10 Nisan 2016 Pazar

'' Batı Taleplerini Karşılama Komitesi ''



'' Batı Taleplerini Karşılama Komitesi ''




Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 
27 Aralık 2008 Cumartesi


Efendim çok yanılıyorsunuz, bunlar vatan haini falan değiller. Hele cehalet, bilgisizlik meselesinde, işlerin ayrıntılarını sizden benden iyi biliyorlar.

Meseleye yanlış yerden bakıyorsunuz bunları suçlarken; onlar suçlu falan değiller görevlerini yapıyorlar, misyonlarını sürdürüyorlar, yani misyonerler gibi…

Kendilerini dine değil Batı’ya, kapitalizme, emperyalizme adamışlar sadece, hepsi bu…

Ey onları suçlayan Türk halkı, yanılıyorsunuz; nerede yanıldığınızı söyleyeyim; onları kendiniz gibi bu ülkenin yurttaşları, vatandaşları sanıyorsunuz. Onlar ne akıl, ne mantık ve ne de ruh hali olarak sizin gibi bakmıyorlar, sizin gibi düşünmüyorlar, sizin gibi hissetmiyorlar, sizden çok farklılar, iş bu kadar basit…

-İki kutuplu dünyada sosyalist olan ya da Sovyetlere yakın duran kimi eski aydınların birçoğu 1990’dan sonra yavaş yavaş Batı’dan esen rüzgârları arkalarına almaya başladılar.“Libero kapitalist” kimliğe, bir bukalemun gibi dönüştüler. Neoliberallerse liberalizmi kapitalizmle özdeşleştiren, Batı kapitalizminin arkasında duran “saldırgan emperyalizmi” görmemezlikten gelen bir tür haline dönüştüler.

Profesör, bilgiç gazeteci, çok bilir romancı ya da işadamı görüntüsü içinde medyatik üne ve Batı desteğine bu kimlik değiştirme ile ulaşmışlardır. Vahşi kapitalizmin yorganının altına hiç çekinmeden dalıp, kendilerini sundular.

-Türkiye’de Batı’nın yönettiği yerli oligarşinin içine yerleşerek “Batı ile çatışma noktalarında” Türkiye’yi ödün için hazırlarlar. Bu çok önemli bir görevdir. Kıbrıs’ta Batı ile çatıştırmadan, işi tereyağından kıl çeker gibi hallettiler. Fener patrikhanesinde ilerleme sağlanması için altyapıyı hazırladılar.

ABD politikasına ters düşen “Türk Ortadokslarının” sesini fiili darbeler ve tecritlerle kıstılar. Kala kala bir “Ermeni meselesi” kaldı. Obama yönetimi ile birlikte talepler art arda gelecek. Şimdi Türk kamuoyunda, “Batı talepleri ve dayatmaları ile çatışmayı engellemek için” imzalar toplanıyor, görevliler görevlerini yerine getiriyorlar.

Amortisör görevi…

Önümüzdeki yıllarda ABD ve AB’nin Türkiye üzerindeki talepleri karar aşamasından uygulama aşamasına sokulacak. Türk kamuoyundan ve TSK gibi kurumlardan “sert tepki gelme olasılıklarını” ortadan kaldırmak gerek.

-Kimi akademisyenler, gazeteciler, sanatçılar hatta politikacılar önce özürle işe başlayacaklar. Kamuoyu “buna da alışacak...” Düşünceleri böyle.

-Türkiye’de halk, kurumlar ikiye ayrıştırılacak; evet diyenler ve hayır diyenler televizyonlarda, gazetelerde tartışmaya başlayacaklar. Batı’nın yeni talepleri böylece toplumda “meşrulaştırılacak”, olağan gelişmeler gibi algılanacak.

Batı Lozan’ı ortadan kaldırmak istiyor. Kimilerimizin hain, akılsız diye adlandırdığı bu insanlar Batı ile birlikte, Lozan’ın tasfiyesini benimsemiş kişilerdir.

ABD ve İngiltere Irak’ta durup dururken yalanlar uydurarak, haksız yere 1,6 milyon insanı katledip insanlık suçu işlerken bu “imzacı aydınlar” kıllarını bile kıpırdatmadılar. Bir imza kampanyası açmadılar, açamazlardı. Çünkü ABD ve AB bundan hoşlanmazdı.

İmzacılar Türkiye’ye ve bölgeye ABD ve AB’nin gözü ile onların penceresinden bakıyorlar. Dolayısıyla hain, cahil demek yanlış, onlardan biri olmuşlar. Kısacası “Batı’ya aitler”…

İlle de bir isim vermek gerekirse “karşı taraftakiler için” kullanacağınız bir tanımlama en uygunu olur. Bunlar, gerçek “ötekiler”.

Büyük Darbenin Öncüleri…

Üç-beş yıl sonra AB ülkeleri ve ABD’nin en yetkili üst kurumları soykırım tasarılarını benimseyip onaylayacaklar. Para talepleri ve toprak ödünleri dayatılacak. Bunların Türkiye’de büyük tepkilere ve Batı karşıtı hareketlere neden olması en korktukları şey.

-İlk etapta öncü olabilecekleri “enterne ettiler”, kapattılar.

-Şimdi kamuoyunun, yeni Batı taleplerine hazırlanması gerekiyor.

İçimizdeki, “bize ait olmayan kimilerinin” ortaya çıkıp, yarın Batı’dan gelecek taleplerin öncülüğünü yapmaları gerekiyor. Aynen, “Yes be annem”, “Hepimiz Ermeniyiz” kampanyalarında olduğu gibi psikolojik savaşın yürütülmesi zorunlu.

Ama lütfen bu imzacılara hain, cahil gibi yakıştırmalarda bulunmayın, onları küçümsemiş olursunuz. Onlar zaten karşı tarafın bir parçası, onlara ait; kullanacaksanız daha yerli yerine oturacak okkalı sözcükler bulun.

Sorunun temelinde Batı emperyalizminin siyasal İslamla kurduğu ortaklık var. Aydın adı altındaki işbirlikçiler, bu ortaklığın “halkla ilişkiler” ayağını yürütüyorlar; görevleri bu...

Bunlara, “ Batı Taleplerini Karşılama Komitesi ” demek en doğrusu...

***

Bir kutlama notu: İki gün önce Muazzez İlmiye Çığ ve Hayrettin Karaca’nın TBMM önünde ulusal çıkarlarımız adına taleplerini övgüyle ekranlarda izledim. “Topraklarımız yabancılara satılmasın” diyorlardı. Bakalım, “milletin vekilleri” kimin tarafında yer alacaklar: Milletin mi, yoksa yabancıların mı?

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/31098/_Bati_Taleplerini__Karsilama_Komitesi__.html


..

'Kuralsızlık Kuralı' ve Toplumun Kendine Yabancılaşması,



'Kuralsızlık Kuralı' ve Toplumun Kendine Yabancılaşması



Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
20 Aralık 2008 Cumartesi

Türkiye, kendine yabancılaşıyor.

- Bireyler farkında olmadan, “ Kendilerine Yabancılaşıyorlar ”.

- Aynı şey kurumlarda da görülüyor. Acaba “bu yabancılaşma değişiminin” özelliği ne? “İyileşme yönünde” bir değişim mi? Örneğin teknik konularda ya da insan haklarında bir düzelme mi getiriyor? Yoksa bir iyileşme getirmeden, sadece yabancılaştırıyor mu?

Toplumun kendine yabancılaşmasında “Türkçenin yabancılaştırılarak bozulması” başı çekiyor. Bazı örnekler:

- “Çingene” sözcüğü yerine “Roman”ın sokulması… Roman Çingenenin yerini aldığında eski romanlarımızı, şiirlerimizi, şarkılarımızı gelecek nesiller anlamayacaklar. Bedri Rahmi’nin “Çatal karam, Çingenem…” dizeleri bir anlam taşımayacak.

- “Devre” sözcüğü yerine “seksiyon”un girmesi, Halit Kıvanç’ın kitaplarının okunmasını, radyo kayıtlarının dinlenmesini anlamsız kılacak, gelecek nesiller için.

- Geçenlerde Hürriyet’e verilmiş bir otomobil ilanı (reklamı) gördüm; başlıkta yer alan beş sözcükten dördü yabancıydı. Birinin ne anlama geldiğini ben de bilmiyordum. Diğer bildiklerimin Türkçe karşılıkları vardı. Televizyonda tenis maçı izliyorum, yorum yapan gencin kullandığı sözcüklerin yüzde doksanı İngilizce. Oysa çoğunun Türkçe karşılığı var. Türkçe yerine, sanki İngilizce dinliyorum.

Yine Hürriyet’teki haberde bir olay anlatılıyor. İçinde iki yerde “harika” veya “olağanüstü” yerine “fantastik” sözcüğü kullanılmış. Haberci artık “harika” sözcüğünü unutmuş veya bilmiyor.

İşin uzmanları, benim bu söylediklerimin çok daha vurucu olan binlercesini sıralayabilirler. Ben “esas meseleye” gelmek istiyorum; toplumdaki, “kendine yabancılaşmayı” doğuran öğeler neler? Bunların bireysel ve toplumsal boyutlarıyla ortaya konması gerekiyor. Ben yalnızca bir boyutuna değineceğim.

Toplumsal boyuttaki yabancılaşma

- Toplumda (ülkede, devlette) belirli bir ulusal politikanın bulunmaması en önemli etkendir. Ulusal (bütüncül) ne eğitim, ne kültür, ne iktisat ve ne de sosyal politikamız var. Fransa’nın ya da İsveç’in açık veya yarı açık politikaları vardır.

Ben bunu, “bireysel ve toplumsal özgürlüklerin dengelenmesi” olarak algılıyorum. Otomobil alıp trafiğe çıkma özgürlüğü vardır ama, trafik kuralları içinde kalmak koşuluyla kullanılır. İktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel konularda da iş böyledir.

- Türkiye’de bütüncül (makro) politikalar terk edilirken işler tamamen, kendi haline ve serbest piyasaya terk edilmiştir.

Aynen Amerika’nın mali piyasalarındaki başı boşlukta olduğu gibi, “kuralsızlık kuralı” getirildi.

AKP’nin çelişkisi ve Eygi

AKP iktidarı döneminde toplumun “kendine yabancılaşması” hız kazandı. AKP’nin üst yönetimine göre bu bir yabancılaşma değil, “kendine geliştir”.

Ancak bu “kendine dönüş” şu gayri milli ve yabancı dayanaklar üzerine oturtuluyordu;

- “Piyasalaştırma, özelleştirme ve yabancılaştırma uygulamaları” ulusal kimliği ve sosyal devleti tasfiye ederken yabancıların denetimi altındaki iç ve dış piyasaları, Türkiye’ye egemen duruma getiriyordu.

- Kurumsal olarak da AB ve ABD’nin Türkiye’ye her alanda, doğrudan müdahale edebilme kapılarını açıyordu.

- Milli (ulusal) kimlik yerine Arapçı bir yapılanma ortaya çıktı. AKP üst yönetiminin siyasal İslamı öne çıkaran ve bunu “özüne dönüş” olarak sunan politika ve uygulamaları “toplumdaki kendine yabancılaşmayı” tetiklemiştir.

Bu nedenle, İslamcı kesim arasında en baştan ayrışmalar ortaya çıktı. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün Necmettin Erbakan’dan kapmalarının gerisinde, bu çelişki yatmaktadır.

Son zamanlarda M. Şevket Eygi’nin İslami burjuvaziyi yerden yere vuran eleştirileri, bu yabancılaşmaya ve seçkinciliğe karşı çıkıştır. Daha açık söylemek gerekirse, “emperyalizmle yapılan işbirliği”, toplumun kendine yabancılaşmasını hızlandırdı.

Bir süre önce Canan Barlas ve benzerleri te- levizyon ekranlarında, “türbanı kadının şıklığı ve modernliği” olarak tanımlıyorlardı. Bu tanımlamalar, Eygi’nin söylediği “İslami Burjuvaziyi” yerli yerine oturtmaktadır.

15 Aralık’ta Cumhuriyet’teki yazımda Türkiye’deki dinci oligarşi üzerinde durmuştum. Dinci oligarşiyle İslami burjuvazi Türkiye’de tamamen aynı şeylerdir. Siyasal İslam, kurmak istediği dinci düzende, “kendi oligarşisini de beraberinde getirmeye çalışıyor”.

Batı kapitalizmiyle bağları, dinci oligarşi üzerinden yürütülmek isteniyor. Bu durum Batı’ya uyuyor; ılımlı İslam modelinde dinci oligarşi, Batı’nın taleplerini karşılayan bir zemin oluşturuyor.

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/29502/_Kuralsizlik_Kurali__ve_Toplumun_Kendine_Yabancilasmasi_.html


...


Kemalist Devrim ve ‘Osmanlı Cumhuriyeti’ Filmi



Kemalist Devrim ve ‘Osmanlı Cumhuriyeti’ Filmi


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
13 Aralık 2008 Cumartesi


Kemalist devrim, “ Dincilerin ve Sömürgecilerin Egemenliğine karşı bir Savaştır”.

-Bağımsızlık, bunun vazgeçilmez bir parçasıdır.

- “Dinci ve sömürgeci işgale karşı” uygarlık ve aydınlanma, Kemalizmin doğal bir hedefidir.

-Halkın, “dinciye ve sömürgeciye üstünlüğünü sağlamak için”, katılımcı demokrasi gerekir. Bu da, Kemalist devrimin sonunda ortaya çıkmış olacaktı.

1923-1938 dönemi, bu hedeflerinin bir bölümünü, daha doğrusu “ön koşullarını” sağlamıştır. Dinci ve sömürgecilerin egemenliği ortadan kaldırıldı, bağımsızlık sağlandı, çağdaş uygarlık değerleri için dil, kültür, hukuk, iktisat alanlarında altyapı hazırlıklarına başlandı.

Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Kemalist devrimlerin amaçlarına aykırı uygulamalara dönüldü.

-Kemalist devrimlerin karşısına aldığı “kapitalist ve sömürgeci odaklara, kapılar yeniden açılmaya başlandı”.

-Dinci odaklara yeşil ışık yakıldı, “çağdaş ve laik sosyal hukuk devleti yerine”, bu odaklar filizlenmeye başladılar.

Emperyalist ve dinci odaklar aralarında sürekli işbirliği yaptıkları ve birbirlerini tetikledikleri için, Kemalist devrimlere karşı ortak bir cephe oluşturdular.

Kemalist devrimlere karşı cepheyi oluşturan unsurlar şunlardan oluşuyor:

-Cumhuriyet’i en baştan istemeyen “dinci odaklar”.

-Lozan’a ve Türkiye’nin ulus-devlet kimliğine karşı çıkarak Sevr’i savunan bölücü çevreler.

-Batı ile yakın göbek bağları olan kapitalist çevreler.

Bölücülerin tamamı, dinci ve kapitalist çevrelerin bir bölümü Batı emperyalizminin Türkiye’deki yerel ortakları durumuna gelmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı açıktan veya örtülü, doğrudan ya da dolaylı olarak emperyalizmin işbirlikçisi konumundadırlar.

Bir kara mizah yapıtı…

Son yıllarda Cumhuriyet’e, Atatürk devrimlerine ve Lozan’ın kazanımlarına karşı tezgâhlanan saldırıların gerisinde bu odaklar ve onların dışarıdaki destekçileri vardır.

-Medyada, hatta sanat çevrelerinde çoğunlukla Washington’ın, Brüksel’in politikalarına uygun bir hava estirilir. Örneğin “Mustafa” filmi gündeme getirilip her yerde tartışılırken “Osmanlı Cumhuriyeti” yapıtı özellikle saklanır. Çünkü Osmanlı Cumhuriyeti filminde Amerika’nın ve Avrupa’nın Türkiye üzerindeki kirli hesapları, kara mizahın zenginliği içinde seyircinin önüne serilip maskeleri indirilmiştir.

Osmanlı Cumhuriyeti filmini gündeme getirmek, tartışmak dış odakların ve tabii onların içerideki uzantılarının işine gelmez. Ben okurlarıma bu filmi mutlaka izlemelerini öneriyorum. Cumhuriyet, Osmanlı, ulusallık, sömürü tartışmalarını kara mizahın çarpıcı dili ile sergileyen bir eser. “Mustafa” filmi gibi tartışılmaması, Türkiye’deki örtülü faşizmin varlığının en önemli kanıtıdır.

Buna karşılık Osmanlı Cumhuriyeti, “Hayır diyenlerin” tarafındadır. Eğer Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı ve Kemalist devrimler olmasaydı, ülkenin başına gelecekleri gözler önüne seriyor.

Filme kimler kızar?

Güncel tartışmaların harika sergilendiği “Osmanlı Cumhuriyeti” filmine kimler kızar? Kimlerin rahatı kaçar? Kimlerin maskesi düşer?

-İşbirlikçi dinciler bundan çok rahatsız olurlar, maskeleri düştüğü için.

-İçimizdeki açık ve örtülü taşeronlar kendilerini aynada görürler.

-Hele hele Amerika’nın ve Avrupa’nın kucağına oturan kimi siyasilerimizin yüreği ağızlarına gelecektir. Kendilerini fırçalayan Batılıların söylediklerini halk birebir duyacaktır, kepazelikleri ortaya çıkacaktır.

Eğer Atatürk ve Kurtuluş Savaşı olmasaydı Türkiye’nin Amerika ve Avrupa’nın emrinde parçalanmış topraklara nasıl dönüşeceği kara mizahın güldürürken ağlatan zenginliği ile sunuluyor.

Engizisyona karşı direnen Galileo misali yönetmen Gani Müjde ve başoyuncu Ata Demirer insanlık, uygarlık ve sanat adına “Mustafacı” işbirlikçilere karşı bir onur savaşı vermişler.

Film Türkiye’de medyanın ve sanat çevrelerinin içine itildiği ikilemin ortaya konulması yönüyle de büyük önem taşıyor.

-Bir tarafta, “Mustafacı örtülü faşistlerin” uyguladığı karartma,

-Öte yanda bu karartmayı yırtmaya çalışan aydınlanmacı ve devrimci düşünce ve sanat …

“Mustafa” ve “Osmanlı Cumhuriyeti” filmleri, Türkiye’deki ayrıştırma ve bölünmedeki iki farklı cepheyi temsil ediyorlar. Birinde sömürgecilerin hoşlanıp kullandıkları malzeme sunuluyor, diğerinde işbirlikçilerin ve patronlarının kirli yüzü sergileniyor.

Mustafa filmi, Batı’nın yeni Türkiye politikasına “Evet diyenlerin” malzemesidir. Buna karşılık Osmanlı Cumhuriyeti filmi, “Hayır diyenlerin” tarafındadır.

Osmanlı Cumhuriyeti filmini herkes görmeli.


www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/27864/Kemalist_Devrim_ve___8216_Osmanli_Cumhuriyeti__8217__Filmi.html


..

Türkiye’nin AB ve ŞİÖ İlişkileri



Türkiye’nin AB ve ŞİÖ İlişkileri

Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 


11 Şubat 2013 Pazartesi


- Bir taraftan “ Türk Uydusu ” Çin’den uzaya fırlatılıyor;

- Öte yandan Türkiye’nin AB ile imzaladığı yoğun anlaşmalar var.
Ve tabii, Ankara hükümetlerinin ABD ile derin, köklü, yoğun bağları ve işbirliği söz konusu.

Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde Türkiye öne çıkmış, Arap Baharı’nın öncüsü olmuş, İran’ın bölgedeki nüfuzunu Bağdat ve Şam üzerinden zayıflatmaya çalışıyor. Rusya ile krizin eşiğinden dönülmüş.
Hal böyle iken Başbakan Erdoğan’ın AB’den yakınması ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ile yakınlaşma mesajları vermesi ne anlama geliyor? Ankara’nın yeni Avrasya politikası mı? AB’ye dirsek göstermek mi? Yoksa kamuoyuna yönelik sözler mi?
AB bize ayıp ediyor, biz de yüzümüzü Asya’ya döneriz ” yaklaşımları ne kadar gerçekçi? Ankara’nın böyle bir lüksü bulunuyor mu?
Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan’dan biraz farklı bir açıklama yaptı; “ŞİÖ, AB’nin alternatifi olamaz” dedi. 


ŞİÖ, AB’nin Tamamlayıcısı olur mu?


Gül’ün değerlendirmesinde gerçek payı var; ŞİÖ, AB’nin alternatifi olamaz ama “ Tamamlayıcısı 0labilir ”.

Önce, ŞİÖ neden AB’nin alternatifi olamaz, onun nedenlerini sıralayalım:

1) Türkiye AB’nin üyesi değildir ama AB’ye ikili anlaşmalarla tek yanlı bağlanmıştır. 6 Mart 1995’ten bu yana iş çevreleri, sendikalar, akademik kuruluşlar, medya, bürokrasi projeksiyonlarını bu doğrultuda yaparak “bir reel politika geliştirmişlerdir”. Hatta, fiili durum yaratmışlardır.
Ben en baştan beri bunu eleştirenlerden biriyim; ancak beğenmesek de, eleştirsek de “fiili bir durum ortaya çıkmıştır”. “Erasmus” burslarından, özgürlükler konusunda Brüksel ve Strasbourg’dan (Avrupa Konseyi) medet umulmasına kadar “yanlış zeminde bazı doğrular fiilen yaşanmaya başlamıştır”.
Medeni haklardan (ve hukuktan) yararlanamayan kumanın fiilen giyiminin ve gıdasının gelişmesi gibi ironik bir durum ortaya çıktı.

2) Gümrük Birliği ve uzantıları ile o kadar iç içe geçtik ki iş hayatında, kültür ve sanat alanlarında fiili entegrasyonlar ortaya çıktı. Gayrimeşru da olsa bir çocuk doğdu, hatta büyüdü. Türkiye ile AB (ve Avrupa) arasındaki bu fiili entegrasyon, ŞİÖ’nün AB’ye alternatif olmasını ortadan kaldırmıştır. Bugün artık Türkiye ile AB’yi, aşağıdan yukarı birleştiren güdüler oluşmuştur.

3) Türkiye’de çağdaş ve katılımcı demokrasinin gelişmesi açısından, yaşam tarzı ve kültürel olgunluk boyutlarıyla “Türkiye, Avrupa değerlerine yaklaşmak zorundadır”.


İlişki başka bir şey


Bütün bu nedenler ŞİÖ’nün AB’ye alternatif olmasını engeller; ancak Türkiye açısından ŞİÖ, “AB’yi ve Batı’yı tamamlayan ve dengeleyen bir boyuttur”.
- Türkiye’nin ŞİÖ ile iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkileri gelişirse bu durum, hem Türkiye-AB, hem de Türkiye-ABD ilişkilerinin daha sağlıklı bir zeminde seyretmesine katkı sağlar. Türkiye’nin tek yanlı bağımlılıkları azalır.
Öte yandan Asya büyüklerinin de eski ideolojik kutuplaşma noktasından ayrılarak “küresel sisteme uyum sağlamaya başladıklarını” unutmamak gerekir.
Uzun yıllardan beri savunduğum görüşler bu doğrultudadır, okurlarım bilirler.(*) Türkiye iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkilerinde “denge politikası izlemek zorundadır”.

- Evet, Avrupa ile ilişkilerimiz olağanüstü köklü bağlardır. Her alanda fiili entegrasyonlar fiilen gelişmiştir.

- İşin demokratik ve çağdaş boyutunda da Avrupa’nın alternatifi bulunmamaktadır. ŞİÖ Türkiye’nin elinde, AB ve Batı’ya, “alternatif değil, tamamlayıcı” bir denge faktörü olarak değerlendirilmek durumundadır.
Siyasilerin AB ve ŞİÖ ile ilgili değerlendirmelerini bu bağlamda ele almak gerekir.

(*) E. Manisalı, “ Batı’nın Yeni Türkiye Politikası ” içinde muhtelif bölümler, Cumhuriyet Kitapları, 2009.


 Batı’nın Yeni Türkiye Politikası 



















ABD ve AB 1990’dan sonra Türkiye’ye nasıl bakmaya başladı; ABD Türkiye’ye "ılımlı İslam" modelini niye uygun gördü; "Batı"nın Türkiye politikası ile AKP’nin "Batı" politikası birbiriyle nasıl örtüşüyor; AKP için "AB süreci" ne anlam taşıyor?  )

http://www.babil.com/batinin-yeni-turkiye-politikasi-kitabi-erol-manisali
..

Yoksa Uygarlık Eşitsizliğin Türevi mi?



Yoksa Uygarlık Eşitsizliğin Türevi mi?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 
03 Ocak 2009 Cumartesi


- Acaba uygarlık, dengesizlik ve eşitsizlik üzerinde mi ortaya çıkıyor?

- “Gelişme” adını verdiğimiz şeyin özünde, farklılıkların ve haksızlıkların kaçınılmaz olarak bulunması mı gerekiyor?

- Acaba “ Haksız Rekabet ”, sistemin özünü mü oluşturuyor?

Roma İmparatorluğu, “zenginliğin adaletsizliği ve dengesizliği” üzerine oturmuştu. Roma’nın gücü, “askerlerinin aralarındaki tatbikatta bile birbirlerini öldürebilme özgürlüğünden” kaynaklanmıyor muydu?

Büyük Britanya’nın güneş batmayan topraklarına 19. yüzyılda götürdüğü Batı uygarlığı, özünde “güçlünün güçsüzü yönetmesi ve sömürmesi” üzerine oturmadı mı?

- Yoksa, üstün (ve gelişmiş) bir taraf ve azınlık olmadan uygarlık ve insanlık ilerleyemez mi?

Diğer bir deyişle, bir toplumun katmanları arasında farklar bulunmadan, ülkelerin bir bölümü gelişmiş, diğer bölümü az gelişmiş olmadan “dünyada uygarlık ilerleyemez” gibi bir sonuç çıkarmamız mı gerekecek?

Olaylara bu pencereden bakanlara toplumcu düşünürler, genellikle faşist nitelemesi yaparlar. Daha diplomatik bir dil kullanmaya çalışanlar “emperyal bakış” diyerek her tarafa çekilebilecek ifadelere sığınırlar.

Liberal düşüncede olduklarını söyleyenler ise daha hoşgörülüdürler! Bunun doğal bir toplumsal gelişme olduğunu, bu tür zıtlık ve çatışmaların yeni gelişmelere ve ilerlemelere yol açtığını düşünürler.

Avrupa’nın dayanağı

Avrupa Birliği kendisinin eski Yunan ve Roma’ya dayandığını söyler ve bugün onun devamı olan “bir aidiyet ve kimlik içinde olduğunu” varsayar. Bu kabulleniş, belgelerine geçmiştir.

Atina’da ve Roma’da kurulan eski uygarlıklar, “diğerlerinin ezilmesi ve onlara karşı üstünlük sağlanması sonucu ortaya çıkmıştır”. 

Bir yanda farklılık ve ezilmişlik, diğer yanda ise “uygarlık” vardır. Bu ikisi, birlikte mi yaşamak zorundadır? Avrupa’nın tarihsel dayanaklarında, “sömürü olmadan uygarlık olmaz” sonucu mu çıkıyor?

Esas olan haksız rekabet mi?

Bütün bunları felsefi bir siyasal egzersiz olarak söylemiyorum; buradan piyasa mekanizmasına ve kapitalist düzene gelmek istiyorum. Acaba kapitalist düzenin işlemesi ya da ayakta kalabilmesi için farklılıklar, baskılar ve sömürü düzeni vazgeçilmez bir dayanak mı?

20. ve 21. yüzyılda kapitalizmin işleyebilmesi için sömürü düzeninin devamı kaçınılmaz mı? Olayın teknik dişlilerinden felsefi boyutuna kadar düşünürlerin ve uzmanların binlerce, hatta on binlerce kitap yazdığı bu konuda, elimizde basit ama net bir gerçek var; “kapitalist piyasa düzeni rekabete değil haksız rekabete, yani haksızlığa dayalı bir düzen (düzensizlik) üzerine kuruludur”.

Aynen eski Yunan ve Roma’nın üzerine oturduğu “demokrasi anlayışı” gibi günümüzde kapitalist piyasa düzeni de “haksız rekabet üzerinde yürür”.

- Avrupa Birliği, kendi içindeki on binlerce sayfalık düzenlemeleri (müktesebatı) ile neyi sağlıyor; küresel boyutta kendisine dışarıda üstünlük getirmek için bir düzen oluşturuyor; “içerde rekabetçi, dışarıda ise haksız rekabete dayalı bir mekanizma”. Avrupa kapitalist piyasalarının ayakta kalabilmesi için “sistemi, dışarıya karşı haksız rekabet üzerine oturtmak zorundadır”.

ABD ise daha şanssız; haksız rekabeti oluşturabilmesi için dışarda, “askeri ve siyasi müdahaleler yapmak durumunda”. Kuveyt’i, Irak’ı işgal edip yönetimlerini ve petrolünü tekeline almak zorunda; Hindistan ve Çin’i sıkıştırmak için Afganistan’ı ve Pakistan’ı operasyonlarla denetlemek durumunda. Kısacası, iktisadi mekanizmalar ve paylaşım “serbest piyasa ekonomisi” ile değil, “haksız rekabete dayalı” baskıcı ve tekelci piyasa düzeni üzerine kurulmak zorunda.

Demokratik ülke farkı…

Batı’nın demokratik ülkeleri “haksız rekabeti ve tekelciliği içerde değil, dış ilişkilerinde oluşturuyorlar”. AB içinde İspanya veya Finlandiya için “haklı rekabet koşulları” işlerken “dışarıdaki Türkiye ile haksız rekabet düzeni kuruluyor”.

Gümrük Birliği, Türkiye için, AB ve üçüncü ülkeler lehine tek yanlı çalışan, “kurumsal bir haksız rekabet düzeni oluşturmak zorunda”. Türkiye’deki oligarşi, bunu gönüllü olarak kabullenir.

“Sürdürülebilir üstünlükler kuramı”…

Son on yıldır üzerinde çalıştığım ve kitaplarımda işlediğim sürdürülebilir üstünlükler kuramı, kapitalizmin üstün güçlerinin, “üstünlüklerini ancak haksız rekabet üzerine oturtarak ayakta kalabileceklerinin” mekanizmalarını inceler. (*)

Bu kuram, toplumların tarihsel gelişim süreci ile de örtüşmektedir. Özellikle son üç yüz yıl içinde Avrupa’nın gösterdiği iktisadi, sanatsal ve bilimsel gelişmelerin, “bu bozuk düzenin dışarıdakilere karşı kurulması ile sağlandığını doğrular”.

“ Göreceli üstünlükler ” geçmişte Avrupa devletlerine ve toplumlarına, her alanda getiri sağladı. “ Göreceli üstünlük ” haksız rekabet koşulları sonucu ortaya çıktı.

Haksız rekabet, göreceli üstünlük ve uygarlık zincirinde, akılda hep sonuçlar kalmıştır. Mısır’daki piramitleri hayranlıkla seyredenler, bunların on binlerce kölenin kanları karşılığında inşa edildiğini akıllarına bile getirmezler…

(*) Prof. Erol Manisalı, The Bush Administration’s Policy in the Middle East and Sustainable Superiority, Journal of Middle Eastern Studies (Japan), No. 481, 2002, p. 143

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/32284/Yoksa_Uygarlik_Esitsizligin_Turevi_mi_.html


..