23 Eylül 2016 Cuma

Bu Çıplak Amcalar Neden Birlikte Yatıyor?





 Bu Çıplak Amcalar Neden Birlikte Yatıyor?



CİSED
www.acikistihbarat.com
20.12.2010


Bu çıplak amcalar neden birlikte yatıyor?

Eşcinsel bir çiftin bellerinde beyaz havlular, aynı yatakta sohbet ederken ekrana gelmesiyle televizyon başındaki pek çok izleyicinin sarsıldığına dikkat çeken CİSED Genel Başkanı Dr. A. Cem Keçe

“ Geçen kış yazdığım Eşcinsellik Kader Değildir adlı kitabımı ve beni protesto etmek için Ankara’da muayenehanem önünde eşcinsel arkadaşlarımız bir protesto gösterisinde bulundu. 

Toplumun eşcinselliğe bakışını bildiğim için eşcinsel arkadaşlarımız zarar görmemesi için emniyete protesto gösterisi olacağını haber vermiş ve arkadaşlarımızın güvenliğini sağlamasını rica etmiştim, sağ olsunlar beni kırmadılar. Protesto gösteri sırasında etraftaki insanların bakışlarındaki nefreti görünce, sözlü olarak verdikleri anlayışsız tepkileri duyunca eşcinsellerin bu ülkede ne kadar zor bir hayat yaşadıklarını bir kez daha anlamış oldum. Aslında yaptıkları çok cesur bir hareketti, yüzlerce insanın önünde eşcinsel olduklarını 
söylemeleri herkesin yapabileceği bir şey değildi. Yağmurlu bir gündü, onlara çay ve kurabiye ikram ettim, ama “ Kapitalist sisteme hizmet eden birinin çayını içmeyiz, kurabiyesini yemeyiz ” dediler ve kabul etmediler. Beni üzen bu cümleleriydi, çünkü emeğiyle para kazanan bir fikir emekçisiydim. Bunları neden anlattım, çünkü kapitalist sistem eşcinselliği doğuştan gelen doğal bir yönelim olarak dayatmaya çalışsa da, bu ülkede eşcinsel olmak çok zor bir durum. 

İşte Kılıç Günü dizisiyle gündeme gelen eşcinsellik, yaptığımız anket çalışmalarına göre bu ülkede %12 oranında görülüyor. 
Bu noktada yapılması gereken, eşcinselleri var olmak istedikleri biçimde kabul ederken ve haklarını savunurken; eşcinsellikle ilgili eleştirel düşüncelere sahip olanların dışlanmaması, bu fikirlerinden ötürü ayrımcılığa tabii tutulmaması, "gizli eşcinsel veya homofobik" diye yaftalanmamasıdır.

Çünkü işin doğası gereği insana dair her durumun tartışılabilir olması gerekir, eşcinsellik tartışılmaz bir tabu veya dogma değildir. 

Ancak çocukların seyredebileceği bir saatte eşcinsel yakınlaşmayı gözler önüne seren bir sahnenin yayınlanması da toplum ruh sağlığı açısından ve çocukların ruhsal gelişimleri açısından doğru değildir. 

Bugünlerde dizilerdeki ahlaksızlık gündemde, Küçük Sırlar dizisinde de bu konuda tartışılıyor. Başta medyamız olmak üzere herkes 

Toplumumuz Ahlaksızlaşıyor mu?”, 

“ Geçmişte taciz ya da tecavüz yaşamış kişiler televizyonda tecavüz sahnelerini izlediklerinde nasıl etkilenirler? ”, 
“Geçmişte eşcinsel deneyim ve yakınlaşma yaşayıp bunları bastıran kişiler televizyonda eşcinsel sahneleri izlediklerinde nasıl etkilenirler?” 

veya, 

Dizilerdeki olumsuz sahneler özendirici olabilir mi? ” sorularına yanıt arıyor. 

Özellikle geçmişte tacize maruz kalmış, eşcinsel yakınlaşma yaşamış, bunu bastırmış ve kimseye söyleyememiş kişiler tecavüz veya eşcinsel yakınlaşma sahnelerinden çok olumsuz etkilenebilirler. 

Hiçbir anne-baba çocuklarının “Bu çıplak amcalar neden birlikte yatıyor?” soruna yanıt veremez. 

Bu yüzden Yönetmen Osman Sınav’ın kimsenin cesaret edemediği şeyleri göstermeye çalışmamış, sadece kafa karıştırmıştır, yanlış mesajlar vermiştir.” dedi.

Doğru ve kültürümüze uygun bir duruş gösterilmelidir

CİSED olarak eşcinsellere karşı olmadıklarını ifade eden CİSED Genel Başkan Yardımcısı Psk. Gülüm Bacanak

Eşcinsellerin kendi haklarını koruyabilmekte karşılaştıkları sorunlarla daha kolay başa çıkabilmeleri için haklarını savunmaları gerektiği ne inanıyoruz. Eşcinsellerin saygın ve ahlaki değer yargılarına uygun yaşam tarzlarına, örgütlenme haklarına, varoluş ve özgürlük mücadelelerine saygı duyuyoruz. 

Ancak eşcinselliğin doğal bir eğilim ve normal bir durum olduğunun ilan edilmesini, yaygınlaştırılması veya özendirilmesi çabalarını, topluma bir model veya üçüncü bir cinsiyet olarak sunulmasını doğru bulmuyoruz. Bu bağlamda medyaya, cinsel terapistlere ve hekimlerimize görevler düşmektedir. 

Çünkü insanlığın karşı karşıya bulunduğu sorunların kaynağında; emperyalizmin ekonomik, siyasal ve varoluşsal boyutlarında sömürüsü bulunmaktadır. Sömürü dengesizliklere neden olmakta, yabancılaşma sorununu beslemekte, yabancılaşma insanı insan olarak tanımlayan alt argümanlarda tahribatlara yol açmakta ve bencil-hırslı insan tipini ön plana çıkartmaktadır. 

Eşcinselliği çok normal ve doğuştan gelen bir durum olarak sunmak; yanlış anlamalara, istemeyerek veya bilmeyerek eşcinsel tercihleri artıracak önerilere zemin hazırlayabilir. Çünkü tek bir durum olmayan ve birçok farklı şekilde karşımıza çıkabilen eşcinsellik;  insanda doğal olarak var olan bir yönelim değildir; çocukluk travmaları, sosyal öğrenme, model alma ve yanlış eğitimle meydana gelebilen gelişimsel bir durumdur. Bu sebeplerle  gelecek kuşaklar arasında eşcinsel tercihlerin  artmaması için  medya, aile, sağlık ve eğitim politikalarında doğru ve kültürümüze uygun bir duruş gösterilmelidir.”  dedi.

Çocukların Nasihatten '' Çok iyi bir Örneğe ihtiyacı var ''

Çocukların ilk eğitimini aldıkları yerin doğup büyüdükleri evleri olduğuna dikkat çeken CİSED Genel Sekreteri Psk. Dan. Fatma Ayrık

“Çocukların ilk eğitimlerini aldıkları yer doğup büyüdükleri evleridir. İlk öğretmenleri de anne-babalarıdır. Anne-babanın çocuklarına neler 
söylediği değil, onların önünde neler yaptığı önemlidir. 

Bu nedenle anne-babanın çocuklarına güzel örnek olmaları için sarf ettikleri sözleri, seyrettikleri sahne ve davranışları bir bütünlük arz etmelidir. 

Eşcinsel bir yakınlaşmayı gözler önüne seren bir sahneyi çocuklarıyla birlikte seyreden bir anne-baba çocuklarına nasıl bir mesaj verir? 

Çocuklarımızın bu tür sahnelerle ve yanlış örneklerle kafalarının karışmaması için doğru bir televizyon izleme politikası oluşturmak ve onları 
cinsel konularda bilgilendirmek zorundayız. Yanlış mesajlar içeren sahnelerin belli saatlerden sonra yayınlanması gerekir. 

Sigaraya gösterilen hassasiyetin eşcinsel bir yakılaşmaya gösterilmemesi, üzerinde düşünmemiz gereken önemli bir çelişkidir. Çünkü çocukların nasihatten çok iyi örneğe ihtiyacı olduğunu unutmamalıyız.” dedi.


http://www.acikistihbarat.com/haberdetay.aspx?id=9309

..

22 Eylül 2016 Perşembe

ORTADOĞUDA İran İç ve Dış Politikası, BÖLÜM 2







ORTADOĞUDA  İran İç ve Dış Politikası, 
BÖLÜM 2



Bir tanesi velayet-i fakihin üstünlüğünü savunan görüştür. 

Bu hala daha ilkeciler diye bugün bahsedilen grup bu geçmişten geliyor. Bunun yanında modern sağ ortaya çıkıyor, modern sağ ise ilkecilerin aşırı muhafazakar tutumuna karşı, ülkenin çıkarı için daha pragmatik politikalar izlenmesi gerektiğini savunan, ekonomik ve siyasi kalkınmayı sağlamak için yavaş yavaş devrim ihracını bırakıp, İslami tonu biraz geriye atıp, dünyayla ilişkileri geliştirerek iktisadi kalkınmayı sağlamak isteyen bir düşüncedir. Bu grup, kültürel alanda da dünyayla ilişkileri geliştikçe, kültürel anlamda açık oluyorlar, modernleşmeci oluyorlar. Radikal grupsa hala daha devrimin ilk yıllarından itibaren İslami sosyalist politikaların uygulanmasını savunan grubun devamıdır. 
Rafsancani döneminde bu iç gelişmelerle beraber pragmatik bir dış politika görüyoruz, devrim ihracından yavaş yavaş vazgeçiliyor. Mevcut durumu kabul edip başka ülkelerde devrim olmasa dahi o ülkelerle ilişkiler kurulabilir mantığıyla daha statükocu bir yaklaşım gelişiyor. İktisadi gelişme batıyla ilişki içine girmeden kolayca sağlanacak bir şey değildir. İran için batıya açılım, batıdan yardım görme, sermaye çekme gibi çeşitli çalışmalar başlıyor. 1997’ye geldiğimizde ise Rafsancani döneminde çok kısıtlı da olsa gerçekleşen açılma, Hatemi döneminde bir halk hareketine dönüşüyor ve Reform hareketi ortaya çıkıyor. Reform hareketi diyorlar artık savaş bitti, biz İslam Cumhuriyeti’ni kurduk ama biz toplumda rahat yaşayamıyoruz, haklarımız anayasal özgürlük lerimiz, hatta o döneme kadar savaş yüzünden uygulanmayan anayasal özgürlükler bize iade edilmeli diyorlar. Dolayısıyla reform hareketi sivil toplum yaratılsın, ifade özgürlüğü hukuk devleti yaratılsın, daha şeffaf bir yönetim olsun diyen bir halk hareketidir. Bu hareketin Hatemi’ye destek vermesiyle 1997-2005 yılları arasında İran toplumunda böyle dinamikler görülmektedir. Bu dönemde sosyal ve kültürel alanda özgürleşme yaşanıyor. Bu özgürleşme nasıl oluyor? Yayında, en çok yayınlarla oluyor, çeşitli seslerin duyulabileceği gazete ve dergilerin çıkmasıyla, pek çok sivil toplum kuruluşunun kurulmasıyla ve özgürce konuşabilmeleriyle bu özgürleşme sağlanıyor. Ama tabii halk bir taraftan bunu isterken, diğer taraftan, baştan beri vurguladığım ikilik mevcut ve ulema hayır, 
bu bizim devletimiz için bir tehlike diyor. Bu kadar çok batıya açılırsak bizim batı karşıtlığımız ne olacak, bu kadar çok özgürlükçü olursak bizim dini ilkelerimiz ne olacak. Bu sekiz yıl zarfında ülke şeriata uygun yönetilmeli diyen grupla, halk hareketi ve Hatemi bir kavgaya tutuşuyorlar. 

Bu kavgadan da maalesef Hatemi yenik çıkıyor. Bu dönemde çok ciddi olaylar oluyor. Ülkenin özgürlükçü aydınları zincir cinayetler denilen bir dizi cinayetle ülkenin istihbarat kurumlarından ama tam da kim olduğu belli olmayan şekilde faili meçhul diyebiliriz bunlara, zincir cinayetlerle öldürülüyorlar. 1999’da öğrenci olayları başlıyor, pek çok öğrenci hapislere atılıyor, bu olayların da sebebi bir reformcu gazetenin kapatılmasıdır. Özgürlükçü aydınların seslerinin duyulduğu bir ortam, iktidar tarafından kapatılınca öğrenciler sokaklara çıkıyorlar. Protestolarda tabii maalesef şiddet uygulanıyor ve öğrenciler hapse atılıyorlar. Hatemi döneminin sonunu getirense, seçim yasasında reform yapma 
isteği ve cumhurbaşkanı yetkilerini güçlendirme isteğidir. Buna dair bir yasa tasarısı meclise sunuluyor, meclisten geçiyor ancak koruyucular konseyi bu taslağı reddediyor. Koruyucular konseyi bahsetmiştim seçilmemiş bir organ, yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyen bir organdır. 

Reddedilince Hatemi’de yasayı geri çekince, halk anlıyor ki bu reform hareketi dini yönetim karşısında başarılı olamayacak ve zaten o dönem de Hatemi’nin son dönemidir. Yeni iktidara gelen hükümetle reform hareketi bitiyor. Bu dönemde batıya açılım var, medeniyetler arası diyalog Hatemi’nin en önemli şiarıdır. Batıyla ilişkileri geliştirme isteğini görüyoruz, bu dönemde ABD’ye giden ve CNN’e röportaj veren bir İran cumhurbaşkanı var. Daha sonra Ahmedinecad dönemi başlıyor 2005 -2013. Bu neo- radikal dönem biraz ABD’deki neo- radikallere Bush ve yönetimine benziyor. Binyılcı (millennarist) bir anlayışla iktidara geliyorlar. Muhafazakar ve reformculara karşı duruyorlar tabii çünkü 
yeniden İslamileştiren, yozlaşan İran toplumunu batının kültürel saldırısına uğrayan kültür yozlaşmasına uğrayan İran toplumunu yeniden İslamileştireceğiz şiarıyla ortaya çıkıyorlar. Devrim muhafızları ise  şu ana kadar hiç bahsetmemiş tim, devrimden sonra kurulan normal ordunun yanında devrimi korumak amacıyla kurulan devrimci bir ordudur. 


Dolayısıyla ekonomiden, kültüre, savunmaya, paramiliter güçlere pek çok alanda devrim muhafızları etkindir çünkü devrimi her açıdan koruma amacıyla kurulmuşlardır. Devrim muhafızları bu yeniden İslamileştirme döneminde Ahmedinecad’a yardım eden kurumdur ve bu dönemde onların siyasete etkisi çok yükseliyor. Ekonomideyse, özelleştirme ve sübvansiyonların kesilmesini görüyoruz. Sübvansiyonlar tamamen İran’ın rantiyer bir devlet olmasından kaynaklanan bir durum, petrol ve doğal gaz üreticisi olduğu için halka,vergi yoksa temsil de yok sistemini devam ettiren bir rantiyer devlet durumu söz konusu İran’da. Bu durumu biraz yıkan şey ise İran’ın anayasa devriminden gelen cumhuriyetçi gelenektir ve onu zayıflatıyor. Arap ülkelerindeki Suudi Arabistan’daki gibi yüzde yüz rantiyer olmaktan çıkartıyor. Ama halkın geliri 
büyük ölçüde sübvansiyonlara dayanıyor. Ahmedinecad döneminde kesiliyor sübvansiyonlar çünkü ekonomi gerçekten kötü durumda, ekonomide bir reform yapılması gerekiyor ancak Ahmedinecad popülist bir lider olduğu için sübvansiyonları kesip devlete aktarırken bir taraftan da kendi eliyle o geliri halka dağıtıyor. Kendi ihtiyaç gördüğü yerlere dağıtıyor, doğrudan kullanım için şehirlere gidip dağıtıyor. Ahmedinecad döneminde böyle bir karma ekonomi durum söz konusudur. Bu dönemin siyasi olarak en büyük olayı 2009’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ahmedinecad’ın ikinci defa seçildiği seçim reform hareketinin yeniden ortaya çıkması, reformcu bir lideri desteklemesi ancak devletin İslamileştirmeci politikaları sonucunda bu reform hareketinin şiddet yoluyla bastırmasıdır. 2009 seçimlerinde reformcu liderin seçilmeyişinden sonra 
çok ciddi bir seçim hileleri iddiaları ortaya çıkıyor. Bunların tabii kanıtları da var ama seçim sandıklarından elde edilen sonuçlar bunların temsilcilerin sonuçları kanıtlar ancak bu kanıtlar göz ardı ediliyor ve Ahmedinecad tekrar cumhur başkanı ilan ediliyor. 

Böyle olunca toplumda ciddi bir ayaklanma başlıyor Yeşil hareket, eski reform hareketinin devamı daha özgürlükçü unsurlar, sokağa çıkıyorlar ancak sokakta şiddetle bastırılıp sesleri kesiliyor. 

Öğrenci: Hocam bu hareketin peki ekonomik olarak sol görüşle hala bağlantısı var mı? 

-Bu hareket yeşil hareketin ekonomi alanında açıkçası bir vizyonu yoktu. Seçilseydi onların lideri o zaman açıklayacakları ekonomik reformları vardı da daha ziyade bu toplumun tekrar İslamileştirilmesinin İran’ın zararına olduğunu düşünüyorlardı çünkü daha baskıcı politikalar yayınların kapatılması dışarıyla kavga halinde olması bu tür sosyal hukuk devletine karşıtı politikaları eleştirerek o dönem seslerini duyurdular. 

Öğrenci: Geçmişteki radikal ve elitist ayrımının devamı değil yani? Türkiye’de bir kent- kırsal ayrımı olarak vardır. 

-Elitist radikal ayrımının aslında biraz devamı ama hani zaman içerisinde ülkede koşullar değiştikçe savunulan şeyler de değişiyor. Fikir olarak evet halkın egemenliği ön planda daha refahın topluma eşit yayıldığı belirli bir zümrenin refaha sahip olmadığı ama halka da yayıldığı bu tür bir fikirden geliyorlar. Ama özellikle 2009’da yaşanan olaylarda siyasi temsil sorunu var. Ben sandığa gidiyorum oy veriyorum ancak benim oyum çalınıyor. Ben halbuki bu siyasi sistemde anayasal olarak halk olarak temsil hakım var ve sen de o egemen yönetime bunu vermez zorundasın bu benim hakkım diye ortaya çıkan bir durum. Bastırılınca bu grup ve sesleri kesilince daha fazla bir vizyonları olmuyor daha ziyade toplumda İran’ın halkçı ve cumhuriyetçi fikirlerini temsil eden bir entelektüel akım olarak İran dışında özelilikle yazıp çiziyorlar. Zaten çoğu yurt dışına çıktı İran’da kalanlar çoğu hapiste çok azı serbest bırakıldı. Liderlerin hala ev hapsinde zaten iki liderleri var. Dolayısıyla bu grubun Ruhani seçilene 
kadar çok da politikasını duymadık duyamadık. Ahmedinejad dönemi dış politikasında yeniden İslamileştirme devrimci ideallerin ön plana çıkartılmasıyla beraber devrimci retorik yükselişe geçiyor. Batıya karşı çok sert söylemler başlıyor batıyla beraber en çok da İsrail’e karşı sert söylemler başlıyor. Duymuşsunuzdur Ahmedinejad’ın İsrail’in haritadan silinmesi gerektiğine varan çok radikal açıklamaları oluyor. Batıyla karşı karşıya gelip de daha çok doğuya ve 3. Dünya’ya dış yatırımını yapıyor bu dönemde nükleer mesele önemli bir problem olarak karşımıza çıkıyor. 

İran’ın Nükleer programı batılı güçler için zaten bir sorundu nükleer programı devam ettiriyor. İran ama bu nükleer silah yapımına varacak mı? Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’yla uyumlu çalışıyor mu? çalışmıyor mu? Ahmedinejad döneminde Atom Enerjisi Kurumu’yla bağlar tamamen kopuyor ve kurum BM Genel Kurulu’na dosyayı sevk ediyor. Böyle olunca İran’a karşı nükleer silah şüpheleri artıyor ve yaptırımlar uygulanmaya başlanıyor. Hem BM, hem ABD ve AA tarafından çok ciddi petrol satışını para akışını kısıtlayan, dış yatırımları zaten tamamen kesen yaptırımlar uygulanmaya başlanıyor. Dolayısıyla nükleer mesele, Ahmedinejad döneminde bu kadar setleşmesinin sebebidir. 

Ahmedinecad’ın aşırı derecede batı karşıtı ve İsrail’e düşmanca söylemleridir. Bu dönemde Devrim muhafızları da zaten etkin. Nükleer silah yaparsa İran kesinlikle İsrail’e saldıracak batıya tehdit olacak gibi nedenlerle büyük güçler ABD ve BM’in daimi devletleri İran’a karşı yaptırımlar uygulamaya başlıyorlar. Yine Ahmedinejad döneminde Arap baharı fenomeni ortaya çıkıyor. Arap Baharı Ahmedinecad’ın cumhurbaşkanı olarak doğrudan etki ettiği bir süreç olmuyor çünkü bölgesel ve ülkenin genel güvenliğini ilgilendiren bir durum olduğu için yüksek güvenlik konseyi Arap Baharı’na karşı tutum belirliyor. Ancak Arap Baharı ülke içerisinde muhalefet ve devlet ayrılığı bir kez daha gösteriyor çünkü 
devlet Arap Baharı’nı İslami uyanış olarak algılıyor ve devrim yapılan ülkelerde Tunus’ta Mısır’da İslami devletler kurulacağı varsayımıyla politika geliştiriyor. Halbuki yeşil hareket ve muhalefet Arap Baharı’nı demokratik ve halkçı devrimler olarak algılayıp, İran içerisinde tekrar muhalefetlerini arttırmaya başlıyorlar. 

Zaten Arap Baharı’na destek için Yeşil Hareket’in desteklediği bir protesto onların son seslerinin çıktığı yer oluyor, 2011’in Şubat’ından sonra liderleri de ev hapsine alınıyor. 

Dolayısıyla Arap Baharı’nın İran iç siyasetinde böyle bir etkisi oluyor. Geliyoruz 2013’e geçtiğimiz haziran ayında şu anki İran’da cumhurbaşkanlığına cumhurbaşkanı Ruhani seçildi. Ruhani Ahmedinecad’ın bıraktığı kötü mirasın üzerine geldi. Bu kötü miras, yaptırımlar yüzünden büyük ölçüde ve plansız popülist ekonomik uygulamalar nedeniyle. Ekonominin kötüleşmesi Yine Ahmedinecad’ın sert batı karşıtı söylemleri yüzünden İran’ın uluslararası sistemden izolasyonu söz konusuydu. Ruhani böyle bir izolasyon döneminde cumhurbaşkanı seçildi. Ruhani’nin cumhurbaşkanı seçilmesi büyük ölçüde aslında İran’da değişim isteyen hem reformcu hem ılımlı muhafazakar grubun 
desteğiyle oldu. Çünkü Ruhani itidalli bir değişim sözü vermişti, iktidara ‘ülkenin durumu iyi değil ben sert reformlar yaparak sistemi kökünden sarsmayacağım ama itidalli bir şekilde değişikliğe gideceğim dolayısıyla hem ekonomik hem sosyal olarak ülkenin durumunu iyileştireceğim sözüyle geldi. Zaten kurduğu hükümetin adını da İhtiyat ve Umut Hükümeti olarak belirledi. 

Çünkü gerçekten Ahmedinejad’ın son dönemde kötüleşen durum yüzünden İran halkı umutsuzluğa sürüklenmişti. Çok ciddi bir enflasyon artışı vardı, petrol satamıyorlardı ve petrol gelirinde ciddi bir düşüş var. Dolayısıyla standartları ciddi şekilde düşmüştü, uçakları için yedek parça alamıyorlardı, yurtdışında okuyan öğrencilerine para transferi yapılamıyordu, büyük bir umutsuzluk söz konusuydu Ruhani’nin İhtiyat ve Umut hükümeti kuracağım sözü insanlara çok iyi geldi. Hem reformcuların desteğiyle hem de ılımlı muhafazakarların desteğiyle Ruhani iktidara seçildi. 

Böyle bir şiarla gelince güvenlik devletini sona erdireceğini söyledi. Güvenlik devletinden kasıt hem güvenlik merkezli politikalar içeride ve dışarıda, halka uygulanan sosyal ve kültürel anlamda baskıcı politikalar hem de devrim muhafızlarının siyasetteki etkinliğini azaltmadır. Yönetim devrim muhafızları etkin olduğu sürece bütün meselelere güvenlik perspektifinden bakıyordu. Ruhani devrim muhafızlarının etkisini kıracağı sözü verdi ancak daha iktidarda çok yeni bu konuda çok ciddi bir şey yaptığını henüz söylemek mümkün değil. Tabii Ruhani dediğim gibi nükleer meseleden yaptırımlardan dolayı İran kötü bir duruma geldiği dönemde iktidara geldiği için en büyük vaadi nükleer meseleyi çözmek ve batılı ülkelerle anlaşmaktı ve ilk dış politikasını da bu yönde geliştirdi. Teknokratlardan oluşan dış politika uzmanlarından oluşan bir heyet kurdu. Dışişleri bakanlığına da bir dış politika profesörü olan Cevad Zarif’i atadı. Onun ekibi yeni bir dış politika belirlemeye başladı bu da ilk önce batılı ülkelerle masaya oturmak için gerekli koşulları sağlamak ve nükleer meselede anlaşmaya varmaktı. Nitekim 24 Kasım 2013’te Cenevre anlaşması imzaladılar. Bu anlaşmayı imzalayanlar BM Daimi Konseyi’nin daimi 5 üyesi ve Avrupa’nın büyük gücü Almanya’dır. Dolayısıyla Kasım 2013’ten beri özellikle hem 5+1 ama özellikle ABD ile görüşmeleri ön plandadır. ABD önemli çünkü İran için en büyük 
düşmanlardan biriydi. ( devrim tehdidi, devrim ihracı tehdidi ve ABD’ye karşı politikalar) Kasım 2013’ten beri görüşmeler devam ediyor. Cenevre Anlaşması geçici bir anlaşma, bu anlaşma sonucu İran’a barışçıl nükleer program izni tanınır ve İran’da nükleer silah yapmayacağına dair gerekli garantiyi verebilirse batılı ülkelere iki taraf anlaşacaktır. Şu an yaptırımlar biraz kaldırıldı. Ekonomik olarak İran biraz rahatladı ve anlaşmaya varılması durumunda yaptırımların tamamen kaldırılması söz konusu. Ancak iki tarafın tabii ki birbirine güven tesis etmesi lazım. Bu çerçevede dış politikada yine yumuşama ve karşılıklı saygı daha doğrusu nükleer anlaşmaya varılmadan önce ilkeler ortaya kondu. İlkeler sayesinde zaten biraz nükleer anlaşma gerçekleşebilir oldu, bu ilkelerin en önemlisi iddialı ve yapıcı dış politikadır. Bu, Ruhani’nin seçilirken dış dünyaya 
verdiği mesajdı ve Ruhani dedi ki yumuşak ve karşılıklı saygıya dayanan bir dış politika belirleyeceğiz. Bu da eski Ahmedinecad döneminin savaşçı ve agresif retoriğinin ters çevrileceğinin işareti oldu. Dolayısıyla Kasım ayında Cenevre anlaşması imzalandı. Teşekkürler dinlediğiniz için. Sorularınız varsa detaylı tartışma yapalım çünkü detayları epey atladım aslında. 

Buyurun. 

Öğrenci: Ahmedinejad İsrail’in haritadan silinmesi gerektiğini söylerken gerekçeleri neydi? İkinci sorum; İsrail’i bu şekilde hedef almak sadece 
Ahmedinecad’ın mı yoksa İran’ın genel politikası mı? 

- İkinci sorudan başlayayım isterseniz İsrail’i hedef almak İran’ın genel politikası çünkü devrim yapıldığında 4 Kasım 1979 yılında ne doğu, ne batı, ne ABD, ne Rusya, bağlantısızlık, İsrail de ABD’nin Orta Doğu’daki ajanı gibi görülüyordu. Dolayısıyla bu devletlerin çıkarlarına hizmet etmeyen politikalar gütme devrimin başından beri devrimci liderliğin önem verdiği bir şeydi. 1979 yılında İran’daki ABD büyükelçiliğini bir grup öğrenci işgal ettiler. 444 gün süren bir işgal yaşandı. ABD büyükelçiliğinin Şah ile İran’a karşı nasıl komplolar kurduğunu ortaya çıkartmak ve büyükelçiliğin İran’da oynadığı oyunları protesto etmek için bir işgal gerçekleşti. Bu işgal zaten İran ile ABD’nin devrimci İran’ın ilişkilerini 
koparttı. ABD diplomatları orada 444 gün rehine tutuldu. Dolayısıyla ABD’ye karşı hiçbir şekilde diplomatik ilişki kurulmayan hep büyük düşman şeytan olarak görülen bir tutum vardı. Ahmedinejad bunu devam ettirdi ama bunu İsrail bölgede, ABD’nin çıkarlarını uyguluyor ve Müslümanları,Filistinlileri öldürüyor. İsrail Siyonist bir devlet ve biz İran olarak Siyonist bir devletin Müslümanları ezen, katleden ABD’nin uşağı uzantısı bir Siyonist devleti kabul etmiyoruz. 

Öğrenci: Hocam bir ekleme yapayım naçizane. İran ilk devrimi gerçekleştir diğinde Filistin sorunu İran’ın dış politikasını etkileyen sorunlardan birisi değildir ancak Soğuk Savaş sona erdikten sonra Orta Doğu’da bölgesel dengeler değiştikten sonra İran ve İsrail karşı karşıya geldi. 

Yani uzun süre boyunca benim okuduğum yazıya göre İsrail Filistin problemi İran’ın dış politikasını belirleyen bir neden değildi. 

- O konuda haklısın çünkü savaş yaşanıyor İran’da doğrudan İsrail’e yönelik bir söylem görmüyoruz iddialar var. İsrail’in savaşta İran’a silah sattığına dair kesin olmamakla beraber iddialar var. Savaş yüzünden doğrudan karşı karşıya gelmediler. Ama söylemde siyonist bir söylem vardı, 89’dan sonra daha belirgin oldu. 

Öğrenci: İsrail’in Soğuk Savaş’tan sonra bölgede Arap ülkeleriyle ittifak kurmaya başlamasından sonra iki ülke karşı karşıya gelmeye başladılar. 

- Tabii Arapların İsrail’e karşı savaşları var, Lübnan’da kurulan Hizbullah’ın İran desteğiyle, Arapların savaşını sürdürüyor olması var. Orada bölgesel dinamikler işin içine giriyor. 

Öğrenci: 1979’da devrim oldu. 1977’de yine devrimde önemli rol oynayan bir şahıs Ali Şeriati öldürüldü bildiğimiz kadarıyla. Peki eğer Ali Şeriati yaşasaydı bugün İran’da gerçekleşecek olan devrim büyük bir İslami bir devrim mi olacaktı yoksa tamamen başka bir devrim mi? 

- Onu söylemek zor. Ali Şeriati yaşasaydı denilebilir. Ayetullah Montazeri rehber olsaydı denilebilir çünkü Montazeri din adamlarının halkçı kanadını temsil ediyordu. O şekilde seçilmeyip yerine Hamanei seçildi bunlar olsaydı ne olurdu? Ben şunu görüyorum İran’da bunlar olmasa da onların temsil ettiği görüşler yaşıyor. Reform hareketi, Yeşil Hareket, Ruhani’ye destek veren reformcular bu reformcuların mesela Ruhani’den nükleer meseleyi çözdükten sonra düşünce özgürlüğüne yönelik beklentiler var. Dolayısıyla onların temsil ettiği veya topluma anlattığı düşünce hala yaşıyor. Ama siyasal olarak komplo her zaman komplodur belki yine ele geçirilirdi yaşasalardı onu bilmiyorum. 

Öğrenci: İran iç siyasetine baktığımızda benim bu dersten çıkarımım şöyle bir durum var bu devrimi sıkı sıkıya benimseyen bir grup ilkeciler. 

Ve reformcular seçimle başa gelen bir hükümet söz konusu olursa genelde reformcular başa geliyor sonra bu reformcular bir şeyleri gerçekten değiştirmeye çalıştığında önü kesiliyor ve ondan sonra yine bir şekilde o ilkeciler yönetimi ele alıyor. Böyle bir seyri var İran siyasetinin. Bu bağlamda siz Ruhani’nin geleceğini veya aslında İran’ın iç siyasetini ben mesela baktığımda daha fazla stabil kalabileceğini düşünmüyorum uzun yıllar. Otuz yıl da İran böyle gitmez diye düşünüyorum orada. Zaten Yeşil Hareket de bunun baya sağlam bir emaresi hatta Arap Baharı’yla birlikte gelmesi. Sonuç olarak sizin projeksiyonunuz nedir? 

- Tabii İran Devrimi daha çok taze 35. Yılını kutladı. 35 yıl böyle yapısal bir değişiklik için kısa bir süre. Zaman içerisinde toplumsal beklentiler talepler değiştikçe ben de İran rejiminin halkın beklentilerine daha duyarlı hale geleceğini tahmin ediyorum. Ama yapıyı sarsmak da kolay değil. Çünkü toplumsal kalkışmayla bir devrim yapılıyor yeni bir düzen kuruluyor. Kemalist devrim gibi düşünebilirsiniz belki o kurulan yapının devam etmesi için mücadele veriliyor tabii. Ama uzun vade ben de size katılıyorum. 

Buyurun. 

Öğrenci; Türkiye ile İran arasındaki ilişkilere nasıl bakıyorsunuz. Suriye sorunu var İran Esad güçlerini destekliyor. 

- Türkiye İran ilişkileri AKP döneminde gayet iyi seyrediyordu. Çünkü komşularla sıfır sorun politikasıyla birlikte, aslında daha doğrusu Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanıyken İran’a bir ziyaret yapmıştı. O zamandan beri İran ile ilişkilerimiz normalleşmeye girmişti. Çünkü daha önce devrimci yönetimi bütün bölgeye tehditken tabii Türkiye’ye de tehditti. Hele ki orada yeni bir hükümet Türkiye’de laik bir cumhuriyet var. Dolayısıyla İran-Türkiye ilişkileri her ne kadar doğal gaz petrol alışverişimiz olsa da retorik olarak çok iyi durumda değildi. Ama AKP ile beraber İran da Türkiye’ye daha fazla güvenmeye başladı. Hem dini tonu daha baskına bir hükümet iş başında hem de komşularla anlaşacağız diyor. Dolayısıyla bu İran için bir güvence oldu ve İran da Türkiye’ye yaklaşmaya başladı. Ta ki Suriye sorunu, bir de füze kalkanı projesi çıkana kadar. İkisi İran için ciddi tehdit oldular. İran’ın Suriye’de çıkarları var çünkü Suriye üzerinden Hizbullah’a yardım yapıyor burada yine İsrail karşıtı olma durumu önemli. Suriye’nin İran için en büyük önemi birlikte İsrail karşıtı cepheyi oluşturuyorlar. Türkiye ise tam tersi Esed yönetiminin karşısında. Bu iki ülke ilişkileri açısından ciddi bir sorun doğurdu. Ama anlaşma imzalandı mı derseniz zannetmiyorum çünkü bu sorun çıktığından beri söylenen biz ekonomik ilişkilerimizi geliştirmek is bu yönde irademiz var her ne kadar bölgesel siyasette fikir ayrılığı yaşasak da bölgesel siyasetteki fikir ayrılığı bizim ikili ilişkilerimize tesir ederse iki ülke de zararlı çıkar. Böyle bir yaklaşım var ama Suriye meselesi ilişkilere bir soğukluk getirdi. 

- Belki şu açıdan bakabiliriz 1639’dan beri İran ve Türkiye yani Osmanlı İran Türkiye ne doğrudan bir savaşa girmiş ne çatışmaya girmiş karşılıklı olarak. 1639 da çizilen ve bugüne kadar devam eden sınır iki ülkenin birbirine sataşmamasının sınırı gibi. Yani bu anlamda fikirsel olarak etkisi olmuş olabilir tabii. Uzun bir pratik var ama doğrudan Suriye politikasında biz uzun zamandır savaşmıyoruz bunu sürdürelim gibi bir şey olamaz. 

Öğrenci; İran’ın ve Şia’nın Müslümanları Şia çatısı altında birleştirmek gibi bir hedefi olduğunu biliyoruz. Devrim ihracı İran’ın politikası. Acaba İran sınırı içerisinde Şia olmayan vatandaşlara karşı bir politika uyguluyor mu?

-İran anayasasına göre ehli kitap olan bütün mezhepler eşit anayasal haklardan faydalanırlar. Sünni olur Hıristiyan, Yahudi her ne kadar İran anti-Siyonist İsrail karşıtı olsa da içeride Yahudilere eşit mesafede olması gerek ve duruyor da. Yani şu anlamda her mecliste temsilci veriyor mesela Hıristiyan, Yahudi, Sünniler. Dolayısıyla içeride şunu belki demek mümkün olabilir genel anlamda kültürel olarak baskıcı bir yönetim söz konusu olduğu için Yahudilerin kültürünü ortaya çıkaran bir faaliyetine izin verilmeyebilir. O Şii rejim karşıtı bir faaliyette bulunacaksa bu aynı şekilde Hristiyan’a da olur Şii’ye de. Kültürel anlamda bir baskı olduğunu söyleyebilirim ama siyasi anlamda siyasal hakların kullanılmasına yönelik bir baskı ne gördüm ne de okudum. 

Öğrenci; Bahailer peki? 

- Bahailer çünkü ehli kitap kabul edilmiyor. 

Öğrenci; Arap Baharı ve sonrasında yaşanan gelişmeler Tunus’ta, Suriye’de, Irak’ta yaşanan gelişmeler sizce İran’ı nasıl etkiledi? Kazançlı mı çıktı güç mü kaybeder nasıl yorumlarsınız? 

-Arap baharı sonrası gelişmeler… bu benim için şu an projeksiyon yapması çok zor bir soru ama İran’ın aslında alanı genişledi söz söylediği alan genişledi,ben öyle görüyorum. Ama gücü arttı mı bunu söylemek şu an zor. Çünkü İran karşıtı bölgeler var. Dolayısıyla o blok İran’a, İran her ne kadar bölgeyle iyi ilişkiler geliştirmek istese de özellikle Ruhani ile beraber İran karşıtı bölge ülkeleri İran’ın politikalarına karşı duran Suudi Arabistan, körfez ülkeleri, Ürdün bunlar hala İran’ı bir tehdit olarak gösteriyorlar çünkü onun Şii politikası güttüğünü iddia ediyorlar. Suriye bu noktada İran aleyhine bir durum oldu. İran Arap baharıyla daha çok güç, söz söyleme gücü kazandı ama çok bölgesel dinamikleri 
değiştirecek bir güç kazandığını söyleyemeyeceğim. 

Öğrenci; Rehberin İran dış politikasındaki etkinliğinden bahsettiniz. Peki nükleer görüşmelerin başlamasında Ruhani’nin etkisi nedir herhangi bir etkisi var mı yoksa İran dış politikası hala rehberin kontrolü altında mı yarın bir gün şartlar değiştiğinde rehber tamam artık böyle bir anlaşma yok diyebilir mi yoksa seçilmiş liderin etkisi nedir İran dış politikasında? 


Açıkçası bunu ben bir İranlı diplomatın ağzından dinledim aktardığı şuydu Yüksek Güvenlik Konseyi ülkenin genel siyasetini, dış politikasını ve güvenliğe dayalı siyasetini belirler. Nükleer mesele de ülkenin güvenliğini ilgilendiren bir mesele dolayısıyla Yüksek Güvenlik Konseyi’nde batıyla görüşme kararı alındı, ülkenin yararına olduğu için ancak bu rehberin onayıyla ancak yürürlüğe koyulabilir. Rehber de Yüksek Güvenlik Konseyi’nin bu kararını onayladı. Dolayı cumhurbaşkanı Yüksek Güvenlik Konseyi’nin üyelerinden biri bu konseyde üst düzey komutanlar, bakanlar var oldukça üst düzey karar mercileri bu konseyde bunların ittifakıyla görüşme kararı alındı ama rehber onaylamasa bu karar alınmazdı dedi diplomat. 

Durum böyle dış işleri bakanlığının ve Cumhurbaşkanının söz hakkı var ama en Nihai sözü söyleyemiyorlar. 


RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 

Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****

ORTADOĞUDA İran İç ve Dış Politikası, BÖLÜM 1




ORTADOĞUDA  İran İç ve Dış Politikası,
BÖLÜM 1 



Pınar Arıkan 


Ben sizlere İran’dan, İran’ın siyasal sisteminden, iç dinamiklerinden, biraz tarihinden ve biraz dış politikasından bahsedeceğim. İran, tabii tanım itibariyle Orta Doğu’nun çok da merkezinde yer almamasına rağmen coğrafi olarak, geniş Orta Doğu tanımına ancak dahil edilebilen bir ülkedir. 

    Ancak siyaset itibariyle modern Orta Doğu’nun her zaman merkezinde yer alan bir ülkedir. Bunun nedeni İran’ın tarihinin uzun yıllara dayanan bir emperyal geçmiş üzerine kurulmuş olması, dolayısıyla devlet geleneğini sürdürüyor olması, büyük bir ülke olması, doğal kaynaklara sahip olması, doğal gaz ve petrol rezervleri bildiğiniz gibi, nüfusu vs gibi nedenlerle Orta Doğu’nun siyasi olarak her zaman merkezine oturan bir ülkedir. İran haritada gördüğünüz gibi kuzeyde ve güneyde denizle çevrili yanlarda sıradağlar vardır. Yani İran coğrafyası aslında büyük bir platodur. Buraya İran platosu diyoruz. Çok eski yıllardan beri, milattan öncesi devirlerden beri büyük imparatorluklar, büyük devletler kurulmuş ve pek çok kavmin geçiş noktası olmuş bir coğrafyadır. Milattan önce 550’li yıllarda Büyük Kuroş, Ahameniş imparatorluğunu kuruyor ve bu tarih bugünkü modern İran devletinin de kendini dayandırdığı tarih olması sebebiyle, 2500 yıllık İran tarihi mitinin kökünü teşkil ediyor. Daha sonra, MS 200 yılında bu coğrafyada büyük bir Sasani İmparatorluğu kurulmuş. Sasani İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte, İran’ın İslam öncesi tarihi sona eriyor. Çünkü Sasani imparatorluğunu İslam orduları yıkıyorlar, o da milattan sonra yedinci yüzyıldadır. Bundan sonra ise İran’ın İslam sonrası tarihi başlıyor. İran’ın, İslam sonrası tarihinde en önemli devlet veya imparatorluk Safevi İmparatorluğudur. 1501 yılında kurulan Safevi İmparatorluğu’nun önemli olmasının sebebi Safevi İmparatorluğu, İran coğrafyasında ilk Şii devlet olarak karşımıza çıkıyor. 

Öğrenci: Hocam özür dilerim ama Safevi İmparatorluğu İran devletine ait değil. Safevi’ler tamamen Türk’tür ve Azeri devletidir. 

-Bu çok ayrı bir bir tartışma konusu. Buna isterseniz değinirim sonra şimdi genel bir tarihten bahsediyorum. Yani onun öyle olmasının sebebi İran kültürünü devam ettiriyor olmasıdır. Bu zaten bugün İran’ın bugüne kadar ki sürekliliğini de sağlıyor. Her ne kadar coğrafyada farklı imparatorluklar, hanedanlıklar kurulmuş olsa da özellikle dil ve din açısından kültürün devamı söz konusudur. Buna yapacak bir şey yok, tarihçiler bunu böyle anlatıyorlar. Ama tartışabiliriz daha sonra. 

Öğrenci: Devamı dediniz ama tamamen Türk kültürü ve hatta şöyle söyleyeyim kurucusudur. 

-Evet, aynı dönemde Osmanlı sarayında da Farsça şiirler yazılıyor. Bu çok ayrı bir tartışma konusu, bunu daha sonra tartışalım. Safevi İmparatorluğu dediğim gibi, Şii bir devlet Anadolu’dan gelen Türkmen kabileleri tarafından kuruluyor, o noktada arkadaşımız haklı. Ancak o zamana kadar Sünni geleneği ya da İran’ın yerel dillerini devam ettiren bir coğrafyada, merkezi bir Şii devleti kuruyorlar. Bunu da Lübnan’dan getirdikleri ulemalar yoluyla yapıyorlar. Bir anlamda toprakları Şiileştirmiş oluyorlar. Safevi hanedanlığının bir diğer özelliği de o zamana kadar yer yer merkezi büyük imparatorluklar kurulmuş olsa da sürekli bir devlet söz konusu değil. Safevi imparatorluğu hem Şii olması, hem 
de merkezi imparatorluk olması nedeniyle çok büyük. Bu devlet 1722’de yıkılıyor ve aynı zamanda haritada gördüğünüz gibi bugünkü İran’ın sınırlarını da Safevi imparatorluğu çizmiş oluyor. Bu devlet yıkıldıktan sonra İran platosunda 1722’den 1794’e kadar küçük küçük beylikler dönemi başlıyor. 1794’de Kaçar Hanedanlığı burada bir devlet kuruyor. 1924’te ise 1979’a kadar hüküm sürecek olan Pehlevi Hanedanlığı kuruluyor. 
Pek çok kavmin geçiş noktası olan bu plato bugün dahi pek çok etnik kimliği içerisinde barındırıyor. Her ne kadar İran’ı biz Fars bilsek de, aslında egemen kültür Fars ama pek çok etnik kimlik yaşıyor Kürtler, Azeriler, Farslar, Araplar, Beluclar (5.20), Türkmenler, Kaçkar gibi pek çok etnik kimliğin bulunduğu ve pek çok yerel dilin konuşulduğu bir coğrafyadır. Modern İran siyasi tarihini ise 1800’lü yılların sonundan başlatıyoruz. Bu dönem, İran’da ilk modernleşme hareketlerinin başladığı dönemdir. Modernleşme hareketlerinin ise İran’da iki ayağı oluyor.

Birisi devlet eliyle gerçekleşiyor, diğeri ise entelektüeller yoluyla gerçekleşiyor, aydınların fikirleri yoluyla gerçekleşiyor. 

Devleeliyle gerçekleşen modernleşme biraz Osmanlı’ya benziyor aslında, üst üste alınan yenilgilerden sonra Kaçar askeri modernleşme çabalarına giriyorlar. Bu arada tabii devlet zayıfladığı için, hazine doldurmak için imtiyazlar vermek zorunda, size tanıdık gelecek, yabancılara imtiyazlar verilmeye başlıyor. Ama aynı dönemde yine batı ile etkileşimin artması nedeniyle İran’dan entelektüeller Avrupa’ya ve Rusya’ya gidiyorlar. Oradaki modernleşmeci fikirleri alıp İran’da yaymaya başlıyorlar. 

Bunlar neticesinde 

İran’da pek çok grubun çekişme içinde siyaseti etkilemeye çalıştığı bir dönem başlıyor. Bu çekişmenin ilk örneği, ilk patlak verdiği nokta Tütün Boykotu oluyor. Tütün Boykotu yine Kaçar devletinin imtiyazları nedeniyle ortaya çıkan bir halk ayaklanmasıdır. Bir tütün alma satma ve işleme hakkını bir İngiliz’e vermesiyle ilk patlak veren bir olaydır. Tabii bu İran’lı tütün üreticilerinin zararına bir durum olduğu için protestolar başlıyor. Bu noktada İran’da ilk defa ulemanın da bir protestoya destek verip, ulema dediğimiz din adamları sınıfıdır, protestoya destek verip halkın ve üreticilerin yanında yer almasıyla, şahın 1890 Tütün Boykotu’nda bu büyük imtiyazdan vazgeçtiğini görüyoruz. Bu bize hem 
İran’da bir elit hareketinin iktidara karşı durabildiğini, hem de yabancılara karşı bir duruşun başladığı yani bütün bu emperyalistlere ve iktidara karşı modern İran tarihi boyunca çıkan ayaklanmaların ilk örneğini gösteriyor. Daha sonra tabii Osmanlı meşrutiyetinin de etkisiyle, İran’da da 1906’da bir anayasa devrimi gerçekleşiyor. Az önce bahsetmiştim, entelektüeller batıya gidiyorlar, batı fikirlerini İran’a getiriyorlar, bu arada Şah’ın imtiyazları yerel üreticileri engelliyor. Entelektüeller ve egemen pazar sınıfı bu böyle olmaz biz şahın yetkilerini kısıtlamalıyız, bir taraftan da Osmanlı’da meşrutiyet hareketi anayasa hazırlıkları padişahın yetkilerinin kısıtlanması durumu söz konusudur. İran’da da benzer bir şey 1906 anayasa devrimi ile yaşanıyor. Burada bir kurucu meclis toplayıp anayasa yapıyorlar, anayasa Şah’ın yetkilerini kısıtlayacak bir anayasa, meclise bir takım Şah’ı denetleme yetkileri veriliyor. Ancak tabii iktidar her zaman iktidara sımsıkı sahip çıktığı için Şah’lar da bunu çok güler yüzle karşılamıyorlar, özellikle anayasa devriminin yapıldığı sıradaki Şah’ın vefatı ve bir sonraki Şah’ın tahta geçişi meclisin kapanmasıyla sonuçlanıyor ve 1911’de anayasa hareketi İran’da bir süreliğine sona ermiş gibi görünüyor. Bu arada tabii bu ayaklanmalar Şah’a karşı durma, anayasa hazırlama, meclisin kapatılması beraberinde birçok sosyal iç karışıklığı da getiriyor. Bu durum aslında Kaçar Hanedanı’nın sonunu getiriyor. Bu karışıklık döneminde 1924’te Rıza Pehlevi’nin iktidarı ele geçirip, Pehlevi hanedanını kurduğunu görüyoruz. 1924’te Rıza Şah dönemi başlıyor İran’da ve Rıza şah entelektüellerin fikri Osmanlı’daki modern batılaşma hareketi derken, Atatürk tabii bu arada Türkiye’de başa geçiyor ve modern devlet kuruyor, Rıza Şah da benzerini İran’da yapıyor. Bir Ulus-devlet inşası sürecine başlıyor, o da tabii İran’da merkezileşme ve modernleşme, merkezi otoritenin kurulması dönemi olarak adlandırılıyor. İran’da ulema ve pazar esnafı güçlü sosyal sınıfları oluşturur ve halk hareketlerinin önderliğini yaparlar. Başa gelen iktidarın hem pazarla, hem ulemayla iyi ilişkiler içinde olması gerekiyor, onların çıkarlarına ters düşecek bazı hamleler yaparlarsa bu iki sınıf birleşip iktidara karşı duruyorlar. Rıza Pehlevi de iktidara gelirken ulemanın 
desteğini alıyor, ancak sonra bu modernleşme merkezileşme çabalarıyla birlikte ulema sınıfının yetkilerini kısıtlayacak bazı reformlar yapıyor. Mesela medeni kanunu değiştiriyor daha seküler bir medeni kanun, dini eğitim yapan kurumların yanında seküler kurumlar açıyor, ondan sonra medrese öğrencileri o zamana kadar askerlikten muafken Rıza Şah döneminde askere gidiyorlar, çünkü merkezi devlet kuruluyor ve otoriteye tabi olmaları gerekiyor. Böyle gelişmeler olunca 1941’de 

2. Dünya Savaşı’nda Rusya ve İngiltere de, İran’ı iki taraftan kuzeyden ve güneyden işgal etmesiyle Rıza şahın otoritesi iyice sarsılıyor. Zaten güçlü sınıfların desteğini arkasına almaktan uzak olan Şah, İngiliz ve Rus işgaliyle beraber 1941’de tahttan indiriliyor. Ama bu işgal, sınırlı bir işgal ve İran’da hiçbir zaman tam anlamıyla bir batı işgali veya kolonileştirme dönemi olmuyor. 

Rıza Şah’tan sonra oğlunu tahta geçiriyorlar. 

1941’den 1979’a kadar Muhammed Rıza Pehlevi dönemi başlıyor. Muhammed Rıza da yine babası gibi ulema ile işbirliğine giderek iktidarını kuruyor. Ancak onun döneminde ,1950 ve 1960’lı yıllar dünyada kolonileşmeye sömürgeleşmeye karşı olan hareketlerin popüler olduğu yıllardır. İran’ın da milli kaynakları var, petrol o dönem en önemli kaynak ve petrol yabancılar tarafından işletiliyor. Dolayısıyla İran’da Muhammed Rıza Şah döneminde en önemli gelişme olarak İran petrolünü millileştirme hareketi ortaya çıkıyor. İran petrolünü millileştirmeye çalışan da 1949’da meclise seçilen Muhammed Musaddık’tır. 1951’de petrolün millileştirilmesi yasasını meclisten geçiriyor. Petrolün bütün gelirinin, işleme hakkının vs yerli halkta olması, emperyalist güçlerin bundan hiçbir şekilde pay alamayacak olmaları kabul edilebilir bir şey değildir. 
Ama bu sadece emperyalist güçler değil ülke içinde de petrol satışı üretimi vs. zorluklara düşünce gelirlerde azalma oluyor. Yine bir karışıklık dönemi başlıyor ve bundan yararlanan batılı güçler de bir darbeyle Musaddık’ı tahttan indiriyor lar, hatta o dönem Rıza Şah ülkeyi terk ediyor, kısa bir süreliğine onu geri getiriyorlar ve Rıza Şah iktidarına devam ediyor. O arada büyük güçlerle bir anlaşmaya varıyorlar. Bu olaydan sonra 1963’te modern İran tarihini en çok etkileyen olaylardan biri Muhammed Rıza Şah’ın reform paketidir. Bu reform paketi daha sonradan Ak Devrim olarak adlandırıyor bu da son derece merkezi hükümeti desteklemeye, sekülerleşmeye yönelik bir reform paketidir. Kadınlara 
seçme ve seçilme hakkı verilmesi, toprak reformu, büyük toprak sahiplerinin iktidarını kırmak adına yapılan toprak reformu, ormanların ve endüstrinin millileştirilmesi vs gibi iktidarı ve kaynakları devletin elinde toplamaya yönelik ama aynı zamanda daha seküler bir toplum da yaratmaya yönelik bir harekettir. Tabii bu tahmin edeceğiniz üzere İran’daki güçlü sınıflar tarafından çok da hoş karşılanmıyor. 1960’lara geldiğimizde ismini belki çok duyduğunuz İran devrimi lideri Humeyni’nin Muhammed Rıza Şaha karşı protestoları başlıyor. Bu protestoların en önemli sebebi, 1961 toprak reformu ve 1963’te Ak Devrim, bunlar olurken bir yandan 1964’de Şah, ABD vatandaşlarına da yasal dokunulmazlık tanıyor. Bu durumu, Ulema için ve başka o dönem İran’da aktif olan sosyalist gruplar için kabul edilebilir bir şey değil, bu durum bir ABD vatandaşının suç işlese dahi sorgulanmayacak yargılanmayacak olmasıdır. 

Böyle olunca Humeyni protestoların başını çekerek Şah’ı, hem anayasayı, hem Kuran’ı ihlal etmekle suçlayıp etrafında büyük kitleler toplayıp protesto gösterilerine başlıyor. 
Humeyni tabii cevapsız bırakılmıyor, tutuklanıyor, Şah Humeyni’yi İran’dan sürüyor. Humeyni, 4 Kasım 1964’te önce Türkiye’ye geliyor, Bursa’da 1 yıl yaşıyor ondan sonra Necef’e gidiyor. Necef’te uzun süre medresede dersler veriyor Humeyni, Necef’ten sonra Paris’e gidiyor ve Paris döneminde İran İslam devriminin, hem fikirsel olarak hem de sürekli gönderdiği teyp kasetleriyle halka fikirlerini yaymak suretiyle devrimin alt yapısını hazırlıyor, alt yapısını bu dönemde hazırlıyor. Tabii Şah’ın tek baskı uyguladığı grup ulema veya Humeyni ve yandaşları değildir, solcular da Şah batı kampında olduğu için o dönemde herhangi bir Rus etkisi kabul edilebilir bir şey değil ve İran’ın solcuları Şah tarafından hapislere atılıyor. 
Toplumda büyük bir jurnalcilik var herkes birbirini ispiyonluyor, herkes komşusunu solcu diye bildirdiğinde hapse atılıyor böyle durumlar 
söz konusu . 

Dolayısıyla bir sosyal karışıklık, belirgin bir muhalefet derken 1979’a geldiğimizde bu sürecin bu karışıklığın doruğa çıktığını görüyoruz. 1979’da orduda yine bazı olaylar var. 

1979’da 15 Ocak’ta artan gerginlikler sonucu pek çok gösteriler kanlı olaylar yaşanıyor. 

Protestoculara Şah’ın askerlerin ateş açmasıyla 15 Ocak’ta Şah ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor. Onun ardından da 1 Şubat’ta Humeyni Paris’ten, İran’a 
dönüyor ve daha geleneksel grupların ortaya çıkması İran Devrimi’nin İslamcı tonunun da belirgin olmasında en önemli nedenlerden biridir. 

Diğer bir neden de daha önce bahsetmiş olduğum Şah’ın Ak Devrimi. 11 Şubat 1979’da Humeyni ve arkasındaki büyük devrimci koalisyonla birlikte İran Devrimi’ni ilan ediyorlar. Tabii devrimin pek çok nedenleri var. Ama
bunların en önemlileri yaşanan bu reform ve modernleşme çabaları sonucu köyden kente önemli miktarda bir göç dalgası yaşanmasıdır. Köyden kente göç de tabii şehirlerin sosyal yapısını değiştirdi. 

Kentte kırsal değerlerin hakim olması ve daha geleneksel grupların ortaya çıkması, İran devrimini İslamcı tonunun da belirli olmasında en önemli nedenlerden biridir. Diğer bir neden de Şah’ın Ak Devrim’inden bahsetmiştim pazar esnafının güçlü bir sosyal grup olarak İran’da aktif olduğundan, pazar esnafı Ak Devrim sonucu imtiyazlarını kaybettiğinden onlar da şaha karşı muhalefetin yanında yer alıyorlar. Tabii bu arada Şah’ın artan baskıcı uygulamaları halkı muhalefette birleşmeye itiyor ve entelektüeller de yine İran’ın entelektüelleri diktatör şah rejimine karşı devrimcilerin yanında yer alıyorlar. Ordu da devrimcilerin yanında yer alıyor 1979 öncesinde şaha karşı büyük bir koalisyon kuruluyor. Dolayısıyla Şah ülkeyi terk edip, Humeyni ülkeye döndüğünde İslam Devrimi’nin zaferini ilan edebiliyorlar. Tabii bu dönem daha İslam devrimi değil İran devrimi, İslamileşmesi daha sonra olacaktır. Devrime katılan gruplar içinde din adamları, radikal İslamcılar, liberaller yer almakta ve 
önemli ölçüde destek alan bir grup, milliyetçi gruplar, solcu gruplar hepsi Şah’a karşı birleşmiş durumdalar. Uzun bir süre Humeyni Fransa’da ikamet etmişti. Fransa’da İran’lı öğrencilerle birlikte bir devrim konseyi kurmuştu. Humeyni, devrim olduktan sonra da bu konsey İran’a gelerek İran’ın kurucu meclisini oluşturmak için çalışmalara başlıyorlar. Referandum yapılıyor. 30 - 31 Mart’ta halka İslam cumhuriyeti isteyip istemedikleri soruluyor. İlk defa İslam cumhuriyeti burada telaffuz ediliyor. 

Halk da kabul ediyor, yüzde 98.2 çoğunlukla ile İslam cumhuriyetine evet diyor. Daha sonra kurucu meclis anayasa taslağı hazırlıyor ve halkoyuna sunuluyor, anayasa taslağı ve yüzde 98 oyla yine anayasa kabul ediliyor. Anayasada neler var? İslam Devrimi’ni dini yapan unsurlar da devrimci ve halkçı yapan unsurlar da anayasada yer almaktadır. 

Bunların en önemlisi velayet-i fakih kurumudur. 

Velayet-i fakih kurumu Humeyni’nin tamamen Şii düşüncesine getirdiği yeni bir yorumla, ulemanın daha önce doğrudan iktidarda olmayı reddeden ulemanın, iktidarda olması gerektiğini, çünkü adil bir yönetimin yokluğunda bu adaleti maksimum düzeyde ancak ulema düzeninin sağlayabileceğini iddia ederek, din adamlarının bilfiil yönetimde olması teorisine dayanan ve İran sistemini İslamileştiren bir teoridir. Anayasada siyasal sistemin en tepesinde bir kurum olarak karşımıza çıkıyor ve bir din adamı tarafından işgal edilen bir pozisyondur. 
Görevleri çok fazla dediğim gibi zaten sistemin tepesindedir. Rehber yani velayet-i fakih kurumunu işgal eden rehber adı verilen kişi ulemadan olan kişi devletin genel siyasetini belirlemeden yasama, yargı, yürütme arasındaki ilişkiyi kontrol etmeye, silahlı kuvvetlere komutanlık etmekten, savaş-barış-seferberlik ilanı gibi düşünebileceğiniz devlete ait bütün genel siyaseti belirleme yetkisine sahiptir. 
Ancak fakih de kendinden menkul bir şekilde o makama çıkmıyor onu seçen bir uzmanlar şurası var. Uzmanlar şurası halkoyuyla seçilen bir şuradır, sekiz yıllığına seçilen şura, uzmanlar şurası ve müçtehidlerden oluşuyor, yani din adamları, bu şura da rehberi velayet-i fakih kurumunu işgal edecek ulemayı belirliyorlar. İran sistemi hem İslami, hem halkçı daha doğrusu cumhuriyetçi, hem dini meşruiyete dayanıyor, hem halkın oyundan aldığı meşruiyete dayanıyor. Dolayısıyla birbiriyle çatışan kurumların bir arada işlemeye çatıştığı bir sistem. Velayet –i fakih zaten dini meşruiyetin en belirgin olduğu ve bize bunun böyle olduğunu anlatan kurum. Daha sonra uzmanlar şurası da 
her ne kadar halkoyuyla seçilse de din adamlarından oluşuyor ve onlar aralarında toplanıp, en tepedeki kişiyi belirliyorlar, bu da dini bir kurum. 

Koruyucular şurası seçilmeyen bir grup, bir kurum altı kişiden oluşuyor, bu şura meclisin yasalarını denetliyor, İslami bir anayasaya uygun olup olmadığını denetliyor ve seçim yapılacağı zaman da seçimlere katılacak adayların onayını veriyor. Yani koruyucular şurasının seçilmemiş bir organın onayını almadan hiçbir kişi seçimde aday olamıyor böyle bir tezatlık var. İslami şura meclisi sistemin en halkçı kurumlarından birisi çünkü doğrudan halkoyuyla seçilen dört yıllık süre için iş başına gelen ve kanunları yapma yetkisine sahip kurum. 
İslami şura meclisinin başında cumhurbaşkanı var, cumhurbaşkanı da yine halk egemenliğinin en iyi temsil edildiği kurumlardan birisi çünkü o da doğrudan halkoyuyla seçiliyor, 4 yıllık süre için yürütmenin başı, hem meclisin, hem rehbere velayet-i fakih kurumuna karşı sorumlu ve ülkenin iç ve dış politikasını yürüten kişidir. 

Yargı biraz daha karışık yargı erki görevine atanırken İslami ölçütler göz önüne alınıyor. Tabii bu sistem bu şekilde oluşturulduktan sonra da devrimin liderin önderi ve devrim sürecini yönetmiş devrimi yapmış ve sistemi kurmuş olan kişi Ayetullah Humeyni ilk rehber olarak İslam cumhuriyetinin lideri seçiliyor. Hem seçilmiş, hem atanmış ve hem halkın belirlediği,hem ulemadan gelen kurumlar olunca bu kurumların bir arada işlemesi zaman zaman çok zor bir hal alıyor. Örneğin meclis yasayı yapıyor ama onu onaylayacak olan din adamlarından oluşan atanmış bir kurum var Koruyucular Şura’sı, arada tabii çatışmalar çıkıyor. 

Dolayısıyla bu sistemi daha işler kılmak için düzenin yararını teşhis heyeti diye de bir kurum oluşturmuşlar. Bu da iki kurum arasında yasaların yapılması konusunda çıkan anlaşmazlıkları çözmek için başvurulan ve kararının nihai olduğu yani onların onaylıyoruz dediği yasanın onaylandığı bir ara bulucu kurumdur. Ülkenin güvenlik ve dış politikasını özellikle güvenliğe dayalı siyasetini ise güvenlik konseyi belirliyor. 

Bunun da lideri rehber. Dış politikaya baktığımızda yine anayasaya göre gidiyoruz, anayasaya göre her türlü tahakküm ve tahakküm altına girmenin 
reddiyle prensip olarak başlıyor. Bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün korunması temel hedef. Bütün Müslümanların haklarının savunulması anayasada olan bir maddedir. Savaş yanlısı olmayan devletlerle karşılıklı barışçıl ilişkiler kurma prensibi de anayasal bir politika prensibidir. Tabii bir devrim yapıldığı için ülkenin kaynaklarını korumak bir de emperyalist güçlere karşı mücadele eden bir gelenek var, ülkenin doğal kaynaklarını korumak, iktisat, kültür ve diğer konularda yabancı tahakkümüne yol açan her türlü anlaşmayı yapmak uygula mak anayasada yasaklanmış durumdadır. Diğer bir dış politika prensibi de başka milletlerin iç işlerine karışmamak ancak ezilenlerin ezenlere karşı hak 
mücadelesini yeryüzünün her noktasında desteklemek. Çok sosyalist görünen bir prensip, bir nebze öyle çünkü İran’da bir önemli grup da sosyalist İslamcı gruplardır. Bu gruplar bu ilkeyi sonuna kadar destekliyorlar ama bu ilke, aynı zamanda devrim sırasında bütün devrimci koalisyonun desteklediği bir ilkedir. İran devrimini de ezilmiş halkın ezen diktatöre karşı başkaldırısı olarak yorumluyorlar dolayısıyla İran devrimini yapanlar devrimci idealle bütün dünyada biz ezilenleri ezenlere karşı destekleyeceğiz diyorlar. Dış politika yapımında etkili olan aktörler dışişleri bakanlığı, cumhurbaşkanı, yüksek güvenlik konseyi, meclis ama hepsinin tepesinde de rehberdir. Anayasal sistemde de aynı şey geçerlidir. 

Biraz da devrim sonrası siyasi gelişmelerden bahsedelim. 

Devrim sonrası 79-89 arasında, 1989 Humeyni’nin ölüm yılıdır, Humeyni’nin iktidarında her ne kadar başbakan ve cumhurbaşkanı seçilse de ülkede karizmatik kişiliğinden ve devrimci liderliğinden ötürü bütün politikayı belirlediği bir dönemdir. 79-81 ve 81-89 iki farklı dönemdir İran’da. İlk üç yıl 79-81 arası biraz daha ılımlı bir politika izleniyor çünkü o yıllarda bütün devrimci koalisyon üyeleri ülke siyasetinde aktifler. 

Dolayısıyla bir plüralizm var toplumda herkesin söz söyleyebildiği herkesin farklı fikirlerinin yarıştığı bir dönemdir. 81-89 arası ise radikal dönem diye adlandırdık çünkü artık devrimci fikirler bir takım gelişmelerle yavaş yavaş siyaset sahnesi dışına atılıp, İslam ulemanın din adamlarının otoritesinin keskin bir şekilde yerleştiği yıllardır. Bu dönemde devrimci gruplar arasında bahsetmiştim bir İslami dine dayalı gelenek var, bir de halka dayalı gelenek var. 79-89 arsında da bu iki gelenek çok canlı yaşıyor. Çünkü Elitist ve halkçı eylemler görüyoruz. 
Elitist daha muhafazakar geleneksel sağ nihai egemenlik Allah’a ait, din adamları dini esasları en iyi bilen kişiler dolayısıyla halkın üzerinde yönetme yetkisine sahip kişilerdir. Ülkede şeriatın katı bir yorumu uygulansın diyorlar. 

Ekonomik alanda ise bana çok ilginç gelmişti bana, özel mülkiyeti savunuyorlar bunu da dine dayandırarak savunuyorlar çünkü din özel mülkiyeti destekler. Dolayısıyla bu gruba göre halkçı politikalar biraz geri plandadır. Halkçı eğilim ise tam tersine İslam devletinin temeli vatandaşları ile devlet arasındaki anlaşmaya dayalı diyen gruptur. Buna göre vatandaşlar egemenlik haklarını yasaları yapacak olan seçilmiş temsilcilere devrederler. Radikaller daha çok anayasal cumhuriyet vurgusunu yapıyorlar İran İslam Cumhuriyeti’nin daha merkezi 
devlet, zenginliği bütün halka eşit yayan zenginden alıp fakire veren bir siyaset güden bir devlet olsun istiyorlar. Sosyal ve kültürel konularda ise İslam’ın katı yorumunu isteyenlere göre biraz daha ılımlı, daha açık sosyal politikalar savunuyorlar. Humeyni döneminde dış politikaya baktığımızda yine iki döneme ayırmak mümkündür. 79-81 yılları, burada tabii devrim yapıldı, eski iktidar batı bloğundaydı ama yeni iktidar tam bağımsız olacak, böyle bir ideal var. Batı bloğundan çıkılacak, bağlantısızlık hareketiyle bağlantıya geçiyorlar. Ne doğu,ne batı, İslam cumhuriyeti temel sloganıdır. Bu dönemde Anti- emperyalizm çok vurgulanan bir dış politika vizyonudur. 81-89 arasında ise yine anti emperyalizm, soğuk savaş dönemi, doğuya da batıya da ait değiliz, biz kendimize özgü bir devrim yaptık, biz ilk defa İslam devrimi yaptık ve İslam cumhuriyeti kurduk dolayısıyla iki tarafla da işi olmayan bir politika izliyoruz iddiası söz konusudur. Dolayısıyla bu biraz yalnızlığı getiriyor ama Bağlantı sızlar Hareketi ile olan ittifakları da üçüncü dünya ile politikaların benimsenmesini getiriyor. Devrimin idealizmiyle beraber çok önemli bu yıllarda İslam devriminin diğer tüm Müslüman ülkelere örnek olması gerektiği yönünde bir düşünce var. Çünkü adil düzeni kurma çabası tam bir idealizm dolayısıyla bizim bu devrimimiz bütün Müslüman ülkelerine ihraç olacak ve diğer Müslüman ülkeleri de bizim gibi toplumla barışık bir İslam cumhuriyeti kuracaklar ideali var. Bu dönemin en önemli olayı İran- Irak savaşıdır. İran yönetimi, bunu devrimci savaş olarak adlandırıyor. Bu savaş ülke güvenliği vatandaşların güvenliği söz konusu olduğu için topraklara doğrudan bir saldırı olduğu için rejimin kendini konsolide etmesine neden oluyor. Bu savaş sayesinde önemli ölçüde toplumdaki liberal, solcu diğer gruplar siyaset sahnesinin dışına atılıyorlar ve savaşı idare eden komutanlarla beraber ulemanın iktidarı tamamen sağlamlaşmış oluyor. 1989’da ise Humeyni’nin ölmesiyle artık rehberin değil cumhurbaşkanlığının ülkedeki genel durumu daha fazla belirlediği bir dönem başlıyor. Rafsancani ilk cumhurbaşkanı,Humeyni öldüğü için yerine bugünkü rehber Hamanei seçiliyor, Hamanei özellikle o dönemde ulemanın içinde güçlü bir insan olmadığından dolayı oldukça zayıf kalıyor ve Rafsancani daha agresif bir şekilde ülkenin siyasetini yönlendirmeye başlıyor. Bugün artık öyle değil Hamanei’de iktidarını 
sağlamlaştırarak çeşitli gruplarla koalisyonlar kurarak bugün daha belirgin bir konuma gelmiş durumdadır. Ama 89-97 arasında Rafsancani savaştan çıkan ülkenin yeniden yapılandırılmasına dair bir vizyonla cumhurbaşkanı seçiliyor. Yeniden yapılandırma devletin ekonomide ağırlığını getiriyor, 5 yıllık kalkınma planları hazırlanmaya başlanıyor, ülke tamamen savaş yüzünden yıkılmış mahvolmuş durumdadır ve bu süreci onarmak istiyor. Rafsancani’nin bu dönemde İran siyasetinde çeşitli görüşleri var. 

2 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


..