlardır. Bu bakımdan Suriye ile ilişkisi olan ülkeler Rusya faktörünü her zaman gözönüne almak durumundadır.
Özetleyecek olursak. Çin ve İran’ın fiili desteğini garanti eden Rusya; silahlı kuvvetlerini devreye sokarak dünyanın enerji ve ticaret yollarının odağındaki Ortadoğu’nun sadece ABD ce AB’nin kontrolunda olmadığını, Rusya-Çin-İran’dan oluşan Asya gücünün de burada söz sahibi olduğunu gösteriştir. Bölgede şu anda bir güç dengesi oluşmuştur. Bu güç dengesi muhtemel bir üçüncü dünya savaşını şimdilik önlemiştir. Önümüzdeki günlerde bölge kaynaklarının kontrolunun iki blok arasında dengeli dağıtımına şahit olacağız.
Peki bu denklem içinde Türkiye’nin yeri neresidir.?
Türkiye yanlış AK Parti politikaları yüzünden Ortadoğu’dan tamamen dışlanmış ve denklemin dışında kalmıştır. Bundan sonra yapılacak iş her iki blokla olan ilişkilerimizi dengeli bir şekilde muhafaza edebilmek olmalıdır. Türkiye’nin ABD ve AB kadar, Rusya-Çin ve İran ile birlikte hareket etmesinde pek çok çıkarı vardır. Aslında güçlü, iç sorunlarını halletmiş laik bir Türkiye tam ortada durarak her iki blokla olan ikili ilişkilerini devam ettirip buralardan çok iyi kazanımlar elde edebilir. Bunun için Davutoğlu’nun sıfır sorundan sırf soruna götüren derin politikaları değil, Atatürk’ün dış politika anlayışının hakim kılınması esastır.

RUSYA, SURİYE SAVAŞINI DURDURDU (7 ŞUBAT 2012)

ABD’nin uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Plânı çerçevesinde bir süredir ateş ve kan gölüne dönen İslâm ülkelerinin şimdiki durağı Güney komşumuz Suriye olmuştur.
ABD’nin Suriye’nin kontrol ve denetim altına alınması ile elde etmeyi plânladığı üç kazanımı olacaktı. Bunlar, İsrail’in güvenliğini güçlendirmek; Türkiye, Irak ve Suriye topraklarında oluşacak Büyük Kürdistan’ın Suriye bölümünün kurulmasını kolaylaştırmak; Irak petrollerinin Suriye kuzeyinden Akdenize emniyetle aktarılmasını sağlamaktır.
Bugüne kadar Tunus, Mısır, Libyada kolayca hedefe giden ABD’nin işi bu defa kolay olmamıştır. Hernekadar Türkiye ile birlikte yönetimleri satın alınmış bazı Arap ülkeleri ABD’nin işini kolaylaştırmak için çırpınmasına rağmen Suriye’nin Libya misali askeri işgâli ertelenmiştir. Çünkü özellikle Rusya ile Çin devreye girmiş ve desteklerini Suriye’den yana koymuşlardır.
1991’de komünizm ile birlikte dağılarak 15 parçaya bölünen SSCB’nin global işlevlerini devralan Rusya, bugün yeniden bir dünya gücü olduğunu resmen ilan etmiştir. 2000’den beri 12 yıldır Rusyayı yöneten ve 8 yıl daha yönetmesine kesin gözü ile bakılan Putin, Rusya’yı beklenilenden çok önce eski güçlü günlerine döndürmeyi başarmıştır.
2012 yılının Putin yönetimindeki kapitalist Rusya’sı hâlâ dev bir dünya gücüdür. Rusya Federasyonu, BM Güvenlik Konseyi karar alma sistemi içinde ‘Veto Hakkı’ olan beş ülkeden biridir. Bu gücünü en son 3 Şubat 2012’de Suriye’ye yaptırım uygulanmasını öngören BM kararını Çin ile birlikte veto ederek kanıtlamıştır. Bu veto ile Rusya, ABD’nin Büyük Ortadoğu Plânı çerçevesinde Suriye üzerinde oynadığı oyunu temelden bozmuştur. Bununla da kalmamış yıllardır ihmal ettiği Rusya Akdeniz filosunu yeniden devreye sokmuştur. Eski Sovyetler Birliği Akdeniz Donanması’nın (SOVMEDRON) ana üssü olan Suriye’nin Tartus limanında bu defa Rusya donanmasını konuşlandırarak ABD ve NATO’ya “Artık bende burdayım. Plânlarınızda beni de dikkate alın” mesajı vermiştir.
Rusya, vetonun da ötesine geçmiş, sorunun çözümünde doğrudan devreye girerek insiyatifi ele geçirmiştir. Nitekim Suriye’de şiddet devam ederken Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov yanına Rusya Dış İstihbarat Teşkilatı (SVR) Başkanı Mihail Fradkov’u alarak Şam’da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile bir araya gelmiştir. Suriyede halk kitlelerinin Rus bayrakları ile Lavrov’a yaptıkarı sevgi tezahüratlarını iyi değerlendirmek gerekmektedir. ABD başta olmak üzere Batılı güçler teker teker Şam ile diplomatik ilişkilerini kesip diplomatlarını ülkelerine geri çekerken Rusya, aynen soğuk savaş döneminde olduğu gibi eski uydusu Suriye’nin yanında mevzi almıştır.
Peki, Rusya neden Suriye’nin yanında yer almıştır? Bu sorunun cevabının anlaşılması için Rusya – Suriye ilişkilerinin tarihi gelişimini bilmek gerekmektedir.
Moskova-Şam arasındaki ilişkiler 1956 yılında askeri-teknik alanda yapılan işbirliği ile başlamıştır. Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında Suriye, Rusya’yı askeri alanda en önemli ve güvenilir ortak olarak değerlendirmiş ve bütün askeri alımlarını Rusya’dan yapmıştır. Geçen süreçte Suriye’ye sağlanan Rus askeri malzemesi 30 Milyar Dolardır. İçinde Suriye ordusuna ait 65 füze sistemi, 5000 tank ve 1200 savaş uçağının bulunduğu silah sistemleri eski nesil teknolojiye sahip olup, bunların % 80’nin yenileştirmeye ihtiyacı vardır. 2010-2013 yıllarını kapsayan 4 yıllık dönem için imzalanan anlaşmalara göre Rusya’dan tedarik edilecek silahların tutarı yaklaşık 600 milyon dolar olarak plânlanmıştır.
Bunun yanında, Suriye askeri güçlerinin modernizasyonu çerçevesinde de Rusya ile müzakereler sürdürülmektedir. NEVA uçaksavar sistemlerinin yenilenmesi, MiG-29CMT ve YAK-130 uçaklarının temini, uzun menzilli S-300 hava savunma füzeleri ile operasyonel-taktik füze sistemlerinin alımı, T-90 tanklarının Rusya’dan temini için çalışılmaktadır.
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Mart 2011’deki Moskova ziyaretinin en önemli gündem maddesi Suriye’ye füze sistemleri satımının ertelenmesini istemek olmuştur. Moskova konuyu ertelenmiş gözükse de, ileride yeniden gündeme gelebilecektir. Çünkü Rusya-Suriye ilişkileri sıradan ilişkilerden değildir. 60 yıldır devam eden Moskova-Şam birlikteliği Ortadoğu’da bölgesel ve küresel etkilerinin de olabileceği bir fay hattı oluşturmaktadır. Bir taraftan, Rusya silah ticareti ile ticari kazanç sağlarken, diğer taraftan da bu konuyu Suriye ve İsrail ve hatta ABD arasında bir pazarlık konusu yapmakta ve bölgede önemli bir aktör olarak gücünü korumaya devam etmektedir.
Rusya’nın 2010 yılı silah satış anlaşmaları tutarı 15 milyar dolardır. Arap devrimleri süresince sadece silah ticaretinden kaybı 6 milyar dolardır. Bunun 4 Milyarı Libyadan kaynaklanmaktadır. İran ve Libya ambargolarından sonra Suriye, Rusya’nın silah ihracatı yaptığı en önemli pazar haline gelmiştir. Dolayısıyla bu pazarı kaybetmek istememektedir.
Suriyedeki Beşşar Esad rejimini açıkça destekleyen Rusya’nın bu desteğinde tarihi arka plânı da olan askeri-teknik ve ekonomik nedenler kadar jeopolitik çıkarlar da önemli rol oynamaktadır.
Suriye’nin Tartus Limanı, stratejik bir bölge olup 1971’den beri önce SSCB’nin şimdi Rusya’nın Akdeniz filosuna ana üs olarak ev sahipliği yapmaktadır. Bu ana üs Rus donanmasına teknik ikmal, donanım desteği ve gemi onarımları amacıyla kullanılmıştır. Uzun süre bakımsız kalan tesisler 2008’deki Rusya-Gürcistan Savaşı sonrası ele alınarak kullanıma hazır hale getirilmiştir. Halen Akdeniz’deki bu tek Rus askeri deniz üssünün modernizasyon projesi çerçevesinde limanının genişletilerek büyük gemilerin ve hatta uçak gemilerinin kullanımına açılması için çalışmalar aralıksız sürdürülmektedir.
Tartus’taki üssün muhafazası ve genişletilmesi Rusya’nın Arap dünyası ve Doğu Akdeniz’deki varlığı açısından da çok önemlidir. Tartus, Doğu Akdeniz’de Rusya’nın varlığının tescilidir. “Arap Baharı” neticesinde ortaya çıkan yeni siyasi iktidarların muhtemelen Batılı politikalar takip edecekleri düşünüldüğünde bu durumun Rusya’nın Arap dünyasındaki imajına olumsuz etkide bulunacağı açıktır. Suriye’de de muhtemel bir rejim değişikliği Tartus’taki Rus üssünün geleceğini de tehdit edecektir. Bu da Akdenizdeki Rus etkisinin azalmasına belkide tamamen kalkmasına yol açacaktır.
2001 yılında Putin’in onayladığı “Rusya Federasyonu Deniz Doktrini”nde Atlantik bölgesinin bir unsuru olarak ifade edilen Akdeniz, Rus deniz gücünün bölgesel güvenlik açısından önemli bir unsuru olarak değerlendirilmiştir. Bu yüzden NATO’nun bu bölgedeki etki alanının Suriye’yi de içine alacak şekilde genişlemesi Rusya’nın imkânlarını kısıtlayacaktır. Bu açıdan, Doğu Akdeniz’de bulunacak bu üssün Karadeniz’deki Rus donanmasıyla birlikte Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında NATO’nun hâkimiyetini kısmen de olsa sınırlayacağı açıktır. Aslında Rusya’nın bölge içinde Tartus limanı dışında Libya ve Yemen’de kurulacak yeni üsler için de bazı çalışmalar yaptığı bilinmektedir.
Stratejistlerce Moskova’nın Tartus’taki üssü siyasi bir araç olarak ABD ve İsrail’e karşı kullanabileceği de değerlendirilmektedir. Bölgedeki NATO ve İsrail’in askeri gücü Rusya’nın varlığı ile kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Fakat Tartus’ta konuşlanacak uzun menzilli S-300 hava savunma füzeleriyle Suriye’nin güvenliği de güçlenecektir. Bu durum İsrail tarafından kendi güvenliğine tehdit olarak algılanmaktadır. Rusya, Tartus’ta konuşlu silah ve füze sistemlerinin sadece kendisinin kullanacağını belirtmesine rağmen, İran’ın Lazkiye limanında bir üs kurma çalışmalarıyla birlikte değerlendirildiğinde, ABD ve İsrail’in endişelenmesi çok doğaldır. Bu durum ise Moskova’ya bir taraftan ABD ve İsrail’e yönelik bazı konularda pazarlık yapma imkânı sağlarken, Rusya’nın, özelde Suriye, genelde ise Ortadoğu ve Akdeniz’de etkin bir güç olmasını sağlamaktadır.
Rusya’nın Müslüman Ortadoğu ülkelerindeki ABD ve AB destekli ayaklanmalardan hoşlanmadığı bilinmektedir. Çünkü benzeri olaylar ‘Turuncu Devrim’ adıyla eski SSCB den kopartılan ülkelerde de yaşanmıştı. Bu tip hareketleri iyi tanıyan Rusya, Ortadoğu’daki eski müttefiki Suriye’nin benzeri olaylarla karışmasını istememiştir. Bilindiği gibi Kremlin 2005 yılında Beşşar Esed’in Moskova gezisinde Suriye’nin Rusya’ya olan borcunun % 73’ünü silmişti. Yine, 2005-2006 yıllarında da Rusya BM Güvenlik Konseyi’nde Refik Hariri cinayeti dolayısıyla Suriye’ye yönelik muhtemel yaptırımlara da karşı çıkmıştı. 2010’da da Şam’ı ziyaret eden Devlet Başkanı Dimitry Medvedev ikili ilişkileri daha üst seviyeye çıkarmıştı.
Moskova Suriye’deki olayları henüz uluslararası barış ve güvenliğe bir tehdit olarak görmemektedir. Suriye’deki istikrarsızlığın bütün Ortadoğu’ya yayılabileceğini ileri sürmekte ve sorunun ülke içinde bütün kesimlerin birlikte yer alacağı diyalog ile çözülmesini istemektedir. İran ve Lübnan hariç bölge ülkelerinin Suriye konusundaki menfi tutum ve davranışlarına rağmen Moskova’nın tutumunda ısrarcı olması Şam’ın stratejik açıdan Rusya için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Arap Ligi’nin Libya’da olduğu gibi Suriye’de dışarıdan bir askeri müdahaleye destek vermemesi de Moskova’nın elini güçlendirmiştir. Arap dünyasının bir bütün olarak hareket etmemesi ve İran-Suriye-Lübnan hattında bir Şii ekseninin oluşması Rusya’nın bölgesel rolüne hizmet etmektedir. Aslında Rusya, Şam’a verdiği destekle sadece Suriyeyi değil, Suriyenin kendisine sağladığı stratejik konum üstünlüğünü muhafazaya çalışmaktadır.
Sonuç olarak;
Rusya, NATO’nun yardımıyla muhaliflerin iktidara getirildiği Libya’da silah ticaretinden zarar etmiştir. Ayrıca yeni iktidarın Batı yanlısı politikaları yüzünden ülkedeki petrol/gaz yataklarının işletilmesi ve altyapı inşasında elde edebileceği kârlardan da mahrum kalmıştır. Bu zararı yeniden yaşamak istemeyen Rusya Suriye’de elini sağlam tutmuş ve Esad rejimine yönelik muhalefeti Şii-Sünni eksenli değerlendirip İran-Suriye-Lübnan halkasına dâhil olmuştur. Esad yönetiminden Tartus’taki üs, yeni savunma/silah antlaşmaları ve nükleer enerji üretimi konusunda alabileceği muhtemel tavizler de Kremlin’in Suriye politikasında belirleyici etkenler olarak gözükmektedir.
Özetle Rusya devreye girerek yeni bir dünya savaşına kadar gidebilecek bölgesel çatışmaları başlamadan önlemiştir. Türkiye’nin ortaya çıkan durumda yerini ve tutumunu yeniden gözden geçirmesi gerekmektedir.


..

CUMHURİYET GÜCÜMÜZDÜR… GÜCÜMÜZÜ BİLELİM..



CUMHURİYET GÜCÜMÜZDÜR… GÜCÜMÜZÜ BİLELİM..




Cumhuriyet-Bayramı-Kapak-Fotoğrafları-8









CUMHURİYET; FİKREN, İLMEN, FENNEN, BEDENEN KUVVETLİ VE YÜKSEK SECİYELİ MUHAFIZLAR İSTER. YENİ NESLİ BU KEMİYET VE KEYFİYETTE YETİŞTİRMEK SİZİN ELİNİZDEDİR. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1923)
Cumhuriyetimiz; Anadolu’daki Türk milli varlığının ortaya koyduğu, geliştirdiği ve yücelttiği bir milli oluşumdur. Tarihi ömrünü tamamlamış Büyük Cihan İmparatorluğu içinden yeni ve bağımsız bir milli devlet yaratma çabalarının neticesidir.
Bu muhteşem oluşum, dünün emperyalist sömürgeci, bugünün küresel dünya güçleri tarafından bir türlü hazmedilememektedir. Kuruluşunun 92’nci yıldönümünde Cumhuriyetimiz; sahip olduğu milli güç potansiyeli ve coğrafi konumunun kazandırdığı özellikler dolayısıyla dünya çıkar çevrelerinin hâaâ göz diktiği bir varlıktır.
Dünya emperyalist güçlerine karşı verdiğimiz ölüm-kalım mücadelesi sonucunda kurulan Cumhuriyetimizin 92 yılda ulaştığı gelişmişlik seviyesi kolay olmamıştır. Sahip olduğumuz topraklarda çıkarı olan devletler ile bunların içimizdeki gizli uzantılarına karşı her alanda verdiğimiz mücadele devam etmektedir. Bu topraklarda kaldığımız sürece bu amansız mücadelenin bitmeyeceği de bir gerçektir.
23 Nisan 1920’de açılan TBMM ile başlayan “Milli Hâkimiyet fikri ve bu hâkimiyetin kayıtsız şartsız Türk Milletinde olduğu” esası; cumhuriyet idaresinin ayrılmaz unsurudur.
Türkiye Cumhuriyeti; tarihin çok çetin tecrübelerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu çıkışta dökülen on binlerce şehidin kanı vardır. Gazilerimizin üstün gayreti, alın teri ve döktükleri kanın katkısı vardır.
92 yılda Türkiye Cumhuriyetinin iç ve dış düşmanları ortadan kalkmamıştır. Bundan sonrada kalkmayacaktır. Ancak Cumhuriyetimizin dayanakları olan milli güç unsurlarımız ile Anadolu Türk Toplumunun toprağına ve devletine bağlılığı dolayısıyla bu devletin dünya üzerindeki yeri, üniter yapısı, önemi ve gücü hiç bir şekilde düşmanlarının fiil ve hareketleri ile değiştirilemeyecektir.
2015 29 Ekiminde Türk milletinin önünde Cumhuriyetin korunup-kollanması gibi hayati bir görev bulunmaktadır. Başlayan bu tarihi süreç içinde milletimizin yolunu yine Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Gençliğe Hitabesinde” aydınlatmaktadır.
Cumhuriyet yönetimi; Anadolu Türk Toplumunun tarihsel niteliklerini kaynak kabul ederek, bu topluma her şeyden önce iç ve dış barışı önermiştir. 92 yıllık deneyim süresi içinde Cumhuriyet yöneticileri, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ” Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” temel ilkesine birkaç yıl öncesine kadar sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Oysa bugün hem yurt içinde ve komşularımız içinde barış değil savaş vardır.
Cumhuriyetin kurulmasında nasıl kan, emek, ter, ve millet olma çabası varsa; O’nun korunmasında, geliştirilmesinde ve ilkelerinin savunulmasında da ayni çabaların olması gerekmektedir. Fakat günümüzde bunlarda yeterli değildir. Modern ve çağdaş Cumhuriyetimiz bilim üzerine inşa edilmiş bir eser olmak zorundadır. Bu nedenle emeğin, terin ve kan’ın yetersiz kalabileceği anlar olacaktır. Bilgi çağında küresel mihrakların elinde sömürülmekten kurtulmak için bilim ve teknolojide gelişme gereklidir.
Bilim ve teknolojiyi satın alıp kullanan değil, bilgiyi bizzat üretip satan ülke haline gelemediğimiz takdirde küresel çağda ayakta kalmak mümkün değildir. Bu durumda Cumhuriyetimiz ancak müspet bilimlerdeki ilerleme ile çağın gelişmelerine uygun teknolojiye yer verilen bilimsel çalışmalarla korunabilecektir.
92 yıl önceki nesiller için geçerli olan Cumhuriyeti korumanın manevi heyecanı bugün yerini; bu heyecanı daha çok duyan, sıhhatli ve sağlam bir Atatürkçü Düşünce’ ye sahip, tartışma imkânlarına tamamen açık, çağın gelişmesine ve tüm değişmelere hazırlıklı dinamik beyinlere bırakmak zorundadır. Bugün bunda ne kadar başarılı olduğumuz konusunda ise ciddi şüphelerimiz vardır.
Bilindiği gibi Atatürk kendi zamanında moda olan Komünist ve Faşist dikta rejimlerine iltifat etmemiştir. O, artık tarihe karışması zamanı geldiğine inandığı 600 yıllık şanlı tarihe sahip padişahlık idaresini de reddetmiştir. Şeriat devletine de hayır demiştir. O; genç Türk Devletini milletiyle birlikte demokratik bir yönetimle idare etmeyi uygun görmüş ve uygulamıştır.
Cumhuriyetin temeli 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kurulması ile atılmıştır. 29 Ekim 1923’te bu rejimin adının konulmasına kadar geçen zaman içinde ülke düşmandan temizlenmiştir. Sonunda galip devlet olarak oturduğumuz Lozan Barış Antlaşması ile dünyanın resmen bizi tanımasını müteakip uygulanan rejimim adının Cumhuriyet olduğu halka ve dünyaya resmen açıklanmıştır.
Cumhuriyetin temelini teşkil eden ana kurum olan Birinci TBMM’de tam anlamı ile demokrasi hâkimdir. Orada bütün fikirler serbestçe tartışılmıştır. Bu mecliste bizzat Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e en büyük muhalefetin yapıldığı meclis zabıtlarında açıkça görülmektedir.
Atatürk; bütün başarılarına Türk Milleti ile birlikte hareket ederek ulaşmıştır. Bugün Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları olarak adlandırdığımız gelişmeler; tamamen milletin desteğini alarak, milletin temsilcileri tarafından TBMM’de kanunlaştırılarak bizzat millete mal edilmiştir.
Bunun için Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları kalıcıdırlar ve değişmez kurallar olarak toplumumuzda kökleşmişlerdir. Bu kurallar 92 yıldır ülkenin yönetiminde yönlendirici rol oynamakta ve gündemimizi belirlemektedir. Daha nice yıllarda da devam edeceği kesin olarak görülmektedir.
92 inci yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti hür ve demokrat bir ülke olarak bölgesinde uluslararası dengelerin muhafazasında ağırlığı olması gerekmektedir. Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu gibi; dünya egemenliğine oynayan güçlerin menfaatlerinin odaklandığı ateş çemberinde Türkiye’ye önemli görevler düşmektedir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti;
– 78 milyona ulaşan genç ve dinamik nüfusuyla;
– Eğitim ve teknolojisiyle;
– Gurur duyduğumuz güçlü ordularıyla;
– Serbest seçimlerle yönetime gelen siyasi kadrolarıyla;
– Dünyaya açılmış serbest rekabet ortamında başarıları artan ticari kapasitesiyle;
– Ülke meselelerine sahip çıkan sivil toplum kuruluşlarıyla;
– Dünyaya yayılmış başarılı bilim adamlarıyla;
– Kollarını dünyanın dört bir yanına kadar uzatmış eğitim ordularıyla milletinin haklarını her alanda koruyabilecek bir güce erişmiştir.
Modern Türkiye Cumhuriyeti; bin yıldır üzerinde yaşadığı Anadolu’yu gerçek ve kalıcı bir anayurt olarak kabul etmiştir. Bu yurdu modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda mamur hale getirmiş ve halkının müreffeh yaşamasını sağlayacak her türlü tedbiri almıştır.
Mevcut coğrafi konumundan kaynaklanan iç ve dış tehditlere karşı geçen Türkiye; kendisine uzanacak bütün namert elleri hukuk ve demokrasi kuralları içinde alt edecek güce, tecrübeye, bilgiye ve cesarete sahiptir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk; Türk milletinin öz benliğinde bulunan hürriyet, bağımsızlık, dürüstlük, çalışkanlık ve bilimsellik gibi özgün vasıflarını modern bir devlet bünyesinde bir araya getirmenin huzuru ile anıtkabirde yatarken fikir ve düşünceleri ile de milletimize ışık tutmaktadır.
92 yıl sonra Türk Milleti; Atasından emanet aldığı ölümsüz eser Cumhuriyetimiz ile bu Cumhuriyetin temeli olarak kabul ettiğimiz, dünyayı bir uçtan bir uca kaplayan üstün Türk Kültürüne sahip çıkmanın haklı gururunu yaşamaktadır.
Aziz milletimin Cumhuriyet Bayramını kutluyorum…

.

28 Ekim 2015 Çarşamba

KAZAKİSTAN-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN DİNAMİZMİ: ON YILLIK DENEYİM*





KAZAKİSTAN-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN DİNAMİZMİ:  ON YILLIK DENEYİM* 



AVRASYA DOSYASI 
Dr. Dosım SATPAYEV** 
* Makale Rusça’dan Türkçe’ye Saule Baycaun tarafından çevrilmiştir. 
** Orta Asya Siyasî Araştırmalar Enstitüsü Başkan Yardımcısı. 
Avrasya Dosyası, Kazakistanın Kırgızistan Özel, Kış  2001-2002, Cilt: 7, Sayı: 4, s. 113-126. 


Yakın tarihte (16 Aralık 2001) Kazakistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk devletler den olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu girişimi onuncu yılını dolduracaktır. Dünya tarihi açısından bu pek de uzun bir süre değildir. Fakat Kazakistan gibi her genç egemen devlet için on yıl, iç ve dış siyasette kimlik kazanma bakımından önemli bir süredir. 

Diğer Sovyet sonrası devletler gibi Kazakistan da bağımsızlığına ve uluslararası hukukî statüsüne kavuşmakla birçok ciddî sorunla karşılaşmıştır ki, bunların en önemlileri aşağıdaki şekilde sıralanabilir: 

• ulusal yapılanma; 
• uluslararası ilişkiler sisteminde yer alma; 
• jeopolitik strateji belirleme; 
• bölgede ve uluslararası sistemde konum ve rolün belirlenmesi; 
• ulusal güvenlik konseptinin belirlenmesi. 

Ulusal çıkarları belirlerken, Kazakistan’ın jeopolitik durumunun, jeoekonomik, sosyo-kültürel ve etnik-dinsel niteliklerinin, bölge içinde/dışında güç dağılımının özelliklerini hesaba katmak gerekiyordu. 

Kazakistan’ın jeopolitik durumu ağırlıklı olarak, ülkenin güç ve dinîideolojik bakımdan etkin Rusya, Çin ve İslâm dünyası arasında bulunmasıyla belirlenmektedir. Bununla beraber, askerî-stratejik açıdan devletler arası çatışma durumunda Kazakistan kendisini muhtemel savaş üssü olarak görebilecek iki nükleer devlet (“Rus ayısı” ve “Çin ejderhası”) arasında sıkışmış durumdadır. Ülkenin bu durumu sürekli göz önünde bulundurması gerekmekte dir. 

Böylece, Kazakistan’ın sınır bütünlüğü, egemenlik ve dış güvenliği için dış kuşaktaki istikrarın sağlanmasının ülkenin ulusal çıkar alanına girdiği iddiası normal karşılanmalıdır. 

Bu süre içerisinde Kazakistan’ın çok yönlü dış politikasının temelini attığını ve aynı tutumu sürdürdüğünü belirtebiliriz. Bu tür bir siyaset, çevredeki nüfuzlu bölgesel oyuncularla istikrarlı ve sorunsuz ilişkileri koruma amacını gütmektedir. Kazakistan’ın on yıllık çok yönlü dış  siyaseti çerçevesinde Türkiye’nin de yeri tek parça olmamıştır. Bu zaman zarfındaki Kazakistan-Türkiye ilişkilerini en azından iki döneme ayırabiliriz. 

Dış Siyasette Romantizm Dönemi 

İlk dönemin Kazakistan’ın bağımsızlığına kavuşmasından başlayarak 90’lı yılların ortalarına kadar sürdüğü söylenebilir. Bu aşama Sovyet sonrası bölgelerde merkezkaç yönelimlerin en yoğun olduğu dönemdi. 
Bu zaman diliminde hem Rusya’nın hem de eski Sovyet cumhuriyetlerinin birbirinden ekonomik ve politik anlamda uzaklaşma süreci yaşanmaktaydı. 
Tanınmış Amerikan Sovyetoloğu Zbigniew Brzezinski’nin yazdığı gibi, o sıralarda Boris Yeltsin başkanlığındaki Rusya yönetimi, Rusya’nın Batı dünyasına ait ve Batı’nın bir parçası olması gereği gelişimi sırasında Batı’yı daha fazla taklit etmesi gerektiği hususunda emindi. 

Diğer Sovyet sonrası devletler de, çoğu zaman Batı ülkeleriyle ekonomik ve siyasî ilişkilerin gelişimine yatırımda bulunarak, kendi jeopolitik önceliklerini belirleme çabasındaydılar. Buna paralel olarak, Orta Asya ülkelerinde egemen gelişim sürecinin ilk aşamasında, Türk dünyası birliği fikriyle birleştirilmeye çalışılan ulusal kimliği teşhis süreci de aktif olarak başlamıştı. Bazı gözlemcilere göre, ülkenin zayıflığının bilincinde olan Kazakistan’ın ileri gelenleri, bağımsızlığın ilk günlerinden itibaren “İmparatorluk Rusyası” yerine yeni “patron” bulma çabalarına girişmişlerdi. Etno-kültürel ve tarihî bağlardan dolayı bu role ısrarla Türkiye Cumhuriyeti hak iddiasında bulunmaktaydı.1 

1 K.F. Zatulin, A.V. Grozin, V.N. Hlyupin, Natsionalnaya Bezopasnost Kazahstana: Problemi perspektivı, Moskova, 1998, s. 37. 


Yukarıda değinildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Kazakistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan devletlerden biri olarak ülkeye uluslararası toplulukla bütünleşme konusunda yardımda bulunmaya başlamıştır. 
Öte yandan, henüz Sovyetler Birliği’nde iken Mart 1991’de Kazakistan, Türkiye ile iki tarafın “politik, ticarî-ekonomik, bilimsel-teknik, ekolojik, kültürel, sosyal, haberleşme ve diğer alanlarda uzun vadeli karşılıklı yararı genişletme ve derinleştirme isteklerini ifade ettikleri İşbirliği Anlaşması’nı imzalamıştır. Bu anlaşma Ekim 1994’te “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması”yla geliştirilmiştir.2 

Eylül 1991’de Kazakistan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanları karşılıklı ilişkilerin prensip ve amaçlarını içeren beyannameyi imzalamışlardır. Bu çerçeve de uluslararası belgelerin amaçları ve prensiplerinden hareketle dostluk ilişkileri nin gerekliliği vurgulanmıştır. 


Kazakistanlı analistlerin çoğuna göre, Türkiye’nin genel olarak Orta Asya bölgesinde ve kısmen Kazakistan’daki bu faaliyeti, SSCB’nin parçalanmasından sonra bölgede oluşan otoriter, ideolojik ve ekonomik boşluğu doldurma politikasıyla ilgilidir. Aynı politikayla Pantürkizm projesi olan “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Turan”ın yaratılması girişiminde de bulunulmuştur. Yeni bağımsız devletler ilk adımlarını atarlarken Türkiye’nin böyle bir girişimde bulunması herhangi bir tepki çekmemiştir. Bu durum, Orta Asya devletlerinin uluslararası arenada politik ve ekonomik çıkarlarını desteklemesi muhtemel taraf olara Türkiye’nin öneminden kaynaklanmaktaydı. 

Gözlemcilerin bir kısmına göre, Türkiye’nin Kazakistan’a ve diğer Orta Asya devletlerine etkisi, söz konusu ülkelerin Ekonomik İş Birliği Teşkilâtı (EİT) ve İslâm Konferansı Teşkilâtı’na (İKT) üye olmalarıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Bu şekilde Ankara yeni Türk devletleri “aile”sini yönetecek “büyük kardeş” rolünü üstlenmek istemiştir. Böyle bir çabanın söz konusu olduğunu, İstanbul’da gerçekleşen ve Türk devlet başkanlarının katıldıkları zirve toplântısında tüm Türk devletlerinin çok yönlü ekonomik ve politik işbirliği yapmalarının gerekliliğini vurgulayan beyanlar da onaylamaktaydı. Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in belirttiği gibi, “daha önce yapmacık sınırlarla bölünmüş olan Türk dünyası kendi tarihî köklerine geri dönmekteydi.”3 

İstanbul’daki buluşmadan önce Nisan 1993’te Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Kazakistan’a resmî ziyarette bulun duğunu belirtmek gerekiyor. Ziyaretle ilgili resmî kaynaklara göre, bu olay iki devletin ekonomi, siyaset, kültür ve diğer alanlarda ilişkileri mümkün olduğu kadar geliştirme ve genişletme çabalarını onaylamıştır. 


2 K.K. Tokayev, Pod Styagom Nezawisimosti, Oçerki O Vneflney, Almat›, 1997, s. 509. 
3 A. Sergeyev, “Turetskiy Mars”, 28 Ekim 1994. 


Eğitim alanında Türkiye ve Kazakistan’ın işbirliğine, 1992’den şimdiye kadar 2500 Kazakistanlı öğrencinin Türkiye’de eğitim almış olması örnek olarak verilebilir. Bunun yanısıra, iki ülkenin desteğiyle Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesi ve 30 kadar Türk-Kazak lisesi açılmıştır. 

1994’te Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in Türkiye’ye iade ziyareti gerçekleşmiş ve yukarıda adı geçen “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması” imzalanmıştır. Bu sırada Kazakistan Devlet Başkanı’nın Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkileri Kazakistan dış siyasetinin öncelikli istikametlerinden biri olarak değerlendirmesi ilgi çekmekteydi. 


O dönemin bazı Kazakistanlı analistlerine göre, “...büyük Türk devleti olan Türkiye ile müttefik ilişkilerin geliştirilmesi Rusya’nın Kazakistan üzerindeki etkisini zayıflatacaktı. 
Türk ve Kazak halklarının din, dil ve kültür ortaklıklarının dışında Türkiye’nin stratejik partner seçilerek Orta Asya’da Rusya’nın üstünlük çabasını önleme rolünü üstlenmesinde önemi azımsanmayacak diğer bir faktör de vardı. Bu, Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkaslar’da daha önemli rol oynama çabalarının arkasındaki Amerikan desteğiydi”.4 

O dönem Kazakistan’ın da çoğunluğun görüşü, Rusya ve ABD arasındaki uyumsuzluktan yararlanarak ülkenin jeo ekonomik ve jeopolitik konumunu güçlendirmeye engel olabilecek bazı durumların giderebileceği idi. Bu tür engellerden biri Kazakistan ekonomisine önemli katkı sağlayacak petrolün dünya pazarına en uygun taşıma yolunun hâlen belirlenememiş olmasıydı. 

Türkiye ve Kazakistan’ın Hazar Oyunu 

Rusya’nın Hazar bölgesinde etkisinin zayıflamasıyla, 90’lı yılların başından itibaren oluşan boşluğu ABD, Türkiye ve İran doldurma girişiminde bulunmuştur. Washington için gerekli olan alternatif enerji kaynaklarına ulaşmaktı. Aynı şey 1991 yılında Körfez Savaşı nedeniyle kesilen Irak petrolüne alternatif arayan Türkiye için de önemli idi. 

Ankara ve Washington’un, İran’ı etkisiz hale getirerek ve Rusya’nın yerini almaya çalışarak onları geride bırakmak istemelerinin jeopolitik gerekçeleri de vardı. “Washington, Orta Asya ülkelerinde ve Azerbaycan’da İran’ın etkisiyle Amerikan karşıtı ortamın oluşacağının, Türkiye’nin etkisiyle ise yerli köktenciliğin ortadan kaldırılarak Batıcı gelişim modelin söz konusu olacağının farkındaydı”.5 


4 E. Abenov, M. Spanov, S. Permetov, “K Probleme Natsionalny Bezopasnosti Kazahstana”, Evraziyskoye Soobflestuo: Ekonomika, Politika, Bezopasnost, S 4 (20), 1997, s. 175. 
5 O. Arin, Rossiya Na Oboçine Mira, Moskova, 1999, s: 157 
6 Frank Gerold, Berliner Zeitung, 6 Haziran 2001. 


Bunları gerçekleştirmek için Kazakistan ve Azerbaycan’a çok istedikleri milyonlarca Doları kazandıracak petrol taşıma yollarını teklif etmek yeterliydi. Böylece, hâlen tartışılmakta olan Bakü-Ceyhan boru hattı projesi 1991’de ortaya çıkmıştı. Batılı gazeteci Fank Herold’ın yazdığı gibi, “Azerbaycan ve Gürcistan Sovyetler Birliği’nin parçalanmasını Rus enerji şirketlerinden kurtulmaları için önemli fırsat olarak görüyorlardı... ABD ve Türkiye onlara bölgesel etkilerini artıracakları sözünü vererek bu plânları şevkle desteklemişlerdir”.6 

Kazakistan’a gelince, bu ülke çok yönlü siyasetinden hareketle boru hatları seçiminde daha esnek olmuştur ve bu tutumunu sürdürecektir. Kazakistan için, kısa sürede sıcak para geleceği sürece petrolünün nereye gideceği hiç önemli değildir. 

Böylece 90’lı yılların başında ABD, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın ekonomik ve jeopolitik çıkarları örtüşmekteydi. Fakat birçok analizci Washington ve Ankara’nın bu pahalı projeyi ekonomik olmaktan ziyade stratejik nedenlerle desteklediği görüşündeydi. 

Bunun yanında, ABD 1999’da faaliyete başlayan ve yine Rusya’yı bypass edecek Bakü-Supsa boru hattını da oldukça aktif olarak desteklemiştir. 


Ancak 1995 yılının sonuna doğru Kremlin, Batı’ya yönelerek zaten bir hayalden ibaret olan “ABD ve Batı Avrupa ile global eşitlik sağlama çabasının başarısızlığı nın bilincine varmaya başlamıştır. Böylece Sovyet sonrası romantizm devri sona ermiş ve Yeltsin Batıcı Dış İşleri Bakanı Kozıyrev’in yerine Doğu yönelimli Yevgeni Primakov’u getirmiştir. 

1996’da gerçekleşen bu değişimle beraber, Rusya Sovyet sonrası bölgelerde etkisini geri getirme girişimlerinde bulunmaya başlamıştır. Fakat aynı Brzezinski ’nin yazdığı gibi, “Rusya ne kendi isteğini zorla kabul ettirecek politik güce ne de yeni devletleri kendisine çekebilecek ekonomik yeterliğe sahipti... Rusya’nın baskısı bu devletleri başta Batı, bazen Çin ve güneyde İslam devletleri olmak üzere yurt dışında daha çok bağ aramaya itmiştir”. 

Bu sıralarda Batılı petrol şirketlerinin aktif olarak çalıştıkları Hazar’a kıyıdaş devletleri Rusya’nın etkileme araçları fazla değildi. Bu devletlere uygulanabilecek tek olası baskı Hazar’ın hukukî statüsünün belirsizliği ve Kazakistan, Azerbaycan petrolü ile Türkmen gazını taşıma tekelinin Rusya’da bulunmasıydı. 

Uzun süre Rusya’nın pozisyonu, Hazar’ın kapalı su birikintisinden ibaret olup ulusal bölgelere ayrılmasının imkânsız olduğu ve dolayısıyla Hazar Denizi’nin Birleşmiş Milletler (BM) Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin (DHS) yargı alanının kapsamına girmeyeceği üzerine kurulmuştur. Aynı tutumu Hazar Denizi’nde ortak egemenlik (condominium) taraftarı İran da sergilemiş ve hâlen sergilemektedir. 

Kazakistan ise 1994 yılından beri Hazar’ın deniz olduğunu ve kıyıdaş her ülkeye 12 millik karasuları verilmesini savunuyordu. Bu görüşe göre, denizin kalan kısmı münhasır ekonomik bölge olarak, kıyıdaş devletler arasında ulusal sektörlere bölüştürülmelidir. Bununla birlikte, Kazakistan, Hazar denizinin biyolojik kaynakları, su ve hava sahasının ortak kullanılmasının ve sadece deniz dibinin paylaşılmasından yana idi. 


Hazar’ın hukukî statüsünün tamamen belirlenmesi için Azerbaycan ve Kazakistan’ın yabancı petrol şirketlerini aktif olarak arkalarına alma çabalarına rağmen, Rusya ve İran’ın sorunun çözüm sürecini yavaşlatması yeni belirsizlik durumu ve ABD ile Türkiye için sıkıntı yaratmıştır. 

ABD ve Türkiye, Hazar’ın bir an önce ulusal sektörlere bölünmesinden yanaydı ve bununla ilgili ABD’nin Türkmenistan Büyükelçisi Michael Cottor’a göre, “Hazar ortak deniz olduğu takdirde yabancı şirketlerin tüm kıyıdaş devlet hükümetleri ile görüşmeler yürütmesi gerekirdi. Bu ise gerçek dışıdır.” Tabiî ki Washington, Hazar’ın hukukî statüsünün oluşum sürecini hızlandırmak için Moskova ve Tahran’ın ayağına düşecek değildi. Böylece Hazar’ın geleceği ile ilgili farklı görüşlere sahip iki blok oluşmuş oldu: 

1) ABD, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan; 
2) İran ve Rusya. Türkmenistan’a gelince bu ülke her zaman olduğu gibi gözlemci-tarafsız pozisyonunu sürdürmekteydi. 

Durumun kesin dönüm noktası olarak Haziran 1998’de Rusya ve Kazakistan arasında Hazar’ın kuzey kısmının bölüştürülmesi ile ilgili imzalanmış anlaşma gösterilebilir. Anlaşma Kazakistan’ın savunduğu model üzerine kurulmuştur. Rusya’nın geri çekilmesi muhtemelen ülke hakkında oluşan olumsuz durumun objektif değerlendirmesi sonucu gerçekleşmiştir. Moskova’nın, Azerbaycan başta olmakla Hazar sahili komşularının “petrol ihtirasları”nı yatıştırma çabaları zaten bir sonuç vermemekteydi. Bunun yanında, Rusya esas koz olarak tekelinde bulundurduğu Bakü-Novorossiyisk hattının kontrolünü kaybetme tehlikesiyle de karşılaşmıştır. 

Moskova’nın, denizin hukukî statüsünü petrol çıkarma ve taşımaya endeksleyen katı tutumu ilk olarak kendisine zarar vermiş oluyordu. Azerbaycan ve Kazakistan petrolünün taşınması ile ilgili sorunun çözümünün Moskova tarafından sürüncemede bırakılması, ABD ve Türkiye’nin Bakü-Ceyhan önerisini desteklemesine uygun şartlar oluşturmuştur. Bu önerinin Astana ve Bakü tarafından aktif bir şekilde destek bulması, sonuçta Moskova’nın bölgedeki etkisini tamamen kaybedeceği konusunda gözlerini açabilmiştir. 

Rusya’nın gözü, 1999 Balkan savaşı sırasında çıkarları Batı ile ciddî bir şekilde çatıştığı zaman tamamen açılmış oldu. Moskova ikinci darbeyi İstanbul’da gerçekleşen ve tüm Hazar sahili devletlerle Gürcistan ve Türkiye’nin Bakü-Ceyhan’ın yapımını öngören anlaşmayı imzaladıkları AGİT’in Kasım zirve toplântısında almış oldu. O zaman ABD Enerji Bakanı Bill Richardson açıklamasında bunun, “…Amerikan ulusal çıkarlarının ilerlemesine yardımcı olacak stratejik bir anlaşma” olduğunu belirtmekteydi. 

Rusya’daki Çeçenistan savaşı da Washington’un yararına olmuştur. Çünkü bu durum Moskova’nın Bakü ve Tiflis ile ilişkilerinin bozulmasına neden olmuştur. Ünlü Orta Asya ve Kafkasya uzmanı Marta Brill Olcott’un imzalanan anlaşmayla ilgili dedikleri gerçekten kehanet gibiydi: “Bu önemli bir ilk adımdır. Ancak Çeçenistan, bölgedeki gelecek karşı durmanın sadece başlangıcıdır. Rusya, ABD’nin hayati öneme sahip stratejik çıkarlarını baltalama peşinde olduğu görüşündeyken boş duracak değildir.” 

Olcott’un sözleri Yeltsin’in gitmesiyle Çeçenistan’daki savaş kampanyasıyla otoritesi oldukça büyüyen Vladimir Putin’in ortaya çıkmasıyla açık bir şekilde onaylanmış oldu. Yeni Rusya Devlet Başkanı’nın gelmesiyle Hazar bölgesi için yeni jeopolitik mücadele safhası fiilen başlamaktadır. Daha 25 Şubat 2000’de seçmenlere açık mektubunda Putin, Rusya’nın ulusal çıkarlarını ve tekrar yönelmek gereken hayati öneme sahip bölgeleri hatırlama çağrısında bulunmuştur. Kremlin’e göre, bu “bölgeler”e Hazar Havzası da kesinlikle dâhildi. 

Kremlin’in yeni yönetiminin Sovyet sonrası bölgelerde etkinliğini yeniden oluşturmayla ilgili niyetinin ciddîyetini, kabul edilen yeni dış politika doktrini ortaya koymaktadır. Bu doktrine anahtar kelime olarak “sağlam pragmatizm” anlayışı eklenmiştir. Putin’in önünde sadece Hazar’da daha iyi bir statü kazanma değil, kıyı devletleri üzerinde etkinliği geri getirme gibi zor bir görev de vardı. Bunun için Rusya bölgedeki asıl jeopolitik rakibi ABD’nin yöntemlerinden yararlanma yoluna giderek kendi amaçlarını gerçekleştirmek için petrol ve gaz kozunu kullanmaya başlamıştır. 

Putin, 21 Nisan 2000’de daha önce geleneksel olarak Rusya’nın üstün olduğu petrol zengini Hazar bölgesinde, yabancı rakiplerin aktif faaliyette bulunduklarını açık bir şekilde dile getirmiş ve Rus şirketlerine burada faaliyetlerini arttırma çağrısında bulunmuştur. Rus lidere göre, “bu sorunun çözümü için devlet ve şirketlerin çıkar dengesini sağlamak çok önemlidir. Sadece devletin güçleriyle bu amaca ulaşmak mümkün değildi”. 

Bu sözleri somut önlemler takip etmeye başlamıştır; Rusya Devlet Başkanı nezdinde Hazar’ın statüsünü belirlemekle ilgili özel temsilcilik resmen açılmıştır. Kurumun başkanlığına 30 Mayıs 2000’de Rusya Yakıt ve Enerji eski bakanı Viktor Kalyujnıy atanmıştır. Bu atamanın Hazar pastasının bölüştürülmesinde yer alan Rus petrol şirketi “LUKoil” tarafından aktif olarak desteklenmesi ilgi çekicidir. Rusya petrol uzmanlarına göre bu gelişme Hazar bölgesinde Rusya’ya kendi çıkarlarını daha etkili bir şekilde gerçekleştirme olanağı sunmaktadır. Aslında Putin’in iktidara gelmesiyle Rusya’nın Hazar politikası temelinden değişmiş, devlet ve şirketler arasında bir uzlaşma sağlanmaya çalışılmıştır. Sonuçta Kremlin Beyaz Saray gibi ekonomik aracını jeopolitik rövanş için kullanma yoluna gitmiştir. 

Öte yandan, bu girişimler için uygun şartlar da oluşmuştur. 

İlk olarak ABD ve Türkiye’nin aktif olarak destekledikleri Bakü-Ceyhan boru hattı projesinin gerçekleştirilmesiyle ilgili sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu projenin gerçekleşmesinde ekonomiden ziyade politik nedenin varlığı başından belliydi. Bu hattın başta pahalılık olmak üzere birkaç önemli yetersizliği vardı. Resmî verilere göre maliyet 2,4 milyar Dolar olarak ifade edilse de, gerçekte yapım 3,3-3,5 milyar Dolara mal olacaktır. Daha İstanbul zirve toplântısında projenin başındaki İngiliz-Amerikan enerji şirketi “BP Amoco”, politik değil ticarî faktörleri temel alacağını açıklamıştır. Ancak bu ilkeden hareket edilecekse İran geçişli 
Neka-Rey (400 milyon Dolara mal olacak ve günlük 370 bin varil kapasitesine sahip) veya Tengiz-Novorossiyisk boru hatları (2,3 milyon Dolara mal olacak ve günlük 1,3 milyon varil kapasiteli) daha tercih edilir alternatifler olacaktır. 

Bakü-Ceyhan boru hattının diğer yetersizliği ise çok yüklü olmasıdır. London City Analitic Institution’ın değerlendirmesine göre Bakü-Ceyhan boru hattı en az 6 milyar varil petrolün varlığı koşuluyla kârlı olacaktır. Fakat Azerbaycan’ın petrol yatakları henüz bu miktarı karşılamaktan uzaktır. Kazakistan ise petrol taşımacılı ğı konusunda çok yönlü yönelimlerin taraftarıydı ve buna Rus boru hatları da dâhildi. 


“…Türkiye’nin tarihi-kültürel yakınlık stratejisini etkili ekonomik mekanizmalarla tamamlamadığı taktirde, bölgeye jeopolitik anlamda yabancı kalacağı” 


Bu yetersizlikler Bakü-Ceyhan ortaya çıktığı andan itibaren projenin çoğunluk tarafından tereddütlü değerlendirmesine neden olmuştur. 

Böylece, Bakü-Ceyhan’la ilgili sorunlar ve Rusya’nın politikalarının hız kazanmasıyla jeopolitik konumun değişikliğe uğraması, Kazakistan’ın hayal kırıklığına uğramasına neden olmuştur. Astana’nın beklediği Türkiye ve ABD’nin petrolü jeopolitik oyunlarında kullanma arzusundan kaynaklanan vaatleri değil sıcak paraydı. 

Petrol ve doğal gazın Kazakistan ekonomisi için en öncelikli sektör olageldiği ve olacağı unutulmamalıdır. Kazakistan bağımsızlığının başından beri Hazar’da büyük yatırımlarda bulunmuş ve Türkiye dâhil dıştan gelen yatırımlara büyük önem vermiştir. Sonuç itibarıyla, Kazakistan yönetiminin ekonomik canlanmayı Türkiye’nin bölgede yürüteceği siyasete bağlı olarak değerlendirmesi kendisini doğrultmamıştır. 
Bundan kaynaklanan hayal kırıklığı sadece Türkiye’ye karşı değil Batı’ya da yönelikti. SSCB’nin parçalanmasıyla Sovyet sonrası devletlerin hemen hemen tümünün tutulduğu Batıcı romantizmi dönemi böylece sona ermiş oluyordu. 

Gerçekçi olmak gerekirse, diğer ülkelere kıyasla Türkiye, Kazakistan’ın önde gelen ticarî ortaklarından biridir ve bu durum devam edecektir. Türkiye açısından ise Kazakistan ticarî ortak olarak BDT ülkeleri arasında üçüncü, Orta Asya ve Kafkas ülkeleri arasında ise birinci sırada yer almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kazakistan Büyükelçisi Kurtuluş Taşkent’in verilerine göre, iki ülke arsında 1992 yıl itibarıyla ticaret hacmi 30 milyon Dolarken, 1998 yılı itibarıyla bu rakam 420 milyon Dolara ulaşmıştır. Şu anda Türkiye ve Kazakistan arasındaki ticaret 500 milyon Dolaradır. Son on yıl içinde Türkiye Cumhuriyeti Kazakistan’ın ekonomisine 1,5 milyar Dolarlık yatırımda bulunmuştur. Ama yine de ticaret hacmi bakımından Türkiye, Kazakistan’a ithali % 60’a varan Rusya’nın rakibi olmaktan uzaktır. 

Söz konusu dönemde, Kazakistan’ın Türkiye’den ekonomik ve yatırım olarak daha aktif olmasını beklediği söylenebilir. 90’lı yılların ortalarına doğru ise “…Türkiye’nin tarihi-kültürel yakınlık stratejisini etkili ekonomik mekanizmalarla tamamlamadığı taktirde, bölgeye jeopolitik anlamda yabancı kalacağı”7 görüşü ortaya çıkmıştır. 


  '' Dil, din ve kültürel ortaklıklar, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Kazakistan tarafından da politik ve ekonomik alanlarda mutlak bütünleşmeye yeterli 
dayanak olarak görülmemiştir. ''


Bunların hepsi tüm Sovyet sonrası bölgede olduğu gibi Kazakistan’da da siyasî etkinin ekonomiye önemli katkıda bulunmadan meydana gelmeyeceği 
gerçeğini anlatıyor gibi. “Uzun sürmeyen flörtten sonra bu ülkeler Türkiye’nin politik ve ekonomik değişimlere sadece sınırlı ölçüde yardım edebileceği kanaatine varmıştır. İlk başta “Türk modeli”yle uğraşılardan sonra bugün onlar kendi gelişim yollarına yatırımda bulunmaktadırlar”8 

Böylece, Kazakistan’la beraber diğer Orta Asya ülkeleri bugün de devam eden pragmatik dış politika dönemine girmişlerdir. 

Dış Politikada Pragmatizm Dönemi 

Kazakistan 90’lı yılların ortalarına doğru çok yönlü dış politikasını daha net bir şekilde büyük jeopolitik oyuncuların uyumsuzlukları üzerine kurmaya başlamıştır. Çünkü kaynakları ve jeostratejik konumu sayesinde Kazakistan kendisini hem Batı’nın hem de Doğu’nun çıkarları için cazip durumda bulmaktay dı. 

Bu dönemdeki Kazakistan-Türkiye ilişkilerine gelince, “…her iki taraf pragmatik yaklaşım benimsemiştir… Türkiye, artık Kazakistan’ın kendi çıkarlarından Rusya veya başka merciler uğruna vazgeçmeyeceğini görmüştür. Dil, din ve kültürel ortaklıklar, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Kazakistan tarafından da politik ve ekonomik alanlarda mutlak bütünleşmeye yeterli dayanak olarak görülmemiş tir. Türkiye ise ABD ve Avrupa ülkeleri ile ilişkilere kardeş Türk devletleriyle dostluğu güçlendirmekken daha çok önem verdiğini birkaç defa ortaya koymuştur.9 

Bir ölçüde, Türkiye’nin Orta Asya’da etkin olma çabalarıyla ilgili olumsuz görüşlerin oluşması sübjektif faktörlerle ilgiliydi. Bu açıdan, yeni bir “büyük kardeş” görmek istemeyen Kazakistan ve Özbekistan başta olmak üzere Orta Asya devlet başkanlarının büyümekte olan siyasî ihtiraslarından söz edilmektedir. 


7 S. K. Kuflkumbayev, “Isentralnaya Aziya: Postsovetskayu Geopolitiçeskogo Prostranstva”, Konfiguratsiyo, Sayasat, Sayı 2, 1999, s. 64. 
8 V. Gumpel, Natsionalnaya Elektronnaya Biblioteka, http://www.nns.ru 
9 K. K. Tokayev, Pod Styagom Nezavisimosti: Oçerki O Vneflney Politik Kazahsrana, Almatı, 1997, s. 512. 


Onların dış politika yöntemleri artık değişik jeopolitik çıkarları dengeleme mekanizmasına ve Orta Asya bölgesinde liderlik mücadelesine dayanmış durumdadır. Böylece “…iki taraflı ilişkilerde herhangi bir anlaşmazlık ve ciddî sorunların bulunmamasına ve birçok önemli uluslararası sorunla ilgili görüşlerin uygunluğuna rağmen Türkiye’ye yönelim hiçbir Orta Asya ülkesinin dış 
politikasında baskın duruma gelmemiştir. Bu tespiti Bişkek’te (1995) ve Taşkent’te (1996) Türk devlet başkanlarının görüşmelerinin sonuç belgeleri de onaylamıştır”.10 



Aynı zamanda, Kazakistan yönetimi, pragmatik mülahazalardan hareketle, Türkiye ile sıkı bağlara, (Ankara NATO dâhil birçok önde gelen uluslararası ve bölgesel teşkilâta üye olduğundan dolayı) ülkenin uluslararası politik ve ekonomik kuruluşlarla bütünleşmesi açısından önemli görmektedir. 

Son zamanlarda, siyasî aşırılık tehlikesiyle ilgili bölgesel güvenliği sağlama sorunu Orta Asya’da etkinliğin artmasını gerektirecek tamamlayıcı faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu faktör, 1999 yılından itibaren Özbekistan ve Kırgızistan yönetimi ile İslamın yeşil simgesiyle maskelenen siyasî radikaller arasındaki direnmede kendisini ilk kez açıkça göstermiştir. Ancak Türkiye’nin Kazakistan ve diğer Orta Asya devletleriyle sağlam askerî-teknik işbirliğini düzene sokmaya uzun süredir çaba göstermesine rağmen bu ülkeler Ankara’nın militanlara karşı direnmede önemli yardımda bulunabileceğinden şüphelidirler. 

Böylece, uluslararası işbirliği konusunda çok yönlü politika izleyen Kazakistan, dış kaynaklı İslâmcı militanların yerel güçlerin desteğiyle ülkeye saldırması durumunda Batı’dan hiçbir yardım alamama riskine girmiş oluyor. Bu sorunu çözmede gereken yardım Rusya ve Çin tarafından sağlanabilir. Ancak onlardan gelecek yardım, İslâm köktencilerinin topraklarına nüfuz etmelerini önlemek için Kazakistan’la aralarına set çekmekle sınırlı olacaktır. Bunun dışında, gösterilen yardım karşılığında şu veya bu ülke kesinlikle açıkça veya diplomatik olarak politik-ekonomik kazanç sağlamaya çalışacaktır. 

Her halükarda ulusal güvenliği gerçek anlamda tehdit edilen Kazakistan bir şekilde, aynı amacı öncelik haline getirmiş aktörlerle bir araya gelmek isteyecektir. Sonuç olarak da, Astana otomatik olarak destek alınan ülkenin etki alanına girecektir. Kazakistan için bölgesel güvenlik alanında öncelikli ortak büyük ihtimalle ABD ve Türkiye değil, Rusya olacaktır. 

10 K.K. Tokayev, s. 512. 

Bu durum zaten iki devletin ortak güvenlik ve “Şangay Beşlisi” anlaşması çerçevesinde aktif işbirliğiyle onaylanmaktadır. 

Daha Sovyetler zamanından kalma üstünlükten dolayı özellikle askerî ve askerî-teknik alanlarda Ortak Asya ülkeleri için Rusya tüm açılardan ulusal güvenliği sağlamak için gerekli yardımı verme konusunda tek stratejik partner olarak ortaya çıkmaktadır. 

Öte yandan bu devletler haklı olarak kendi çıkarları pahasına, Rusya Federasyonu’nun bölgesel etkisinin artmasından ve iç işlerine müdahale edebileceğinden endişe ediyorlar. Bunu dikkate alan Rusya’nın Orta Asya devletlerine ılımlı davrandığı ortada olsa da, imkânları ve potansiyeli ile katı tavırlar takınabileceği imkânsız değildir. Rusya’nın Orta Asya’daki süreçlerin dışında kalacağını varsaymak bile gerçekçi olmayacaktır. Bunların hepsi göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın Orta Asya’da belirli amaç doğrultusundaki çabalara daha sonra bunlardan vazgeçmek için girişmediği anlaşılabilir. 

Rusya için Orta Asya’da bulunmak çok önemlidir. Çünkü tüm Orta Asya bölgesi onun için kendi güney sınırlarını koruyan bir çeşit tampon olarak görülmektedir. Bu bölgenin zayıflaması ilk önce Rusya’nın güneydeki istikrarının tehdit altına düşmesi anlamına gelmektedir. Bu konu özellikle Çeçenistan’da uzayan savaş, tüm Kuzey Kafkasya, Volga ve Volga boyu Müslümanlarının yaşadıkları bölgelerdeki aşırıcılık ve ayrılıkçılık ışığında güncelliğini korumaktadır. Gerçi aynı şartlar ve özellikle de Çeçenistan’daki durum, Rusya’nın Özbekistan ve Kırgızistan ’daki askerî-politik anlaşmazlıklara bu ülkelerdeki iktidarı desteklemek için aktif olarak katılmasını belli ölçüde engellemektedir. 

Bunların dışında, Rusya’nın Orta Asya devletlerini etkilemek için yeterli araçları mevcuttur. Örneğin, Rusya özellikle bu devletlerin kendi aralarında ve diğer komşu ülkelerle mevcut uyumsuzluklarından yararlanabilir. Orta Asya devletleri Rusya’ya ithalat/ihracat partneri ve transit ülke olarak ekonomik anlamda da ihtiyaç duymaktadırlar. Kazakistan’a gelince, Rusya ile oldukça uzun ortak sınır ve önemli Rus diasporasının varlığı, Rus baskı araçlarını daha daha güçlendirmekte  dir. 

Ancak özellikle Orta Asya ülkelerinin kendilerine akın edebilecek İslamcıları yenilgiye uğratacak güçte askerî potansiyellerinin bulunmaması Rusya konumunu sağlamlaştırmaktadır. Bu şartlarda söz konusu devletleri yöneten tabakaların iktidarları büyük tehlike altında girmektedir. 

Yine de Kazakistan “herkesle dostluk” prensibine dayalı çok yönlü politika yürütmeye devam etmektedir. Bu çok yönlülüğe bağlılık bir süre daha devam edecektir. 

 ''  Kazakistan yönetiminin Rusya’nın güçlenmesinde bir çıkarı olmadığı, onun Hazar havzası başta olmak üzere bölgede büyük jeopolitik oyuncuların 
uyumsuzluğundan yararlanmaya çalışmasıyla teyit edilmektedir. '' 


 '' Böyle bir siyasetin her şeyden önce Kazakistan’ın ekonomik çıkarlarıyla bağlı olduğu muhakkaktır; ürünlerini satacak yeni pazar arayışı, ekonomiye yeni yatırımlar çekme vs. Ancak aynı çok yönlü politikadan dolayı günümüzde dünyayı paylaşma adına yürütülen bitmez mücadele şartları altında, Kazakistan’ı etkisi alanına almaya çalışan ülkelerin çıkarlarının çatışacağı da tabiidir. Dolayısıyla Kazakistan onlardan gelecek baskılara maruz kalacaktır. ''


Kazakistan yönetiminin Rusya’nın güçlenmesinde bir çıkarı olmadığı, onun Hazar havzası başta olmak üzere bölgede büyük jeopolitik oyuncuların uyumsuzluğun dan yararlanmaya çalışmasıyla teyit edilmektedir. Türkiye de bu oyunun bir parçası halindedir. Bunu destekleyen bir olgu da, Tengiz- Novorossiyisk’e rağmen Astana’nın “tüm yumurtaları aynı sepete koymak” istememesi gösterilebilir. Bu çerçevede, 1 Mart 2001’de Astana’da Aktau-Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol taşıma projesiyle ilgili karşılıklı anlayış memorandumu imzalanmıştır. Bu belgeyi Kazakistan tarafından “KazTransOil” ulusal petrol taşıma şirketi Başkan Yardımcısı Kayırgeldi Kabıldin, Türkiye tarafından Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakan Yardımcısı Yurdakul İyigüden, Azerbaycan tarafından Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi Yabancı Yatırımlar Yönetim Başkanı Valeh Aleskerov, Gürcistan tarafında Gürcistan Ulusal Petrol Şirketi Başkanı Georgi Çanturya, ABD tarafından Hazar Havzası enerji ilişkileri diplomasisini yürüten ABD Başkanı Özel Danışmanı Elisabeth Johns imzalamıştır. 

Kazakistanlı analist Adil Kojihov’a göre Kazakistan’ın Bakü-Ceyhan projesine katılması Rusya’nın Hazar bölgesindeki politikasına ciddî bir darbe indirmiştir. ABD’nin daha sert ve pragmatik olduğu sanılan yeni yönetimi, kendi prestiji konusunda hassasiyet göstermiş ve Türkiye ile beraber Hazar sorununa girişmiş ve ilk adımda başarılı olmuştur. Amerikan yönetimi Hazar bölgesinde en sadık müttefik oldukları sanılan Kazakistan ve Rusya arasına ihtilâf tohumlarını atabilmiştir. Bununla Batı ve Türkiye, Rusya’nın bölgedeki etkisinin artmasına duydukları endişeyi ifade etmiş, Kazakistan ise Moskova’ya muhtemel alternatif bulunduğunu göstermiştir. 


Bunlar Kazakistan ve tüm Orta Asya bölgesi için Türkiye’nin de katılacağı yeni jeopolitik mücadelenin başlangıcını anlatmaktadır. Bununla ilgili İstanbul’da Mart 2001’de gerçekleşen 7. Türk Devlet Başkanları zirve toplântısı önemli olmuştur. Bazı Kazakistanlı analistlere göre, bu zirve sırasında Türkiye “…gelecekte de kendi etrafındaki dost komşu ülkeleri birlik haline getirmede lider konumu alma 
niyetinde olduğunu göstermiştir.”11 Diğer ülkeler gibi Kazakistan da bu görüşmelerle çok yönlü dış siyasetini vurgulamak istemiştir. Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le görüşmesi sırasında Kazakistan 
Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, “ülkelerimiz arasında hiçbir sorun yoktur” açıklamasında bulunmuştur. Kazak lider, toplântıda tüm Türk devletlerinin katılacakları ve Asya’da özel barış ve istikrar anlaşmasını içeren Türk inisiyatifini ileri sürmüştür. Bazı kimseler bunda Türkleri bütünleştirecek yeni bir dürtünün belirdiğini görmüş olabilir. Yine de böyle bir birlik, Türk dünyasında dinî-kültürel aynılık duygusundan daha ağır basan konjoktürel tutumlar nedeniyle ortaya çıkan fikir ayrılıklarının söz konusu olmadığı anlamına gelmemektedir. 

11 A. Noyan, “Lubov S ‹nteresom”, 4 May›s 2001. 

http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/113-126%20Dosim%20Satpayev.pdf

..