21 Aralık 2015 Pazartesi

SAFLARI SIKLAŞTIRALIM ARKADAŞLAR.,





SAFLARI  SIKLAŞTIRALIM ARKADAŞLAR.,


Gökçe Fırat,
26.09.2005/Sayı:91

Safları Sıklaştırın,
Safları Sıklaştırın Çocuklar!
Uzaktan Duyduğunuz,
Çakalların Ulumasıdır!..

Türkiye'nin Çevresi çok kimlikliliğin yol açtığı bölünmelerle dolu,
Hain Erkekler, Namussuz kadınlar ”...

Türkiye'nin çevresi çok kimlikliliğin yol açtığı bölünmelerle dolu


“İstanbul şehri bir yara. Burada büyük idealler ve ilhamlar yok. Burası kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların şehri. Burası entrika, rezalet, hile, korkaklık karargâhı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar şehri.

“Üsküdar’a giderken akıntı bizi Yunan zırhlısı Averof ile hemşiresi Kılkış’ın yanından geçirdi. Bir nöbetçi baktı. Ben bu gemilerin burada emniyetle durabilmelerine şaşıyordum. Yunanlılar Osmanlı başkentini üs diye kullanmakta, buradan Karadeniz ve Marmara kıyılarına akın ederek Türk köylerini ateşe tutmakta idiler. Türklerin de bu gemileri batırmaya girişmediklerine şaşıyordum. Küçük bir çabayla batırılmaları mümkündü.”

Bu değerlendirmeler, mütareke döneminde İstanbul’a gelen İngiliz subay Armstrong’a ait.

PKK otobüsleri Gemlik’e doğru yola çıkınca, ister istemez bu sözler geldi aklımıza. PKK otobüsleri Gemlik yolundan geri dönerken Bursa’nın “ Hain Erkekler ve Namusuz kadınlar şehri ” olmadığını görüp sevindik.

Doğrusu provokasyon denilen, kışkırtma denilen tüm halk tepkilerini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. PKK teröristlerinin her gün karakol bastığı, eşkıya destekçilerinin şehir merkezlerinde Apo posteri açıp gösteri düzenlediği, bilimsel kılıflı bölücü konferansların iktidar desteğinde düzenlendiği, ülkenin bölünmesi için imza kampanyalarının sokaklarda düzenlendiği bir ülkede, vatanına ve namusuna sahip çıkan her sıradan Türk’ün göstereceği en basit tepkilerdir bunlar.

Halkın bu doğal tepkisinin, tüm siyaset kurumu ve medya tarafından provokasyonla, “iç savaş çıkar ha!” korkutmalarıyla sindirilmeye çalışılması da doğal, çünkü ülkemizde hain erkekler ve namussuz kadınlar da var ve bunlar genellikle, sayıları bir avuç olmasına karşın sesi çok çıkan siyaset ve basın kurumlarında yuvalanmış durumda.

TÜRKSOLU’nun geçtiğimiz üç sayısında işlediği “Kürt istilası” temasına ve Türk çocuklarına yapılan uyarılara, bu hainlik namussuzluk cephesinden saldırı gelmesi gerekiyordu. Çünkü hainler ve namussuzlar, kendi ihanet ve namussuzluklarını, ancak böyle gizleyebilirler, daha doğrusu gizlemeye çalışırlar. Mütareke basını, her direnişçiye saldırmak, onu provokatörlükle, akılsızlıkla, ırkçılıkla suçlamak zorundadır ki, kendi hainlik ve namussuzluğunu dengeleyebilsin. Şimdi bizimkiler de öyle yapıyor.

Ancak bir tarafta TÜRKSOLU gibi bir Türk direniş odağı ile diğer tarafta mütareke basını gibi bir hainlik odağı arasında kurulacak terazide, TÜRKSOLU bu hain ve namussuzların kendi günahlarından arınmalarına yetmeyecek kadar küçük bir sestir. Bu da Türkiye’nin milli güçlerinin bir ayıbıdır. Örgütlü milli güçlerin yetersiz kaldığı yerde, her şeyi yaratan halk sokağa inmekte ve olaya el koymaktadır.

TÜRKSOLU’na saldıran Mütareke basını, aslında TÜRKSOLU nezdinde halka uyarıda bulunmaktadır: Sus, evinde otur, sokağa çıkma! Sen harekete geçersen ben de geçerim ve tüm medya olanakları ile sana saldırırım.

Düzenin Milli Sol korkusu

Geçtiğimiz onbeş gün boyunca süren Mütareke basınının saldırılarını nasıl değerlendirmek gerekir?

Bilindiği gibi Doğan medyanın, TÜRKSOLU’nu her ne şekilde olursa olsun gündemden saklamak gibi bir kararı vardır. TÜRKSOLU’ndan hiçbir yazarlarının hiçbir şekilde bahsetmesine, eleştirmek için dahi olsa, izin vermezler. Sonuçta TÜRKSOLU’nun eleştirilmesi bile, aslında bizi güçlendirmektedir. Ancak alınan bu kararın, yani kendi yayın organlarında TÜRKSOLU yokmuş gibi davranmalarının, TÜRKSOLU’nu yok etmediğini çok iyi bilmektedirler. Bu noktada köşeye sıkışmaktadırlar.

TÜRKSOLU’nun son üç kapağı ve yazıları ise, bu grubun eski kararlarını gözden geçirmelerine neden oldu. Böyle olması da çok doğaldı, çünkü son yazılar, Türkiye’de birşeylerin artık değişeceğinin çok açık sinyallerini veriyordu.

Aslında olay çok basittir. Türkiye, dışarda AB ve ABD, içerde ise AKP ve PKK tarafından kuşatılır ve bölünürken, ülkenin çıkış noktası da en baştan yok edilmiştir. Bir yanda doğrudan Amerikancı sağ parti ve örgütlerin, diğer tarafta Kürtçülüğe taşeronluk yapan sol parti ve örgütlerin oluşturduğu, sağlı sollu siyaset arenasında, Türkiye için bir çıkış noktası yoktur.

Sağın milliyetçiliği Amerikancılıkla, Avrupacılıkla sınırlıdır, solun solculuğunun sınırı ise bir “halkların kardeşliği” sloganı ile PKK kuyrukçuluğuna dolanmaktadır. Her koşulda, bu ülke insanının, yani Türk milletinin, bu ülkede kendi kuralları ve namusu ile yaşama olanağı, bir kısım dış güçlere teslim edilmektedir. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” dense de, bu ülkede bir tek Türk’ün hakkı tanınmamaktadır.

TÜRKSOLU böylesi kapalı devre bir siyaset arenasında tam anlamıyla düzen bozucu ve tasfiye edici harekettir. Çünkü TÜRKSOLU kendisini sadece işçi sınıfı ile ve emekçilerle sınırlayan bir teorik referansla davranmamaktadır. TÜRKSOLU doğrudan Türk milletinin sözcüsü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu ise, kendi milletinden kopuk sol hareketlerle karşılaştırıldığında ciddi bir tehlikedir. Çünkü ilk defa bir sol hareket aynı zamanda milli bir hareket olma yolundadır.

Sol: Kürtçülük ve Alevicilikten Türk milliyetçiliğine

Oysa Türkiye’nin Batıcı siyaset rejiminde millilik, ancak faşist partilere bırakılmış dar bir alanda oynanan oyundur. Bu noktada TÜRKSOLU’nun milliyetçiliği, en başta sağ güçleri, yani sahte milliyetçi partileri dağıtan bir güçtür. O nedenle mütareke basını, TÜRKSOLU’na saldırırken, “Bu gazetenin önerdiklerini MHP bile önermiyor” demektedir. Aslında burada gizli bir üzüntü sezilmektedir, çünkü TÜRKSOLU’nun dediklerini MHP türü harekatler söyleme cesaretine sahip olsalardı, bu tür bir milliyetçi çıkış sol güçlere kalmazdı!

Evet, Batıcı siyaset rejimi sarsılmaktadır. On yıllardır MHP türü hareketlere sahte milliyetçilik yaptırıp Türk milletinin tepkisini dizginleyen siyaset kurumu TÜRKSOLU’nun milliyetçiliği karşısında çaresizdir. Ancak sağdan yapacağı saldırının imkânı yoktur. O nedenle sağ güçler, TÜRKSOLU’na saldırırken soldan vurmaktadırlar. Sanmaktadırlar ki, TÜRKSOLU’nun solcu olmadığını ispatlarlarsa, bu milli sol akım durdurulacaktır.

Burada ayrı bir aymazlık sözkonusudur, çünkü TÜRKSOLU’nun solculuğu, düzenin bunca yıldır el altında tuttuğu, kökü dışarda sol hareketlerden tümüyle farklı bir halk hareketidir. Farkındaysanız eğer, TÜRKSOLU dogmalarla, şablonlarla değil, halk diliyle konuşur.

Burada düzenin hiç hoşuna gitmeyen iki nokta vardır ki, bu, solun gerçekten milli bir harekete dönüşeceğini göstermektedir. TÜRKSOLU birincisi Kürtçülük yapmamaktadır, ikincisi Alevicilik yapmamaktadır. Bu ise sağ güçleri hepten çileden çıkartmaktadır, çünkü Türkiye’de solu, kendi içine hapsedenin ve bir türlü ketleseleşememesinin temel sebebinin, sola bırakılan Kürtçülük ve Alevicilik politikasından kaynaklandığını çok iyi bilmektedirler.

Kürtçülük ve Alevicilik yerine Türk milliyetçiliğini tercih eden sol, eski tür düzen solunun sınırlarını hemen aşar ve milli bir harekete dönüşür. Bu tür bir açılım, sahte milliyetçi hareketi de dağıtırsa, gerçekten düzen güçleri ile karşılarında bir tek TÜRKSOLU kalacaktır ki, o zaman tüm denge değişecektir.

Sokağın sesi

Peki TÜRKSOLU tüm dengeleri değiştirecek ne yapmaktadır?

TÜRKSOLU Türkiye’de bir Kürt istilası olduğunu savunmakta ve bunu rakamları ile, haritaları ile kamuoyuna duyurmaktadır. Gerçekten mütareke basınının dediği gibi, bunlar ırkçı, faşist sloganlar olsa, üzerinde çok fazla durmamaları gerekirdi. Öyle değil mi, hiçbir gerçekliğe dayanmayan bir yazıyı neden önemsiyesiniz!

Ama mütareke basını, Türkiye’de gerçekten de bir Kürt istilasının olduğunu gayet iyi bilmektedir. Onlar, bu olgunun, bu kadar açıklıkla ifade edilebileceğine pek ihtimal vermiyorlardı sadece. Şimdi birileri çıkıp bunu haykırdığı andan itibaren, ülkenin siyasi statükosunun hızla değişeceğini görmektedirler. Feryatları ondandır.

Evet, Türkiye’de bir Kürt istilası vardır. Bunu TÜRKSOLU ifade etsede böyledir, etmese de. Çünkü mütareke basını da çok iyi bilmektedir ki, bu istila, Türk toplumunun gündelik yaşamını artık iyice rahatsız atmektedir. Bunca zaman, iyi komşuluk gösteren Türkler, artık oynanan oyunun farkına varmıştır. Sokakta yaşanan gerçeklik, sıradan Türk’ün, kendi ülkesini, mahallesini, sosyal yaşantısını, kültürel değerlerini, ahlaki değerlerini, kısacası yaşamının her alanını Kürtlerin istila ettiğini görmesidir. Bu gerçeklik, bir sol hareket tarafından formülize edilip teorileştirildiğinde, gerçekten sokaktaki Türk kendi hareketine kavuşmuş olacaktır. Medya bu kaçınılmaz gidişatı görmüş ve bunu engellemek için çırpınmaktadır.

Ancak TÜRKSOLU’nu sustursalar bile sokakta yaşanan gerçekliği ortadan kaldıramayacakları için, bu tür bir milli cereyanı durduramazlar. TÜRKSOLU burada sadece bir simgedir, tarihin akışının bu ülkeye dayattığı siyasal öznedir. Bu özne, boğulacak olursa, sanılmasın ki sokak kendi sesini kısacaktır. Olgunlaşan fikirler artık halka malolmuştur. Halk, bir yolunu bulup, yine aynı fikirlerle, doğru bildiğini yapacaktır.

Peki bu durumdan kimler rahatsız olmaktadır?

Böyle bir gidişattan en başta Türkiye’nin solcu geçinen, Atatürkçü geçinen, milliyetçi geçinen bir kısım aydınları rahatsız olmaktadır. Rahatsızlıklarının sebebi, rahatlarının bozulacağını bilmelerindendir.

Gerçekten de sokağın sözcülügünü üstlenmek cesaret ister. Böyle bir sözcülüğün, bu sözcülüğü üsteleneceklere çok ağır yükler getireceğini, hatta ağır bedellerinin de olacağını bilmektedirler. Ülkenin bir uçuruma gittiğini, bölünmeye gittiğini görmekte ama buna karşı bir şeyler yapmanın kendi konumlarını da sarsacağını görmektedirler.

Bunlar, mütareke dönemi deyişiyle tatlı su frenkleridir. Tatlı su frenginin ağzından tek bir açıklama duyarsınız: Tamam hepsi doğru ama, hani, şey, sanki daha yumuşak bir üslup kullansak biraz daha kazanıcı olmazmıydık? Aslında üslup sorunları yoktur. Çünkü her sağlam duruşun bir üslubu vardır. Bu üslupsuzluk çağrısı, sağlam duramayacaklarının ifadesinden başka bir şey değildir.

Kebap savaşı mı Kürt savaş ağaları mı?

İkinci bir kesim ise, son derece sessizdir. Daha doğrusu bunlar kendileri konuşmazlar, başkalarını konuştururlar. TÜRKSOLU’nun geçtiğimiz sayılarda yayınlanan haritaları, Kürt mafyasının ekonomik gücünü ortaya koymuştur. Şimdi bu ekonomik rant üzerine çöreklenen Kürt mafyası bir kısım taşeronu üzerimize salmaktadır.

Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin en önemli düşmanı baştan itibaren Kürt ağalığı olmuştur. Cumhuriyet idaresi boyunca ayaklanan Kürtler aslında ağalık düzenini istemişlerdir. Kapalı aşiret yapısını ise, şehre geldiklerinde bile bozmamışlardır. Şehre hakim olan aşiret rejimi ise ekonomide başka bir olguyu ortaya çıkarmıştır: Kürt savaş ağaları. Kürt savaş ağaları, iki yölü bir iktisadi çark kurmuştur. Bir yandan Türk milletinin kaynaklarını kurdukları iktisadi ağ ile ele geçirip PKK’ya aktarma, diğer yandansa PKK desteğini arkasına alarak, tüm Türk ekonomisinde hakim olma. Bugün için Kürt bölücülüğü ile mücadelenin en önemli halkası, kendilerine Kürt işadamları denilen, ama gerçekte savaş ağası olan bu grubun çökertilmesidir.

TÜRKSOLU’nun bu kesimi deşifre etmesini kemileri “Kürtten alışveriş etmeyin demek açık faşizmdir” “Ne yani Kebap yemiycek miyiz? Bu kadarı da komik olmuyor mu” şeklinde laubalilikle ele almıştır. Örneğin Doğan Medya da bu noktadan bize saldırmaya kalkmıştır. Ancak onların laubaliliklerinin tersine bizler son derece ciddiyiz. Tüm ülkeyi saran bir kebapçı ağının, aslında aynı zamanda bir teröre maddi kaynak aktarma şebekesi olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu noktada savaşın “ulusal kebap savaşı” olarak konması belki de çok doğrudur. Bugünün kebapçı zinciri, yarın iç savaş çıktığında Kürt bölücülerinin örgütlenme ağıdır.

O nedenle ister kebapçı olsun, ister simitçi olsun, ister kasetçi olsun, her türlü Kürt iş sahası dikkatle incelenmelidir. Ekonomi savaşın can damarıdır. Şeriatçı hareket nasıl, cami-yeşil sermaye etrafında hızla güçlendi ise, Kürtçü hareketin de benzer bir yol tututğunu görmeliyiz.

Bu noktada Kürtçülüğe para aktarmaktan kaçınmak elbette her Türk’ün görevidir. Geçtiğimiz dönemlerde, Genel Kurmay’ın ve Emniyet’in, Yeşil Sermayeye yönelik bilgilendirme ve önünü kesme politikasını biliyoruz. Türkiye’de Şeriat tehlikesi biraz da bu şekilde önlenmiştir. Şimdi acil ihtiyaç, aynı şekilde bir çalışmanın bu defa Kürt işadamlarına yönelik yapılması gerekmektedir. Bu ise halkın yapacağı bir iş değildir. Genel Kurmay’ın, MİT’in, Emniyet’in bu iş üzerinde çalışması ve devletin tedbir alması gerekir.

Alevi Baronlar

Bir üçüncü kesim ise Alevi Baronlardır. Bunlar Anadolu’nun yoksul ve ezilmiş Alevi kitlesi üzerinde dinsel bir sömürü mekanizması kurmuşlardır. Sünni şeriatına karşı çıkarlar ama aslında kendileri de Alevi şeriatını savunurlar. Nedeni ise basittir, Alevi cemaati olmasa kendileri de olamayacaklardır.

O nedenle Alevi Baronlar, Alevilerin Türk toplumu içinde kaynaşmasını değil, Alevi kimliğini korumak ve yaşatmak sloganı arkasında bağımsız bir cemaat olarak kalmasını isterler. Böyle bir cemaat toplumu her zaman için korunmaya muhtaç olacaktır. Bu korumayı ise bu Baronlar sağlayacaktır.

Bugün Aleviler üzerinden rant sağlayan bu Baronların, Ermeni ya da Rum Patriklerinden pek farkları yoktur. Aslında güttükleri politika ile Alevileri toplumdan soyutlamakta, dışlamakta, tecrit etmekte kısacası azınlıklaştırmaktadırlar. Böyle bir politika Alevilere büyük zarar vermektedir ama tıpkı tarikat şeyhleri gibi Alevi Baronları da bunu pek önemsemezler.

TÜRKSOLU, önemli bir tespit yapmıştır. Alevilik üzerinde büyük bir oyun oynanmaktadır. PKK, Alevi kitlesini, doğal lojistik alan ilan etmiştir. Peki bunun sebebi nedir? Yıllardır Alevilere Türk devletine düşmanlığı aşılayan Alevici ideoloji, ister istemez Türk devletine düşman PKK ile ittifak kurmaktadır. Kimileri itiraz edebiler ama kimi Alevi dermekleri, neredeyse tümüyle PKK’lı ve benzeri terörist grupların egemenliğindedir.

Kaldı ki PKK’nın genişleme güzergahında Alevi bölgesi önceliklidir. Şimdi bunun nedenini de birilerinin açıklıkla ortaya koyması gerekir. Bunun suçu, elbette Alevilerde değildir. Ama Alevileri cemaatleştiren Alevi Baronları Alevi kitlesini PKK’ya yem etmiştir.

Bu noktada hemşehri dayanışması, köy örgütlenmesinin ve yaşantısının şehre taşınması, şehir içinde bile ayrı özerk cemaat alanları oluşturmaktadır. Bu tür toplumdan soyut, içe kapalı, hemşehri mahalleleri, her türlü devlet düşmanı ve PKK yandaşı akımların güçleneceği sosyal zemini yaratmaktadır.

Sıradan Atatürkçü Alevi insanlarımız bu durumdan elbette büyük rahatsızlık duymaktadır. Ancak duyulan rahatsızlığın da bir şekilde ortaya konulması gerekmektedir. TÜRKSOLU laik bir harekettir. Alevicilik yapmanın bu ülkede bölücülük olduğunu düşünmekte, solun öteden beri düştüğü hataya düşerek Alevilik üzerinden varolma stratejisi izlememektedir. Aleviler en çok bu tür bir stratejinin kurbanı olmuştur.

Bizim için aslolan herkesin kendisini milliyetiyle ifade etmesidir. Eğer birileri Alevi kimliğini Türk kimliği yerine geçirmeye çalışırsa, burada bir yanlış vardır ki bu yanlış bölücülüğe kapı açmaktadır. 21. yüzyılda insanların kendilerini dinsel kimlikleri ile değil, milliyetleri ile tanımlaması doğaldır. Ama “ben Aleviyim”in artık bir etnik kimlikmiş gibi kullanıldığı bir ortamda, birilerinin de çıkıp uyanıklık çağrısı yapması gerekmektedir.

Perinçek’e  Sadece Üzülüyoruz

TÜRKSOLU’na yöneltilen saldırılardan belki tek eğlenceli olanı Perinçek grubununkidir. Aslında Perinçek grubu, Türkiye’nin sağcı düzen güçlerinin tam da aradığı sol harekettir. Öyle sol harekettir ki, büyüme ihtimali sıfır, kırk yıldır aldığı oy oranı ise binde birdir! E böylesi sol hareketi her düzen elbette ister.

Tabi düzen böylesi bir grubu istediği zaman kullanır. Örneğin TÜRKSOLU’na karşı saldıracağı zaman hemen Perinçek’i kullanırlar. Tabi bizim gibi bir halk hareketi açısından Perinçek’in saldırısı olsa olsa olumlu bir referanstır. Ne de olsa Perinçek’e oy vermeyen Türkiye’nin %99,9’unun sempatisini kazanmış olursunuz!

Ama bizim için eğlenceli olanın bu grup ve lideri açısından çok da sıkıcı olduğunu sanıyoruz. Çünkü bir siyasi parti düşünün ki TÜRKSOLU ve Gökçe Fırat olmasa ne basına çıkabilecek ne de siyaset yapabilecek. Sanırız zor bir durumdur. Gökçe Fırat olmasa bizim misyonumuz ne olacak, ne yapacağız diye düşünür herhalde insan...

Ama üzülmemek gerekir: Çünkü TÜRKSOLU ve Gökçe Fırat, Türk siyasetinin yükselen güçleridir. Bu yükselen güçler oldukça, sanırız Perinçek de siyasette kalıp boy gösterecektir. Bizim de ona böylesi bir katkımız olsun artık.

İç savaşın zeminini hazırlayanlar sizlersiniz

TÜRKSOLU’na yönelik saldırıların temelinde bir iç savaş kışkırtma suçlaması yatıyor. Ancak iç savaş korkusu yayanların aynı zamanda iç savaş için zemini hazırlayanlar olduğu da ayrı bir durum.

Bu hassas nokta üzerinde çok önemle durmak istiyoruz.

1- 18 Nisan 2005 tarihinde, bu sütunda, “Sol’un tarihi seçimi” başlıklı yazımızda, gelişecek olayları önceden görerek bazı oyarılar yaptık. Mersin’de Türk bayrağının yakılmasının hemen ardından, sokak hareketinin gelişeceğini, burada ABD’nin bu sokak eylemlerini manüple etmek isteyeceğini ilk kez yazarak kamuoyunu uyardık. Ancak yine bu yazımızda Türklere susmayı değil sokağa hakim olmayı önerdik.

2- 23 Mayıs 2005 tarihinde, yine bu sütunda, ABD’nin darbe senaryosunu açıkladık. Bu senaryonun önemli bir ayağını, Türk-Kürt çatışması çıkartarak olası bir darbeye zemin hazırlamak olduğunu ilk kez burada biz açıkladık.

3- 1 Ağustos 2005 tarihinde, bu sütunda, “PKK sınırın ötesinde mi?” başlıklı yazımızda PKK’nın Apo’ya özgürlük için sokağa inme kararı aldığını ve bunun bir iç savaş ilanı olduğunu yazdık.

Görüleceği gibi Türkiye’nin bugünkü gündemini işgal eden iç savaş olgusu, ilk kez TÜRKSOLU tarafından ele alınmış, bunun Amerikancı bir darbe tezgahı çerçevesinde değerlendirilmesi yapılmıştır. Türk milletine de, Amerikancı darbe tuzağına düşülmemesi noktasında uyarı yapılmıştır. Bu bakımdan TÜRKSOLU’nu iç savaş kışkırtıcılığı ile suçlayanlar bizimle yanlış zeminde kapışmaktadırlar.

Türkiye’ye Irak modeli: Türk, Alevi, Kürt Federasyonu

Ancak TÜRKSOLU olarak burada yine geleceğe ışık tutma görevi ile karşı karşıyayız. Türkiye üzerinde esas oynanan oyun, Türkiye’ye Irak modelinin dayatılmasıdır. Bugünkü Irak nasıl, Sünni(Arap), Şii ve Kürt olmak üzere üç parçalı bir etnik boğazlaşma sahası ise, Türkiye için de benzer bir senaryo hazırdır. Senaryoya göre Türkiye Sünni(Türk), Alevi ve Kürt olmak üzere üç parçaya bölünecektir. Bu nedenle ABD ve genel olarak Batı, Alevi kimliğine ve Kürt kimliğine özgürlük istemektedir.

İşte Türkiye’de iç savaş olacaksa bu şekilde olacaktır. Etnik ve mezhepsel parçalanma, kaçınılmaz olarak iç savaşı getirir. İç savaşı önlemeninse tek bir yolu vardır, etnik ve mezhepsel özgürlük alanı yaratmamak, ulus tanımını korumak. Bu noktada Türkiye bir ulus devlettir. Türkiye Cumhuriyeti, tek dilli ve tek milliyetli bir ulus devlettir. Eğer siz bu ulus devlet içindeki Türk milli kimliğini, alt kimliklere ayrıştırırsanız ve ayrıştırdığınız her bir kimliğe de özgürlük tanırsanız, kaçınılmaz bir şekilde alt kimliklerin birbiri ile çatışmasının yolunu açarsınız. İç savaşa yol açmayacak tek çözüm, Türk kimliğinin tek milli kimlik olarak tanınması ve Türk’ün bir etnik kimlik değil milli kimlik olduğunun kabulüdür. Türk’ü milli kimlikten etnik kimliğe dönüştürürseniz, Türkiye’yi de bir etnik federasyona mahkum edersiniz.

Bu gerçeklik karşısında kimileri bunun bir inkar ve dayatma politikası olduğunu savunmakta, özgürlüğün daha bağlayıcı olduğunu iddia etmektedir. Bu gibilere Irak’tan ders almalarını öneririz. Irak, uzun yıllar boyunca hem Kürtlere hem de Şiiilere farklı bir kimlik tanıdı, bu kimliklere de her tür özgürlüğü verdi. Ama görüldüğü gibi bu özgürlükler ne Irak’ın parçalanmasına ne de iç savaşa engel olabildi. Hatta bugünkü parçalanmışlığın ve iç savaşın nedeni tanınan bu özgürlüklerdir.

Türkiye açısından bu işin sağlamasını yapalım. Bugün bu tür etnik ve mezhepsel kimliklere özgürlüğü kim istiyor? ABD, AB ve PKK. O halde soralım, ABD, AB ve PKK, Türkiye’yi bölmek için mi istiyorlar bu özgürlükleri, yoksa Türkiye daha güçlü bir ülke olsun diye mi!

İnsan bilimde ve teoride çuvalladı mı, ABD onun başına hemen bir çuval geçiriverir. Başına çuval geçirilen insana ise her şey yapılabilir! Türk aydınının başına bugün bir çuval geçirilmiştir. Çuvalın içindeki aydın, bilimsel, tarihsel, sosyolojik gerçekleri bir yana bırakarak, iç savaşın yolunu açacak bir rotaya girmiştir. İç savaşın yolunu açanlar bugün iç savaş provaları karşısında, aman yeter ki iç savaş çıkmasın, PKK’nın istediklerini yapalım noktasına kadar gelmişlerdir!

Türk oğlu, Türk kızı! Yalnız olmaktan değil, hain ve namussuz olmaktan kork!
Bu oyuna bir tek TÜRKSOLU gelmemektedir. O nedenle oyunları bozulmuştur.

1- Biz çok açık bir şekilde Türkiye’yi bir iç savaşa götürecek her tür etnik kimliğe karşıyız. Yok bu yaptığınız iç savaş çıkarır diyorsanız, Türkiye’de zaten 20 yıldır PKK’nın ilan ettiği bir savaş var deriz. Hem iç savaş çıkmasın diye savaşmadan bölünmeyi kabul etmek aptallık olur. Böyle bir tercihte, iç savaşsız bölüneceğimize, iç savaş çıksın öyle bölünelimi tercih ederiz!

2- İç savaş çıkmasın ki rahatımız bozulmasın diyenlere ise şunu söyliyelim, biz Türküz, ne ABD’nin ne de Kürdün işgali altında yaşarız! ABD ve Kürt işgali bizim için zaten bir savaş nedenidir, o halde savaşmaktan kaçınmayız!

3- Bizim bu fikirlerimizi “savcılar göreve” korkutması ile değiştirebileceğinizi sanıyorsanız yine yanılıyorsunuz, bu fikirler için hapis yatmak bize ancak onur verir, şan verir. Ama bu fikirlerimizin de Anayasal çerçeve içinde kaldığını ve suçlanamayacağını başvurduğunuz mahkemelerde hepiniz göreceksiniz!

4- Bu fikirlerin yazıldığı bir gazetede yazı yazmak sadece onurdur. TÜRKSOLU sadece kendi kafası ile düşünen insanlara sütunlarını açar. Mütareke basınının saldırıları karşısında kalemini bırakacak karakterde olanları TÜRKSOLU yazarları arasında boşuna aramayın, bulamazsınız!

5- “Türk oğlu, Türk kızı Türklüğünü koru” çağrımız, sadece Türk çocuklarınaydı. Mütareke kalemlerinin ne çocuğu olduklarını bilemeyiz; annelerine sorsunlar. Ama bizim Türk çocuklarına yaptığımız çağrıyı üzerlerine alınıp, bu yazı üzerinden kıyamet koparmasınlar.

6- Mütareke basını TÜRKSOLU’na saldırarak açık kışkırtıcılık yapmakta ve hedef göstermektedir. Bu hedef göstermelerin hemen ardından bazı Kürt terör örgütleri tarafından tehditler almaya başladık. TÜRKSOLU’na, başyazarına ya da herhangi bir yazarına gelecek herhangi bir zarardan sizi sorumlu tutarız! Hesabını da sorarız...

Türk Oğlu Türk kızı!

Görüyorsun ki: “İstanbul şehri bir yara. Burada büyük idealler ve ilhamlar yok. Burası kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların şehri. Burası entrika, rezalet, hile, korkaklık karargâhı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar şehri.”

Görüyorsun ki, bu ülkede, bu şehirde yalnızsın.

Yalnız olmaktan değil, hain ve namussuz olmaktan kork!

Safları Sıklaştırın, safları sıklaştırın çocuklar
Uzaktan duyduğunuz çakalların ulumasıdır...

http://www.turksolu.com.tr/91/basyazi91.htm

..

6 Aralık 2015 Pazar

28 Şubat'ın Medya Tellalları


28 Şubat'ın Medya Tellalları





28 Şubat sürecinde iri medya organlarının nasıl bir rol üstlendiğini, darbecilere nasıl hizmet ettiklerini kendi kupürleri ile gözler önüne seriyoruz: Sadece Milliyet, Refah üzerinde korku oluşturmaya dönük 16 "uyarı manşeti" atmış...






Türkiye, son 6 yıldır, e- muhtıra, darbe ve darbe planlarını konuşuyor. 28 Şubat sürecinin demokrasi ve sosyal hayatta açtığı derin yaraları sarmaya çalışıyor.




Refah-Yol iktidarını devirerek 'post-modern darbe' adıyla yakın tarihin karanlık sayfalarına yazılan 28 Şubat sürecinde bazı medya ve sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri tartışma konusu olmaya devam ediyor. Gazetelerin attıkları manşetlerle ve yaptıkları yer yer yalan ve abartılı haberlerle yürütülen psikolojik harekâta destek sağladığı bugünlerde ortaya çıkan belgelerde de anlaşılıyor.




Türk medyasının darbe dönemlerindeki rolü 28 Şubat’ın üzerinde 16 yıl geçmesine rağmen bugünlerde bir daha tartışılıyor.




Menderes hükümetine karşı 27 Mayıs 1960 İhtilâli öncesinde ve 28 Şubat (1997) sürecinde Refahyol hükümetine karşı ülkede kaos oluşturmak, toplumu kışkırtmak, müdahaleye zemin hazırlamak için görev üstlenenlerin arasında bazı gazetecilerin ve yayın kuruluşlarının var olduğunu millet her geçen gün daha iyi anlıyor.




Birkaç yıl önce basına da yansıyan İstanbul Emniyet Müdürlüğünün bir araştırmasına dayalı raporuna göre; 27 Mayıs darbesi, 9 Mart 1971 darbe teşebbüsü, 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi ve 28 Şubat 1997) Post-Modern darbe olarak nitelendirilen askeri müdahale süreçlerinde medyanın aktif rol aldığı ortaya konulmuştu.




Raporda, Hürriyet gazetesinin darbe planlayanlara büyük destek verdiği gazete kupürleriyle açıklanmıştı.




Bizim araştırmamıza göre de o gazetenin ardından Milliyet gazetesi geliyor.




O dönemde gazetelerde hükümeti uyarmak için askerler, partiler, şirketler, sendikalar, üniversiteler adeta sıraya girmişler. Uyarsında kim uyarırsa uyarsın…






İŞTE O UYARI MANŞETLERİ




1-005.jpg




Ordudan PKK uyarısı


RP’in aracı kullanarak terör sorununu çözme girişimi orduda rahatsızlık yarattı… (7 Ağustos 1996)




2-004.jpg 




Hoca, hem oğlunun okulunda, hem de gensoru görüşmesinde Atatürkçülük dersi aldı. (17 Ekim 1997)




3-004.jpg 


Mercedes’ten uyarı


Direktörler Kurulu Başkanı Lippold liderlere seslendi: “Türkiye’yi kaybediyorsunuz” (21 Ekim 1996)




4-001.jpg 


Menderes’in tarihi uyarısı


Basına sansür uygulayan DP iktidarının Başbakanı merhum Menders’in oğlu partisine seslendi: “Basına yasak getirmeyin” (21 Kasım 1996)




5.jpg




Ankara dün dev mitingle sarsıldı. 150 bin işçi ‘hükümet gidecek diye’ bağırdı. (6 Ocak 1997)




6.jpg 




IMF’den kriz uyarısı. Uluslararası Para Fonu Başkanı Camdessus Milliyet’e konuştu: (19.1.1997)




7.jpg




MGK’dan uyarı


1-Bölücü ve yıkıcı yayınlar önlenmeli 2-Kıbrıs stratejisi ödünsüz uygulanmalı. (28 Ocak 1997)




 8.jpg


Laiklik uyarısı


ABD Dışişleri Bakanı Albright: “Türkiye’nin laik bir ülke olması bizim için çok önemli. Bu konuyu Başbakan Erbakan’a ilettik. (13 Şubat 1997)




9-001.jpg 




Son uyarısı Refah’a


Türkeş ölmeden bir saat önce “RP rejime tehlike getirecek. Ata’ya saygıda kusur etmemeli” dedi. (6 Nisan 1997)




 10-001.jpg




Çevik Bir uyardı


Genelkurmay 2.Başkanı Milliyet’e konuştu…


Hükümete ve Meclis’e çarpıcı mesajlar yolladı. (7 Nisan 1997)




11-001.jpg 




Akademi’de laik uyarı


Demirel’den subaylara: Ata’nın yolu terk edilemez. (10 Nisan 1997)




 12-001.jpg




Refah’a tarihi uyarı


Ecevit konuştu. Refahlılar öfke saçtı. DSP Lideri, “Hiçbir ordu, devlere karşı silahlı ayaklanma kışkırtıcılığı karşısında tepkisiz kalamaz” dedi. (24 Nisan 1997)




 13-001.jpg




Çankaya’dan uyarı


Demirel:  MGK kararlarını hasıraltı etmek, devlet ciddiyetine yakışmaz. (28 Nisan 1997)




14.jpg 




İran’dan örtülü uyarı


Tahran Times: “Türkiye, Cezayir olur” (5 Mayıs 1997)




15.jpg 




Ordudan son uyarı


Genelkurmay, rejimi “silahla korumaktan” söz etti. (12 Haziran 1997)






UYARIDA DÜNYA REKORU




11 ayda 16 uyarı ve yalnızca bir ayda (Nisan 1997) 6 uyarı manşetinin atılması dikkatlerden kaçmıyor. İhtimal ki gazete de Nisan ayı başında sıkı bir şekilde uyarılmış gibi.




54. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini oluşturan Refahyol iktidarına gelinceye kadar hiçbir dönemde hiçbir gazete bu kadar sıklıkla manşetinde ‘UYARI’ kelimesini kullandığı tespit edemedim.




Belki de dünyada örneği yoktur.




Ne enteresandır ki gazetenin “Ordudan son uyarı” manşetinin ardından hükümet istifa etmiş. UYARI manşetleri birden sona ermiş. Sene sonuna kadar da her hangi bir hadise sebebiyle de olsa bu kelime hiç kullanılmamış. Ta ki, 8 ay sonra muhtemel bir Körfez savaşı konusunda “Torumtay uyardı” (3 Şubat 1998) başlığı kullanıncaya kadar.




Söz konusu gazetenin 1996 yılının ilk altı ayında sanki Refahyol hükümeti kurulmasının önüne geçmek için olduğunu düşündüren şu uyarı manşetleri atılmıştı..




Clinton’dan Ege uyarısı. (29 Ocak)


Ordudan sert çıkış. (27 Mart)


Çillerin uyarısı. (30 Mart)


Ecevit’ten iki uyarı. (16 Nisan)


İran’a sert uyarı. (20 Nisan)


Demirel uyarıyor. (29 Mayıs)


Demirel’den uyarı. (11 Haziran) / Mustafa Yakutcan-Habervaktim,


http://www.tv5haber.com/yazdir.php?haber_id=9853



28 Şubat - Darbe Medyası

Askerlerin gösterdiği hedef doğrultusunda ‘şartların olgunlaşması’ için büyük çaba sarf eden medyanın 28 Şubat sürecinde yaptığı yayınlardan bir seçki hazırladık. O günlerde atılan manşetlerin, yazılan haberlerin, köşeleri tutmuş yazarların seviyesini ve ‘tarafsızlığını’ göstermesi için hazırladığımız bu mini seçki, medyanın içler acısı halini gözler önüne seriyor. Özellikle dindar kesime ve demokrasiye hiçbir saygısı olmayan medya organları, dün olduğu gibi bugün de varlığını sürdürüyor ve aynı kişiler bugün hâlâ ‘usta gazeteci’, ‘duayen’ vs. gibi sıfatlar taşıyorlar.
SAYI:10 / Şubat 2015
28 Şubat - Darbe Medyası




Güneri Civaoğlu: Bir geceyarısı oldu bittiye getirilerek, Merve Kavakçı'nın Meclis kürsüsünde başörtüsüyle yemin etmesi sağlanırsa ne olur? Kimilerinin geceyarısı ne yapacağı belli olmaz. Milliyet,1999

Fatih Altaylı: Kavakçı'nın Meclis'teki eyleminin, Türkiye Cumhuriyeti'ne bir meydan okuma olduğu açık. Benim anladığım kadarıyla Kavakçı suç işliyor. O zaman hakkında dava açılmalı. Ne zaman adam oluruz? TBMM, Merve-Nazlı Ilıcak gibilerden temizlendiği zaman. Hürriyet,1999

Ertuğrul Özkök: 
(Ecevit) İspanya Meclisi'ni basan askerlerin önüne çıkan o meclis başkanı gibi. Meclis'i basan bir zihniyetin karşısına dikildi. Ecevit'in bu çıkışının ve orada yaptığı konuşmanın ne kadar tarihi bir öneme sahip olduğunu, o gece o konuşmanın Türkiye'de neleri önlediğini tarih yazacak. Merve Hanım'ın çocuklarını almak için gittiği okulda küçücük öğrencilerden aldığı dersler, bu haddini bildirme sürecinin ilk işaretleridir. Hürriyet,1999

M. Ali Birand: Fethullah Gülen, cami yaptırmak için başvuranlara "Okul yaptırın, daha büyük dua alırsınız" diyebiliyor ve dünyayı Türkçe eğitim yapan bu okullarla süslüyor. Adeta, sokakta veya TV ekranlarında gördüğümüz normal Türk vatandaşı değil. Aslında çok muhtaç olduğumuz bir Türkiye'nin nasıl olması gerektiğini gösteriyor. Bir de ders alanlar olsa.. Sabah,1999

Rauf Tamer: Merve Kavakçı, hangi kapıdan girdi? Hangisinden girerse girsin, kurallara aykırı bir kıyafetle geldiği savına göre güvenlik görevlilerince niçin engellenmedi? Sabah,1999

Can Ataklı:
 Gerçekten bir ajan provokatör olan Merve Kavakçı, Meclis'teki tüm partilerin gafletinden yararlanarak, çağdaş ve laik Türkiye'yi yaralayan eyleminigerçekleştirdi. Meclis Genel Kurulu'na girmesi, yemin ettirilmese bile uzun süre oturması rezalettir, skandaldır. Buna neden olan tüm siyasi partileri kınamak gerek. Sabah,1999

http://www.lacivertdergi.com/dosya/2015/02/04/28-subat-bir-darbenin-gunlugu


..

3 Aralık 2015 Perşembe

FİGÜRANLIK MI ? YURTSEVERLİK Mİ.?




FİGÜRANLIK MI ?  YURTSEVERLİK Mİ.?



Daha  Büyük  Bedeller  Ödememek  için  Haydi  Sandığa…”

“Haydi  vatan  için  sandığa…”

Halkı sandığa götürüp oy verdirtmek için bir yandan bunlar söylenirken, diğer yandan da AKP’nin dürüst bir seçim ile tekrar iktidara gelmesinin olanaksız olduğu vurgulanıyor ve 52 milyon seçmen varken, 69 milyon oy pusulası basılmasının kuşkulu olduğuna dikkat çekiliyor.
İyi de ortada çelişik bir durum yok mu ?
Gerçekten de 52 milyon seçmenin olduğu bir ülkede 69 milyon oy pusulası basılması düşündürücüdür !
Hatta düşündürücü olmanın ötesinde mide bulandırıcıdır, ama eğer bu iddialar doğruysa, daha şimdiden üstüne şaibe gölgesi düşmüş böyle bir seçim için “haydi sandığa” çağrısı yapmak da düşündürücü değil midir peki ?
52 milyon  seçmenin  bulunduğu  bir  ülkede,  69 milyon  oy  pusulası  basılıyorsa  eğer,  yurtsever  aydının  görevi  hiç  durmadan  bu  gerçeği  anlatmak  ve  halkın  “seçim”  adı  verilen  bu  ortaoyunu  ile  aldatılmasını  engellemeye  çalışmak  mı  olmalıdır,  yoksa  “haydi  sandığa”  diyerek  seçime  katılım  çağrısı  yapmak  mı ?


Ama   şimdilik   bunları   unutalım   ve   12 Haziran’da   sandığa   gidelim !

İyi  de   kime   vereceğiz  oyumuzu ?

AKP’ye   mi ?

akp,  2002 kasım’ından  beri  yönetiyor  türkiye’yi..!!!

yaklaşık  dokuz yılık  bu sürede  ülkenin  ne hale  geldiği 

ortadadır.

türkiye’nin  daha  da  beter  olmasını  isteyenler  tabii 

ki  akp’yi  bir  dönem  daha  iktidarda  tutmak  için 

oylarını  ona  verebilirler..!!!

“AKP ile olmaz artık” diyorsak, o zaman CHP’ye mi vereceğiz oyumuzu ?
Tarikatlara saygılı”, AB özerklik şartına “evet” diyen ve bu metin parlamentodan geçerken benimsenen kimi çekinceleri kaldıracağını ilan eden CHP’yi mi destekleyeceğiz ?
Fetullah’a övgüler düzenleri, PKK’lılara avukatlık yapanları, Derviş’in, Soros’un adamlarını, tekkelerin kapatılmasından yakınanları, işadamlarını, mesleğini “işçi” olarak yazmaktan bile utananları bağrına basan CHP’ye mi vereceğiz oyumuzu ?
Yeni CHP’nin ne olduğunu anlatmaktan gına geldi artık, ama bazı “sandık kafalılar” hâlâ anlamadı gitti !
Bir de “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişimi var !
31 bağımsız adayla giriyor seçime…
Meclis’e girecek, AKP’yi yıkacak, Cumhuriyet’i kurtaracak!
Ama 31 bağımsız adayın ekonomi, dış politika, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, kültür vb. alanlarda ortak bir programı yok!
Hatta bir programı bile yok!
Halkın sorunları için önerdikleri somut çözümler de yok!
Bol bol slogan temelli kuru muhalefet var sadece!
31 aday, 550 kişilik Meclis’te iktidarı yıkacak!
Keloğlan masalı gibi…
Masal seven kimileri de onlara verecek oyunu…
Gerekçeleri de çarpıcı üstelik: “kutsal görevimiz”! Güçbirliği adayları Meclis’e girip halkın sesi olarak var güçleriyle haykıracakmış!
Cumhuriyet için Güçbirliği’nin bağımsız milletvekili adayları gerçekten de iddialı hedefler koydular önlerine…
Kamuoyuna yaptıkları “Atatürk’te Birleştik” başlıklı açıklamada Meclis’e girmeyi ve bir milli hükümetin kurulmasını sağlayarak AKP iktidarını yıkmayı amaçladıkların ilan ettiler.
Bu açıklamaya göre birleşme nedenlerini şöyle sıraladılar :
Ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak… Ulusumuzu birleştirmek… Vatanımızı bütünleştirmek… Halkımızı özgürleştirmek…
Amaç gerçekten “ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak” ise ve amaç gerçekten “bir milli hükümet kurarak AKP iktidarını yıkmak” ise, o zaman haykırmanın, slogan atmanın, muhalefet etmenin ötesinde siyaseten güç sahibi olmak da gerekiyor. Çünkü ne TBMM, İnönü stadyumudur ne de Meclis’te belli bir amaç doğrultusunda siyaset yapacak olanlar, bütün gücü çenesinde toplanan bir avuç fanatik taraftar topluluğu!
Bilindiği gibi TBMM’de, 550 milletvekili var. Cumhuriyet için Güçbirliği girişiminin bütün adayları (31 kişi) seçilip Meclis’e girse bile, Meclis’teki sandalyelerin sadece yüzde 5,6’sına sahip olacaklar! Oysa Cumhuriyet’in varlığı ve devam etmesi, ulusal devletin bütünlüğü gibi kaygıları olmayan, aksine bunları ortadan kaldırmayı amaçlayan BDP destekli “Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku” bile seçimlere 61 bağımsız adayla giriyor! Ortada bir gariplik yok mu?
Bu durumda Meclis’te istediğiniz kadar haykırın, ister var gücünüzle ister tek tek, ister koro halinde feryat figan edin, ne halkın sesi olabilirsiniz ne de kamuoyuna yaptığınız o “Atatürk’te birleştik” çağrısında açıkladığınız hedeflere ulaşabilirsiniz!
Peki, sonuç ne olacaktır ?
“Cumhuriyet için Güçbirliği” girişiminin karşılaşabileceği iki olasılık var:
Birincisi, eğer 12 Haziran seçimlerinde başarılı olamaz ve Meclis’e giremezse, bu ülkede artık Cumhuriyet ve Atatürk için güçbirliği yapacak bir kitlenin bile kalmadığı düşüncesine hizmet etmiş olacaktır. Çünkü Türkiye’nin bütün ulusalcı ve Cumhuriyetçi güçlerini sanki bir araya getirmiş gibi propaganda yapan, ama sadece 31 adayla, belli isimlerin siyasal anlayışlarına malzeme yapılan bu Güçbirliği girişiminin, bugünkü haliyle Kemalist, ulusalcı, yurtsever tabandan beklenen desteği alamayarak, sonuçta güçbirliği düşüncesinin yıpranmasına hizmet etmesi büyük olasılıktır!
İkincisi, eğer 12 Haziran seçimlerinde başarılı olup -çok uzak bir olasılık olmasına rağmen- 31 adayın 31’i de Meclis’e girse bile, bu sayıyla milli hükümet kurmanın ve AKP’yi yıkmanın mümkün olmayacağı açıktır. Çünkü siyasette sonuç, haykırarak değilgüç ile alınır!
Bu durumda da seçilen birkaç bağımsız aday, milletvekili olmanın avantajlarından yararlanacak, belki Meclis oturumlarında 5-10 dakika konuşma imkânı elde edecektir. Ama hepsinden önemlisi, varlıklarıyla AKP-Yeni CHP egemenliğinde şekillenecek, ne yapacağı daha şimdiden belli olan bir Meclis’e ve onun icraatlarına meşruiyetkazandırmış olacaklardır. Yeni dönemde, Yeni CHP’nin de desteğiyle yapılacak yeni bir anayasa ile Cumhuriyet’in temel nitelikleri ortadan kaldırılır, “Türk milleti” ifadesi bile anayasadan silinirken, bu girişimlere karşı yapılan muhalefet muhtemelen şöyle yanıtlanacaktır:
“Bu değişiklikleri yapan, milletin yasal seçimlerde seçilmiş temsilcilerinden meydana gelen TBMM’dir. Milletin iradesi tecelli etmiştir. İşte en muhalif kesimler bile Meclis çatısı altındadır, istediklerini söylemekte, özgürce muhalefet yapmaktadırlar. Ama demokrasilerde en nihayetinde çoğunluğun tercihi yönünde karar verilir. Meclis de tercihini çoğunluğun iradesi yönünde kullanmış ve kararını vermiştir. Yapılanlar yasal ve meşrudur!”

“Cumhuriyet için Güçbirliği” adaylarının seçimlerde başarılı olup Meclis’e girmeleri durumunda işlevleri işte bu olacaktır: Yeni anayasaya ve bir dönem daha sürecek AKP iktidarına ve onun icraatlarına meşruiyet kazandırmak! İstemeseler de, amaçları bu olmasa da, bilerek ya da bilmeyerek hizmet edecekleri bu olacaktır!
O zaman istediğiniz kadar var gücünüzle haykırın, bakalım Meclis’te yapılacak olanları engelleyebilecek misiniz?
Bu durumda yurtsever aydına düşen öncelikli görev olan biteni doğru bir şekilde saptamak olmalıdır. Bugün ortada bir Güçbirliği falan yok aslında! İşçi Partisi, Yeni Parti ve Balyoz davasında yargılanmakta olan birkaç askerin “ortak” bir girişimi var, o kadar… Adı geçen her iki parti de siyaseten etkisiz, “tabela partisi”gücündedir. Beğenelim ya da beğenmeyelim, gerçek budur. Halkın yüzde 1 oranında desteğine bile sahip değiller!
Anlaşılan bu partiler, şimdi bu açmazlarını aşmak için “güçbirliği” idealini kullanarak seçimlerde boy gösterecekler, Silivri’de tutuklu olup aday olanlar da yargılamalarda inisiyatif kazanmaya çalışacaklardır. Amaç, “Cumhuriyet için Güçbirliği” midir, yoksa Meclis kürsüsünden Ergenekon savunması yapmak mı?
Ergenekon adı verilen yargılamalardaki hukuksuzlukların Meclis kürsüsünden dile getirilmesine bir itirazım yok. Ama seçim 70 milyonu ilgilendiriyor. Türkiye’nin tek derdi, hatta öncelikli derdi Ergenekon ve Balyoz davaları değildir. En azından halkın ezici bir çoğunluğu bu görüştedir. Bu nedenle Ergenekon ve Balyoz davalarını eksen alan bir siyasi girişim ya da birlik çabası, hayal kırıklığına uğramaya mahkûmdur.
Güçbirliğinin kimi adayları “halkın somut ve öncelikli görevi” olarak seçimlerde kendilerinin desteklenmesi gerektiğinden bahsediyor! Oysa esas olan “halkın somut ve öncelikli sorunu” nedir, buna yanıt verebilmektir. Belki büyük bir kesim Ergenekon kapsamındaki tutuklamalara ve yaşanan kimi hukuksuzluklara, en azından tutukluluk halinin bu kadar uzamasına tepki duyuyor, ne var ki yine o büyük çoğunluk için somut ve öncelikli sorun, bu dava ve yargılamalar değil. Millet işsizlikten kırılıyor, sefalet denizinde kulaç atıyor. Dolar milyarderlerinin sayısı artarken, milyonlarca insan 630 TL’lik asgari ücrete talim ediyor. İşsiz, artık iş aramaktan bile umut kesmiş durumda… İşi olan ise, onu kaybetmemek için sefalet ücretine dünden razı… Çiftçi tarlasını yeniden ekecek tohumluk parasını bile bulamıyor! Esnaflık, kepenk açıp kapatmaktan ibaret hale geldi… Sonuçta milletin somut ve öncelikli sorunları bunlar işte! Şimdi herkes bu dertlerini bir yana bırakacak, Silivri’den ilan edilen “somut ve öncelikli görevleri” mi yerine getirecek? Önce halkın sorunlarına kulak verin. O sorunları çözen halkı da kazanır.
İşte bu nedenle Türkiye’nin kurtuluşu gerçekten bir güçbirliğini, ama GERÇEK BİR GÜÇBİRLİĞİ’ni yaşama sokabilmektedir. Ergenekon ve Balyoz davalarında alet olarak kullanılan bir güçbirliği değil, EMEK EKSENLİ, SOSYOEKONOMİK SORUNLARI TEMEL ALAN, ANTİEMPERYALİST VE ANTİKAPİTALİST AMAÇLI, GEÇMİŞİ SİYASETEN KİRLİ İNSANLARI İÇERMEYEN, GENİŞ TABANLI gerçek bir Güçbirliği…
Bugün bir “kutsal görev” varsa eğer, işte böyle bir güçbirliğini inşa edebilmektir. İşçi Partisi’nin yaptığı gibi kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklardan sonra, yangından mal kaçırır gibi davranıp, destek vermeyen kişileri sanki Güçbirliği’ni destekliyormuş gibi göstererek davranmak değildir Güçbirliği’ni inşa etmek!
Ama “Cumhuriyet için Güçbirliği” hareketi, bu girişimi Ergenekon davasının aleti haline getirdiği için, 13 Haziran sabahı boyunun ölçüsünü alacak ve sonunda olan da GÜÇBİRLİĞİ fikrine olacak! Millette, bu ülkede Cumhuriyet için güçbirliği yapılmasına bile artık itibar edilmediği şeklinde bir düşünce yerleşmiş olacak ne yazık ki…
Ve 13 Haziran sabahı bu tablo ortaya çıktıktan sonra da bugün destek mesajı yayınlayan aydınlarımızın dilleri çözülecek, yeniden geniş tabanlı bir birlik için çağrı üstüne çağrı yapacaklardır. Güzel ülkemde testi kırıldıktan sonra akıl veren çok olur çünkü…
Oysa 12 Haziran’da sergilenecek bu oyun, halkın çıkarına değil. Halk bir figüran bu oyunda, o kadar!
Oy verilecek adayları halk mı belirledi?
Hayır!
O adayların ve partilerin uygulamayı vaat ettiği politika ve programlar halkın çıkarına mı?
Hayır!
Bu adaylar seçildikten sonra, önümüzdeki dört yıl içinde halkın onları somut denetleme imkânları ve yolları var mı elinde?
Hayır!
O zaman neden bu oyunun parçası olunsun ki?
Diyorlar ki:
“Daha Büyük Bedeller Ödememek için…”

“Vatan için…”

İşte bu da oltanın ucuna takılan yem!
Eğer “demokratlık”, sahnelenen bu şamatada figüranlık yapmaksa, o zaman gerekirse “daha büyük bedeller ödemeyi” de göze alarak bu oyuna alet olmamak ve gerçekten vatan için milletin sinesinde mücadele etmek…
İşte  gerçek  YURTSEVERLİK  de  budur !

Serdar ANT