31 Ocak 2016 Pazar

Tarihçe 1914- 1923 Sarıkamış - Sibirya Belgeliği





Sarıkamış - Sibirya Belgeliği


Tarihçe 1914- 1923


1914

28 Haziran; Avusturya veliaht prensi ve karısı öldürüldü.

27 Temmuz; Sırbistan'a resmen savaş açan Avusturya, ertesi gün Belgrad'ı bombaladı.

10 Ağustos; Alman muhripleri "Goeben" ve "Breslau" Marmara girdi. İtilaf Devletleri'nin protestosu üzerine, bu Alman muhripleri Osmanlı Devleti'ne satılmış gibi gösterildi ve "Goeben"e "Yavuz", "Breslau"ya ise "Midili" adı verildi.

29-30 Ekim; "Yavuz" Karadeniz'e geçerek Odessa ve öteki Rus limanlarını bombaladı.

1 Kasım; Rusya, Osmanlı Devleti'ne savaş açtılar.

5 Kasım; İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti'ne savaş açtılar.

6-7 Kasım; Enver Paşa yine büyük bir hata yapmıştı! Donanma'nın kuralları gereği askeri personel taşıyan yük gemilerine olası düşman saldırısına karşı mutlaka bir, hatta birkaç savaş gemisi eşlik ederdi. Ancak Enver Paşa'nın ani kararıyla 6 Kasım 1914'te İstanbul Boğazı'ndan demir alan bu 3 kuru yük gemisine hiçbir savaş gemisi koruma yapmıyordu. Söz konusu 3 gemi Zonguldak açıklarına geldiklerinde karşılarında dev gibi Rus savaş gemilerini buldu. Ruslar Zonguldak'taki kömür madenlerini bombalamış, üslerine dönüyorlardı. Ruslar kucaklarına düşen bu 3 yük gemisine Kandilli-Ereğli açıklarında ateş açtı. 7 Kasım 1914 sabahı saat 7.45'te 3 yük gemimiz içindeki 3 bin asker ve Sarıkamış'a götürülen malzemelerle birlikte çok kısa süre içinde denize gömüldü.

22 Aralık; Sarıkamış Harekatı başladı. 9. 10. kolordular Oltu ve Bardız yönünde ilerleyerek Ruslara büyük kayıplar verdiler.

25 Aralık; Göle'ye girildi.

26 Aralık gecesi Ruslar esir aldıkları 28. Tümen'in kurmay başkanının üzerinden çıkan emirlerden Türk Harekatı hakkında gereken bilgiye ulaştı ve buna uygun tahkimat yaptı. Doç.Dr. Seçuk Ural, Sarıkamış Şehitler 2008
28 Aralık; 10. Kolordu cepheye ulaştığında artık yapacak bir şey kalmamıştı. 9. ve 10. Kolorduların 29 Aralık'taki taarruzu  cephede yaşanan son Türk taarruzudur. Doç.Dr. Seçuk Ural, Sarıkamış Şehitleri 2008

29 Aralık; mevzii taarruz yapıyorduk. Elimize geçen  beş-on neferi hücuma kaldırıyorduk. Ruslar mukavemet ediyor, top mermilerini ormanın içine savurup duruyorlardı. Bu esnada yakınımızdaki bir neferin bacağının obus parçasıyla ağır surette yaralandığını gördüm. Hava o kadar soğuktu ki hiçbir cerrahi aleti tutarak müdahale yapmak mümkün değildi. Koştum hemen sardım, nakledecek vasıtam olmadığı için neferi olduğu yerde bıraktım. Tesadüfen oradan geçen Hafız Hakkı paşaya hitaben: "Bu neferin yarası ve hali çok ağırdır, geriye gönderecek bir vasıtam yoktur, ne yapayım" dedim. Cevap olarak  "Şimdi Sarıkamış'ı alırız. En yakın yer orasıdır" dedi. Görünüşe göre; -25 derecede, çaresizlik içinde olan bir hekimin, bir kolordu komutanına yaptığı konuşma, askeri teamülleri aşmaktadır, fakat ordu komutanının verdiği cevapta ise hiçbir mantık yoktur. 1914 SARIKAMIŞ DRAMI SIRASINDA ŞEHİT OLAN 165 SAĞLIK PERSONELİNİN ANISINA  Prof.Dr. Bingür Sönmez

29 Aralık; Sarıkamış'a küçük bir güç girdi. Ama bu üstünlük bir iki saat sürdü. Rus Türkistan Kolordusu komutanı Yudeniç'in karşı saldırısı sonunda 9. Kolordu çekilmeye bile olanak bulamadan teslim oldu.

30 Aralık'ta üstünlük Rus tarafına geçtiğinde av avcı olmuştur. Doç.Dr. Seçuk Ural, Sarıkamış Şehitleri 2008

1915

4 Ocak; Erzincanlı Topçu Mülazım Ahmet Kahraman Sarıkamış'ta esir düştü.

5 Ocak; Enver Paşa 10. ve 11. kolordulardan arta kalan güçlerle Baldız'a çekildi. Enver Paşa durumun iyice kötüye gittiğini görünce, ‘Ben İstanbul’a dönüyorum’ diyerek cepheden ayrıldı. Bardız’dan Erzurum’a kızakla dönerken bir Rus karakol birliği ile karşılaştı. Ancak Rus askerleri karşılaştıkları kişinin Enver Paşa olduğunu farketmedi. Paşa, Erzurum’dan otomobille Refahiye - Suşehri üzerinden İstanbul’a ulaştı.

7 Ocak; Ziya Yergök anılarında Rusların esirlere karşı davranışların da: "Voyenni Gorodok'a ilk geldiğimiz sıralarda en soğuk mevsim olan ocak 1915'in son günleri idi. Sabahları eksi 40 derece soğukta dışarıda ayakta tutar, yoklama yapar, kimlik yazarlardı. İnce bir kaput ve bize uygun giyimlerimiz şiddetli soğukta titrememize sebep olur, burnumuzu, kulaklarımızı üşütmemek için onları ellerimizle kapatmak zorunda kalırdık. Soğuk ciğerlerimize işlediği için hastalanıp ölenler çok oldu. Birçoğumuzun basuru depreşti.
Rütbe farkı maaşta ve ikametgahta göz önüne alınır, başka hususlarda erlerle rütbeliler eşit muamele görürlerdi. Rus subay ve erlerine birazcık itiraz büyük bir hakaretle karşılık görür, dipçik ve kırbaç dayağı zerrece itiraz etmemize, soğukta çektirilen azaplara katlanmamıza sebep olurdu."

15 Ocak; ..." Sarıkamış'ta felakete uğrayanlarla ilk defa buralarda karşılaştık. Özellikle Erzincan'dan sonra, yollarda hasta, yaralı binlerce asker perişan, bitkin gerilere gitmeye çalışıyordu. Yol kenarlarında gördüğümüz cesetlerden üzüntü ve heyecan duymamak mümkün olmuyordu. Başıboş bırakılan bu sefil insanlarla konuştuğumuz vakit hepsi ağız birliği etmiş gibi Allahüekber dağlarından, Sarıkamış ormanlarından söz açıyorlarsa da henüz gerçeğin ne olduğunu anlayamıyorduk, daha doğrusu anlamak istemiyorduk… Faik TONGUÇ’un Birinci Dünya Savaşında Bir yedek subayın anıları

17 Şubat; İd kasabasında hastane açıldığını duydum ve yakın olduğu için gidip görmek ve arkadaşlarımla görüşmek istedim. Havanın soğuk ve her tarafın don olduğu bir günde hastanenin kapısı önünde büyük bir furgun arabası içinde birbiri üstüne yığılmış bir sürü cenaze gördüm ve şaşırdım kaldım. Hastanedeki doktorlar çaresizlik içindeydiler, her taraf buzdan taş kesildiğinden, mezar kazdırıp ölüleri (şehitleri) defnetmek mümkün olmamıştı. 1914 SARIKAMIŞ DRAMI SIRASINDA ŞEHİT OLAN 165 SAĞLIK PERSONELİNİN ANISINA  Prof.Dr. Bingür Sönmez

20 Nisan; Van şehir içinde Ermeni ayaklanması.

1916

Temmuz; Rusların Gümüşhane ve Erzincan’ı işgali. Ruslarla Doğu Anadolu’da sürdürülen savaşta Ermeni çeteler Rus ordusunun yanında yer aldı ve Osmanlı yönetimine karşı silahlı ayaklanma başlattı, sivil halkı hedef alan saldırılara girişti.

1917

Şubat; ekmek kıtlığı, grevler, lokavtlar ve gösteriler herkesin Rusya'nın anarşi uçurumunun kenarında olduğunu düşünmesine yol açıyordu.

7 Ekim; Vladimir Ilyich Lenin başkanlığındaki bolşevikler, hükümeti ve  meclisi lağv ettiler.

1918

12 Şubat; Doğu Anadolu’da ordunun ilerlemesi. Rusların işgal bölgelerinden çekilmeleri.

13 Şubat; Erzincan'ın kurtuluşu
3 Mart; Lenin, biraz soluk alabilmek için İtilaf devletlerinin baskısına rağmen, Almanya ile barış görüşmeleri yaptı. Bazı bolşeviklerin ve sol sosyalist devrimcilerinin muhalefetine rağmen, Baltık bölgesi, Polonya, Ukrayna ve Kafkaslar'dan çekilmeyi öngören Brest-Litovsk Antlaşmasını imzaladı.
Temmuz; Nikola ve ailesi önce Sibirya'ya sonra da Ural dağları bölgesine gönderildi. Sürekli ev hapsinde tutuluyorlardı. Tahtı bırakmasından sonra Çar hep baskı altındaydı. Ailesinin güvenliği de tehlikedeydi. 1918 Temmuzunda bir emir geldi ve Nikola ailesi ile birlikte idam edildi.

4 Temmuz; VI. Mehmet Vahdeddin tahta geçti.

6 Ekim; Ziya Yergök'ün Sibirya'daki esir kampından kaçışı: "Sabah güneşi doğmadan bir saat önce herkes uykuda iken ordugahtan dışarı çıktık. Hendeklerden, çukurlardan faydalanarak surdan uzaklaştık. Başımızda Rusların kürklü şapkası, sırtımızda sivil elbise olduğu için esir olduğumuz anlaşılmıyordu. Yalnız kollarımızda "Harp esiri" işareti kalmıştı. Bunları da Yenisey nehri kenarına geldiğimiz zaman kopardık, birer taşa bağlayarak suya attık. Bu işi daha önce yapamazdık. Çünkü ordugah yakınında bu işaret olmaksızın yakalansak cezamız iki kat olması gerekirdi. İşaretli kolla yakalanırsak sadece ordugahtan firar cezası görürdük."

30 Ekim; Mondros Mütarekesi İtilaf Devletleri'ne Boğazlar'a girme, gerekli gördükleri stratejik yerleri işgal etme, Osmanlı liman ve demiryollarını kullanma olanağını verdi. Ayrıca Osmanlı Devleti askerlerinin hepsini terhis edecek, Arabistan, Suriye ve Irak'taki birlikler de İtilaf kuvvetlerine teslim olacaktı.

2 Kasım; İttihat ve Teraki hükümetinin önde gelen adları Enver, Talat ve Cemal paşalar, bir Alman gemisiyle yurtdışına kaçtılar.

1919

6 Mayıs; Paris Barış Konferansı'nda, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali kabul edildi.

9 Mayıs; Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu Müfettişi resmi sıfatıyla Samsun'a doğru yola çıktı.

28 Haziran; İtilaf Devletleri Almanya ile Versailles Antlaşması’nı imzaladı.

1920

23 Nisan; Mustafa Kemal TBMM olarak adlandırdığı bu meclisin üzerinde hiçbir güç tanımadığını açıklayarak meclisin yasama ve yürütme erklerini kendisin de topladığını duyurdu.
29 Ağustos;   Sibirya'daki esir kampından 6 Ekim 1918 tarihinde kaçan 83. Alay Komutanı Ziya Yergök; Çin Türkistan'ı, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Hazar Denizi, Azerbaycan, ve Gürcistan üzerinden Trabzon'a vardı.

12/12 Eylül; Doğu Cephesi'nde Ermenilere karşı Kuvayı Milliye birlikleri taarruza geçti ve Ermeni alayı dağıldı.

12 Kasım; Kuvayı Milliye birliklerinin ileri harekatı karşısında Ermeniler Iğdır'ı boşaltarak Aras'ın kuzeyine çekildi.

1921

5 Aralık; Erzincanlı Topçu Mülazım Ahmet Kahraman Sibirya'daki esir kampından 1917-1918 yıllarında kaçtı; arkadaşları bir süre sonra vazgeçtiler, zorlu yolculuğu Türklerin yaşadığı bölgelere kadar yürüyerek yalnız sürdürdü. Doğu Türkistan,Taşkent, Semerkant, Buhara şehirlerinden geçerek Batum'dan Trabzon'a geldi, rahatsızlığı nedeniyle üç ay tebdil hava ile Erzincan'a gönderildi.

1922

4 Ağustos; Enver Paşa Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında bir çarpışmada mitralyöz kurşunlarıyla öldürüldü ve Çeğen köyüne defnedildi.

9 Eylül; İzmir, ardından da Bursa Yunanlılardan geri alındı.

1923

24 Temmuz; Lozan antlaşması Kurtuluş Savaşı'yla savunulan sınırlar içinde Türkiye'nin bağımsızlığını onayladı.

29 Ekim; Cumhuriyetin kabulü.



http://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/esaret/tarihce.htm


..

SARIKAMIŞ




SARIKAMIŞ




Em.Kur.Yarbay Köprülülü Şerif ( İlden )
Aralık 1998
Enver Paşa’nın Sarıkamış Harekatını tarih kitapları bir trajedi olarak nitelendirir. Gerçekten de doksan bin insanımızın boşu boşuna ölüp gittiği bu harekat bir trajedidir. Allahüekber dağlarında donarak ölen askerlerimizin iskeletlerinin uzaktan çalı çırpı gibi göründüğünü o dönemde yaşamış olan insanlarda tanık olmuşlardır. Bu görüntüyü rahmetli Orgeneral Refik TULGA 1963’te 3 ncü Ordu Komutanı iken değiştirmiş toplattığı kemikleri toplu bir mezara gömdürerek oraya bir anıt diktirmiştir.

Sarıkamış kuşatma manevrası,3 ncü Ordu’nun bu manevradan önceki bir bucuk aylık süre içerisinde Rusları torağımızdan söküp atamaması yüzünden çıktı. İlk fikri İstanbul verdi. 3 ncü Ordu komutanlığı üstü kapalı bir emir sayılabilecek bu fikri kabul etti ve yerine getirilmesi konusundaki görüşlerini Başkomutan vekaletine arz etti.

Bundan dolayı,kuşatma manevrası kararına 3 ncü Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa Hazretleri’nin tümüyle karşı çıktığı ve o nedenle görevini bırakmaya zorlandığı hakkındaki kanı yanlış olsa gerekir.

Bu kuşatma manevrası Köprüköy Savaşı’nın yapılması için 3 ncü Ordu Komutanlığı’nın elindeki kuvvetleri tümüyle kullanmadığından kaynaklanan hatanın zorunlu bir sonucuydu.

“Buradan o dağlara baktığımızda,üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu oraya gidince anladık. “ Vaktiyle Sarıkamışlı bir ihtiyarın söylediği bu sözler,tarihimizde Sarıkamış Harekatı olarak bilinen facianın boyutlarını özlü bir biçimde yansıtıyor.

Tam doksan bin insanımızın ölümüyle sonuçlanan I nci dünya Savaşı’nda yaşanmış Sarıkamış olayını Falih Rıfkı’nın şu sözleri çok iyi özetliyor ;

“.... Bugün,o hataların yıktığı memleketin harap ve türab enkazı üstünde,bize biraz hürriyet kazandırmak ve yalnız Anadolu ile İstanbul’u ve Edirne’yi kurtarmak için çarpışan Mustafa Kemal Paşa,Doğu Anadolu harap olmamış olsaydı ve eğer yalnız kumandan hatası yüzünden ölüp giden Türkler sağ olsaydılar bugün Yunanlıları denize dökmüş olacaktı. Şimdi Mustafa Kemal Paşa,Hafız Hakkı’nın muhterem mezarı ile arkadaşı Enver Paşa’nın ara sıra Doğu Anadolu harabeleri arkasından beliren hayaletine karşı yumruklarımı sıkıp sorsa ve dese ki:” Dostlar siz ne yaptınız? Türklerin yaşamak ve ölmek için vatana lazım oldukları gün bugündü Doğu Anadolu’yu aradık taradık,o enkaz arasında bir insan ve bir iskelet çıkıyor. Bu kemik olan kahramanlar,bugün hürriyet ve namus için dövüşeceklerdi. Şu hürriyet ve namus mücadelesinde birisinin bile ölmesine güç razı olduğumuz o Ordularca Türk’e nasıl kıydınız?

< http://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/esaret/yazilar/yarbayserif.htm >

'' SARIKAMIŞ ' A GİTTİNİZ Mİ.? ''




'' SARIKAMIŞ ' A GİTTİNİZ Mİ.? ''



“Trenle, kuzeye doğru, uzun bir yolculuk başladı..."

Yasin Uygur
21.02.2005

Sarıkamış Harekâtı’nda esir düşen İsmail İrfanoğlu’nun savaş ve esaret anılarını kitap haline getiren oğlu Ahmet Rıza İrfanoğlu, Sarıkamış’ta ölen Türk askerinin toplam sayısının 40 bin civarında olduğunu söylüyor.

“Trenle, kuzeye doğru, uzun bir yolculuk başladı. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Yolculuğun sonunda çok büyük bir şehre geldik. Burasının Kazan şehri olduğunu öğrendik. 1915’in şubat ayındayız. Kazan, soğuk bir yerde. Tiflis’ten gelinceye kadar pek bir şey hatırlamıyorum. Zira savaşın vermiş olduğu bitkinliği henüz atlatamamıştık. Kazan’da trenden indik ve bazı ihtiyaçları giderecek alışveriş ettik. Tekrar trene bindirildik. Sibirya’ya gitmek üzere tren yola çıkarıldı.”

Bu sözler Birinci Dünya Savaşı’nda Allahüekber Dağları’nda savaşan ve on binlerce Türk askerinin hayatını kaybettiği Sarıkamış’ta esir düşüp Sibirya’ya gönderilen İsmail İrfanoğlu’na ait. 1961’de ölen İrfanoğlu’nun savaş ve esaret yıllarında yaşadıkları oğlu Ahmet Rıza İrfanoğlu tarafından kitap haline getirildi. İsmail İrfanoğlu’nun, 1935-45 yılları arasında memleketi Rize’de din adamı olarak görev yaptığı sırada anlattığı anıları, yakın tarihimizde çok önemli bir yere sahip olan Sarıkamış Harekâtı’na da ışık tutuyor.

Ahmet Rıza İrfanoğlu, “Allahüekber Dağları’ndan Sibirya’ya” adlı kitabında, molla olarak yetişen babası İsmail İrfanoğlu’nun, din adamlarının orduya katılması zorunlu olmamasına rağmen gönüllü olarak nasıl Enver Paşa’nın komutasında yer aldığını, Allahüekber Dağlarını alışlarını, Sarıkamış’ta ölen binlerce askerin arasından nasıl kurtulduğunu, ardından yakalanıp esir olarak Sibirya’ya gönderilişini ve orada yaşadığı 4 yıl boyunca başından geçenleri anlatıyor.

Yazarın üzerinde en çok durduğu konulardan biri Sarıkamış’ta alınan büyük yenilgi ve kaybedilen on binlerce Türk askeri. İsmail İrfanoğlu anılarında, harekâttan önce kurmay heyetin şiddetli soğuk, cephane yetersizliği ve açlık gibi önemli olumsuzluklar sebebiyle uyarıda bulunduğunu; ama Enver Paşa’nın hiç kimseyi dinlemeyerek Sarıkamış’a harekât emrini verdiğini söylüyor. 9, 10 ve 11. Kolorduların, Allahüekber Dağları’ndan hareket ederek Sarıkamış’a ulaşmaya çalışırken, pusuya yatmış Rus askerlerinin saldırısı ve soğuk yüzünden çok önemli kayıplar verdiğini söyleyen İrfanoğlu, kendisiyle birlikte çok az kişinin kurtulduğunu belirtiyor.

Sarıkamış Harekatı’yla ilgili tartışmaların odağında ise ne kadar askerin şehit olduğu konusu yer alıyor. 90 bin rakamını abartılı bulan tarihçiler bu sayının 35 bini geçmeyeceğini iddia ediyor. Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi Yardımcı Doç. Dr. Yavuz Özdemir ve Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu gibi bazı tarihçiler bu sayının cumhuriyetin ilk yıllarında milli duyguları artırmak için propaganda aracı olarak kullanıldığını ileri sürüyor. Ahmet Rıza İrfanoğlu da bu görüşü paylaşıyor. 90 bin rakamının 1914-1920 yılları arasında Birinci Dünya Savaşı ve ardından Ermenilere karşı verilen Kars savaşı sonucu ölen kişi sayısına denk gelebileceğini belirten Ahmet Rıza İrfanoğlu, Sarıkamış’ta ölen Türk askerinin 40 bin civarında olduğunu düşünüyor.

Bolşevik İhtilali sırasında Rusya’dan kaçış

İsmail İrfanoğlu anılarında, sürgün yılları boyunca, Türk esirlerinin başına din adamı olarak nasıl atandığını ve Rusya’daki aile yaşamı ile kültürel hayatı öğrenme şansına sahip olduğunu da anlatıyor.

Dört yıllık esaret sonunda 1917’deki Bolşevik İhtilalini fırsat bilerek Rusya’dan kaçan İrfanoğlu, kaçış sırasında Bolşevik lider Lenin’in yandaşları tarafından yakalanıp kurşuna dizilmek istendiğini ama Türk askeri olduğu anlaşılınca serbest bırakıldığını anlatıyor. Kitabın sonunda ise İsmail İrfanoğlu’nun, yaşadığı onca olaya rağmen hiç yara almadan memleketi Rize’ye dönmeyi başardığı ve hayatının kalan kısmında hem ticaretle uğraştığı hem de din adamı görevini yerine getirdiği belirtiliyor.


..

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN SARIKAMIŞ SİBİRYA Bir Yedek Subayın Anıları..,



BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN  SARIKAMIŞ SİBİRYA 
Bir Yedek Subayın Anıları..,


Faik Tonguç
İş Bankası yayınları, 1999

KİTABIN ÖZETİ

    Mülkiye Mektebini bitiren yazarımız Londra’da öğrenim görmektedir. 1 nci Dünya Savaşının çıkması üzerine, İstanbul’a dönmüş, bir hafta sonra Aksaray Askerlik Şubesine müracaat ederek Harbiye Mektebine yazılmıştır.

    1914 Haziran’ında Maçka Talimgahında eğitime başlamıştır. Bu arada gördüğü kıt’a halindeki iki tatbikat onun askerlik hakkında fikir değiştirmesini sağlamıştır. Meşrutiyet’in ilanı ile temeli atılan Türk Ocağı Cemiyeti, Türk Yurdu gazete ve dergilerin tesirinde kalan binlerce genç gibi yazarımız da “ Moskof kini “ ve “Turan” aşkıyla yanmaktadır. Turan Duası ve Albayrak Marşlarını söylemeyi ibadet saydığı bir anda idealini gerçekleştirmenin fırsatını bulur. Kafkas Cephesine gönderilen gönüllü birliklerin içerisinde o da vardır artık.

    Gözyaşları ile Haydarpaşa‘dan başlar ümitsiz bir hayalin yokluğu. Konya, Niğde, Kayseri, Erzincan, Erzurum ve birçok beldeden geçer. Bu şehirleri gören her insan gibi hayal kırıklığına uğrar. Anadolu şehirleri çamur içerisinde, temiz olmayan sokaklar, bakımsız evleri ile adeta ortaçağ yadigarı birer harabe gibidir.

    Geçtiği tüm mekanlardaki Anadolu insanında perişanlık hakimdir. Cepheden dönen yaralı, zayıf, bitkin, hasta insanların acı gerçeği gözler önündedir.

    Enver Paşa komutasındaki ordunun (9,10,11 nci Kolorduların) yenilgisi tüm Türk Dünyasını hüzne boğmuştur. Yenilgi sonrası karşılaştığı manzaralar, şimdiye kadar gördüklerinin askerliğin oyuncak tarafı olduğunu, asıl askerliğin bundan sonra başladığını anlatır yazarımıza.

    Bu arada savaşta ölenlerden daha çok insan tifo, tifüs salgın hastalıklarıyla can vermektedir.

    Erzurum Kolordusu yazarımızı 30 ncu Tümen 88 nci Alaya tayin eder. 3 ncü Tabur, 10 ncu Bölük, 1 nci Takım komutanı olarak ilk çalışma devresi başlamıştır artık.

    Güçlü Rus ilerleyişini durduramayan Türklerin sorunu sadece savaş değildir. Askerler aç savaşmaktadır. Sefaletin her çeşidi ile doğanın zulmü kol koladır.

    Karargahında rezaletin her çeşidini yapan Erzurum Ordu Komutanı Arap Kamil Paşa, şehitlerden geride kalan paraları zimmetine geçiren Alay Komutanı, örümcek kafalı takım komutanı gibi durumun vahimliğini görmeyen insafsız, vicdansız, hainlik derecesinde ilgisiz, kabiliyetsiz insanların varlığı durumu daha da güçleştirmektedir. Bunun gibi yeteneksiz subayların binlerce olduğunu defalarca görmüştür yazarımız.

    Fakat yüreğinde taşıdığı ateşle o, namzet adı altında vatan için parasız çalışmakta, sevmek ve sevilmenin ihtiyaç halini aldığı zor koşullarda, zamandan habersiz, çamur içerisinden çıkarılmış bir hasır üzerinde yatarak kaşığın sapını ısıtıp, elbiselerin dikiş yerlerindeki bit yumurtalarını yok etmekle uğraşarak fedakarane çalışmaktadır.

    Onun en büyük gururu ve desteği en zor koşullarda bile sabır ve tahammülü ile dünyaya örnek olan, emre itaati ibadet bilen, en cılız neferi bile savaşta ateş parçası olan, savaşın yorgunluğuna metanetle göğüs geren, içten gelen bir cengaverliğin dünyada tek mümessili Türk neferidir. Zulmü ile Anadolu’yu kana bulayan Ermeni’nin yaralısına su, ekmek verecek kadar merhametli olan Türk neferi mevzide söylediği uzun havalar ile yetinip sevinebilen, açlığa, sefalete, kendisinden güçlü ordulara baş eğmeyen Türk neferi...

    Yeteneği ile 10 ncu Bölük Komutanı olan yazarımız, yanlış verilen bir geri çekilme kararı neticesinde 1916 Temmuz’unda teslim olmak zorunda kalır.

    Yırtık postal ve nefer elbisesi içinde, şerefli bir şekilde ölmeyi temenni ederek bir Türk Subayına yakışır bir tavır sergilemekte, bu konumda bile şehit arkadaşlarını düşünmektedir.

    Cesareti sayesinde Bahıtlı’da iki defa yendiği Kumandan ile tanışırlar. Bu sayede Rus ordusu ile Türk ordusunu karşılaştırma fırsatı bulur.

    Osmanlının yüksek düzeydeki subaylarının tantana ve depdebeli yaşamına karşılık, Rus şehirlerinin (Rostof’tan, Lebidof’a) mamurluğunu, çalışan hemşirelerinin ahvalini, Rusların sağlığa, eğitime verdiği önemi, gazete ve dergilerin çokluğunu ve halkın eğitim düzeyini kendi memleketi ile karşılaştırır. Bizdeki koyu taassubun ve yobazlığın gerilememizin temel noktası olduğunu bir kez daha kavrar.

    1918 Ekim’inde meydana gelen Bolşevik ihtilali sonucunda Ruslar ile savaş bitmiştir. İhtilalin kargaşasından yararlanan yazarımız esaretten kaçarak kurtulur.

    İstanbul’ a döndüğünde İzmir işgal edilmiş, Ermeni zulmünden sonra, Yunan, Rum zulmü Türk Milletini yok etme gayreti içerisine girmiştir. Çapanoğlu Ethem Bey gibi “padişahım çok yaşa” diyen gericiler de içeride ayaklanma başlatmışlardır.

    Bu sırada ortaya çıkan Kuvva-i Milliye hareketini yazarımız önce bir macera olarak yorumlamıştır. Ankara’ya gelişi ile ulu önder Atatürk’ün çevresinde kilitlenen her yaştan insanın samimiyet, sadakat ve saadet havası ile ateşli bir çalışma içerisine girdiğini görmüştür. Bu insanların tek amaçlarının anayurdu kurtarmak olduğunu anlayınca gerçeği kavramış, o da bu kutlu hareket içerisinde yer almıştır. İstanbul’ dan İtalyan vapuru ile aldığı malzemeleri, Mersin’e, oradan da karayolu ile Ankara’ya taşıtmıştır.

    Türk Milletini yok olmaktan kurtaran, yeni Türkiye Cumhuriyetini kuran ilke ve inkılapları ile yön gösteren, aydınlık geleceğin habercisi ulu Ata’mızın önderliğinde mutluluğu bulan yazarımız şimdiye kadar aradığı tüm soruların cevabını bulmuştur artık…

Not : Kitap özetlerindeki fikirler yazarların özel fikirlerini yansıtmaktadır.


..."Sarıkamış'ta felakete uğrayanlarla ilk defa buralarda karşılaştık. Özellikle Erzincan'dan sonra, yollarda hasta, yaralı binlerce asker perişan, bitkin gerilere gitmeye çalışıyordu. Yol kenarlarında gördüğümüz cesetlerden üzüntü ve heyecan duymamak mümkün olmuyordu. Başıboş bırakılan bu sefil insanlarla konuştuğumuz vakit hepsi ağız birliği etmiş gibi Allahüekber dağlarından, Sarıkamış ormanlarından söz açıyorlarsa da henüz gerçeğin ne olduğunu anlayamıyorduk, daha doğrusu anlamak istemiyorduk…

… Şehirde üst baş perişan, soluk, zayıf, bitkin, hasta, yaralı subaylarla konuşarak acı gerçeği öğrendik. Hemen hepsi, bu felaketin biricik yaratıcısı Enver Paşa'yı gösteriyorlar. 'Buradan kaçması biraz geç kalsaydı canına okuyacaktık' gibi sözlerle Harbiye Nazırına, kahvede yüksek sesle, hiç çekinmeden, korkmadan en ağır küfürleri hakaretleri pervasız savuruyorlardı." (Faik TONGUÇ’un Birinci Dünya Savaşında Bir yedek subayın anıları. SAYFA 31-33)  SAYFA 26-27

"10. Kolordunun merkezi olan İd kasabasına geldik. Geçtiğimiz dağlardan henüz bir metre kar olduğu halde bu kasabada kardan eser bile yoktu; güneşin etkisi de oldukça şiddetliydi. Liskavda (Yukarısivri) yattığımız odanın in gibi küçük kapılı, toprağa gömülmüş penceresiz bir dam olduğunu anlatmak için “ Mart dokuzda inden çıktık İd’e girdik” diyerek, tarih düşürmeye çalışan arkadaşlar bile oldu.
         Şimdiye kadar gördüğümüz kasaba ve köyler içinde İd birinciliği kazanmıştı! (yazar çamurdan şikayet etmekte) Sokaklardan geçerken topuğa kadar yükselen çamur içerisinde, daha gömülmelerine vakit bulunmamış bir cesedin koluna, bacağına basmadan geçmek mümkün olmuyordu. Dam içlerinde tüyler ürpertici manzaralar; kapısının üzerinde “ Şehitler Mezarlığı” yazılı levhası bulunan dört duvar arasındaki ölü yığınları; savaştan önce kışla olan büyük bir binada, birbiri üzerine yığılmış, kereste taşır gibi iplerle sıkı sıkı sarılmış, ataklık kurbanlarının yüklü bulunduğu kağnıların hazin hazin ses vererek gelişleri, ağızları yarı açık, sönmüş gözleri arasından toprağın doymak bilmeyen midesine atılmaları bekleyen şehitler, insan eti yiyerek domuz gibi olmuş, yamyamlaşmış bir sürü köpeğin korkunç bakışları insanın duygularını, düşüncelerini felce uğratacak ve yaşadıkça hafızasından silinmeyecek hatıralar.
         Birbiri üzerine yığılmış, tepecikler meydana getirmiş olan bu hatanın şehitlerinin hemen hepsi,tifo,ateşli humma ve özellikle tifüsün yaptığı tahribatın ileri gelmişti. Bu bahtsız küme küme yatan Anadolu çocukları karşısında arkadaşların ne düşündüklerini bilmiyorum ben bu sahneleri olduğu gibi anlatamadığıma esef ediyorum.
         Gerek İd’de ve gerek Aha (Beyler) köyündeki ölü bolluğu Erzincan’dan sonra yol kenarında  gördüğümüz 3-5 ölü kadar bile bizi etkilemez olmuştu. Erzurum’dan sonra sık sık karşılaştığımız köy damlarında küme küme yatan bir kısmı soyulmuş bir donla bırakılmış Türk çocuklarının ölülerine iyice alışmıştık.. Bu kasabada dört gün kaldık yeme içme zorluğu ilk defa bizi burada karşıladı. Sular, evler, yiyecekler her taraf bulaşık, her taraf mikrop yuvası. İçinde ceset bulunmayan bir dam altı bulamadık. Merkez kumandanlığına muracata mecbur olduk, emirerlerinin yanında gösterilen bir köşede gecelerimizi geçirdik. Yemeklerimiz çaydan peksimetten ibaretti suyumuzu da kasabanın iki kilometre kadar güneyinde bulunan temiz gözeden getiriyorduk.(yazar çermeyi kast ediyor sanırım)
         14 Marttan güneş doğarken erzak hayvanlarını takip ederek düşmanla karşı karşıya bulunan alayımıza geldik. Bugün kü yolumuz pek sarp aşılması güç dağlar hayvanların tehlikeler atlatarak geçtikleri patikalardı. İd’den henüz ayrıldığımız sırada bir düşman (Rus) uçağının İd  üzerinde  keşif uçuşu yaptığını gördük.”

(Faik TONGUÇ’un Birinci Dünya Savaşında Bir yedek subayın anıları. SAYFA 31-33) 


http://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/esaret/yazilar/faik.htm

..

Bir Destan: 'Sarıkamış'tan Esarete'




Bir Destan: 'Sarıkamış'tan Esarete'


Oktay Akbal
Cumhuriyet 8.1.2006







Önce Büyük Atlas'ı açtım. Bir bir aradım Novosibirsk, Krasnoyarsk, Omsk!.

Sibirya'nın uç noktaları!..

Büyük bir serüven. Emekli Tuğgeneral Ziya Yergök anılarında bizi alıp o yerlere götürüyor. Turist gözüyle görmemiz için değil, altı yıl sürmüş esaret günlerinde yaşadıklarını bizlere de yaşatmak için... Gün gün tutmuş notları... Genç kuşakların okuması, bu ülkenin nice çetin sınavlardan geçip bugünler e geldiğini öğrenmeleri için!..''Sarıkamış'' sözcüğü bile, duyar duymaz, gözlerimizi  yaşartıyor. 1915 yılının kış aylarında Enver Paşa komutasında doksan bin kişilik bir ordunun Karlar, Soğuklar, hastalıklar karşısında nerdeyse daha düşmanla karşılaşmadan paramparça olması... Bir destandır, bir bozgundur! Ama Türk askerinin değildir bu yenilgi, Enver Paşa'nın gerçek bir komutan olamayışından dır... On binlerce Mehmetçik'in anısı doksan yıldır Türk ulusunun yüreğinde yaşar, daha da yaşayacaktır...

Ziya Yergök, Sarıkamış savaşında esir düşmüş. Almışlar, Sibirya'daki kamplara sürmüşler... Dört yıl süren bir esirlik... Sonra serbest bırakılmış, ama bir türlü yurduna dönememiş... Nice olaylar, nice acılar, tutuklanmalar, hapislikler, yoksunluklar!.. Gün gün tuttuğu notlar bir kitap olmuş sonunda...

''Sarıkamış'tan Esarete'' (Remzi Kitabevi)... Sami Önal almış bu notları, bir roman biçiminde toparlamış... Öyle bir roman ki, her yaprağı apayrı bir öykü. Yaşanmış, okurları da yaşatacak, bir serüven!..
Böyle kitapları yeni kuşaklar kadar olgun yaştakiler de okumalı... Sibirya'nın Krasnoyarsk'ından Semipalatinsk'ine, Almaata'sından Merv'e, Hiyve'den Bakû'ya, Tiflis'e, oradan Kars, derken Erzurum...

Birkaç Türk subayının 1915'ten 1919'a kadar bir zaman parçasında gördükleri, duydukları, gün gün yaşadıkları... Bize bu uzak yerlerin özelliklerini, insanlarını, göreneklerini de öğreterek...Kitabı baskıya hazırlayan Sami Önal, Önsöz'de Sarıkamış olayı konusunda pek çok kitap olduğunu söylerken Yergök'ün anılarınınçok daha değişik olduğunu belirtiyor:

'' Oysa Ziya Bey'inkiler bunlardan çok farklıydı. Değerli komutan, yaşanan olaylara hem bir asker gözüyle bakıyor hem de onların ayrıntılarını, bilimsel araştırmalar yapanlar gibi görüyordu.
Olayların yaşandığı yerlerin coğrafyasından tutun da, orada oturan insanların giyim kuşamlarına, gelenek ve göreneklerine, yemek kültürlerinden toplumsal yaşayışlarına, törelerine, düğün adetlerine varıncaya kadar bir toplumbilimci, bir halkbilimci gibi yaklaşıyordu...''


Ziya Yergök'ün anıları yalnız bir savaş öyküsü, bir esaret günlerinin romanı değil, aynı zamanda Omsk'tan Batum'a kadar uzanan dönüş yolunun canlı bir anlatısı... Evet, okunması gereken bir kitap... Nerelerden geçip bugünlere ulaştığımızı bilmemiz için, Ziya Yergök gibi özverili insanlara ne denli borçlu
olduğumuzu anlamamız için!.. 



http://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/esaret/yazilar/akbal.htm
..



28 Ocak 2016 Perşembe

Kudüs'ün Kaybedilişi




Kudüs'ün Kaybedilişi



Kudüs'ün Kaybedilişi

Peygamberler şehri Kudüs'ün tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Hz. Ömer'le birlikte Müslümanların idaresine geçen Kudüs, 1099'dan itibaren bir dönem Haçlıların elinde kalsa da, Selahaddin Eyyubi ile birlikte tekrar Müslüman beldesi olmuş ve İslâm tarihinin en güzel sayfaları o mübarek beldede yazılmıştır. Mânevî havasına uygun olarak Hz. Ömer'in koyduğu temel kurallar, bütün Müslüman idareciler tarafından itinayla uygulandığından, Osmanlı Devleti'nin son dönemine kadar Kudüs, huzurun, hoşgörünün ve adaletin soluklandığı mukaddes bir belde olarak tarih sayfalarını süslemiştir. Fakat her kemalin bir zevali olduğu gibi, Osmanlı Devleti yıkılmaya yüz tutunca, Müslümanlar için mukaddes üç şehirden birisi olan Kudüs de Müslümanların elinden çıkmıştır. Müslümanlar, hattâ bütün beşeriyet açısından böyle bir kötü neticenin tahakkuk etmesinin maddî ve mânevî birçok sebebi vardır. 

Yahudilerin 'Arz-ı Mevud' inancı
Mısır'dan Firavun'un zulmünden kaçan ve Hz. Musa tarafından Vaat Edilmiş Topraklar'a getirilmek istenen Yahudiler, Hz. Yuşa döneminde bu maksada ulaşmışlar ve Filistin'in önemli bölgelerine yerleşmişlerdir. Hz. Süleyman döneminde en iyi günlerini yaşayan Yahudiler, onun ölümünden sonra sürgünlere maruz kalmışlar; Asur ve Babil krallıkları tarafından Babil'e (Irak'a) sürülmüşler; M.Ö. 539'da geri dönerek devletlerini yeniden kurmuşlarsa da, MS 135'te isyan edince, Roma imparatoru tarafından Filistin'den tekrar çıkarılmışlardır. Tarih boyunca göç ettikleri şehirlerde, gettolarda yaşayan ve millî-dinî kimliklerini, ideallerini yaşatan Yahudiler, kendilerini "Tanrı'nın seçkin kulları" olarak gördüklerinden ve Vaat Edilen Topraklar'da Kral Davud'un altı köşeli yıldızı altında toplanacaklarına inandıklarından, bu uğurda yaptıkları mücadelelerle Filistin'de akan kanların en büyük müsebbibi olagelmişlerdir. 

Batılı büyük devletlerin haçlı zihniyeti

Sadece Müslümanlar değil, Hristiyanların farklı mezheplerinden insanlar da Filistin topraklarında yaşıyordu. Osmanlı Devleti'nin zayıflamasıyla birlikte çeşitli imtiyazlar elde eden Batılı devletler, Kudüs'teki Hristiyanların üzerinde söz sahibi olmak adına nüfuzlarını artırmışlardır. Bunun en çarpıcı misali, Kanunî döneminde Fransızların Kudüs'te kazandıkları imtiyazlardır. 

Kanunî Sultan Süleyman devrinden itibaren Osmanlı ile dostane münasebetler kuran Fransa, Katolikler ile Ortodokslar arasında çıkan anlaşmazlıkların hep Ortodokslar lehine çözüldüğünü düşünerek meseleye müdahale zemini arıyordu. Osmanlı Devleti içinde Fransız tüccarlara imtiyazlı bir durum sağlayan 1535 yılı kapitülasyon kararıyla, Fransız tebaaya dinî özgürlük hakkı ve Kudüs'teki mukaddes yerlerin himayesi Katolik din adamlarına verilmiştir. Fransızların Kudüs Kadılığı'ndan 1564, 1673 yıllarında almış oldukları hak ve imtiyazlar, 1740 yılında yenilenmiştir. 1740 tarihli ahitnâmenin ilgili maddesi şöyledir: "Fransa devlet elçileri ve konsolosları ve tercümanları ve tâcirleri ve sâir reayaları asûde hâl olalar. Fransalıdan Kudüs-i Şerif ziyaretine gelip gidenlere ve Kamâme nam kilisede olan ruhbanlara dahl ve taarruz olunmaya...."1 İşte bu madde zamanla dolaylı olarak Fransa'nın Kudüs'ün içişlerine karışmasına ve oradaki Hristiyanların hâmisi rolü oynamasına zemin hazırlamıştır.

Fransa'ya verilen kapitülasyonlar zamanla genişlemiştir. 1830 yılında İngiltere, Hollanda, Rusya, Prusya ve Amerika, Osmanlı Devleti'nden, cemaatlerin korunma hakkının da bulunduğu birtakım imtiyazlar almıştır. Kudüs'te bulunan Avrupa devletlerinin konsoloslukları, İstanbul'da bulunan sefirleriyle birlikte kasıtlı olarak, Osmanlı tebaası olmayan ancak Filistin bölgesine gerek hac için gerekse yerleşmek üzere gelen Yahudilerin himaye edilmesine çalışmışlardır. Fransızlar, Siyonizm faaliyetleriyle birlikte Filistin'e Yahudi göçünün arttığı 1880'lerden itibaren özellikle Alyans okulları vasıtasıyla Yahudilere destek olmuşlardır.

Ruslar da mukaddes yerlerdeki Ortodoks çıkarları ve haklarının, Katoliklerden çok eski olduğunu düşünerek, kendilerini Ortodoksların hâmisi görmeye başlamışlardır. Küçük Kaynarca Anlaşması (1774) ile İstanbul'da, Rus elçisinin himayesinde bir Rus Ortodoks Kilisesi kurulmuş ve Rus hacılarının serbestçe Kudüs'e seyahatleri sağlanmıştır. 

1789 Fransız İhtilâli sırasında Fransa'nın lâik prensiplere dayanan bir politika izlemesi, Rusya için faydalı olmuş ve Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ortodoks tebaanın hâmisi rolünü güçlendirmiştir. Bilindiği gibi Kırım Savaşı da Rusya'nın Kudüs'teki mukaddes yerlerle alâkalı talepleri neticesinde çıkmıştır.

Rus Çarlığı, kendi içerisindeki Yahudilerden kurtulma ve Osmanlı Devleti'ni parçalama adına Siyonistleri desteklemiştir. Rus Dışişleri Bakanı Plehve, Ağustos 1903'te, Dr. Herzl'e yazdığı mektupta; "Maksadı Filistin'de bağımsız bir devlet kurmak olduğu sürece Rus Hükümeti olarak Siyonizm'in arkasındayız."2 demiştir. 

1870'li yıllarda birliğini tamamlayıp sömürgecilik yarışına giren Almanya da, bu konuda sessiz kalmayarak her fırsatı değerlendirmiştir. 1898 yılı ekiminde Alman İmparatoru 2. Wilhelm, ailesi ile birlikte önce İstanbul'a ardından Kudüs'e yaptığı seyahatle, genelde bütün Hristiyanların özelde ise Protestanların hâmiliğini üstlenmek istemiştir. Alman imparatoru, Kudüs'te Hristiyanların toprak alıp kilise inşa etmelerine büyük destek vermiştir.

Yahudilerin aşağı ırktan olduğu inancının en fazla yaygın olduğu Almanya'da, bu anlayışa zıt bir şekilde 19. yüzyıl sonunda Siyonizm'i destekleyen bir yönetim vardır. Filistin'e göç etmeyi hedefleyen Yahudileri destekleyen Almanlar, ülkelerindeki birçok olumsuzluğun sebebi olarak gördükleri Yahudilerden bu sayede kurtulmak istemişlerdir. 1898 yılında, Almanya'nın Viyana Büyükelçisi, Siyonist teşkilatının Başkanı Herzl'e: "Alman imparatoru Osmanlı padişahına tavassut etmeye ve Doğu'daki bütün Musevileri himayesine almaya hazırdır."3 demiştir.

19. yüzyılın sonlarına doğru gelişen milliyetçilik hareketleri ve Yahudi düşmanlığı neticesi, Avrupa'dan kovulan Yahudilerin iskânı problemi, dönemin en büyük devleti İngiltere'yi ve daha sonra da Amerika'yı Yahudilerin Filistin'e yerleşmelerine onay ve destek vermeye itmiştir. Yahudilerin o dönemde dünyadaki gerek ekonomik ve gerek medya gücü de bu konuda tesirli olmuş, mukaddes topraklara yerleşen İngiliz korumasındaki Yahudilerin sayısı giderek artmıştır.

1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrasında İngiltere, Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruma politikasını terk etmiştir. İngiltere, artık Rusya'nın güneye sarkmasını önlemek ve Hindistan yolunu güvence altına almak maksadıyla kontrol edile­bilen küçük devletlerin kurulmasını desteklemiştir. Böylece İngiltere, kendisine mesafe koymuş olan Osmanlı Devleti'nin içişlerine karışarak Yahudi unsurunu büyük bir koz olarak kullanmak istemiştir.

İngiltere başta olmak üzere Batı'nın, Yahudileri ülkelerinden atmak ve Filistin'e yerleştirmek hedefleri, 1. Dünya Savaşı'nda 1917 yılında Kudüs'ün İngilizler tarafından işgaliyle önemli bir safhaya gelmiştir. İngilizlerin Kudüs'ü işgalleri sonrası 1919'da Balfour Deklarasyonu ve 24 Nisan 1920'de San Remo'da toplanan konferansta, Suriye ve Lübnan Fransız; Ürdün, Irak ve Filistin İngiliz mandasına verilmiştir. Filis­tin'de 29 Eylül 1923'te onaylanarak yürürlüğe girmiş olan İngiliz manda yönetimi, Filistin'e Yahudi göçünü daha da kolaylaştırmış; ABD Reisicumhuru Wilson'un da desteğiyle "Yahudi halkı için Filistin'de millî bir yurt" kurulmasının önü açılmıştır.4

Selahaddin Eyyubiler nerede? 

Hâricî düşmanlar her zaman vardır. Önemli olan maddî ve mânevî olarak dinini, vatanını savunma gücüne sahip olmaktır. Osmanlı'nın son döneminde maddî ve mânevî her alanda bir gerileme yaşandığı âşikârdır. Maddî kayıpların arkasında her zaman ahlâkî kayıpların yaşanmış olduğu tarihen sabittir. Kudüs fatihleri Hz. Ömer'in, Selâhaddîn Eyyûbî'nin, Yavuz Selim'in torunları, o yüce ve mukaddes değerlerinden çok şeylerini yitirmişlerdir. Salâbetin yerini hıyanet, ilmin yerini cehalet, diyanetin yerini atalet ve sefahat almıştır.

Belki de Kudüs'ün Müslümanların elinden çıkmasının en önemli sebebi, bir zamanlar Kudüs'te 100'ün üzerindeki medreseden eser kalmaması, aksine misyoner okullarının boy göstermesi, bunun neticesinde de cehalet, fitne ve fakr u zaruretin ortaya çıkmasıdır. Nablus Mutasarrıfı Süleyman Fethi Bey'in 1911 tarihli layihası bu duruma işaret etmektedir. Özetle şunları ifade ediyor Fethi Bey:

Yafa, Kudüs ve Beyrut mekteplerinden mezun olmuş, devletin resmî dilinden bir kelime anlamaz; fakat İngilizce ve Fransızcayı pekâlâ konuşur birçok İslâm gencine tesadüf eyledim... Kerek ve havalisine Protestan ve Katolik misyonerleri şimdiden sokulmuşlardır...

Şu hâlde bu ilim ve irfan ve iktisat ve siyaset ordularına karşılık vermek, ancak aynı silâhlarla mücehhez olmakla mümkün olabilir. Başka türlü yaşamak ve varlığımızı devam ettirmek zordur. Artık kendimize gelelim. Birbirimizi ezmekten ise, birbirimize kuvvet vermeye çalışalım. Garaz ve nefsâniyete hizmet eylemeyip şahsî menfaatimizden ziyade, umumî menfaati gözetelim. Her işi ehline verip idare işinde pratiği teoriye tercih edelim. Esassız politikalar ve gelişigüzel teşebbüsler bir devleti ayakta tutamaz...

Geleceğimizi bir iki sene için değil, yüzlerce sene için düşünmek ve ona göre kendimize bir meslek, bir siyaset yolu tayin etmek gerekir. İşte bazı hakikatleri bu raporumla hükümete arz eyler ve bu vesileden istifade ile siyasî ve sosyal ve maddî-mânevî faydalarına binaen Mescid-i Aksa ile Sahratullahü'l-Müşerref'e etrafında bir vakitler talebe-i ulûma mahsus olarak yapılmış medreselerin tekrar canlandırılmasını ve ayrıca bir üniversite tesisi suretiyle Mısır, Hicaz ve Suriye kıtalarının bir birleşme noktası olan ve stratejik önemi büyük olan Kudüs'te, Osmanlı dili dâhil öğretilmek üzere Mısır'ın Camiü'l-Ezher'ine muâdil bir medresenin yapılmasını hükûmetime teklif eylerim.5 

Nablus Mutasarrıfı Süleyman Fethi Bey gibi, birçok devlet adamı ve büyük din âlimleri cehalet ve fakirliğin yok edilmesi, inançlı ve azimli bir nesil yetiştirilmesi için Tanzimat'tan beri Osmanlı yönetimine teklifler verip bu yönde mücadele etmiştir. Özellikle o dönemin büyük âlimlerinden Bediüzzaman'ın, gazetelerden Sultan Abdülhamid'e hitaben: "Münhasif Yıldız'ı Darü'l-fünûn et, ...milletin sana hediye ettiği servetini milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darü'l-fünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimat et."6 diyerek yaptığı tavsiyeler, devletin üst kademelerinde maalesef pek itibar görmemiştir.

Aslında o tarihlerde İstanbul'da Darulfünun vardı. Bediüzzaman'ın "dinî darulfünun" ve din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulmak üzere açmak istediği "Medresetüzzehra" projelerini iyi anlamak lâzımdır. Zîrâ Tanzimat sonrası açılmaya başlayan ve öylece devam eden Batı tarzı okullar veya Batılıların açtığı okullar, Osmanlı'nın yeniden şahlanışına değil, Cemil Meriç'in tabiriyle Batı'ya "gönüllü acenteler" yetişmesine hizmet etmiştir.

Kudüs'te yüzün üzerindeki medresenin yerini dükkânların alması, Batılı misyonerlerin bu eğitim boşluğunu doldurması, bu toprakların elimizden çıkışının en büyük sebebidir. Bundan ibret alıp, ders çıkarmak da bize düşmektedir.


Dipnotlar

1. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, A. DVN. S. NMH.d.1

2. Ali Arslan, Avrupa'dan Türkiye'ye İkinci Yahudi Göçü, Truva Yayınları, İST-2006.s. 62

3. Ali Arslan, A.g.e, s.60-61

4. Geniş bilgi için bkz. Hüseyin Özdemir, Abdülhamid'in Filistin Çığlığı, Yitik Hazine Yay.

5. BOA, DH. İD, 34/18

6. B.S. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi




..