2 Eylül 2016 Cuma

Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi BÖLÜM 2



Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi  BÖLÜM 2



HAZIRLAYAN,
Melih Yeşilbağ 



2. AKP Döneminde İnşaat ve Gayrimenkul Sektörleri.,


Türkiye’deki inşaat patlaması son yıllarda çıplak gözle görülebilecek düzeylere ulaşmıştır. Orta ve üstü büyüklükteki herhangi bir şehrin ufuk çizgisini kaplayan vinç sayısı ve gözlemlenebilecek olan “sürekli şantiye” hali, söz konusu olguyu gözler önüne sermektedir. 
Yaşanmakta olan inşaat patlaması gerek akademik gerekse akademi dışı literatürde yoğun bir ilgi nesnesi haline gelmiştir.8 
Makalenin bu bölümünde, söz konusu meselenin boyutlarını anlamak için konuyla ilgili bazı verileri ortaya koyacağız.İnşaat sektörünün Türkiye ekonomisinde giderek artan önemini ortaya koyan en net gösterge sektörün büyüme hızıdır. 
Grafik 1’de görülebileceği gibi 2002-2014 yılları arasında GSYİH yıllık ortalama %4,9 hızında büyürken inşaat sektörü için bu oran %6,5 olarak gerçekleşmiştir. Durgunluk ve kriz yılları olan 2008 ve 2009 yılları dışarıda bırakıldığında ise bu oranlar sırasıyla %6,2 ve %9,9 olmakta ve aradaki fark daha da belirgin hale gelmektedir. Bu iki yılda GSYİH ortalama %4,2’lik bir küçülme yaşarken inşaat sektörü çok daha sert bir düşüş yaşamış ve ortalama %12,1 oranında küçülmüştür. Bu veriler sektörün ekonomide artan önemini ortaya koyduğu 
kadar kriz durumunda belirginleşen kırılganlığını ve dolayısıyla riskli yapısını da gözler önüne sermektedir. İnşaat sektörünün istihdam edilen işgücü içerisindeki payı da benzer bir örüntü sergilemektedir. Grafik 2’de görüleceği üzere, inşaatın istihdamdaki payı 2005 yılında %5,6 iken 2014’te %7,4’e yükselmiştir. Bu dönemde toplam istihdam 19,6 milyondan 26 milyona çıkarak %32 oranında artarken inşaat sektöründeki istihdam 1,1 milyondan 1,9 milyona çıkarak %72 oranında büyümüştür (TÜİK).


Grafik 1. GSYİH ve İnşaat Sektörünün % Büyüme Hızları Kaynak: TÜİK

Grafik 2. İnşaat Sektörünün İstihdam İçerisindeki % Payı Kaynak: TÜİK


AKP döneminde inşaat sektöründeki büyümenin kritik bir karakteristiği borca dayalı olmasıdır. Söz konusu büyüme yukarıda yapılan finansallaşma tartışmasıyla uyumlu bir şekilde gayrimenkul ve finans sektörleri arasındaki ilişkilerin güçlendiği bir ortamda mümkün olabilmiştir. Bu dönemde borçluluk ve borç miktarındaki artış hem konut sahibi olmak isteyen hane halkları için hem de sektörde iş yapan özel şirket firmaları için belirgin eğilimler olmuştur.

Grafik 3’te görüldüğü gibi, inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin dış borcu 2002 yılında 1,47 milyar dolardan 2014 yılında 12,10 milyar dolara, bu borcun toplam özel sektör borcu içerisindeki payı %5’ten %7,2’ye yükselmiştir. Konut kredisi istatistikleri de benzer bir eğilim arz etmektedir. Grafik 4’te görüleceği üzere, 2002 yılında 3,32 milyon TL’lik konut kredisi kullandırılırken 2014 yılında gelindiğinde bu miktar on kattan fazla artarak 36,52 milyon TL’ye ulaşmıştır. Bu dönemde konut kredilerinin toplam tüketici kredileri içerisindeki oranı da 
%7,8’den %24,2’ye yükselmiştir.9 Bu veriler hem inşaat ve gayrimenkul sektörlerindeki çarpıcı büyümeyi hem de büyümenin yarattığı muazzam borçlanmayı gözler önüne sermektedir.

Grafik 3. İnşaat ve Gayrimenkul Sektörlerinin Uzun Vadeli Dış Borcu Kaynak: TCMB

Sektörlerin Toplam Uzun  Vadeli Dış Borcu (Milyon $)
 Grafik 4. Konut Kredisi İstatistikleri
Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği


İnşaat sektöründeki bu ivme AKP döneminde gerçekleştirilen bir dizi stratejik hamle sayesinde sağlanabilmiştir. Bu stratejinin merkezinde  şüphesiz TOKİ bulunmaktadır. 1984 yılında küçük ölçekli müteahhitlere ve ev sahibi olmak isteyen vatandaşlara kredi sağlama amacıyla  kurulan TOKİ, 2002-2008 döneminde mevzuatında yapılan 14 ayrı yasal değişiklikle, imar izni verme, devlet arazisini özelleştirme, belirli bölgeleri kentsel dönüşüm sahası ilan etme ve dönüşüm projelerini yürütme gibi olağanüstü yetkilerle donatılmış devasa bütçeli ve dokunulmaz bir devlet aygıtı haline getirilmiştir (Balaban, 2011: 24).

Her ne kadar sektörün bir anlamda amiral gemisi TOKİ olsa da, AKP iktidarlarının müdahaleleri TOKİ’yle sınırlı kalmamıştır. 
Bu dönemde yapılan bir dizi yasal değişiklik, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na daha önce sahip olmadıkları yetkiler sağlayarak öncesinde planlama ve yapılı çevre üretiminde iktidarın inisiyatifinin önünde  hukuki engeller yaratan yasal çerçevenin üstesinden gelinmesini sağlamış, bir anlamda iktidar söz konusu alanlara dair yetkileri merkezileştirmiştir (Penbecioğlu, 2011: 67-68). Benzer şekilde büyük şehir belediyelerine herhangi bir alanı “ Kentsel Dönüşüm ” alanı ilan etme ve böylelikle kentsel alana dair mevcut yasal kısıtları bir tür “olağanüstü hal rejimi”yle baypas etme hakkı veren 2010 tarihli yasal değişiklik de inşaat ve gayrimenkul sektörlerine muazzam ölçekli bir teşvik işlevi görmüştür (Penbecioğlu, 2011: 68).10


İktidarın inşaat sektörüne stratejik yoğunlaşmasını gözler önüne seren bir diğer gösterge de yapı ruhsat izinleridir. 
Grafik 5’te görülebileceği gibi yapı ruhsatı verilen toplam alan 2002 yılında 36 milyon m2 iken 2014 yılında %500’den fazla yükselerek 219 milyon m2 ’ye çıkmıştır. Bu dönemde verilen yılda ortalama 120 milyon m2 ’lik izin AKP öncesi 13 yılın 72 milyon m2 ’lik ortalamasına göre %66 oranında artmıştır. Benzer şekilde 2006 yılında geçen ve bankalara satılan konutun ipoteği yoluyla uzun dönemli  düşük faizli konut kredisi verme hakkı tanıyan ipotekli konut kredisi (mortgage) yasası da inşaat sektörünü güçlendirmeye yönelik bir tasarruf olarak nitelendirilebilir.

Grafik 5. Yapı Ruhsat İzin İstatistikleri ( milyon m2 )

Kaynak: TÜİK


Geçmişte küçük ölçekli ve yerel müteahhitlerin hakim olduğu inşaat sektörü günümüzde arkasında büyük sermaye grupları bulunan gayrimenkul yatırım ortaklığı (GYO) adlı büyük oyuncuların egemenliğindedir. Hukuki çerçevesi ilk olarak 1995’te tanımlanan GYO’lar bir sermaye piyasası enstrümanı olarak yatırımcılardan toplanan fonların büyük ölçekli inşaat ve gayrimenkul projelerin finansmanında kullanılmasına olanak tanır. 2004 yılında yapılan mevzuat değişikliğiyle GYO’lara Kurumlar Vergisi’nden muafiyet getirilmiş, yatırım alanları genişletilmiştir. Yine 2011’de GYO’ların zorunlu halka arz oranının %49’dan %25’e indirilmesini de içeren yasal değişiklik GYO’ların kuruluşlarını kolaylaştırmış ve kârlılıklarını arttırmıştır (Doğuş GYO). Bu değişiklikler sayesinde GYO’ların hem sayısı hem de toplam piyasa değerleri muazzam bir sıçrama yaşamıştır. 2010 yılı sonunda piyasa değeri toplamda 11 milyar TL olan 21 GYO bulunurken 2015 Nisan ayı itibarıyla ortaklık sayısı 31’e, toplam piyasa değeri ise 23 milyar TL’ye yükselmiştir (SPK, 2015).

Bunların yanı sıra, AKP döneminde inşaat sektörünün gelişiminde kamusal yatırımların itici gücü büyük rol oynamıştır. Gerek AKP iktidarının başından beri duble yol vb. altyapı çalışmaları, gerek 2008’den sonra hız kazanan kentsel dönüşüm süreçleri gerekse özellikle 2011 seçimlerinde önemli bir propaganda aracı da hale gelen “mega/çılgın” projeler inşaata dayalı stratejik tercihin en belirgin örnekleridir. 

Aralarında İstanbul’a üçüncü köprü, üçüncü havalimanı ve Kanalistanbul’un da bulunduğu kamu-özel ortaklığına dayanan “ Mega ” projelerin toplam maliyeti bir hesaplamaya göre 138 milyar dolardan fazladır (Halkbank, 2015). AKP döneminde inşaat sektörünün kazandığı öneme dair tüm göstergeleri gölgede bırakabilecek, belki de en çarpıcı veri şudur: 2013 yılında alınan tüm kabine kararlarının %60’ı imarizinleriyle ilgilidir (Gürkaynak ve Böke, 2013: 69). Tüm bunlar AKP döneminde inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin sistematik bir tercih ve strateji dahilinde ülke ekonomisinin merkezine yerleştiğini göstermektedir.

3. İnşaat Tercihinin Ardındaki Motivasyonlar.,

Bu noktada şöyle bir soru gündeme gelmektedir. AKP hükümetlerinin inşaat ve gayrimenkul sektörlerine odaklanmayı stratejik bir yönelim olarak seçmesinin ardındaki motivasyonlar neler olabilir? Bu sorunun birkaç cevabı olduğunu söylemek mümkündür. Öncelikle, inşaat ve gayrimenkulün odağa yerleşmesi Harvey’nin yukarıda tartıştığımız teorik çerçevesiyle uyum arz etmektedir. Bir başka deyişle, AKP döneminde belirginleşen inşaat yönelimi, neoliberal dönemde tüm dünyada gözlemlenen finansallaşma, bu finansallaşma yoluyla canlandırılan tüketim, kentsel mekânın metalaşması ve kentleşme yoluyla birikim gibi süreçlerin izinden gitmektedir. 

Bu anlamıyla, söz konusu strateji, AKP iktidarlarının şapkadan çıkardıkları bir tavşan ya da icat ettikleri bir yenilik olmaktan çok, Türkiye’nin 24 Ocak Kararları’yla yolu örülen neoliberalizasyon sürecinin doğal denilebilecek bir uzantısıdır. Nitekim, Özaliktidarı sırasında da inşaat sektörünün göreli öneminin yükseldiği benzer özelliklerde bir evre yaşanmıştır (Penbecioğlu, 2011: 64).

Öte yandan, söz konusu küresel eğilimler ve bu ölçeğe dair teorik çerçeveler inşaat stratejisinin neden AKP iktidarıyla birlikte belirginleştiğini açıklamakta yetersiz kalırlar. Burada, inşaat sektörünün AKP’nin iktidara geldiği 2001 krizi sonrası dönemin acil ihtiyaçlarına cevap verecek özellikler barındırmasının büyük etkisi bulunmaktadır. Bu bağlamda, ilk olarak, inşaat sektörünün ekonomideki 
“ Lokomotif ” rolünden söz etmek gerekmektedir. İnşaat sektörünün birçok farklı sektör ve alt-sektörde üretimi ve tüketimi tetikleyerek büyüme sağladığı kabul edilmektedir. Bunun nedeni sektörün hem başka sektörlerdeki ürün ve hizmetleri (demir, beton, tasarım) girdi olarak kullanması hem de sektörün çıktısı olan konutların başka sektörler için ( Mobilya, beyaz eşya, otomobil ) canlandırıcı etkide bulunmasıdır. İnşaat sektörü, teknik tabirle başka sektörlerle kurduğu bu “geri ve ileri bağlantılar” sayesinde hızlı bir büyüme motoru işlevi 
kazanabilmektedir (Balaban, 2011: 19-20). Bunun yanı sıra, inşaat sektörünün iktisatçıların “zenginlik etkisi” olarak adlandırdığı mekanizma sayesinde büyümeye ve tüketime dolaylı bir etkisi olduğundan söz etmek mümkündür. Buna göre, konut fiyatlarının artma eğiliminde olduğu durumlarda, sektörün çıktısı olan konut sahipliği hane halklarına eskisinden daha zengin oldukları hissiyatı vererek daha  fazla tüketimi teşvik etmektedir (Mera ve Renaud, 2000: 15). Tüm bunlarla birlikte düşünüldüğünde, inşaatın ekonomideki rolünün 
GSYİH’deki payının çok ötesinde bir düzeyde olduğunu söylemek mümkündür. Son bir etken olarak, emek-yoğun bir sektör olan inşaat sektörünün yüksek istihdam sağlama kapasitesinden söz edilebilir. Sektörde taşeronlaşmanın neredeyse kural olması, işçilerin iş güvencesi  ve sendikal haklardan mahrum olması, inşaatın özellikle vasıfsız işsizlik soğurma açısından işlevsel bir nitelik kazanmasına yol açmaktadır. 

Dolayısıyla, hem hızlı bir ekonomik büyüme ivmesi hem de kolay istihdam sağlaması açısından inşaat ideal bir sektördür. 

Bu özellikleriyle, 2001 krizinde büyük bir yıkıma uğrayan Türkiye ekonomisinin dönemsel ihtiyaçlarına denk düşmüştür. Böyle bir ortamda, inşaat sektörü hızlı bir büyüme dalgası tetikleme, iç tüketimi pompalama, kriz döneminde rekor düzeylere yükselmiş işsizliği soğurma ve makro ekonomik göstergeleri rayına oturtma konusunda etkili bir rol oynamıştır.

Buraya kadar yaptığımız tartışma, AKP iktidarlarının baştan itibaren inşaat sektörüne stratejik bir önem atfettiklerini ve bu önemin inşaat sektörünün ivmelenmesinde ve ekonominin odağına yerleşmesinde etkili olduğunu ortaya koyuyor. Burada bir parantez açıp AKP dönemine dair bir iç dönemleştirmeye gitmenin yararlı olacağını düşünüyoruz. Zira yukarıda tartışıldığı gibi AKP’nin tek başına iktidara 
geldiği 2002’den itibaren inşaat sektörünün stratejik bir tercih olarak öne çıktığı tespit edilebilirken 2008 krizi sonrasında söz konusu tercihin daha belirgin hale geldiğini söylemek mümkündür. Bu durumun oluşmasında birkaç faktörün payı vardır. 
Birincisi,  AKP iktidara geldiğinde yürürlükte olan ve AKP’nin sadakatle uyguladığı IMF uyum programının   2007’de fiilen sona ermesi, AKP’nin iktisat 
politikalarındaki serbestiyetini ve keyfiyetini arttırmış ve iktisat politikalarını konjonktürel politik ihtiyaçlara endekslemesini kolaylaştırmıştır (Gürkaynak ve Böke, 2013: 66). İkincisi, 2008 yılında dünya piyasalarını sarsan kriz, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın “ Teğet Geçti ” açıklamalarına karşın 2009 yılında Türkiye’de büyük bir ekonomik yıkıma yol açmış ve GSYİH %4,8 oranında küçülmüştür. 
Söz konusu kriz, AKP’nin belli oranlarda bel bağladığı KOBİ merkezli ihracat rejiminin de çöküşü anlamına geldi. 2000’lerin başından itibaren Türkiye’nin hem net ihracatının, hem ihracat yapılan ülke portföyünün hem de ihracat sepetinde katma değeri yüksek ürünlerin oranlarının giderek artmasıyla tebarüz eden ihracat atağı kısa erimli oldu. Teknolojik gelişkinlik ve üretkenlik konusunda rakiplerinden bir hayli geride bulunan ve elindeki en önemli kozu düşük işçi maliyetleri ve coğrafi konum olan Türkiye’nin ihracat atağı kısa sürede doğal
sınırlarına ulaştı. Dünya piyasalarını şiddetli bir biçimde sarsan 2008 kriziyle, Türkiye’nin ihracat rejiminin gözle görülür bir tıkanmaya girdiği de tescillenmiş oldu. Kriz sonrasında geliştirilen ekonomi politikaları, dış piyasalardaki küçülmeyle birlikte rekabet şartları zorlaşan ve pazar imkanları daralan ihracat modeli yerine, “ İç Talep Odaklı Büyüme ” modelini işaret ediyordu. 
Yukarıda tartışılan nitelikleri nedeniyle de iç talebi teşvik etmenin en kestirme yolu inşaat sektörüne yatırım yapmaktı (Akçay, 2013; Akçay ve Gürgen, 2014: 190-194). Bunlara ek olarak 2008’de patlak veren kriz 2009’da yapılan yerel seçimlerde AKP’ye ilk kez oy kaybettirdi. Büyüme hızıyla oy oranlarının doğrudan ilişkisini deneyimleyen AKP yönetimi bu tarihten sonra maliyetli olabilecek 
yapısal dönüşümler yerine “ hızlı ve ne pahasına olursa olsun büyüme ” anlayışına daha sıkı sarılarak inşaat tercihini belirginleştirdi (Gürkaynak ve Böke, 2013: 67-68). 2008 krizinden sonra kentsel dönüşüm süreçlerine ve mega projelere hız verilmesi bu belirginleşmenin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Sermaye çevrimleri ve bunlarla bağlantılı makroekonomik rasyoneller AKP’nin inşaat tercihine dair bir çerçeve sağlamakla beraber, inşaat sektörünün AKP’li yıllarda kazandığı önem salt bu faktörlere indirgenemez. Zira teorik tartışma bölümünde ifade edildiği gibi, inşaat sektörünün günümüz Türkiye’sindeki konumu, sermaye çevrimlerinin işlevsel ihtiyaçlarından ibaret olmayıp bir dizi ekonomi dışı süreçle yakın ilişki içerisindedir. Dolayısıyla,AKP iktidarlarının inşaat tercihini açıklarken genel bir düzeyde yürüyen sermaye çevrimlerinin ötesine 
geçip tartışmayı AKP’li yıllarda devlet aygıtı içinde ve dışında vuku bulan şiddetli politik ve ideolojik mücadeleler bağlamına oturtmak gerekmektedir. Zira AKP dönemi Türkiye kapitalizminin tarihinde alelade bir iktidar değişikliğinin ötesinde, düzenin hukuki, kurumsal ve felsefi dayanaklarında kapsamlı bir dönüşüme, egemen sınıf içerisindeki güç dengelerinde kayda değer kaymalara, devlet aygıtında hakim olan bazı güç odaklarının tasfiyesine ve devlet yurttaş ilişkilerinde İslamcı referanslarla bezeli yeni bir millet tasavvurunun gündeme 
gelmesine tanıklık etmiştir. AKP sözcülerinin “Yeni Türkiye” adlandırmasıyla en özlü ifadesini bulan söz konusu süreç, Türkiye’de 1990’lı yıllarda düşe kalka ilerleyen neoliberal birikim rejiminin yeni bir “hegemonya projesi” çerçevesinde sürdürülmesi anlamına gelmiştir. 

Söz konusu yeni hegemonya projesinin gündeme gelmesinde, güçsüz koalisyon hükümetlerinin damga vurduğu, ekonomik krizler ve siyasal istikrarsızlıklarla malul 1990’lı yılların aksine, AKP’li yılların ekonomik ve siyasal açıdan istikrarlı bir görünüm arz etmesinin büyük payı vardır. 2015 yılındaki iki seçim arasındaki kısa erimli parantezi saymazsak 13 yıldır tek başına iktidarda olan AKP, bu sayede siyasal ve ideolojik stratejilerine süreklilik kazandırabilmiş ve hegemonya projesini hayata geçirme şansı bulabilmiştir (Saraçoğlu ve Yeşilbağ, 2015: 873).

AKP bir siyasi parti olarak Türkiye’de neoliberal birikim rejiminin derin ekonomik ve siyasal krizler yaşadığı bir dönemin ertesinde ortaya çıkmıştır. Geniş kitleler nezdinde krizin müsebbibi olarak görülen siyasi aktörlerin büyük bir çöküş yaşadığı 2002 seçimlerinde AKP, kendisini yeni bir aktör olarak resmetmeyi becererek iş başına gelmiştir. Bugünden bakıldığında, 13 yıllık iktidar dönemi, Milli Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak AKP’nin müesses nizamın temsilcileri karşısında meşruiyet ve tutunma aranışlarıyla şekillenen bir savunma evresi (2002-2007) ile bu süre boyunca biriktirdiği özgüven, meşruiyet ve deneyimle kendisini sınırlayan güç odaklarına karşı bir tasfiye hareketine girişerek devlet aygıtı üzerinde kesin hakimiyetini kurduğu ve kendi ideolojik tasavvurunu toplumun bütününe cüretkar bir şekilde empoze ettiği bir saldırı evresi (2007’den bugüne) olarak iki bölüme ayrılabilir (Saraçoğlu ve Yeşilbağ, 2015: 875). 
Söz konusu hegemonya projesinin çeşitli veçhelerinin ayrıntılı bir dökümü ve analizi bu çalışmanın sınırlarını aşmaktadır. 

Öte yandan, AKP’nin kendisini önceleyen iktidarlardan niteliksel olarak farklı olduğunu göstermek açısından bu döneme damga vuran bazı temaları hatırlatmak faydalı olabilir. Ergenekon ve Balyoz gibi davalarla devlet aygıtı içerisinde ve dışında AKP’ye muhalif güç odaklarının tasfiyesi ve devlet aygıtının neredeyse devlet-parti özdeşliği düzeyinde ele geçirilmesi, stratejik derinlik ve bölgesel liderlik nosyonları altında yeni bir dış politika vizyonunun hayata geçirilmesi, İslamcı ve mezhepçi bir ideolojik stratejinin bir tür “ İki - Ulus
Hegemonyası”11 çerçevesinde işletilmesi sonucu dramatik bir şekilde yükselen 
toplumsal kutuplaşma, Erdoğan’ın siyasi gücünün giderek artmasıyla belirginleşen  bir tür fiili tek-adam yönetimi ve nihayet bu fiili durumu kurumsallaştırmayı gündeme getiren başkanlık sistemi tartışmaları;  AKP’li yılların basit bir iktidar değişikliğinin ötesinde Türkiye tarihi için toplumsal hayatın her alanında şiddetli mücadele ve altüst oluşların yaşandığı bir kırılma momentini temsil ettiğini ortaya koymaktadır.

AKP döneminin neden Türkiye’de neoliberal birikim stratejisinin yeni bir hegemonya projesi çerçevesinde sürdürülmesi anlamına geldiğini
gösterdiğimize göre, gayrimenkul ve inşaat sektörlerinin söz konusu hegemonya projesinde ne tür bir rol oynadığını tartışmaya başlayabiliriz.
Yukarıda bir hegemonya projesinin hem egemen sınıf içerisindeki fraksiyonlar arası ilişkileri hem de egemen sınıf ve tabi sınıf arasındaki ilişkileri düzenlediği vurgulanmıştı. İnşaat ve gayrimenkul sektörlerinin her iki alanda da kritik işlevler üstlendiğini söylemek mümkündür. İlerleyen paragraflarda sırasıyla bu alanlar tartışılacaktır.

AKP, makroekonomik istikrar sağlama, emeğin disipline edilmesi, 2001 krizi sonrası uyum programının hayata geçirilmesi gibi başlıklarda bir bütün olarak sermaye sınıfının çıkarını gözeten bir profil çizmekle beraber; daha yakından bakıldığında sermaye sınıfının “İslamcı sermaye” adı verilen bir fraksiyonunun doğrudan temsilci pozisyonundadır.12 
Bu fraksiyon hem AKP’nin iktidara yürüyüşünde önemli rol oynamış hem de AKP iktidarı boyunca edindiği ayrıcalıklı pozisyon sayesinde sermaye sınıfı içindeki göreli gücünü muazzam ölçüde arttırmıştır. AKP’nin hegemonya projesi ve bu proje etrafında yaşanan mücadelelerin bir boyutu da TÜSİAD’da cisimleşen geleneksel büyük burjuvazi ve AKP’nin doğrudan temsilcisi olduğu İslamcı fraksiyon arasındaki güç dengeleri ve sermaye sınıfı içerisindeki artan kutuplaşma durumuyla ilgilidir.

    2002 sonunda iktidara gelen AKP, hem üst düzey askeri ve sivil bürokrasi hem de TÜSİAD’da cisimleşen geleneksel büyük burjuvazi tarafından belirli bir temkinlilikle karşılanmıştı. Müesses nizamın bu temsilcileri karşısında bir tür mevzi savaşı yürüten AKP, ilk dönemde bu meseleyle ilgili olarak üçlü bir strateji izledi. Bir yandan, Derviş döneminde başlatılan ve büyük sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen ekonomik reform paketini büyük bir sadakatle uyguladı, bir yandan büyük burjuvazinin hassas olduğu laiklik temalı gündemlerde düşük profil sergileyerek zaman kazandı, öte yandan gücünü konsolide etmek için kendisine organik olarak bağlı İslamcı sermaye 
fraksiyonunu güçlendirme amacıyla sistematik bir faaliyet yürütmeye başladı. İnşaat ve medya sektörlerinin bu faaliyetin kilit sektörleri 
olduğu söylenebilir. 
Özellikle bugünün medyası ve AKP ilişkisi düşünüldüğünde, medyanın neden kilit sektörlerden biri olduğu son derece açıktır. Öte yandan, inşaat sektörünün sermaye oluşum süreci açısından önemi tartışılmaya muhtaçtır. Bu nokta açısından sektördeki ihale ve iş yapma pratiklerinin diğer sektörlerden farklılaşmasının kritik olduğu söylenebilir. İnşaat sektöründe palazlanmanın yolu, büyük oranda arazi tahsisi ve ihale alma aşamalarında edinilen ayrıcalıklı pozisyonlardan geçmektedir. Her iki aşamanın da yasal boşluklarla malul olması ve şeffaflıktan uzak bir yapı sergilemesi sektörü patronaja açık ilişkilenme biçimleri için bulunmaz bir alan haline getirmektedir. 
     AKP iktidarlarının Kamu İhale Yasası’nda tam 32 kez değişiklik yapmış olması, kamu ihalelerinde ortaya çıkan rantı kendisine yakın sermaye gruplarına dağıtabilmek için özel bir çaba içerisinde olduğunun kanıtı olarak görülebilir. Basit bir deyişle, sektörde büyük ölçekli işler yapabilmenin ön koşulu ilgili firmanın hükümetle arasının iyi olmasıdır. Hükümetle özel bir yakınlığı bulunmayan firmalara hem arazi tahsisi konusunda hem de ihale şartnameleri konusunda zorluk çıkarılmaktadır (Sönmez, 2002: 32-40). 
Bu durum bir süre sonra, hükümete yakın olmayan firmaların bir tür doğal seçilim mekanizmasıyla yarış dışı kalmaları ve inşaat sermayesinin hükümete yakın gruplarda temerküz etmesini beraberinde getirmiştir. Yukarıda sektörün büyük oyuncuları olarak değindiğimiz gayrimenkul yatırım ortaklıkları listesine bakıldığında, bazıları on yıl öncesinde kadar sektörde dahi olmayan, AKP
döneminde büyük bir büyüme ivmesi yakalamış Kiler, Torunlar, Sinpaş, Saf gibi AKP’ye yakın grupların ağırlığı söz konusu durumun bir göstergesi olarak nitelendirilebilir. Kamu özel ortaklığına dayanan büyük ölçekli projelerde ve TOKİ ihalelerinde de Limak, Ağaoğlu, Varyap, Kalyon, Gap gibi benzer nitelikteki firmaların belirgin bir ağırlığından söz etmek mümkündür.

Son olarak, inşaat seçiminin AKP’nin hegemonya projesine tabi sınıfları dahil etme stratejisi dahilinde anlam kazanan ideolojik etkisinden  söz etmek gerekmektedir. 

3 CÜ  BÖLÜM  İLE DEVAM EDECEKTİR..


..

Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi., BÖLÜM 1






Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi  BÖLÜM 1



HAZIRLAYAN,
Melih Yeşilbağ  

Giriş

Bu makale Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002 yılında iktidara gelişinden bu yana inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin geçirdikleri dönüşümleri ve Türkiye ekonomisinde artan rollerini konu edinmektedir. Çalışmanın temel tezi, inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin AKP’li yıllardaki yükselişlerinin dünyada neoliberal dönemde belirginleşen gayrimenkul ve finansa dayalı büyüme dalgasıyla birlikte mümkün hale  geldiği ancak AKP iktidarlarının hayata geçirdikleri “ Hegemonya Projesinin ” Siyasal ve ideolojik saikleriyle şekillendiği dir. 

Bu tez etrafında örülen makalede öncelikle inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin sosyal bilimler literatüründe nasıl ele alındığına dair teorik bir tartışma yürütülecek, ardından bu teorik tartışma ışığında AKP döneminde söz konusu sektörlerin somut durumlarına odaklanılacaktır. Bu kapsamda önce inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin büyüme performansı verilerle ortaya konulacak ardından söz konusu yüksek performansın AKP hükümetlerinin sistematik ve stratejik hamleleri sayesinde mümkün olabildiği savunulacaktır. 
Bu argümanı AKP hükümetlerinin inşaata dayalı stratejik seçimlerinin ekonomik, siyasal ve ideolojik motivasyonlarına dair bir tartışma izleyecektir. Son olarak, inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin güncel durumuna ve olası kriz dinamiklerine dair bir değerlendirme yapılacak ve makalenin bulguları sonuç bölümünde özetlenecektir.

1. Literatürde İnşaat Sektörü, Gayrimenkul Piyasaları ve Kentsel İktisat İnşaat sektörü ve gayrimenkul piyasalarının sosyal bilimler literatüründe yakın zamana kadar önemli bir odak konusu olduğunu söylemek mümkün değildir. Çeşitli disiplinler içerisinde gayrimenkul piyasalarının farklı veçhelerine dair belirli yaklaşımlar geliştirilmiş olsa da söz konusu alanın bütünlüklü bir değerlendirmesine yoğunlaşan bir araştırma gündemi ancak yeni yeni oluşmaktadır. Bunda şüphesiz kurumsallaşmış disipliner ayrımların rolü bulunmaktadır. 
Söz gelimi, ana akım iktisat literatüründe gayrimenkul piyasaları kendinde ilgiyi hak eden, başlı başına bir araştırma nesnesi olarak ele alınmamış ve tipik olarak tali bir sektör muamelesi görmüştür. İktisat literatüründe konut meselesinin yerini inceleyen makalesinde Charles Leung, literatürde köşe taşı olarak ifade edilebilecek katkıların hiçbirinin konut meselesini gündeme almadığını ve alandaki ders kitaplarının konut meselesine herhangi bir tüketim malı düzeyinde ilgi gösterdiği saptamasında bulunur (Leung, 2003: 250). Ana akım iktisatta makro ekonomik göstergelerle gayrimenkul piyasaları arasında ilişki kurma çabası taşıyan sınırlı sayıda çalışma “gayrimenkul balonu” olgusuna ilgi göstermekle birlikte bu tür çalışmalar büyük oranda neoklasik paradigma etrafında şekillenmiştir. 

Sonuç olarak, bu çalışmalar gayrimenkul piyasalarında oluşan çöküş ve kriz örüntülerini açıklarken “ Enformasyon Hataları ”, “ Finansal Derinleşe meme ”, “ Aşırı Devlet Düzenlemesi ” gibi tipik neo liberal temalara başvurmuşlar ve bu olguları rekabetçi serbest piyasadan sapmanın bir çıktısı olarak nitelendirme eğiliminde olmuşlardır.1

Gayrimenkul piyasaları ve ekonomik krizler arasındaki ilişkiye dair akademik ilginin ilk olarak 1997’de patlak veren Asya krizinin ardından ivmelendiğini gözlemlemek mümkündür. Kriz öncesinde “ Doğu Asya Mucizesi ” tanımlamasına kaynaklık etmiş, büyüme performanslarıyla  “ Kaplan ” olarak nitelendirilen Güney Kore, Malezya, Tayvan gibi ülkelerin nasıl olup da bir anda büyük bir finansal krizle yere çakıldıklarını  açıklama çabası etrafında örülen iktisadi literatürün bir parçası olarak bazı araştırmacılar kriz dinamikleri arasında gayrimenkul piyasalarına  sistematik ve merkezi bir önem atfeden çalışmalar gerçekleştirmeye başlamışlardır. Söz gelimi Mera ve Renaud, sekiz Doğu Asya ülkesini  kapsayan çalışmalarında gayrimenkul balonlarının krizin tetiklenme sinde önemli bir paya sahip olduğunu tespit etmişlerdir. 
Kriz öncesinde konut sektöründe olağanüstü bir hareketliliğin, krizin baş göstermesiyle iflas eden inşaat şirketleri, yarım kalan gökdelenler ve büyük ölçekli projeler ve bu projelere finansman sağlayan batık bankalar şeklinde tezahür eden bir gayrimenkul balonu patlamasının Doğu Asya Krizi’nde yaygın bir örüntü olduğunu gözlemleyen yazarlar, bu olguyu söz konusu ülkelerin 1980’lerdeki hızlı finansal serbestleşme ardından küresel sermaye yatırımlarının en yoğun şekilde yönlendiği bölge olmasına, bu yatırımların artık her biri 
“ Küresel Şehir” olma yarışındaki metropollerde konut ve ofis alanı talebini kontrolsüz bir şekilde arttırmasına ve bu kontrolsüz artıştan beslenen, gerçekçi olmayan kar beklentilerine dayalı ve riskli yatırımlara bağlamaktadırlar. Mera ve Renaud’un bulguları inşaat sektörü ve gayrimenkul piyasalarının imalat sektörünün aleyhine bir şekilde geliştiği örneklerde yaşanan ekonomik krizlerin daha derin ve daha maliyetli olduğunu ortaya koymaktadır. Gayrimenkul patlamalarının sonuçları ise ülkeden ülkeye büyük değişiklik gösterebilmektedir 
(Mera ve Renaud, 2000: 8-24). Bu noktada, gayrimenkul finansman enstrümanlarından arazi hukukuna, devletin konut üretimindeki rolünden, gayrimenkul ve finans piyasalarındaki düzenleyici mekanizmalara kadar bir dizi kurumsal değişken devreye girmektedir.

Dolayısıyla, Asya Krizi’nden çıkarılacak bir ders tek tip bir “ Balon Ekonomisi ” nden bahsedilemeyeceğidir. 

Bir başka deyişle, balonun büyüme örüntüsü, nedenleri, patlama şekli ve sonuçları vakadan vakaya değişiklik gösterebilmektedir. 
Mera ve Renaud’un öncü çalışmaları Asya bağlamında gayrimenkul piyasalarını bir araştırma gündeminin odak noktasına yerleştirmesi ve bu piyasaların kriz dinamiklerine dikkat çekmesi açısından anaakım iktisat literatürü için önemli bir adım olmakla beraber günümüz dünyasında gayrimenkul piyasalarının genişleyen konumunu kapitalizmin tarihselliği izleğine oturtma ve bütüncül bir yaklaşımla ele alma açısından belirgin zayıflıklar taşımaktadır.

Ana akım literatürün söz konusu zayıflıkları, aşağıda detaylandıracağımız gibi gayrimenkul piyasaları konusu için bir dönüm noktası olan 2008 krizine dair analizlerde de görünür hale gelmektedir. 2008 krizinin neden olduğu ve boyutları ile kapsamı ancak Büyük Bunalım’la karşılaştırılabilecek olan küresel çöküş, anaakım yaklaşımdaki hakim neoklasik varsayım, model ve paradigma ların inandırıcılığını büyük ölçüde sarsmış olsa da,2 bu yaklaşımın kapitalizmin sistemik kriz dinamiklerini tartışmaya açmaktan genellikle kaçındığını gözlemlemek mümkündür. Sözgelimi, Demyanyk ve van Hemert (2011), krizi ABD gayrimenkul piyasalarında yaşanan olağan çevrimsel düşüşle açıklama eğilimindedir. Bir başka sorunlu açıklama biçimi genel olarak finans sermayesi nin ve özel olarak da gayrimenkul kredisi satan finansal kuruluşların yönetim kademelerindeki kişilerin “açgözlülüklerini” krizin başlıca nedeni olarak görme eğilimidir. Bu minvalde yapılan çalışmalar,3 büyük finansal kuruluşlardaki cömert kota ve teşvik sistemlerinin hem yöneticileri hem de sıradan çalışanları, gelir düzeyi düşük ya da düzenli bir iş sahibi dahi olmayan toplumsal kesimlere, geri ödenemeyeceğini ve bu durumun yaratacağı feci sonuçları bile bile riskli krediler sağlama konusunda cesaretlendirdiğini vurgulamıştır. Krizi açgözlülük vb. psikolojik unsurlara havale eden bu tür çözümlemelerdeki temel problem, ezelden beri var olduğu söylenebilecek butür psikolojik unsurların neden başka zamanlarda değil de 2008 yılında kapitalizmin tarihindeki en büyük ikinci krizine yol açtığı sorusuna bir cevabı olmamasıdır. Andrew Kliman’ın (2011: 1) 
bu konuda artık meşhur olmuş sözleri, söz konusu problemi sarih bir şekilde ifade etmektedir: “ Krizin nedeninin açgözlülük olduğunu söylemek, bir uçak kazasının nedeninin yerçekimi olduğunu söylemek gibidir. Yerçekimi hep vardır ancak uçaklar her zaman düşmez.”

Benzer bir yüzeysel çözümleme, krizden “ Yanlış Ekonomi Politikaları ”nı sorumlu tutma eğilimidir. Buna göre, genel itibarıyla neoliberal paradigma nın hakimiyetindeki ekonomik karar mercileri, krizin beşiği ABD özelinde de FED Başkanı Alan Greenspan, serbest piyasanın erdemlerine inançları ve devletin ekonomideki rolünün en aza indirilmesi yönündeki ideolojik kanaatleri nedeniyle, finansal piyasalarda deregülasyon politikası gütmüş ler ve bu politikalar sayesinde bir anlamda dizginlerinden boşanan finans sermayesi gayrimenkul sektörüyle birlikte kaçınılmaz sona, yani krize koşar adım ilerlemiştir (Johnson, 2013; Taylor, 2009).4 Başka bir deyişle, aslında doğru politikalarla  öngörü lebilecek ve önlenebilecek olan kriz, karar vericilerin “ İdeolojik bağnazlıkları ” nedeniyle vuku bulmuştur. Söz konusu yaklaşımdaki temel handikap, neoliberalizmi bir ideolojik kurgudan ibaret görme ve neoliberal dönemde gerçekleşen siyasal/kurumsal dönüşümlerin yarattığı yapısal faktörler ile bunların karar mercilerin üzerinde oluşturduğu basıncı yok sayma eğilimidir. Nitekim, bu yaklaşım, neo liberalizmin  ideolojik hegemonyasının büyük bir prestij kaybına uğradığı, kendi kendini düzenleyen piyasaların “erdemlerinin” yoğun biçimde sorgulanmaya başladığı 2008 yılından bu yana krizin kaynağı olarak görülen küresel finansal mimaride neden hiçbir değişikliğe gidilemediğini 
açıklayamamaktadır.5 
Özetle, Anaakım literatürde finans ve gayrimenkul sektörlerinin yarattığı risklere dair yükselen bir farkındalıktan söz etmek mümkün olsa da, bu literatür söz konusu riskleri kapitalizmin tarihsel gelişim seyri bağlamında açıklama ve sistemik kriz dinamikleri çerçevesinde değerlendirme konusunda yetersiz kalmaktadır.

Anaakım iktisat literatüründe ancak Asya krizi sonrasında ve çok sınırlı bir düzeyde araştırma nesnesi haline gelen gayrimenkul piyasalarının eleştirel ekoller tarafından da yakın zamana kadar dört başı mamur bir şekilde ele alındığını söylemek mümkün değildir. 

Engels’in (1992) “ Konut Sorunu ” adlı öncü ve ufuk açıcı çalışması, Lefebvre’in (2014) kapitalizmin yeniden üretiminde mekânın rolüne dair özgün katkıları gibi bazı tekil istisnaları saymazsak eleştirel siyasal iktisat olarak adlandırılabilecek geniş gelenekte gayrimenkul piyasaları ve kentsel birikim konuları dört başı mamur araştırma gündemleri haline gelememiştir. 1990’lı yıllarda “küresel şehir” teması etrafında gelişmeye başlayan literatür FIRE (Finans, Sigorta ve Gayrimenkul) sektörlerinin günümüz kapitalizminde sınai üretim aleyhine 
geliştiği saptamasıyla yeni bir açılım sağlasa da gayrimenkul piyasalarının başlı başına bir ilgi odağı haline gelmesi 2008 yılında patlak veren muazzam ölçekli finansal kriz sonrasına denk düşmüştür. (Saseen, 1991; Robinson, 2002)

Bunda şaşılacak bir durum yoktur zira bilindiği gibi krizin bir anlamda başlangıç noktası olan ABD’li finans devlerinin ardı ardına çöküşünde eşik altı gayrimenkul kredisi (subprime mortgage) piyasalarının ve bu piyasalardan türetilen karmaşık finansal enstrümanların çok önemli bir payı bulunmaktadır (McNally, 2010: 97-112; Harvey, 2010: 2-4; Dymski, 2012: 76-78). 

Krizin tetikleyici unsurunun gayrimenkul kaynaklı olması doğal olarak günümüz kapitalizminde gayrimenkul piyasaları ve finansal sistem arasındaki girift ilişkileri yeni ve hayati bir araştırma gündemi haline getirmiştir. Bu minvalde oluşan literatürde David Harvey’in çalışmaları öncü bir rol kazanmış ve tartışmanın temel paradigmasını belirler hale gelmiştir. Bu noktada belirtilmelidir ki Harvey’in çalışmaları, Lefebvre’nin 1974 tarihli “ Mekânın Üretimi ” çalışmasının ardından gelişmeye başlayan Marksist kentsel çalışmalar literatürünün bir parçası konumundadır. Söz konusu literatür, aşağıda detaylan dırılacağı üzere 2008 krizine kadar Marksist ekonomi politik literatüründeki ana araştırma güzergahlarından birisi konumuna gelememiş olsa da, kapitalizmin mekânsal yeniden üretimi, kapitalist kentleşme dinamikleri,
kentsel eşitsizlikler, kentsel tarih, kentsel toplumsal hareketler ve kent hakkı gibi konularda zengin bir birikim sağlamıştır.6 
Bu literatürün ayrıntılı bir bilançosunu çıkarmak bu çalışmanın kapsamının dışındadır. Bunun yerine, literatürde ayrıcalıklı bir yeri olan David Harvey’in çalışmalarına odaklanılacaktır. Bunun sebebi, Harvey’in çalışmalarının kentsel çalışmalar alanının disipliner sınırlarının ötesine geçmesi, kent meselesini kapitalizmin tarihsel dinamikleri tartışmasının merkezine yerleştirmesi ve geniş kapsamı ve içeriğiyle farklı disiplinlerdeki eğilimleri etkileyebilmesidir. Harvey’in konumuzla ilgili katkıları kabaca şöyle özetlenebilir.

En temel olarak sanayi üretimini, Marx’ın Kapital’deki formülasyonuyla sermayenin birincil çevrimini merkeze koyan tarihsel çerçevesiyle “ Mekânın yeniden üretimi ” sorunsalını önemsizleştiren ve dolayısıyla kentsel iktisada en iyi ihtimalle tali bir yer atfeden klasik tarihsel materyalizmin eksik kalacağını vurgulayan Harvey, kentsel iktisat meselesini kapitalizme dair tarihsel bir çözümlemenin olmazsa olmazı haline getirmeyi önerir. Bu anlamda Lefebvre’nin açtığı kuramsal hattan ilerleyen Harvey, konut sorunu, altyapı yatırımları, kentsel rant, inşaat ve gayrimenkul sektörleri gibi kategorileri içerisinde barındıran bir alan olarak kentsel iktisadın kapitalizmin gelişme örüntülerini ve 
kriz dinamiklerini anlamak açısından elzem olduğunu öne sürer.

Zira kentsel iktisat yalnızca sanayi üretiminin mekânsal ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan bir tali alan (ikincil çevrim) değil aynı zamanda bizatihi bir artık sermaye soğurma aracı olarak işlev görmektedir (Harvey, 2013: 45- 47). 
Aşağıda detaylandıracağımız gibi, bunda inşaat ve gayrimenkul  sektörlerinin finans ile çok yakın bir ilişki içerisinde olmasının büyük bir payı vardır. Dolayısıyla, kapitalizmin kriz dinamiklerine dair teorik ve tarihsel bir çerçeve sanayi üretimiyle sınırlı kalmayıp kentsel iktisadı da içermek zorundadır.
Üst soyutlama düzeyinde kentsel iktisadı kapitalizmin gelişme dinamiklerine dair bir analizin olmazsa olmaz parçası olarak değerlendirenHarvey’in ikinci önemli katkısı, günümüz kapitalizminin özgünlüklerini dünyatarihsel bir bağlama oturtma çabası içinde kentsel iktisadın rolüne dair bir açıklayıcı çerçeve geliştirmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, bu çerçeve kentsel iktisadın kapitalizmin evrensel ve genel geçer bir dinamiği olmanın ötesinde günümüz kapitalizminde merkezi öneme sahip bir kriz dinamiği haline geldiğini öne sürmekte ve 2008 krizini böyle bir perspektiften değerlendirmektedir (Harvey, 2010: 172-174). Kabaca özetlemek gerekirse, dünya ölçeğinde kapitalizmin 1970’lerdeki 
kârlılık bunalımına cevabı bugün neoliberalizm olarak adlandırdığımız politikalar demeti olmuştur. En temelde sermayenin emek üzerindeki iktidarını restore ve tahkim etmeyi amaçlayan bu politikalar, emeğin savaş sonrası dönemde elde ettiği toplumsal ve siyasal kazanımları geri almayı ve sermayenin önündeki yasal ve kurumsal engelleri ekarte etmeyi amaçlıyordu (Harvey, 2005: 31; Dumenil ve Levy, 2011: 7-10)

Burada söz konusu dönüşümün konumuzla ilgili iki veçhesine değineceğiz. Birincisi, sermayenin küresel ölçekte hareketinin önündeki engelleri aşmanın en kritik halkası finansal serbestleşme olmuştur (Harvey, 2005: 157; McNally, 2010: 88-92). Finansal serbestleşme tüm dünyada bir bütün olarak finansal kuruluşların etkisini ve gücünü kayda değer düzeyde arttırmıştır. 

Bu durum finans sermayesinin üretici sermayeye oranla gücünün artması, finansal işlemlerin dünya ekonomisi içerisinde toplam hacminin ve payının yükselmesi, finansal enstrümanların ve kuruluşların nüfusun çok daha geniş kesimleriyle ilişkilenmesi şeklinde tezahür etmiştir (Lapavitsas, 2009). Öyle ki günümüz kapitalizminin özgünlüğünü tasvir etmenin bir yolu olarak birçok araştırmacı “ Finansallaşmış kapitalizm, Finans odaklı kapitalizm” gibi adlandırmalar önermişler ve buradan “finansallaşma” temalı zengin bir literatür ortaya çıkmıştır.7 

Neoliberal dönemin diğer bir veçhesi emeğin yaratılan artık değerden aldığı payın ve dolayısıyla alım gücünün azaldığı bir dönemde artı sermayenin değerlenebileceği alanlar bulmakta zorluk çekmesidir. Yapılı çevre yatırımları (konut, alışveriş merkezi, altyapı) işte bu dönemde tüketimi pompalamayarak bir büyüme çevrimi sağlamanın belki de daha önce hiç olmadığı kadar önemli bir aracı haline gelmiştir. Bir başka deyişle, kentleşme yoluyla sermaye birikimi tüm dünyada kapitalizmin krizini ötelemek için mekânsal bir çözüm aracı (spatial fix) 
haline gelmiştir (Harvey, 2001).Yapılı çevre yatırımları, özellikle de büyük ölçekli projeler, karakteristik olarak uzun sürer ve yüksek oranda finansmana ihtiyaç duyarlar. Neoliberal dönem, bu nedenle sermayenin en akışkan formu olan finans ile (coğrafyaya bağlı olma anlamında) en katı formu olan gayrimenkul sektörü arasında ilginç bir ittifaka sahne olmuştur. Albers (2012), bir dönemin önemli tartışması olan askeri-sınai kompleks adlandırmasına referansla bu ittifakı sermayenin giderek güçlenen bir fraksiyonu olarak “ Emlak-Finans Kompleksi ” olarak adlandırır. Genel olarak yapılı çevre üretimi dünya ölçeğindeki finans kuruluşları için kârlı bir yatırım haline gelirken, özellikle gayrimenkul sektörü kullanım ihtiyacından bağımsızlaşarak spekülatif bir yatırım aracı haline gelme eğilimi göstermiştir.

Bu durum özellikle küresel şehir adı verilen finans ve ticaret merkezlerinde arsa, konut ve ofis fiyatlarında muazzam bir yükselişe neden olmuş, bir tür “ Gayrimenkul Furyası ” başlamıştır. Söz konusu dönem, birçok yerde ev sahipliğinin bir devlet politikası olarak desteklenmesine, devletlerin kamu harcamalarında altyapı yatırımlarının payının artmasına, yoğun bir gayrimenkul spekülasyonuna ve küresel şehirlerin en görkemli gökdelene sahip olmak konusunda birbirleriyle bitmek bilmeyen bir yarışa girmelerine tanıklık etmiştir.

Bu furya elbette bir dizi riski beraberinde getirmiştir.

2008 krizi bir açıdan gayrimenkul ve finans sektörlerinin ittifakına dayanan küresel ekonomik sistemin dünya ölçeğinde çöküşü anlamına gelmiştir (Lippit, 2014: 143-145). Krizin yukarıda tartıştığımız gibi, ABD’deki eşik altı gayrimenkul kredileriyle ilişkili zehirli fonların batmasıyla açığa çıkması bunun en belirgin göstergesi olmakla beraber, mesele kesinlikle sadece ABD’nin gayrimenkul ve finans piyasalarıyla ve bu piyasalarını kurumsal özgünlükleriyle ilgili değildir. Zira söz konusu piyasalar tüm dünyada  birbirleriyle çok sıkı bir şekilde entegredirler (Harvey, 2013: 53-54 ). Kaldı ki, İrlanda ve İspanya gibi Avrupa ülkelerinin de krizden sonra bir tür emlak balonu yaşadıkları tescillenmiştir (Kelly, 2009; Garcia, 2010). 

Özetlemek gerekirse, Harvey’e göre, kapitalizmin 1980 sonrası girdiği neoliberal evrede kentleşme yoluyla birikim olarak tarif edilebilecek süreç tüm dünyada çeşitli düzeylerde belirgin bir eğilim haline gelmiş ve günümüz kapitalizminin hem tarihsel bir özgünlüğü hem de çok önemli bir kriz dinamiği olarak ortaya çıkmıştır.

Harvey’in sermaye çevrimlerini merkeze koyan teorik çerçevesi günümüz kapitalizminde gayrimenkul ve inşaat sektörlerinin kazandığı önemi 
açıklamakta faydalı bir giriş noktası oluşturmaktadır. Öte yandan söz konusu önem artışının verili bir ulusal ölçekte ne düzeyde, nasıl ve hangi saiklerle gerçekleştiğine dair somut bir analiz böyle bir çerçevenin sınırlarıyla yetinemez. Zira bu sektörlerin iş yapma pratikleri, tabi olduğu düzenleyici mekanizmalar ve onların dönüşümü, bu süreçte devletin ve düzenleyici organların değişen rolü, 
sektördeki büyük ölçekli aktörler ve sektörün çıktıları çok farklı politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerin ve süreçlerin bir araya geçtiği ve en genel anlamıyla sermaye çevrimlerinin işlevsel ihtiyaçlarına indirgenemeyecek bir karmaşıklığın ürünüdürler  (Jessop, 2006: 161; Penbecioğlu, 2011: 63). Dolayısıyla somut bir analiz için faydalı bir giriş noktası olan sermaye çevrimleri çerçevesinin 
ötesine geçip meseleyi verili toplumsal formasyonun bütünlüğü içerisine yerleştirmek gerekmektedir. Bu, söz konusu sektörlerin AKP döneminde geçirdikleri dönüşümleri ve artan rollerini bu farklı düzeylerle bağlantılarıyla birlikte değerlendirecek bir kuramsal çerçeveyle gerçekleştirilebilir. Aşağıda detaylandıracağımız gibi, “ Hegemonya Projesi ” kavramının böyle bir çerçeve için işlevsel olduğunu savunuyoruz.

Tarihsel materyalist gelenek içerisinde kapitalizminin tarihsel özgüllüğünün değer-biçiminde (value-form) ve “ bir ilişki olarak sermaye ” mefhumunda yattığına dair genel bir kabul vardır. Kapitalist ilişkilerin yeniden üretimi de bir ilişki olarak sermayenin yeniden üretimi, yani  sermaye birikim süreci tarafından koşullanır. Öte yandan, saf anlamıyla değer-biçimi ve sermaye mantığı kapitalizmin tarihsel dinamiklerini  açıklayan yegane dinamik olarak görülemez (Jessop, 2005: 155). Zira doğası gereği kaotik bir süreç olan sermaye birikimi, ancak sermaye mantığına dışsal bir dizi faktörün varlığında gerçekleşebilir. En basit şekilde örneklendirmek gerekirse, piyasaların işleyişi mülkiyet haklarının garanti altına alındığı bir hukuki sistemi, metaların dolaşımı verili coğrafya üzerinde kabul gören bir para birimi ve finans sistemini, emek gücünün kontrol altına alınması ve yeniden üretimi ile sınıf mücadeleleri belirli bir siyasi otoriteyi zorunlu kılar. 
Tekil sermayelerin üstesinden gelemeyeceği bu zorunluluklar, temelde kapitalist devlet aygıtı tarafından üstlenilmek durumundadır. 
Bu anlamda, kapitalizmin gelişim dinamiklerine dair bir tarihsel analiz, sermaye mantığını merkeze koymadan gerçekleştirilemeyeceği gibi, salt sermaye mantığına ve onun işlevsel ihtiyaçlarına indirgenerek de gerçekleştirilemez. Sermaye birikim süreci, bu nedenle sermaye mantığıyla ilişkili ancak ona indirgenemeyecek bir dizi politik ve ideolojik kerteyi de barındıran çok katmanlı bir süreç olarak görülmelidir.
Antonio Gramsci’nin (1971) ortaya attığı ve sonrasında Bob Jessop’ın (1997; 2005) çalışmalarında en yetkin ifadesini bulan “ Hegemonya Projesi ” kavramı sermaye birikim süreçlerinin ekonomik, politik ve ideolojik kerteleri arasındaki bağların ortaya konulması açısından işlevseldir. 

Hegemonya projesi, sınıf bağlantılı bir siyasi aktörün, sermaye birikim sürecinin bekası adına hem egemen sınıf içerisindeki fraksiyonlar arası ilişkileri, hem de egemen sınıf ve tabi sınıflar arasındaki ilişkileri bir siyasi, ideolojik önderlik etrafında örgütlemesi olarak tanımlanabilir (Jessop, 2005: 171). 

Bu yönüyle hegemonya projesi, kapitalist ilişkilerin verili bir ölçekte nasıl yeniden üretildiği meselesine ekonomi-dışı politik ve ideolojik süreçleri de dahil ederek, somut analiz için daha elverişli bir çerçeve sunar. Bu makalede böyle bir çerçevenin izinden giderek AKP döneminde Türkiye’deki inşaat ve gayrimenkul sektörlerini irdeleyeceğiz.


2 CÜ  BÖLÜM  İLE DEVAM EDECEKTİR..

.




TARİHİN SONU...



" TARİHİN SONU..." ?



26 Ekim 2009 Pazartesi

SERDAR  ANT,

“Tarihin sonu geldi. Liberalizmin zaferi ve geçerliliği tartışılmaz.”


İnsanlık 21. yüzyıla bu ninnilerle uyutularak girdi. Ne var ki kafa şişiren bu davul, dünya 2010 yılını bile göremeden yırtıldı; şimdi yırtığı gözlerden saklamak için daha “nitelikli” yalanlar söyleniyor, günah çıkarılıyor. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, birkaç hafta önce İstanbul’da yapılan IMF-Dünya Bankası Guvernörler Kurulu toplantısındaki konuşmasında, bu yıl 59 milyondan fazla insanın işini kaybedeceğini, Afrika’nın Sahra altındaki azgelişmiş bölgelerinde 30 bin ile 50 bin bebeğin ölebileceğini söyleyerek “tarihin sonu”nun çarpıcı tablosunu ortaya koydu! Dünya Bankası Başkanı’na göre “ önümüzdeki yıl 90 milyon insan aşırı yoksulluk içinde yaşayacak. ”

İşte liberalizmin zaferi… İşte “tarihin sonu”…

Anamalcı yağma ve sömürü düzeni, tarihin değil, insanlığın sonunu getirdi! Ne acıdır ki, bu yağma ve talan sisteminin sözcüleri, hâlâ utanmazcasına konuşabiliyor. Zoellick, “Yeni bir sisteme ihtiyacımız var” diyor ve ekliyor: 

“Ekonomik güçler birer sorumlu paydaş olarak görülmeli. Milyonlarca insan hâlâ kalkınmanın getirdiği sorunların ceremesini çekiyor. Bu ülkelerin yaşadığı çeşitli sorunları da mutlaka göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Ağır bir borç yüküyle ezilmiş ülkelere daha sorumlu davranarak bir el uzatabiliriz. 900 milyon insan hâlâ temiz sudan yararlanamıyor. 1 milyar insan yoksulluk çemberini bir türlü kıramıyor.”

Zoellick, “sorumlu paydaşlık”tan bahsederken, ABD'nin en zengini olan Bill Gates'in 50 milyar dolarlık servetinin, aralarında Kosta Rika, El Salvador, Bolivya ve Uruguay'ın da bulunduğu 140 ülkenin milli gelirinden neden daha fazla olduğunu açıklamıyor ama... “Sorumlu paydaşlık” böyle mi olacak? Dünya Bankası Başkanı “sorumlu davranma” çağrısı yaparken, dünyanın ikinci en zengin adamı Warren Buffett’ın Kuzey Kore'nin milli geliri ile eş değerde bir servete (40 milyar dolar) nasıl sahip olduğunu da söylemiyor. Ya da “dünyanın en zenginleri” listesinde 8. sırada yer alan, New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg, Güney Afrika ülkesi Zambiya'da üretilen mal ve hizmetlere eşdeğer, 17,5 milyar dolarlık bir serveti nasıl yapabiliyor? Robert Zoellick’in konuşmasında bu türden “sorumlu davranışların” bir açıklaması yok! Emlak zengini Donald Bren, 12 milyar dolarıyla Haiti'nin ekonomisi kadar bir güce sahipken, kumarhaneler kralı Sheldon Adelson 9 milyar dolarlık servetiyle Bahamalar'ın milli gelirini yakalıyor. Dünyanın en büyük sanal müzayede ortamı eBay'in kurucusu Pierre Omidyar da 5,5 milyar dolarlık serveti ile Somali'nin ekonomisini kontrol edebilecek güçte… Sonuçta Forbes dergisinin “en zenginler” listesindeki 400 Amerikalının sahip olduğu servetin toplamı 1,27 trilyon dolar… Ama bütün bunlar hakkında Dünya Bankası Zoellick’in konuşmasında tek bir satır yok!

900 milyon insanı bir bardak temiz sudan bile yoksun bırakıp bebekleri ölüme, milyarları açlık, yoksulluk ve işsizliğe mahkûm kılarken, bir avuç asalağın elinde trilyonlarca dolar toplanmasını sağlayan kapitalizm, istenildiği kadar allanıp pullansın, artık dünyanın sorunlarına çözüm olamıyor. İyi de, şimdi bilim insanlarının “yeni bir sistem” keşfetmesini mi bekleyeceğiz? Önümüzdeki yıllarda da bu beklentiyle mi uyutulacağız?

Dünya Bankası Başkanı’nın konuşmasını okurken Küba’yı düşündüm. “Acaba” dedim kendi kendime, “Afrika’nın Sahra altındaki azgelişmiş bölgelerinde gelecek yıl 30 bin ile 50 bin bebek ölecekken, Küba’da kaç bebek ölecek?” Küba’da temiz sudan, kaliteli bir sağlık ve eğitim sisteminden yararlanamayan kaç kişi var? İşsizlik oranı nedir? Önümüzdeki yıl dünyada 90 milyon insan aşırı yoksulluk içinde yaşarken, Küba’da yoksulluk olacak mı? Fidel Castro’nun serveti nedir acaba?

Peki, neden Küba?

Çünkü Dünya Bankası Başkanı’nın aradığı “yeni sistem” aslında orada! İnsanlığın burnunun dibinde, gözünün önünde duruyor…

İnsanın insana kulluk etmediği, sömürünün olmadığı, bir avuç asalağın kâr hırsı için değil halkın gönenci ve mutluluğu için ve hepsinden önemlisi de insanın doğanın bir parçası olduğu bilinciyle doğayı tahrip etmeden üretim yapılan sistem orada… Hem de avuç içi kadar bir adada yaşayan 11 milyon insan, 50 yıldır bu insanlık adasını boğmayan çalışan ABD’nin her türden yıkım girişimlerine karşı direnerek yaşatıyorlar bu sistemi…

Tarihin değil, ama insanlığın sonunu getiren anamalcı yağma düzeni dünyayı ve insanı tüketirken, Küba insanlığın namusu olarak başı dik, onurlu bir duruş sergiliyor.

Ve işte bu Küba’nın onurlu ve bağımsız insanları, Atlas Okyanusu’nun kıyısına Mustafa Kemal Atatürk’ün heykelini dikmişler! Oysa Küba nere, Türkiye nere… Atatürk’ün ne işi var Küba’da?

1903 yılında not defterine “akla uygunluğun başlangıçta gözle görülene üstün olması, bununla beraber akla uygunluğu gözle görülenle terbiye esası... Önce sosyalist olmalı. Maddeyi anlamalı” diye not düşen ve 1924’te liberal aydın Ahmet Ağaoğlu’na “ben Socialisme d’Etat istiyorum” diyen Mustafa Kemal, geçmişin değil geleceğin insanı ve sadece Türkiye’nin değil dünya tarihinin gördüğü en büyük liderlerden biri olduğu için Küba’da… Atatürk, 3 Ocak 1922 tarihinde Ukrayna elçisi General Firunze’ye şöyle diyordu:

“Bütün mazlum milletler zalimleri bir gün mahv ve yok edecektir. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma kavuşacaktır.” 

İşte insanlığın kendisine yakışan o “toplumsal durum” gereksinimi, bugün artık kaçınılmaz bir zorunluluktur.  Kapitalizm iflas bayrağını çekti. Gerçek insanlığın başlangıcı ve kurtuluşu için toplumcu bir düzen kaçınılmaz…

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Oyun Kurgu Kuruldu Ülkemizde





Oyun Kurgu Kuruldu Ülkemizde















Kendi doğrusu hiç değişmez biçimde
Yargılanma korkusu durur daim içinde
Ülke yaşanmaz halde umursamaz hiçinde
Her türlü oyun kurgu kuruldu ülkemizde

Tanır biliriz artık on beş seneden beri
Kolumuzu kaptırdık alamazsınız geri
Darbe olacak diye  hemen değişti yeri
Her türlü oyun kurgu kuruldu ülkemizde

Bir an öncede bunlar iktidardan gitmeli
Ülke üzerindeki kaos yeter bitmeli
Ayrımcılık baskılar sıkıntılar yetmeli
Her türlü oyun kurgu kuruldu ülkemizde

Soyu sülalesini araştırırsan eğer
Kandırıldı ülkemiz layık değilmiş meğer
Yaptılar mı yenilik var mı kattığı değer
Her türlü oyun kurgu kuruldu ülkemizde

Kandırdı halkı sanki keramet türban bezle
Hırsızlığı yalanı nasıl gizlersen gizle
Bir gün açığa çıkar kolay takip et izle
Her türlü oyun kurgu kuruldu ülkemizde

Suriyeliyi ettin yurdundan bir bir taşı
Yanlışıyla beladan halkın kurtulmaz başı
Yaptığı oyun kurgu insanı yapar şaşı
Her türlü oyun kurgu kuruldu ülkemizde

Adaleti bitirdi halkımızda yok tavır
Çağdaş demokrasiyle diktatörlüğü ayır
İnan bu iktidardan ülkeye gelmez hayır
Her türlü oyun kurgu kuruldu ülkemizde

Yaşanan göz önünde açık kalmadı saklı
Düşünmez yorum yapmaz sabit takılı aklı
Ne yaparsak yapalım olamayız biz haklı
Her türlü oyun kurgu kuruldu ülkemizde

İstihbarat sekiz saat önce haber verdi
Neden engel olmadı sorumlu neydi derdi
Kurgu yazan yürüttü mutlu bir sona erdi
Her türlü oyun kurgu kuruldu ülkemizde

http://www.turksolu.com.tr/oyun-kurgu-kuruldu-ulkemizde/

****