28 Ocak 2016 Perşembe

Kudüs'ün Kaybedilişi




Kudüs'ün Kaybedilişi



Kudüs'ün Kaybedilişi

Peygamberler şehri Kudüs'ün tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Hz. Ömer'le birlikte Müslümanların idaresine geçen Kudüs, 1099'dan itibaren bir dönem Haçlıların elinde kalsa da, Selahaddin Eyyubi ile birlikte tekrar Müslüman beldesi olmuş ve İslâm tarihinin en güzel sayfaları o mübarek beldede yazılmıştır. Mânevî havasına uygun olarak Hz. Ömer'in koyduğu temel kurallar, bütün Müslüman idareciler tarafından itinayla uygulandığından, Osmanlı Devleti'nin son dönemine kadar Kudüs, huzurun, hoşgörünün ve adaletin soluklandığı mukaddes bir belde olarak tarih sayfalarını süslemiştir. Fakat her kemalin bir zevali olduğu gibi, Osmanlı Devleti yıkılmaya yüz tutunca, Müslümanlar için mukaddes üç şehirden birisi olan Kudüs de Müslümanların elinden çıkmıştır. Müslümanlar, hattâ bütün beşeriyet açısından böyle bir kötü neticenin tahakkuk etmesinin maddî ve mânevî birçok sebebi vardır. 

Yahudilerin 'Arz-ı Mevud' inancı
Mısır'dan Firavun'un zulmünden kaçan ve Hz. Musa tarafından Vaat Edilmiş Topraklar'a getirilmek istenen Yahudiler, Hz. Yuşa döneminde bu maksada ulaşmışlar ve Filistin'in önemli bölgelerine yerleşmişlerdir. Hz. Süleyman döneminde en iyi günlerini yaşayan Yahudiler, onun ölümünden sonra sürgünlere maruz kalmışlar; Asur ve Babil krallıkları tarafından Babil'e (Irak'a) sürülmüşler; M.Ö. 539'da geri dönerek devletlerini yeniden kurmuşlarsa da, MS 135'te isyan edince, Roma imparatoru tarafından Filistin'den tekrar çıkarılmışlardır. Tarih boyunca göç ettikleri şehirlerde, gettolarda yaşayan ve millî-dinî kimliklerini, ideallerini yaşatan Yahudiler, kendilerini "Tanrı'nın seçkin kulları" olarak gördüklerinden ve Vaat Edilen Topraklar'da Kral Davud'un altı köşeli yıldızı altında toplanacaklarına inandıklarından, bu uğurda yaptıkları mücadelelerle Filistin'de akan kanların en büyük müsebbibi olagelmişlerdir. 

Batılı büyük devletlerin haçlı zihniyeti

Sadece Müslümanlar değil, Hristiyanların farklı mezheplerinden insanlar da Filistin topraklarında yaşıyordu. Osmanlı Devleti'nin zayıflamasıyla birlikte çeşitli imtiyazlar elde eden Batılı devletler, Kudüs'teki Hristiyanların üzerinde söz sahibi olmak adına nüfuzlarını artırmışlardır. Bunun en çarpıcı misali, Kanunî döneminde Fransızların Kudüs'te kazandıkları imtiyazlardır. 

Kanunî Sultan Süleyman devrinden itibaren Osmanlı ile dostane münasebetler kuran Fransa, Katolikler ile Ortodokslar arasında çıkan anlaşmazlıkların hep Ortodokslar lehine çözüldüğünü düşünerek meseleye müdahale zemini arıyordu. Osmanlı Devleti içinde Fransız tüccarlara imtiyazlı bir durum sağlayan 1535 yılı kapitülasyon kararıyla, Fransız tebaaya dinî özgürlük hakkı ve Kudüs'teki mukaddes yerlerin himayesi Katolik din adamlarına verilmiştir. Fransızların Kudüs Kadılığı'ndan 1564, 1673 yıllarında almış oldukları hak ve imtiyazlar, 1740 yılında yenilenmiştir. 1740 tarihli ahitnâmenin ilgili maddesi şöyledir: "Fransa devlet elçileri ve konsolosları ve tercümanları ve tâcirleri ve sâir reayaları asûde hâl olalar. Fransalıdan Kudüs-i Şerif ziyaretine gelip gidenlere ve Kamâme nam kilisede olan ruhbanlara dahl ve taarruz olunmaya...."1 İşte bu madde zamanla dolaylı olarak Fransa'nın Kudüs'ün içişlerine karışmasına ve oradaki Hristiyanların hâmisi rolü oynamasına zemin hazırlamıştır.

Fransa'ya verilen kapitülasyonlar zamanla genişlemiştir. 1830 yılında İngiltere, Hollanda, Rusya, Prusya ve Amerika, Osmanlı Devleti'nden, cemaatlerin korunma hakkının da bulunduğu birtakım imtiyazlar almıştır. Kudüs'te bulunan Avrupa devletlerinin konsoloslukları, İstanbul'da bulunan sefirleriyle birlikte kasıtlı olarak, Osmanlı tebaası olmayan ancak Filistin bölgesine gerek hac için gerekse yerleşmek üzere gelen Yahudilerin himaye edilmesine çalışmışlardır. Fransızlar, Siyonizm faaliyetleriyle birlikte Filistin'e Yahudi göçünün arttığı 1880'lerden itibaren özellikle Alyans okulları vasıtasıyla Yahudilere destek olmuşlardır.

Ruslar da mukaddes yerlerdeki Ortodoks çıkarları ve haklarının, Katoliklerden çok eski olduğunu düşünerek, kendilerini Ortodoksların hâmisi görmeye başlamışlardır. Küçük Kaynarca Anlaşması (1774) ile İstanbul'da, Rus elçisinin himayesinde bir Rus Ortodoks Kilisesi kurulmuş ve Rus hacılarının serbestçe Kudüs'e seyahatleri sağlanmıştır. 

1789 Fransız İhtilâli sırasında Fransa'nın lâik prensiplere dayanan bir politika izlemesi, Rusya için faydalı olmuş ve Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ortodoks tebaanın hâmisi rolünü güçlendirmiştir. Bilindiği gibi Kırım Savaşı da Rusya'nın Kudüs'teki mukaddes yerlerle alâkalı talepleri neticesinde çıkmıştır.

Rus Çarlığı, kendi içerisindeki Yahudilerden kurtulma ve Osmanlı Devleti'ni parçalama adına Siyonistleri desteklemiştir. Rus Dışişleri Bakanı Plehve, Ağustos 1903'te, Dr. Herzl'e yazdığı mektupta; "Maksadı Filistin'de bağımsız bir devlet kurmak olduğu sürece Rus Hükümeti olarak Siyonizm'in arkasındayız."2 demiştir. 

1870'li yıllarda birliğini tamamlayıp sömürgecilik yarışına giren Almanya da, bu konuda sessiz kalmayarak her fırsatı değerlendirmiştir. 1898 yılı ekiminde Alman İmparatoru 2. Wilhelm, ailesi ile birlikte önce İstanbul'a ardından Kudüs'e yaptığı seyahatle, genelde bütün Hristiyanların özelde ise Protestanların hâmiliğini üstlenmek istemiştir. Alman imparatoru, Kudüs'te Hristiyanların toprak alıp kilise inşa etmelerine büyük destek vermiştir.

Yahudilerin aşağı ırktan olduğu inancının en fazla yaygın olduğu Almanya'da, bu anlayışa zıt bir şekilde 19. yüzyıl sonunda Siyonizm'i destekleyen bir yönetim vardır. Filistin'e göç etmeyi hedefleyen Yahudileri destekleyen Almanlar, ülkelerindeki birçok olumsuzluğun sebebi olarak gördükleri Yahudilerden bu sayede kurtulmak istemişlerdir. 1898 yılında, Almanya'nın Viyana Büyükelçisi, Siyonist teşkilatının Başkanı Herzl'e: "Alman imparatoru Osmanlı padişahına tavassut etmeye ve Doğu'daki bütün Musevileri himayesine almaya hazırdır."3 demiştir.

19. yüzyılın sonlarına doğru gelişen milliyetçilik hareketleri ve Yahudi düşmanlığı neticesi, Avrupa'dan kovulan Yahudilerin iskânı problemi, dönemin en büyük devleti İngiltere'yi ve daha sonra da Amerika'yı Yahudilerin Filistin'e yerleşmelerine onay ve destek vermeye itmiştir. Yahudilerin o dönemde dünyadaki gerek ekonomik ve gerek medya gücü de bu konuda tesirli olmuş, mukaddes topraklara yerleşen İngiliz korumasındaki Yahudilerin sayısı giderek artmıştır.

1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrasında İngiltere, Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruma politikasını terk etmiştir. İngiltere, artık Rusya'nın güneye sarkmasını önlemek ve Hindistan yolunu güvence altına almak maksadıyla kontrol edile­bilen küçük devletlerin kurulmasını desteklemiştir. Böylece İngiltere, kendisine mesafe koymuş olan Osmanlı Devleti'nin içişlerine karışarak Yahudi unsurunu büyük bir koz olarak kullanmak istemiştir.

İngiltere başta olmak üzere Batı'nın, Yahudileri ülkelerinden atmak ve Filistin'e yerleştirmek hedefleri, 1. Dünya Savaşı'nda 1917 yılında Kudüs'ün İngilizler tarafından işgaliyle önemli bir safhaya gelmiştir. İngilizlerin Kudüs'ü işgalleri sonrası 1919'da Balfour Deklarasyonu ve 24 Nisan 1920'de San Remo'da toplanan konferansta, Suriye ve Lübnan Fransız; Ürdün, Irak ve Filistin İngiliz mandasına verilmiştir. Filis­tin'de 29 Eylül 1923'te onaylanarak yürürlüğe girmiş olan İngiliz manda yönetimi, Filistin'e Yahudi göçünü daha da kolaylaştırmış; ABD Reisicumhuru Wilson'un da desteğiyle "Yahudi halkı için Filistin'de millî bir yurt" kurulmasının önü açılmıştır.4

Selahaddin Eyyubiler nerede? 

Hâricî düşmanlar her zaman vardır. Önemli olan maddî ve mânevî olarak dinini, vatanını savunma gücüne sahip olmaktır. Osmanlı'nın son döneminde maddî ve mânevî her alanda bir gerileme yaşandığı âşikârdır. Maddî kayıpların arkasında her zaman ahlâkî kayıpların yaşanmış olduğu tarihen sabittir. Kudüs fatihleri Hz. Ömer'in, Selâhaddîn Eyyûbî'nin, Yavuz Selim'in torunları, o yüce ve mukaddes değerlerinden çok şeylerini yitirmişlerdir. Salâbetin yerini hıyanet, ilmin yerini cehalet, diyanetin yerini atalet ve sefahat almıştır.

Belki de Kudüs'ün Müslümanların elinden çıkmasının en önemli sebebi, bir zamanlar Kudüs'te 100'ün üzerindeki medreseden eser kalmaması, aksine misyoner okullarının boy göstermesi, bunun neticesinde de cehalet, fitne ve fakr u zaruretin ortaya çıkmasıdır. Nablus Mutasarrıfı Süleyman Fethi Bey'in 1911 tarihli layihası bu duruma işaret etmektedir. Özetle şunları ifade ediyor Fethi Bey:

Yafa, Kudüs ve Beyrut mekteplerinden mezun olmuş, devletin resmî dilinden bir kelime anlamaz; fakat İngilizce ve Fransızcayı pekâlâ konuşur birçok İslâm gencine tesadüf eyledim... Kerek ve havalisine Protestan ve Katolik misyonerleri şimdiden sokulmuşlardır...

Şu hâlde bu ilim ve irfan ve iktisat ve siyaset ordularına karşılık vermek, ancak aynı silâhlarla mücehhez olmakla mümkün olabilir. Başka türlü yaşamak ve varlığımızı devam ettirmek zordur. Artık kendimize gelelim. Birbirimizi ezmekten ise, birbirimize kuvvet vermeye çalışalım. Garaz ve nefsâniyete hizmet eylemeyip şahsî menfaatimizden ziyade, umumî menfaati gözetelim. Her işi ehline verip idare işinde pratiği teoriye tercih edelim. Esassız politikalar ve gelişigüzel teşebbüsler bir devleti ayakta tutamaz...

Geleceğimizi bir iki sene için değil, yüzlerce sene için düşünmek ve ona göre kendimize bir meslek, bir siyaset yolu tayin etmek gerekir. İşte bazı hakikatleri bu raporumla hükümete arz eyler ve bu vesileden istifade ile siyasî ve sosyal ve maddî-mânevî faydalarına binaen Mescid-i Aksa ile Sahratullahü'l-Müşerref'e etrafında bir vakitler talebe-i ulûma mahsus olarak yapılmış medreselerin tekrar canlandırılmasını ve ayrıca bir üniversite tesisi suretiyle Mısır, Hicaz ve Suriye kıtalarının bir birleşme noktası olan ve stratejik önemi büyük olan Kudüs'te, Osmanlı dili dâhil öğretilmek üzere Mısır'ın Camiü'l-Ezher'ine muâdil bir medresenin yapılmasını hükûmetime teklif eylerim.5 

Nablus Mutasarrıfı Süleyman Fethi Bey gibi, birçok devlet adamı ve büyük din âlimleri cehalet ve fakirliğin yok edilmesi, inançlı ve azimli bir nesil yetiştirilmesi için Tanzimat'tan beri Osmanlı yönetimine teklifler verip bu yönde mücadele etmiştir. Özellikle o dönemin büyük âlimlerinden Bediüzzaman'ın, gazetelerden Sultan Abdülhamid'e hitaben: "Münhasif Yıldız'ı Darü'l-fünûn et, ...milletin sana hediye ettiği servetini milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darü'l-fünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimat et."6 diyerek yaptığı tavsiyeler, devletin üst kademelerinde maalesef pek itibar görmemiştir.

Aslında o tarihlerde İstanbul'da Darulfünun vardı. Bediüzzaman'ın "dinî darulfünun" ve din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulmak üzere açmak istediği "Medresetüzzehra" projelerini iyi anlamak lâzımdır. Zîrâ Tanzimat sonrası açılmaya başlayan ve öylece devam eden Batı tarzı okullar veya Batılıların açtığı okullar, Osmanlı'nın yeniden şahlanışına değil, Cemil Meriç'in tabiriyle Batı'ya "gönüllü acenteler" yetişmesine hizmet etmiştir.

Kudüs'te yüzün üzerindeki medresenin yerini dükkânların alması, Batılı misyonerlerin bu eğitim boşluğunu doldurması, bu toprakların elimizden çıkışının en büyük sebebidir. Bundan ibret alıp, ders çıkarmak da bize düşmektedir.


Dipnotlar

1. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, A. DVN. S. NMH.d.1

2. Ali Arslan, Avrupa'dan Türkiye'ye İkinci Yahudi Göçü, Truva Yayınları, İST-2006.s. 62

3. Ali Arslan, A.g.e, s.60-61

4. Geniş bilgi için bkz. Hüseyin Özdemir, Abdülhamid'in Filistin Çığlığı, Yitik Hazine Yay.

5. BOA, DH. İD, 34/18

6. B.S. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi




..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder